Hümanizma, sanıldığı gibi, Batı kültüründe, Rönesans hareketiyle ortaya çıkmış bir anlayış değildir Bu anlayışın kökleri Grek filozofu Protagoras’a kadar uzatılabilir. Hümanizma da aslında insan sevgisinin soysuzlaşmasıdır: Çifte standardın kaynacı da belki burada aranabilir. İnsan her şeyin ölçüsüyse (Protagoras), kendi çıkarına olan şeyler de iyidir! İnsan her şeyin ölçüsüyse insan sayısı kadar doğru vardır!
Bu rekabet ve bencillik ortamında, her şeyin benim çıkarına göre değer kazandığının düşünüldüğü bir or-tamda, her şeyin bir piyasa değerinin olacağı da açıktır. Böylece, insanın kendisi de dâhil olmak üzere her şeyin piyasada bir bedeli ortaya çıkmaktadır. Bu ifadenin açık bir anlamı bulunmaktadır: Alım satım konusu olan bir şey (yani her şey) bir nesne değerine indirgenmiş olmaktadır, başka söyleyişle her şey metalaşmıştır ya da metaya dönüşmüş olmaktadır.
İnsan nesneleşmiştir. Tabiat sadece kendisinden istifade edilebilir bir “şey”dir. Kızılderili Reisin, insanı ve toprağı birbirinin parçası sayan telakki tarzı ve o toprağı satın almak isteyen beyaz adama arının vızıltısını, sisin orman üstündeki salmışını nasıl satın alabileceğini sorması, beyaz adamın zihniyetinde karşılığı bulunan sorular ve karşılığı bulunan cevaplar değildir. Bu, beyaz adamın anlayamayacağı ve akıl erdiremeyeceği bir kavram ve derinliktir.
Batı kültüründe metaya dönüştürülen insan, yalnızlığını mekanik iş düzeniyle; televizyon, radyo, sinema, kitap gibi İnsanî ilişkileri araçsallaştıran medya aracılığıyla; uyuşturucu, içki, sigara gibi sonuçsuz kısır döngülere girerek; cinsel sapmalar ve sevgisiz, gayrimeşru cinsel ilişkilerle (zina, fuhuş, ırza tecavüz, eşcinsellik); kendini eğlenceye kaptırmak suretiyle (burada, eğlence mutlulukla ikame edilmiştir: gene düzmece bir olguyla karşılaşıyoruz); evlilik yerine şirkete dönüştürülmüş birlikteliklerle (ki burada, evliliğin eşlere yüklediği sorumluluktan kaçış söz konusudur) gidermeye çalışmaktadır. Böylece, insanların yalnızlıklarını gidermeye yönelik olarak başvurdukları her şeyin, son tahlilde, tüketilen, yoğaltılan bir İktisadî değere dönüşmüş olduğu ortaya çıkmaktadır: Her şey, cinsellikten kitaba, hatta mutluluğa kadar her şey, tüketilen, yoğaltılan bir metaya dönüşmüş olmaktadır.
Böyle bir ortamda insan , bir sevgi dünyasının özlemini çekse de, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde bulunsa da, bu özlem ve bu talep belki bir anlam taşıyabilir ama bu özlemin ve bu talebin karşılığını bulmak mümkün olmaz. Batı dünyasında herkesin o kadar bel bağladığı demokrasi, insan hakları ve liberalizm söylemlerinin her biri tek tek ve birbirleriyle ilişkileri açısından, sınıflı, ırkçı, ayrıma, sömürücü ve bencil toplumların çıkar çatışmalarından hâsıl olmuş kurumlar olarak kin ve nefret duyguları üstüne bina edilmişlerdir demek abartma olmayacak, fakat gerçeği yansıtacaktır.
Öyleyse, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde ve teklifinde bulunurken, daha baştan, Batı kültürünün değer yargılarından ve kavramlarından uzakta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bir batılın hakikate yol vermesini bekleyemeyiz. Bir ilmin butlanı onun müntehasında belli oluyorsa, Batı kültürünün toplumsal/siyasal kurumlarının mahiyeti de onun uy-gulamasında ortaya çıkar. Bu uygulamanın somut ne-ticesi ikiyüzlü, çifte standartlı, riyakâr, adaletsiz, güç-süzün hakkını hiçe sayan, ırkçı, ayrımcı bir insan tipi biçimde tezahür etmektedir.
Böyle bir kültür ortamında beni insanların eşitliğine ve kardeşliğine inandırabilecek bir gerekçe elde edebilmem mümkün görünmemektedir. Batı kültürünün istinat ettiği hümanizma telakkisi olsun, BM’ninki de dâhil çeşitli ulusal veya uluslararası bildirilerde dile getirilen insan hakları ile ilgili ifadelerin tümü olsun, reel karşılığı olmayan, düzmece (calî) beyanlar olarak boşlukta yer işgal etmektedirler. Böyle bir ortamda, hayvanat bahçeleri, millî parklar, huzur evleri gibi kurumlar aslında soysuzlaşmış sevginin veya daha doğrusu sevgisizliğin sembolleri sayılmalıdır. Bu düzmece yapılarla Batılı insan kendini kandırmaya çalışmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, bu insanın hayvan sevgisini değil, fakat kendini başkasından farklı kılmanın çabasını ortaya koymaktadır. Huzur evleri, aileden uzaklaştırılmış güçsüz insanların çaresizliğini remz etmektedir. Batı kültürünün gerçek yüzünü görmek için kirlenen çevrenin ve o kirli çevrede günden güne zehirlenen insanların ve hayvanların yaşantısına bakmalı.
Peki, dünyaya ihtiyaç duyduğu sevgiyi kim ulaştıracak?
Batı dünyasından umudumuzu kesmemiz gerektiği’ ne göre, ona bu umudu ve bu sevgiyi kim vaat edebilir.
Bu sorunun cevabını şimdilik bir cümle ile söyleyerek yetinmek istiyorum: Bu sorunun cevabını, demokrasiden ve insan hakları söyleminden daima daha fazlasını talep etmekte bulunmuş olan Müslümanlar verecektir. Bunu, Müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslam’a doğru değiştireceklerini ve onların kendilerini değiştirdikçe Allah’ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…