25 Ocak 2021
Sadettin Ökten: Bu akşam Ali Hoca’nın bir sunumu var.
Ali Cançelik: Müsadeniz olursa öncelikle şiirle ilgili bazı hatırlatmalar yapacağım. Bazı temel hususiyetleri arz edeyim. Çok fazla, ansiklopedik bilgiler kısmına girmeden, bize ait şiir, kadim şiirimiz nedir, ne değildir üzerinde bazı hususları arz edeyim. Bunu da teknik bir şiir tanımından ziyade bir şiir üzerinden yapalım. Şiirin konusunu veren güzel bir beyit olduğu için, Taşlıcalı Yahya Bey ile başlamak isterim:
Kâşki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i canan olsa.
Taşlıcalı Yahya Bey, birisini seviyor ve herkesin onu sevmesini söylüyor. Bütün kıssalar, her söz onunla ilgili olsun istiyor. Bu kendisi istediği için böyle değil, böyle olduğu için istiyor. Birazdan gelecek, değineceğiz. Neden böyle ve neden böyle istiyor diye. Bizim kadim şiirimizin temel esprisi bunun üzerine, canan üzerine, sevgili üzerinedir. Bütün âşıkânın ya da ârifânın nutk-u şeriflerinde kendi sevdiklerine, insanların, kamu cihanın sevmesini talep söz konusudur.
İkinci perde de Fuzûlî’nin bir beyti;
Işk imiş her ne var âlemde
ilim bir kil ü kal imiş ancak
Fuzûlî
Her şey ve herkes sevdiğimden konuşsun, her söz onunla ilgili olsun deyince, o zaman bunun farklı bir ifadesi gündeme geliyor veyahut da bu o zaman ne imiş? Her şey ve herkes onunla ilgiliyse, bu nasıl olabilir? Fuzûlî’ye göre; ilim, bir dedikodu. Kil ü kâl, dedikodu demek. Bunun bir ilim geleneği var, ona da birazdan değineceğiz. Ama gördüğümüz her şey aşk ve aşktan müştak, ondan ortaya çıkmış. Bunun da gerekçesini şöyle ifade edelim. Bir kutsi hadis var: “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım?
Şimdi burada iki şiiri birbirinden ayıralım. Sultan Veled’den bir söz okudum. Âşığın şiiri Hak’tan, Hakkın cezbesinden diyor. Şairin şiiri, sarımsağın tazyikinden. Yani sarımsaktan. Sarımsaklı olan şiire değil de âşığın Haktan cezbe ile ortaya koyduğu şiire baktığımız için âşığın şiirini veya nutk-ı şerifini anlıyoruz.
Kutsi hadis-i şerifte bir bilinmekliği istemek bir de sevmek var. Dolayısıyla iki tercih var. Biri ulemanın tercihi, bilmek üzerinden idrak etmeye çalışıyorlar. Diğeri de, sufîlerin tercihi, sevmek üzerinden idrak etmeye çalışıyorlar. Sevmeyi tercih ediyorlar.
Işk ile olan tercihte ışk-amel-hâl yer almaktadır. Diğeri ise ilimde akıl-nazar-kâl/söz üzerinden idrak etme vardır. Peki ilim ne demek? Alâmetleri bağlamak demek, akletmek demek. Zaten aynı kökten geliyor, ilim üzerinden anladığınız zaman, akılla yürüyorsunuz demektir. Ama aşk üzerinden anladığınız zaman yani sevmeyi öncelediğiniz zaman ışk geliyor.
Işktaki temel anlayış şu: Her şey cemâldendir ve kalbe hitap eder. Akıl devre dışı kalmıyor. Sadece mahdud oluşu biliniyor ve yerinde tutuluyor.
” Peki keşf dediğimiz bir kavram var, o nedir? Kalbin perdelerden arınarak elde ettiği bilgidir. Kalbin Hak ile halleşmesiyle ortaya çıkıyor. Halleşmekte iş başka bir boyuta gidiyor. Işk-amel-hâl üçgeni üzerinden o nefsin tezkiyesi yani seyr-i sülük devreye giriyor. Onun üzerinden âlemle, halleşme, mahremleşme söz konusu, örtü nedir? O örtü şu; âleme bakalım, alem ne demek? Kendisiyle başkasının bilindiği şey. Işk imiş her ne var âlemde diye baktığınız zaman, her biri sadece aşk ile anlaşılabilen ve Cenab-ı Allaha götüren araçlara dönüşüyor. Âlem, kendisi ile Allah’ın bilindiği ve Cenab-ı Allah dışında olan her şey. Neden böyle düşünüyor Sufi? Çünkü her yer hüsnün bir tecelligâhı diyor. Kil ü kâl ise ilim geleneğinde sembolik veya kalıp bir ifade biçimi. Bir mesele konu tartışılırken dedi-dedim şeklinde veya denildi-dedim şeklinde bir diyalog ya da bir tartışma yürütülüyor. O onun bir sembolik ifadesidir.
Burada ulema yani âlimin ve ârifin veya âşığın tercihinden bahsettik. Bir de şöyle bir boyutu var bunun. Ya da ironi mi diyelim artık, farklı bir esprisi var. Aşkın yanında ilim, dedikodu kalıyor. Bu şekilde de bir yorum var. Bildiğimiz manada dedikodu kahyor. Neden? Mesnevî’de şöyle bir ifadesi var Hz. Mevlana’nın: “Güneşe çıktığınızda ne Doğu kalır ne Batı. Kıyamet koptuğunda ne münkir kalır ne mü’min kalır.” diyor. Önce biraz tuhaf geliyor. Ama baktığımızda, şu bizim Doğu ve Batı tanımlarımız bu dünyaya ait bir tanımlamadır. Güneşe nazaran yapmış olduğumuz tanımlamadır. Güneşe ulaştığınız da bu tanımlar, ortadan kalkıyor. İşte münkir ve mü’min dediğimiz kıyamet koptuğu zaman ortadan kalkıyor. Biri inkâr ettiğini, diğeri iman ettiğini görüyor. Perdenin bu tarafındaki tanımlar, bu dünyaya ait bütün yasalar akılla yapılıdır. İşte fizik yasalarıdır, matematiktir vesaire. Hepsi, bilgi güncellendikçe tekrar değişebiliyor. Mesela aşkta kronolojik bir çizgi yoktur. Bu yanlış, bu doğru gibi aşkın kendi boyutunda aklî kategoriler söz konusu değildir.
Bir veri ele geçiriliyor, insanlık 3.000 yıl daha geriye gitti diyor. Mesela fizik yasaları üçe çıktı. Sonra bir yasa daha bulununca ve daha temel yasa olunca diğerlerinin öncesine konuldu ve sıfırına yasa olarak adlandırıldı, timin bu şekilde inişli çıkışlı bir süreci var. Ve bu dünyaya mahsus bir şey. Bu dünya ortadan kalktığı zaman, hiçbirinin geçerliliği yok artık. Dolayısıyla sonsuzluğu idrak edebilecek, irtibat kurabilecek olan kalptir ve onun da tek meselesi aşktır. Böyle bakınca aklımıza Dâvûd-i Kayserî’nin insan ile ilgili tanımı geliyor. İnsan ün- siyetten geldiğini söylüyor. Dolayısıyla âlemle ünsiyet kurmak ister. Çünkü kendisini külli olana götürecek olan yol âlemde cüz’ler şeklinde tecelli olunmuştur. Böyle bir kısa geçiş yapmış olalım.
Şiirin ne olduğuna dair Kadiri Şeyhi Ahmet Kuddûsî Efendi’nin (ö. 1849) bir gazelini arz edelim. Bu gazelde bahsettiğimiz bize ait şiir nasıl olurun cevabı bulunmaktadır.
Şol şi’r kim sâmi-i giryân u sekrân eylemez,
Yok halâvet anda hîç atşânı reyyân eylemez.
Ehl-i hâle ehl-i hâl şi’ri verir zevk u safâ,
Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez.
Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş,
Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez.
Ehl-i hâlin kalbine ilhâm eder şi’ri Hudâ,
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez.
Ehl-i hâlin sözleri îkaz eder gafilleri,
Ehl-i zâhir şi’ri ışk u cezbe ityân eylemez.
Ehl-i hâlin sözleri haktır ki Hak’tan söyler ol,
Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-i yârân eylemez.
Var nice şi’r-i fasîh mevzûn, belâgatli, rakîk,
Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez.
Kuvvet-i ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl,
Âşıkın bağrın yakıp ışk ile biryân eylemez.
Bî-tekellüf söylenen söz aşıka hâlet verir,
Külfet ile söylenen işfâ-ı ‘atşân eylemez.
Ehl-i hâlin şi’ri kulûba ok gibi te’sîr eder,
Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez.
Gerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti,
Âkili medhûş edip aklın perîşân eylemez.
Hal ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi,
Mâsivâ hubbuyla âbâd gönlü vîrân eylemez
Ahmet Kuddûsî
şi’r kim sâmi-i giryân u sekrân eylemez,,
Yok halâvet anda hiç atşânı reyyân eylemez”
O şiir; dinleyenin gönül teline dokumaz, gözünü yaşartmaz, kendinden geçirmez ise ve onda halâvet olmaz ise, o susuzluğu gidermez.
“Ehl-i hâle ehl-i hâl şir.i verir zevk u safâ,
Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez”
Ehl-i hâle, ehl-i hâl şiiri zevk ve sefa verir. Çünkü ehli hâlin şiiri, Cenab-ı Hakkın cezbesindendir. Yukarıda bahsedildiği üzere aşkı tercih edenlerde üç aşama vardır: Işk-amel-hâl. Bunlar ise tecrübî ruhsal zevk veriyor. Misal olarak İbn-i Arabi’nin bir sözü var: “İfade edebildiklerimi metinde yazıyorum, ifade edemediklerimi şiire havale ettim.” diye. Çünkü şiir, mestur, şiir sözün işârât boyutunda. Ne demek? Bir ibârât var, bir de işârât var. İbârât, ibarelerden oluşuyor. İlmin mevzuudur. Daha doğrusu ilmin zeminidir. İşârât ise şiirin bulunduğu bölümdür. Orada teşbihler, mecazlar giriyor devreye ve sadece onun ehli tarafından anlaşılacak şekilde şifreleniyor. O yüzden ehl-i hâle, ehl-i hâl şiiri zevk verir diyor. Bu olmadığı zaman işte o, sarımsaktan türeyen şiir gibi oluyor. Diğer türlü sadece söz cambazlığı oluyor.
“Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş,
Hem mukallidsözleri uşşâkı hayrân eylemez”
İşte bu şakan, yani âşıkanın kalpleri Cenab-ı Hakk’ın hâzinesidir. Çünkü sûfilerdeki zaten temel anlayış budur. Şem’î şöyle der bir gazelinde:
“Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan,
Kenz açılmaz şol gönülde, ta kî pür-nur olmadan”
Kenz, hazine demektir. Gönülde açılan kenz Hakkın hâzineleridir. Şair o hâzineyi şifreleyerek söze döküyor. Mukallit sözü ise hayran eylemiyor. Çünkü o yok. Onun taklit olduğunu biliyor. Geçen oturumda okuduğunuz;
“Her peri simâya bakmaz, dide-i nâdide-bin
Her sevâd-ı zülfe bağlanmaz dil-i sevdâ-karîn,
Âfitâb–ı hüsn–ü hûbân âkıbet eyler ufûl,
Ben muhibb-i lâ yezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn””
AyaşlıŞakir Efendi
(Ariflerin gözü her peri yüzlüye bakmaz, gerçek sevdalı olan, her zülfe gönlünü kaptırmaz. Çünkü güzellerin güzellik güneşi sonunda batacaktır. Ben, zevali olmayan, ebedî olarak var olan sevgiliyi seviyorum; ben, batanları sevmem.)
“Ehli hâlin kalbine ilhâm eder şiri Hudâ,
Ehl-i zahir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez”
Ehl-i hâlin kalbine, Cenab-ı Allah ilham ediyor. Masa başında oturup, ne yazsam da pazarlasam diye düşünmekle olmuyor bu işler. Bu bir nevi aslında ihvanına da bir irşad metni. Mesela Niyazi Mısrî, divanında yirmi beş tane gazele fi evâil-i sülük şeklinde kayıt düşmüş. Bu gazelleri topladık, inceliyoruz şimdi. Orada namaz kılayım yerine “Cemâlin göresim geldi”, “Huzuruna, divana durasım geldi,” diyor. Niye cemal? Çünkü namaz miraç, miraç da cemal. Doğrudan cemalin göresim geldi diyor. Orada kuş diliyle tertip edilmiş bir irşad var. Ama oradaki irşad fıkhî bir terminoloji ile değil, aşk deryasındaki hazineler ve tecrübler ile ifa ediliyor.
“Ehl-i hâlin sözleri ikaz eder gâfilleri,
Ehl-i zahir şi’ri ışk u cezbe ityân eylemez.”
Ehl-i hâlin sözleri gâfili ikaz ediyor, uyandırıyor. Ehl-i zahirin şiiri de dinleyeni aşka ve cezbeye getirmiyor. Bu ikaz da bildiğimiz manada bir ikaz değildir. Mesela bu beyitle ilgili şunu örnek verebilirim.
“Ey garîb bülbül diyârın kândedir
Bir haber ver gülizârın kândedir.”
Niyazi Mısrî
KEy garip bülbül, diyârın kândedir” ile başlayan nutk-ı şerifte, bizim kaybolduğumuzu; hicranda, gurbette oluşumuzu hatırlatan çağrılar var. Doğrudan bir ceza, doğrudan bir ceza korkusuyla değilse de bize bizi fark ettirecek, uyandıracak ikazlar var. Burada şu da var. Gâfil, neden gâfil? Bu dünyaya düşüşünden ve burada kayboluşundan gâfil.
Bu konuda her zaman yaşadığımız bir hadise gelir aklıma. Sudanda Sâhatü’l Hadrâ diye bir park var. Orası cuma akşamlan müthiş kalabalık olur. Biz de birkaç aileyle gittik. Tabi çok kalabalık, sonra bir baktık ki kızımız Leyla’yı kaybetmişiz. Leyla o zaman 6-7 yaşlarında. Yanında da 4-5 yaşlarında Yahya var, komşunun oğlu o da kayboldu Leyla’yla beraber. Arıyoruz, arıyoruz bulamıyoruz. Sonra uzaktan birinin elinde gördüm Leyla’yı. Ağlıyor, ama nasıl ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyor, kayboldum diye. Güvenliğe götürüyor adam. Sonra yetiştim, işte çocuk benim vs. Leyla kayboldum diye ağlıyor. Yahya, Leyla kayboldu diye, gülüyor. Biri farkında, biri farkında değil. İşte sufi, kaybolduğunu bilen ve bunu idraklerimize sunan bir âşık. Nutuklar, farkına vardırmaya dönük uyarılar. Bunu biz de en azından böyle bir tecrübeyle, sabitlemiş olduk.
“Ehl-i hâlin sözleri haktır ki Hak’tan söyler ol,
Ehl-i zahir sözleri teşvik-i yâr ân eylemez”
Hak ve Hak’tan oluşu da burada hakikati beraberinde getiriyor. Zâhiri bir gözle baktığımızda hakikati göremeyiz. Ama hakikatin kendine göre sözleri var, onları o şekilde anlamak gerekir. Mesela;
“Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,
Varıp anın üstüne, evler yapasım gelir. “
Yunus Emre
Bu hakikattin Ama normal şartlarda daha alt perdede, bizim korktuğumuz, kılıçtan keskin, üzerinde yürünmesi bile çok zor olan bir şey. Bu kime bir gönderi? Ya da işte cennette, cennet dedikleri ile başlayan söz, orada da aynı şey hakikatin kendine ait bir sembolik dili var. Onu dışarıdan bakarak bir sapkınlık veya zındıklık olarak görmemek gerekiyor.
“Var nice şir-i fasih mevzûn, belâgatli, rakîk,
Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez”
Mesele sadece fasih ve mevzun belagatliğe, inceliğe sahip olmasında değildir. Orada irfan var, şiir irfandan mı değil mi? İrfanı bir boyut var mı? Yok mu? Peki irfan nedir? İrfan, Allah’ın kalbe bahşettiği aracısız elde edilen bilgidir.
“Kuvvet-i ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl,
Âşıkın bağrın yakıp ışk ile biryân eylemez”
Şiir, kuvvet-i ilim ile yani ilmin kuvvetiyle söylendiğinde âşığın bağrını yakıp yandırmıyor. İlmin verdiği destek ve kuvvetle söylüyor. Burada da yine ilmin kil ü kal oluşu söz konusudur. Tamam, içerisinde ilim var. Mesela bizim divan şiirini incelediğiniz zaman tarih, sosyal hayat, askerî, siyasî hususlar; felsefe gibi her şeyi bulabiliriz, ama bunu şiire yerleştirmek onu şiir yapmıyor. Hem manzum formu şiir yapmıyor hem de özellikle bize ait şiire dönüştürmüyor. Estetik mesele üzerinden bakacak olursak buradaki temel ölçü, âşıkta ya da muhatapta uyandırdığı bir duygu var mı? Kalbine gidiyor mu, gitmiyor mu? Değiyor mu, değmiyor mu, mesele bu.
“Bî-tekellüf söylenen söz âşıka halet verir,
Külfet ile söylenen işfâ-ı atşân eylemez”
Şiirde laf cambazlığı yaparak söylenen tekellüflü söz, aşığa kâr etmiyor. Çünkü âşık laf cambazlığına bakmıyor. Âşığa değecek söz sade ve hakikat olmalı. Aksi halde atşânlığını, yani susuzluğunu gidermiyor. Külfet ile söylenen sözler, zâhirde cazip gelse de hakikatte eğreti duruyor. Burada susuzluğu da şununla yan yana söyleyelim. Yine Fuzulî nin Su Kasidesi’nden;
“Men lebin muştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelûr hüşyâre su”
(Ben şiddetle dudağını arzuluyorum, sofularsa Kevser istiyorlar, Tabii, sarhoşa şarap, ayıklara da su içmek hoş gelir.)
‘Men lebin muştâkıyam zühhâd kevser tâlibi’ diyor. Leb burada dudak demek, Efendimizin dudağına hasret. Buradaki dudağı, bir söz, bir nefes, bir nazar veya iltifat olarak düşündüğümüzde, susuzluğu giderenin de ne olduğunu ya da neye susuz olduğunu da anlamış oluruz.
“Ehl-i hâlin şıri kulûba ok gibi tesir eder,
Ehl-i zahir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez”
Ehl-i halin şiiri, kalplere ok gibi tesir ediyor, ikinci mısrada- ki mihmân, misafir demek. Zâhir ehlinin şiiri kalpte, dostu misafir etmez, ağırlamaz deniyor. Yine Şem ı nin nutk-ı şerifinde vardı; “Pâdişâh konmaz saraya, hâne ma’mur olmadan. Yani ehl-i zâhirin şiirinde, kalbi dosta hazırlayacak bir işlem oluşmuyor, gelişmiyor. Çünkü orada hâzinenin açılması için ağyarın kovulması lazım. Hazreti Mevlâna’nın da buna benzer bir yorumu vardır, istiğfarın esprisini anlattığı bir yerde, ambara darı koymadan önce, fareleri kovarsınız, temizlersiniz, delikleri kapatırsınız, sonra koyarsınız şeklinde ifade ediyordu. Kalbin de istiğfarla temizleneceğini söylüyordu. Onu yapmadığı zaman dost gelmiyor.
uGerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti,
Âkili medhûş edip aklın perîşân eylemez.”
Fesâhat güzelliği var, ama onun lezzeti yok. Şimdiki meyve sebze gibi herhalde hormonlu hormonlu, organik değil, tat vermiyor. İkinci mısradaki bu perişanlık, aklın aslında sınırlarından öteye geçebilme hâli. O oraya getirmiyor. Çünkü oradan çağrı yapmadığı zaman da siz oraya gidemiyorsunuz.
“Hâl ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi,
Mâsivâ hubbuyla âbâdgönlü vîrân eylemez”
Kuddisî nin şiiri gibi hâl ile söylenmeyen söz, mâsivâ sevgisi ile âbâddır ve gönlü de viran eylemez. Burada âbâd ve vîrân iki temel anahtar kavram. Mâsivâ ile âbâd ettiğiniz zaman, gönül vîrân olunuyor. “Vîrân olan anlar bizi” diyor Niyazî Mısrî. Vîrân olmak, varlığından geçmektir. İnsandaki cevheri, özü örten beden çamurundan kurtulmak manasına geliyor. Hazreti Mevlânanın dediği gibi beden çamurundan kurtulduğunuz zaman okyanusa erişiyorsunuz. Dünyadan bir şeye sahip olunamaz mı diye soracak olursak, cevabı yine Hazreti Mevlânâ veriyor: “Dünyaperest olmak, dünyaya sahip olmak değil, dünyanın peşinden koşmaktır.” Dünyada bir çöpünüz olmaz ama siz dünyaperest olabilirsiniz veya dünya sizin olur ama siz dünyaperest olmazsınız. Öğrencilik yıllarımda katıldığım bazı sohbetlerde zenginlik çatışmaya sürükleyen ve zemmedilen bir hâldi. Bir lokma bir hırkanın esprisi de tam olarak burada yatıyor: Gönlün vîrân olması.
İbrahim Hanif Dîvanında şöyle bir beyit var:
“Nevâ-pervaz-ı seyr-i âheng-i kanun muhabbetken
Gönül bilmem nedendir âhdan gayrı hava bilmez*
Kanun enstrümanının iki elle çalınıyor olması, kanunun kanatlan olarak düşünülmüş. Kanatların çırpınışları şıkır şıkır ve muhabbet hâli olarak tahayyül edilmiş. Herkes oyunda, eğlencede ama şairin gönlünde ahdan gayrı hava yoktur. Şair, dünya hayatını yaşıyor ama oyun ve eğlenceye kapılmıyor. Bu ve buna benzer nutk-ı şerifler dünya hayatında gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz,hayatımızdan hareketle ortaya konuyor. Bu sayede gördüklerimiz üzerinden farklı bir boyutla irtibat kuruyor ve gaybî bir boyuta bağlanıyoruz. Somut nesneler üzerinden soyut âleme gönderme yapıyorlar. Sevgilisinden ayrılan bir insanın ah çekmesi gibi şair de bir köşede, herkesten uzak, ah çekiyor. Ama perdeyi kaldırdığınız zaman kanunun çok telli oluşu dolayısıyla kesrete, yani dünyaya benzetildiği görülür. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaret ama kendisinin gönlünde ah var. Ah ise elif ile sembolize edilir, elif de edebiyatımızda tevhittir. Yani hayatı yaşarken, gönlünde tevhitten başka yer olmamak, gönlün vîrân olması anlamına gelir. “Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi” diyordu Niyâzî- Mısrî bir nutkunda. Vîrân orada da geçiyor.
Fuzûlıye göre şiir kabiliyeti, Allah tarafından ezelden bağışlanmıştır. Ve Onun yardımı olmaksızın da kusursuz şiir söylenemez. Allah güzel ve ölçülü sözlere önem vermiştir. Bizi de bu şekilde, güzel, mevzun ve ölçülü sözden hoşlanan tabiatta yaratmıştır. Şunu da bilmek lazım. Böyle yaratıldık, o zaman hemen bunun icrası da olmalıdır. Bunu hissedebilmek için kalbin terbiyesi devreye giriyor. Bu ezelden bağışlanma ile ilgili bir efsane var. Bunu Rauf Yekta Bey’den okumuştum. Ruhlar âleminde diyor, kainatın döngüsü, dönüşü var. Devrediyor kâinat ve onun bir ritmi var. Şiirde de ritim var. Çünkü ritmin olmadığı bir yer yok. Ruhlardan bazıları, kâinatın bu devrinin sesini, âhengini duydu, bazıları duymadı, diyor.
Duyanlar bu dünyada musikiyi arayanlardır. Musiki kulağına sahip olanlar onlar olmalı zannediyorum. Rauf Yekta Bey in anlattığı, bu efsane üzerinden zannedersek böyle bir şey. Duymayanlar ise musikiden anlamazlar, diyor. Böyle bir hikâyesi de oluşmuş bu işin. Ama biz tabiatımız itibariyle güzel ve ölçülü sözden hoşlanıyoruz. Şiir başlı başına bir ilimdir ve insanın olgunluğunun, mükemmeliyetinin sonucudur. Nitekim şiir bir dilin en konsantre, en girift ve en olgun şeklidir. “îlimsiz şiir, temelsiz duvara benzer” diyor Fuzûlî. Kendisi de öğrencilik yıllarında, şiire başladığını söylüyor. ilimden uzak düşmeye başladığım görünce kendisini ilme verdiğini; ilim tahsilinden sonra tekrar şiire başladığını söylüyor. İlim ve şiir mevzuunda böyle bir mesele var. Şiirin asıl sermayesinin de dert ve ızdırap olduğunu düşünüyor. Ona göre derdi olmayanın, ız- dırabı olmayanın da şiiri olmaz. Bu ızdırap ve dert ne ile ilgili? Yine bu dünyaya düşüşümüzle, düşüşümüzün farkında olmakla, hicran hayatımızı fark etmekle, hissetmekle ilgili olsa gerektir.
Bir de şairle ilgili düşünceleri var. Şaire, söz ülkesinin padişahı diyor, Fuzuli. Neden? Çünkü hüneri şiirde en iyi şekilde ortaya koyması lazım. Öyle bir şiir olmalı ki ne bir şey alınıp ne bir şey konulabilmeli. Her şeyiyle tam tekmil olmalı. Şairi Hazreti İsa’ya benzetiyor. İki açıdan Hazreti İsa’ya benzetiyor:
Mucizevî konuşması dolayısıyla.
Can vermesi dolayısıyla.
Şair de diyor, ölü canlara üfler ve onları diriltir. Biz şiirin bizde uyandırdığı duygular açısından bunu anlayabiliriz. Ya da bize bazı hislerimizi fark ettirmesi açısından bunu anlayabiliriz.
Hazreti Musa’ya da benzetir; kelimullah oluşu dolayısıyla. Çünkü şiir, Cenab-ı Allah’tan bağışlanmış ama ilhamla da geldiği için kelimullaha benzetiyor. Birçok benzetme var. Ben bülbül kısmını aldım burada. Hayran ve nâlân oluşu dolayısıyla bülbüle benzetiyor. Hayrandır, çünkü her an sevdiğinin bir işaretini görmesi dolayısıyla temaşa halindedir, hayranlık hâlindedir. Nâlânhğı ise, uzak düşmesi dolayısıyladır, hep kavuşma isteği dolayısıyladır. Hep onun hasretini çekiyor.
Şiirin ana hatları üzerinden bazı noktaları arz etmiş olayım. En azından bizim kadim şiirimiz ana hatları ile bir fikir vermiş olsun.
Sadettin Ökten: Teşekkür ederiz, Hocam. Ne diyor Yahya Kemal;
“Eslâf kapıldıkça güzelden güzele,
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele,
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm,
Bir meşaledir devr edilir elden ele”
(Eski şâirlerin, büyüklerin gönlü güzelden güzele düştükçe o neşeyle gazelden gazele ışık vermişler. Eski şiirimiz haşir sabahına kadar sönmeyen, elden ele devredilen bir meşaledir.)
Ali Cançelik: Bir de şu kısma değinsek mi bilmiyorum? Günümüzde Divan şiirinin Arapça ve Farsça kelimelerinden dolayı anlaşılamayacağı ile ilgili bir yanlış kanaat var. Bu sanki Osman- lı’da da böyleymiş gibi biliniyor. Anlaşılır yapmaya çalışanlar da kadim kültürden habersizler. Mesela Yunus Emre Divanını bu şekilde çevirenler var. O kadar çok sözlükten çevirmiş ki şiir kalmamış orta yerde, Hocam. Yani meselenin sözcükten ibaret olmadığını bilmek lazım, kendine ait bir dünyasının olduğunu. Bir de verdiğim basit bir örnek: Merhum Urfalı Kazancı Bedih. Fuzuli’nin gazellerini okuyor. Yani sorsak tek tek kelimenin ne manaya geldiğini, belki de söyleyemez. Ama o ortamda, o kültürde büyümüş. Fuzuli’nin gazellerini okuyor ve zevk alıyor ki, söylüyor. O ona tevarüs etmiş, söylüyor. Bugün ben soruyorum öğrencilere derste, “Sizin yüksek zümre dediğiniz kim oluyor? diye. “Profesörler, akademisyenler” şeklinde cevap veriyorlar. “Peki bu şiirlerden anlarlar mı ve zevk alırlar mı?” Hayır! Bir profesör niye anlamıyor, nerede bir sorun var? Burada mesele sadece Arapça ve Farsça sözler mi? Yoksa başka bir şey mi? Meselenin sadece Arapça ve Farsça sözcükler olmadığını, kadim dünyamızdan kopmamız olduğunu görmekteyiz.
Sadettin Ökten: Çok hoş bir tespit. Sorusu olan varsa alalım, hazirandan.
Muhammet Altıntaş: Hocamın sunumundan sanatların ruhunun aynı olduğunu hissettim. Kadim gelenekte sanatın şekli değişebiliyor, içeriği değişebiliyor ama asıl olan ruhun sanata yansıması. Ali Hocamız, sunumunda, anlattıklarında biraz da kitabî gitti; Ben onun tecrübelerinin daha da kıymetli olduğu kanaatin- deyim. Sizi dinlemek istediğimiz için herhalde kısa kesti. Oysa derin bir sohbette, şahsî yorumlarını da almak isterim. Sanatın şekli ne olursa olsun, galiba özünde bir şeyler aynı. Ali hocam burada ne der? Bizim kadim bir şiir sanatımız var. Bir de bunun kadim olmayan versiyonları var. Bugünkü dünyamızda pek çok insan bu sanatı, az önceki bu dizeleri gördüğünde şiir olarak bile kabul etmiyor. Tabii insan modelimizi kaybettik, insanımızın zihinsel arka planında büyük travmalar yaşadık. Nasıl olacak bu iş? Bu sanatları tekrar yaşar hâle nasıl geleceğiz? Hocamın düşüncelerini merak ediyorum.
Ali Cançelik: Nasıl tekrar ihya olacağı konusu belki başka mevzuu ama özü itibariyle sanatların aynı olması, farklı yansımalara sahip olması doğru. Çünkü bizim sanatımız özü itibariyle tevhide dayalıdır. Ondan hareket eder. Bizim açımızdan sanatımızda acziyet vardır, teslimiyet vardır. Bizim bu İslâmî Türk Edebiyatı çerçevesinde sûfî şairlerin nutk-ı şeriflerini tahlil ederken bu iki nokta her zaman karşımıza çıkar. Ayrıca hürmet ve muhabbet kavramları vardır. Özü itibariyle baktığınızda tevhidi şiirde de görürsünüz şehirde de görürsünüz, musikide de görürsünüz. Bugünlerde, şehir ve şehirli açısından NâbîDîvânını inceliyorum. Estetik kuramı üzerinden bir şey çıkartır mıyım, diye baktım. Dikkatimi çeken şu oldu: Divanlar, tevhidle başlar. İlk bölümde Cenabı Allahın esmâ-i hüsnâsını ele alır. Anladım ki bütün divan boyunca tevhidin yansıması görülmektedir. Yani, tevhid, sadece bir bölümün adı değildir. Bir bölümde işlenmiş ve o bölümle sınırlandırılmış değildir. Rengini bütüne veriyor. Şehir açısından söyleyecek olursak tevhid, sadece caminin büyük yapılması mıdır, ya da sadece orta yerde yapılması mıdır? Yoksa onun dışında başka şeyler de var mıdır? Şiirde fark ettiğimiz bu tevhid anlayışı İslâmî sanatlarm her alanında görünür. Özü itibariyle sanatlarımız aynı, her birinde farklı yansımalarla ortaya çıkıyor. Neden? Çünkü malzeme farklı.
Muhammet Altıntaş: Konuyu uzatmak istemem ama burada asıl olan, bir Müslüman modeli oluşturulurken, bu sanatların vereceği arka planın nasıl inşa edileceğidir. Hepimizin ortak duygu dünyası var, ama bu duygu dünyasından hayata ortak şeyler sirayet etmiyor. Bugünkü şiiri, bugünün insanı anlamıyor. Hüseyin Kutlu Hoca bana demişti ki “Ben Süleymaniye’nin düz duvarına baktığımda feyiz alıyorum. Dümdüz, boş duvar ama bugünün yapılan, o süslü püslü camilerine baktığımda ne içindeki o yazılar ne de bina bana bir feyiz vermiyor.” Siz şiir içinde benzer duygulardan bahsettiniz. Bir ortak medeniyet birikimi, bir tasavvurun yansıması değil mi bu sanatlar? Bu anlamda bizim medeniyet tasavvurumuzun yansımalarını insan modeli üzerinden ne şekilde kurgulayabiliriz? Bunları nasıl yeniden yeşertebiliriz? Edebiyat, şiir bu açıdan nerede duruyor?
Ali Cançelik: Hocam, ben ilimlerin sayımını ve tasnifini aldım Farabi’den, buna bakıyorum. Dil başta geliyor. Bizim öğrenciler dersleri önem sırasına göre sıralamışlar, benim dersim en altta. Niye? Çünkü kredisi düşük.
Sadettin Ökten: Haklılar çok haklılar. Ben de olsam, öyle yaparım.
Ali Cançelik: Evet haklılar. Pragmatik bakıyor değil mi, Hocam? Kari Polanyi’nin, Çağın Büyük Dönüşümü adlı kitabım iki sene önce müzakere ettik. Birçok önemli noktayı çizdim. Modern dönemde üç şey metalaşmıştır, diyor. İnsan, bilgi ve emek. Yanı bir kazanç aracına dönüşmüştür. İnsanın insan olarak; ilmin ilim olarak değeri yoktur. Diplomaya dönükse, sahibine bir paye verdirecekse var. Emek de aynı şekilde. Bugün ilkokula başlayan öğrenci de bu mantıkla başlıyor. Çünkü bilginin sınavdan geçtikten sonra hiçbir önemi kalmıyor. Çocuk, yaşadığı çağın kodlarını tecrübeyle anlıyor. Çünkü daha hayata başlarken dereceye giriyor veya geriye kalıyor. Mesela bizim çocuğun, biraz çizim merakı vardı. Hiç kalmadı şimdi, üzülüyorum. Türkçeyi hiç sevmiyor, bu son günlerde biraz sevmeye başladı. Bugünkü sistem, neyi, nasıl, ne kadar kısa sürede kazanırsınız sorularının cevabını öğretiyor. Mesela İLİTAM adında uzaktan ilahiyat tamamlama eğitimi var. Altmış yaşına gelmiş, emekli olacak insan, kopya çekiyor. Neden? Çünkü o dersi geçince, lisans diplomasını alacak ve emeklilik parası fazla olacak. Şimdi her şey kazanç aracına dönüşünce, hiçbir değeri kalmıyor, Hocam. Bence, bize ait bir insan modeli nasıl olur, buradan başlıyor.
Nurettin Topçu’nun Maarif Davası’nda okuduğum bir yeri tarif edeyim size. Üç aşamadan bahsediyor; ilköğretim kalbin eğitimidir. Yani sevecek, hissedecek, paylaşacak. Şimdi kin ilkokula başlarken başlıyor. Rekabet başlıyor, haset başlıyor. Birinci oldu, ikinci oldu dedikoduları başlıyor. Onun oğlu, bunun kızı, yani sürekli bunlarla yetişiyor çocuk Ortaöğretim ise akim eğitimidir diyor. Yani muhakeme becerisi kazanacak. Şu an maalesef üniversitedeki hocada bile bu beceri yoktur. Çünkü o talim ve terbiyeden gelmiyor. Çünkü kavramsal bakmıyor. Üniversite de bununla devam ediyor. Oysa üniversitede olması gereken kabiliyetleri ortaya çıkmış, düşünme becerisi oluşmuş genci bir mütehassıs olarak yetiştirmektir. Bugün, Millî Eğitim, Topçu’nun bu üç aşamalı eğitimini veriyor mu? Buradan başlamak lazım.
Millî Eğitim Bakanlığı, 2016’da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerine yönelik seminer vermek üzere davet ettiler. Üç seminer sundum. Öğretmenlerden gelen tepki şu oldu: “Hocam, senin dediğin gibi ders işlersek çocuklar üniversiteyi kazanamaz.”
Peki nasıl şiirle hemhal olacak? Çocuk nasıl yorulmayacak, mesela? Türkçe test yöntemiyle yapılan merkezî sınavlar kaldı- rılsın, dedim. Bu sayede çocuklar rahat rahat edebiyatla hem-hâl olsunlar, tartışsınlar, öğretmenlerden bazıları “Merkezî sınavsız seçim nasıl olacak?” diye sordu. Çünkü öğretmen de buradan yetişti ve içinde bulunduğu sistemin alternatifini düşünemiyor. Öğretmene Türkçenin, yapım eki, çekim ekiyle öğretilemeyeceğini, çocuklara özellikle de başlarken, gramerle başlanmayacağını anlatmaya çalışıyorum. Müfredatı takip etmiyorum diye uyarılmıştım. Müfredat ne hocam? Güneş dil teorisi, yapım eki, çekim eki, cümlede öğeler. Çocuk ilkokuldan başladı, üniversite kazanana kadar bununla gitti. Ben ne yaptım? Biraz şiir okuyalım, film seyredelim ve bunları yorumlayalım dedim. Bir gün derste öğrencinin birine “Memleketinizde şair var mı?” diye sordum. “Hocam, bizden şair çıkmaz, dedi. Bir araştırdı çocuk, kaç tane şair buldu. Onların şiirlerini yorumlattım. Daha sonra aşka geldi, bazı şiirlerin klibini çekti. Mesela yazı yazdırıyorum, bir paragrafı geçemedi bir öğrencimiz, sene sonu iki paragrafa zor çıkarttık. “Neyi ve nasıl yazacağımı bilmiyorum.” diyor. Çünkü yazmadığı zaman, düşünme devreye girmiyor.
Kojin Karatani’nin Metofor Olarak Mimari adlı eseri var. Yazar aslında mimarlığı düşünceyi inşa etmek olarak görüyor. Kitabın önsözünde mimarlık kitabı zannedilmesinden yakınıyor. Yani yazmadan inşa etme melekesi oluşmuyor. Aliya’nın bir sözü var. “Hakikat bile olsa insan inanmadan söylerse, yalancıdır.” diyor. Çünkü siz inanmıyorsunuz, sadece pazarlıyorsunuz. Bizim şiirimiz zaten bunu yapmadığı için kadim şiir, ya da bunu yapmadığı için âşık, sufi. Yani İmam-ı Ebu Hanifeyle ilgili bal meselesi var ya, kendi bırakıyor, sonra çocuğa “çok yeme” diyor. Bu anlayış olmadan, bilgi kazanç aracına dönüşüyor. Bir dönem izcilik kursuna gitmiştik. Şimdi örnekleri de çoğaltmak istemiyorum ama izci çevreye saygılı, izci öyle, izci böyle, mola verdik. İzci lideri sigara içiyor, izmaritini yere atıyor. Adam izciliği tabiatla ünsiyet kurmak için değil para kazanmak için yapıyor.
Kişisel tecrübeler dediniz, şunu söyleyeyim: Şeyhülislam Bahâyî Efendinin, bir beytini okuduğunuz zaman, yaşadığınız hayatı size hissettiriyor. Bu şiir sizin tecrübeniz kadar size sesleniyor. Daha klasik ifade ile kabınız kadar dolduruyor.
“Hem yakarsın berk-i şemşîr-i sitemle âlemi
Hem yine dersin ser-i kûyimdeferyâd olmasın”
Şeyhülislam Bahâyî Efendi
“Hem sen celal şimşekleri çaktırıp, âlemi yakar-yıkarsın, hem de başucunda ağlamayın, dersin.» diyor. Hocamın dediği gibi bize en fîatla sitem olur. Bunu söyleyen Şeyhülislam, itaati de isyanı da bilen bir insan. Yaşadığımız hayat bize mantıkla bir şey söylemiyor. Mantıklı kısmı da var ama ikna olmak, akılla, muhakeme ile mümkün olmuyor. Bu, Mevla muhabbetiyle mümkün oluyor. Bir teslimiyet olacak, çünkü hayatın esprisi bu, ister kabul et, ister kabul etme. Annesi çocuğunu döver, çocuk yine annesine sığınır. Bu örnekle fark ettim ki, bizim Cenab-ı Allah’la münasebetimizin nasıl olduğuna dair ipuçları zaten hayatımızda var. Mesela bizim Leyla hasta, çocuk aklı yetti yeteli soruyor bunu. Bazen doğrudan bazen bir hikâye ile anlayabileceği şekilde imtihan noktasına getirmeye çalışıyorum.
Yetişkine gelen musibet onun bir yanlışına karşı ceza olarak görülebiliyor ama çocukların uğradığı musibet için cevap verilemiyor. Vebayı okuduk 2004’te hocam hatırlar mısınız? Veba’yı okuyun demiştiniz, mesela orada da adam papaza der, çocuk orada kıvranır, hastalıktan, salgından, vebadan dolayı acılar çeker, titrer. “Senin Tanrın ne istiyor bu çocuktan?” diye sorar. Aynı soruyu biz de soruyoruz. Ben de soruyorum çünkü dayanamadığmız noktalara geliyorsunuz. Ne oluyor? Şeyhülislam Bahâyi Efendi size diyor ki; hayat bu. Hem bunu O verir, hem de ağlama, sabret der; zira hayatın esprisi bu. Emir bir gün sordu: “Biz zaten cennetteydik, niye geldik?” “İmtihan için” dedim. Sonra cennet, cehennem gelecek. “Ama bazılarını da yakacak. Zaten cennetteydik.” Haklı çocuk. Teoman Duralı ya takılıyorum Hocam, bugünlerde çok müthiş. Diyor ki: “Tanrıyı inkârla, Tanrıyı ispat aynıdır. Çünkü aynı, mantığın ürünüdür. İnanç, mantıkla izah edilemez.” Bugün mantığına yatar inanırsın, yarın mantığına yatmaz inanmazsın, reddedersin. İnancı oraya düşürmüyor. İnancı, mantığın malzemesine, mekanizmasına düşürmüyor.
Şu sıralar Divan şiirinde, öğrencilerle kavramlar üzerinde çalışıyoruz. Birisine ızdırab kavramını verdim, Fuzûlî divanında. Bu bitirme teziydi, yüksek lisansta da yine vereceğim. Birine hicranı, gurbeti vereceğim. Gurbet ve hicran, firkat gibi müradifleri. Hem kendimizi hem de Divan şiirinin hangi duygular üzerinde kurulduğunu görelim. Mantıkla hareket ettiğiniz zaman, işin içinden çıkamıyorsunuz. Ama yüzyılların tecrübesiyle bir şifrelenmiş beyti gördüğünüz zaman, o size söylüyor. Siz kabul edersiniz, etmezsiniz.
Mustafa Bey’in nasıl bir insan modeli sözüne istinaden aklıma geldi şimdi. Üniversitedeyken Mustafa Kara’nın bir konferansına katılmıştım. Orada tekkenin etrafında üç halkadan bahsetmişti. Birinci halka müntesipler, yani dervişan. İkinci halkada mu- hibban vardır; gelir-gider, dinler. Üçüncü halkada ise ayende ve revendeler vardır; yolu düşer, ihtiyacı hisseder, kim var diye sorunca yol gösterilir, ona gider. Belki hastadır, belki yoksuldur. Bunu şundan söylüyorum. Geçenlerde meşhur bir yazarın sosyal medya paylaşımında bir söz görmüştüm. Diyor ki: “Allah kimseye kaldıramayacağından fazla yük yüklemez. Kaldıramı- yorsan imanından şüphe et.” Şimdi ben bakıyorum. Kaldırmakta zorlandığım durumlar da oluyor. Ama sığmıyorsunuz siz, tekke örneğinden yine Mustafa Karanın bu üç halka meselesi, insanlar tekkeye gittikleri zaman kaldırabilecekleri kadar alıyorlar. Ama bugünkü hoca doğrudan kitabı yüklüyor. Burada bir konferansa davet ettiler. Önce bu sözü söyledim ve dedim ki; size iki tane örnek vereceğim, siz onun hükmünü verin.
Birisi; başına gelen bir olaydan dolayı, ağlaya ağlaya, gözü kör olmuş bir adam. Biri de, keşke ölseydim de unutulsaydım diyen bir kadın. Sizce, ne olur bunun hükmü? Bazıları günahkâr, bazıları isyankâr olduğunu söyledi bazıları da çekimser kaldı. Dedim ki: “Gözü kör olan adam, Hazreti Yakup’tu. Hazreti Yusuf kaybolduğu zaman gözleri kör olana kadar ağladı. İsyankâr diyemiyorsunuz? Çünkü Hazreti Yakup olduğunu biliyorsunuz. Unutulup, gitsem diyen de Hazreti Meryem validemizdi. Çünkü büyük bir imtihan, iffetsizlikle suçlanıyor, çok ağır bir imtihan, Ve unutulup gitseydim, dedi. Sitem ifadesinden dolayı adını söylemeden önce siz ona isyankâr dediniz. Aynı sözü ben söyleseydim asi, günahkâr olduğumu söylüyorsunuz ve hemen cehenneme gönderiyorsunuz. Hâlbuki peygamber modeli var önümüzde. Peygamber efendimize orucu bozduğunu söyleyen adam geliyor ve “60 gün oruç tutamam” diyor. O halde “şu kadar insan doyur” deniliyor kendisine. Adam “fakirim” deyince Efendimiz, “al şu bir zenbil hurmayı götür mahallendeki en fakire” ver diye buyuruyor. “En fakir benim” deyince adam, Efendimiz de “Git ailenle ye” buyuruyor.
Nasıl bir süreç işledi? Efendimiz kaldırabileceğinden fazlasını yüklemedi. Bir terzinin insanın üzerine elbise diker gibi o sahabe efendimize yapması gerekeni söyledi. Ama bugün âhengi- miz kaçmış olduğu için hocalar imanımızı sorguluyorlar. Halbuki ”es ir-i gurbet-i nâlân olan insanı incitme” diyor Alvarlı Efe Hazretleri. Bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız bu kırılma ve savrulma, Mustafa Kara Hocanın bahsettiği tekke etrafında halkalımmış toplum olmayışımızdan olsa gerek.
Mustafa Yelek. Yaşlı bir çift mahkemeye boşanmak için müracaat etmiş. Dosya önüne gelince hâkim bey, önce bir muhabbet edelim, demiş. Bu yaştan sonra bu ayrılma nedir? Neyi halledemediniz? Bu zamana kadar hallettiniz de şimdi halledemediniz? Nereden çıktı bu iş? deyince. Beyefendi, “anlatsın” demiş, hanımı için. “Yok” demiş hanımefendi, “o konuşsun” demiş. Sonra hanım demiş ki: “Hâkim bey, benim artık dayanacak halim kalmadı. Sanki duvarlarla konuşuyorum. Adamdan bir ses çıkmıyor. Sürekli bir şeyler soruyorum, konuşuyorum, anlatıyorum.” demiş. “Bey amca, niye konuşmuyorsun?” demiş Hâkim Bey. “Evladım araya giremiyorum ki.” demiş. Ali Hocanın konuşmasının arasına girmek de böyle oldu bizim için.
Sorum şudur: Bu kadim şiiri; muhabbeti, aşkı, hayreti, cemali, hayatımıza dünyamıza çağırmadan önce, daha önce başka neleri çağırmamız lazım? Çağırdığımızda anlamadığımız bir şey, anlatamadığımız bir şey, yani tasavvufta yok, şehirde yok, tarikatta yok» mektepte yok, hiçbir şeyde yok. Yani bundan önce bir şeyleri çağırmamız lazım. Neyi çağıralım ki, şiirle bizi buluştursun? Şiirle tekrar buluşalım.
Ali Cançelik: Hocam komşunun bir küçük çocuğu var. Çocuk çok akıllı maşallah, üç yaşında. “Bu bulut niye var?” dedi. Çünkü bulutu görebiliyor. Ben de; “Saçın kafanı güzelleştirmek için var, bulut da havayı güzelleştirmek için var.” dedim. Yani edebiyat yaptık. Şimdi çocuk gökyüzünü görmüyorsa, bir yeşille, tabiatla, ağaçla, çiçekle, sesle, hiç ülfeti yoksa neyi öğretebiliriz ki? Bu ülfet için bir yerinden başlamak lazım ama sadece eğitimi okul duvarlarıyla sınırlı görüp buna göre düzenlemeler yaparak bir çözüm bulunacağını zannetmiyorum. Mesela ev yapılırken, mahalleler kurulurken, şu andan itibaren bile olsa, bizim etrafı görebileceğimiz, hissedebileceğimiz bir düzenleme ile yapılsa ki bu da şiirin ahengini hayata taşımakla olur. Şiirin ahengi ise bize hayatın ritmini, toprağın ritmi, topografyanın ritmini verir.
O toprağın, topografyanın mizacına dokunulmazsa çocuk onu hissedecek, fark edecek, kitapta okuduğunun tabiatta var olduğunu görecek. Dolayısıyla asıl kitap olan tabiatı okuyacak. Çünkü yaşadığı ile özdeşleştirecek ama bugün biz derste bir şey söylüyoruz, öğrenciler anlamıyoruz, diyorlar. Dolayısıyla bunu’bir kitap veya müfredat meselesi olarak değil hayatın bütününde görmemiz ve hissetmemiz gereken bir mesele olarak ele almalı ve bütünüyle kuşatacak bir çözüm aramalıyız. Sistem ve biçim nasıl olur? O konuda bir şey diyemem. Ama en azından bu örnek üzerinden zihnimdekini söylemiş olayım.
Mustafa Yelek: Hocam, 1994’den sonra İstanbul’da tahmin ediyorum yeni on tane ilçe ortaya çıktı. Başakşehir’i, Kayaşehir’i, Esenyurt’u, karşıda Çekmeköy. Bunların çoğunu biz yaptık. Bu medeniyete, bu tasavvura, bu anlayışa sahip insanlar inşa ettiler, bu şehirleri. Bu şehirlerin hiç birisinde, bizim medeniyetimize dair hiçbir şey yok. îşte, o düz duvara bakıp da heyecanlanan, hayret duyan insanlar bugün o şehirlerde yaptığımız camilerden, binalardan, sokaklardan ayrı oturmuyorlar. Biz de ne dayatmış- sa ne vermişse kapitalizm, biz de onu yaptık. Avm, daha yüksek apartmanlar, meydanı olmayan şehirler, daracık sokaklar yaptık.
Bize hitap etmeyen şeyler yaptık, bunu biz yapmayacaksak kim yapacak hocam?
Ali Cançelik: Onları biz yaptık, yapamadık ama bence şu ifadede bir düzeltme gerekir. Bizim medeniyetimize sahip insanlar yaptı dediniz ya, sahip olsak onları zaten yapmazdık, demek ki sahip değiliz. Aitiz ama sahip değiliz. Aidiyet pasif bir halde. Çünkü “Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağaç” gibiyiz. Hocamın, kezzap dökülmüş, yamuk yumuk çıkıyor diye bir benzetmesi vardı. Bu verdiğiniz örnekler de böyle bir şey. Bence bizde de bu konuda ciddiyet yok Neden yok? Çünkü reklam ve pazarlama üzerinden -mış gibi görüntüler veriyoruz, içi boş olsa da görüntü piyasayı cezbetsin yeterli diye düşünüyoruz. Her işteki ciddiyetsizliğimiz sonraki nesillere de sirayet ederek devam ediyor, öğrenciler sınavda çıkmayacak bilgileri kendileri için lüzumsuz görüyorlar. Sınavda çıkmayan hiçbir şey önemli bir mesele olmuyor.
Rahmetli Abdullah Amcamızın bir hatırası vardı. İGDAŞ’ta çalışırken, bir mühendis kendisinden köpüklü bir kahve istiyor. Fincanı almaya gittiğinde içerisinde sigara izmaritini görüyor. “Bu ne okumuş acaba? diye merak ediyorum “diyor.
Sadettin Ökten: İnsanda katman katman, güzellikler var. Ama örtülü. Örtü açılmadan bir şey yok En üstte açık olan, içgüdüler. Şu anda da öyle yaşıyoruz. Herkes öyle yaşıyor. Modernite bunu istiyor, küreselleşme bunu istiyor. Bizler buna kapıldık, böyle gidiyoruz. Ama o örtüyü, birinci örtüyü kaldırıp, kendi varlığınızı fark etmeye başladığınız anda, bütün resim değişiyor. Zahir aynıdır, değişmez. O, kader neyse o ama sizin iç dünyanızda bir başka Mustafa Yelek çıkıyor orta yere. Bir başka Sadettin çıkıyor orta yere. Bu sözlerle, bu şiirle, bu insanlarla, bir başka düzlemde, herkese açılmamış gizli bir düzlem bu, irtibata geçiyorsunuz, mükâ- leme ediyorsunuz. Şairle aynı zamanda yaşamanız önemli değil. Haz almaya başlıyorsunuz. Artık ondan sonra sizin için diğer gündelik hayat tabi var ama çok önemli değil. O hazzı bir defa almaya başlarsanız eğer, bu haz hayatın her yönüne intikal ediyor.
Efendim işte toplumun hâli ne olacak? Bana ne! Ama ben şunu gördüm. Siz bu şekilde haz alan bir insan olduğunuz zaman, etrafa etki ediyorsunuz. Hiçbir şey söylemenize gerek yok. Bakış, jestler, bir olay karşısındaki tepkiniz. Bir eylem yaparkenki kurgunuz, etki etmeye başlıyor. Bir etki alanı oluşuyor. Bir manyetik alan oluşuyor. Burada önce kendime bakıyorum. Ben insan olarak bu şiirden, musikiden, hattan, bu hayattan ama bu hayatın görünmeyen yüzünden, sezilen yüzünden bir haz duyuyor muyum? Fıtratımda var olan ve benim kullanmadığım, farkına varmadığım donanımlarımla, yeteneklerimle. Bu başladıktan sonra zaten iş bitiyor, derinleşmeye başlıyorsun. Bunun yaşı yok, nasip meselesi. Bu ne zaman olursa. Çünkü bu donanım sizde var. Hilkat, size onları armağan etmiş. Ortaya çıkarın ama kadrini bilmeyenlerle paylaşmayın.
Azıcık siz de cimri olun bu konuda. Çünkü o emanettir. Anlayanlarla paylaşın. Ben çevremdeki insanlara “Divan şiirini okuyorsunuz, anlıyorsunuz ama kalbiniz titremiyorsa boşuna uğraşmayın.” diyordum. Mesela Fuzûlî şiiri. Bir süre sonra sizin varlığınızdaki ilk örtüler kalkınca, giderek haz duyuyorsunuz. Dil çok önemli bir şey, kelime bilmek önemli bir şey. Akışını, telaffuzunu, âhengini bilmek önemli bir şey. Bu da biraz gayretle olacak. O kelimeler size bir dünya açıyor. Böylece bir istikamete doğru gidiyorsunuz. Bana sordular, ben Yunus Divanı okuyun dedim. Dili çok hafiftir. Bir yerden bir kapı açılır. Bir küçük pencere açılıyor:
Allah Diyelim
Sen sanmadığın yerde,
Nâgâh açıla perde.
Derman erişe derde,
Allah görelim neyler?
Yunus Emre
Sen sanmadığın yerde, nâgâh açıla perde diyor yani. Ummadığın bir anda,Derman erişe derde, Mevlam görelim neyler?Ben -sizin yerinizde olsam Divan şiirine Yahya Kemal’den başlardım. Hazan Gazeli ile başlayın mesela.
Hazan Gazeli
Hazan ki durmadan evrâkı sû-be-sû dökülür
Hazînesinden eteklere reng ü bû dökülür
Ne inkırâz-ı bahâran ki hân-ı yağmâda
Şerâb mahzeni Cem’den sebû sebû dökülür
Nevâ-yı neydir esen bâd câm-ı meydir gül
Çemende eşk ile sahbâ misal-i cû dökülür
Makaam-ı pîr-i mugandan akarken âb-ı hayât
Cihanda tâli’e bîhûde âb-ı rû dökülür
Hazan da erse Kemâl el çeker mi cânândan
Lebinden ol mehe imâ-yı ârzû dökülür.
Yahya Kemal Beyatlı
Bir de şu var, bu herkeste oluyor. Eğer şiirden haz alırsanız, şiiri ezberlemezsiniz. O kendiliğinden aklınızda kalır. Ruhen, o şiirle, sözün arka planındaki düzlemde veya uzayda bir irtibat kurulursa, o kendiliğinden aklınızda kalır. O başka bir şey. Biraz da idman, pratik lazım bu işlerde. İnsan dedim de aklıma geldi şimdi. Biraz çağrışımların peşinde uçurtma gibiyim. Rahmetli peder okurdu. Onun zihninde okuduğu beyitler vardı böyle Arapça, Farsça. Ama yakalayamazdım, Farsçayı bir iki yakaladım ama Arapçayı hiç yakalayamadım. Bir de tabi bir daha sorulmaz, yeri gelir, mahalline masruf, beyti okur, geçer. Ne, nedir, denmez, olmaz. Yakalayacaksın.
“İnsan ne garip cân-âverdir,
Âkil görünür cunûna serdir”
İnsan ne garip canavar, can alan diyorum, âver almak demek Farsça. Senin gazelde âkil-i medhûş eder diye çok nefis bir yer vardı. Akilin bütün o aklî yapışım, darmadağın ediyor. Ketişe sürüklüyor. Biz akılda tedbir alırız. Yağmur yağar, şemsiye alırız. Nedir o tedbir? Şemsiye yağmurdan bizi korur, koruyacak, soğuk olur, sobayı yakarız ama işte diyor ki akilin aklı medhûş eder diye geliyordu aşağısı.
“Gerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti,
Âkili medhûş edip akim perîşân eylemez?
Güzel sözdü eyvallah, fasih söz, hiçbir itirazımız yok. Ama âkilin aklını korkuya salıp, onu perişan yani ne yaptığını bilmez, darmadağın hale getiremiyor o söz. Mühim olan o aklın perişan hale gelmesi, âciz kalması, kendisini acziyette hissetmesi. Sonra küçük küçük imajlar geliyor, onlar birleşiyor ve ortaya bir resim çıkıyor. O zaman işte başka bir dünya ve o dünyayı işte şair söylüyor bize. Tabii şimdi bu arada şahsen kendi hissiyatım açısından söylüyorum, sohbet etmek başka bir şey, bu çerçeveden insanları görmek başka bir şey. O sohbetin getirdiği feyz başka bir hadise. Evet, Mustafa Yelek gir bir yerinden, belki küstün de bizi sınıyor olabilirsin.
Mustafa Yelek: Estağfirullah Hocam, istifade ediyoruz.
Sadettin Ökten: Mesela siz bir dahaki toplantıya bir şiir getirin. Ali Beyin şiirini gördünüz. Oradaki lezzeti sezdiniz. Sorunuzdan anlıyorum. Mizah da olabilir. Her şeye açık. Mustafa Bey’i görelim bakalım, nasıl bir şiir getiriyor. Bir de onun üzerine konuşalım. Tabi Ali Hoca, çok merkezden girdi hadiseye. Bir piramit gibi düşünürsek, zirvede Ali Hocanın düşünceleri, fikri, anlattığı şeyler var. Ama aşağı doğru olay genişliyor ve zemine doğru iniyor. Aşağı kademedeki şiirlerden de var, onlardan da olabilir. Şöyle ki; görülenin, duyulanın ötesinde bir âlem var ve şiir o âleme dair bize ipuçları veriyor. Mesela Ahmet Muhip Dranas bana göre böyle bir şair.
Serenad
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana:
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.
Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin, zambak…
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Ahmet Muhip Dranas
Herkes kaderi kadar yazıyor, konuşuyor.
Ebru Burcu Yılmaz: Muhammed Bey’in sorusuydu. O soruyu sorduklarında düşündüm ben de. Şiir herhalde, herhalde değil kesinlikle yavaşlık isteyen bir tür. Yavaşlık, derinlik, durma, duyma bugün eksik olanlar bunlar sanırım. Bugünkü gençler hatta orta yaşlıların çoğu şiirden haz almıyor. Onlara göre sadece hayâlden, ritimden ve âhenkten ibaretmiş gibi. Bir de edebiyatın hayattan kopuk olmasının getirdiği kategorik düşünme meselesi var. Klasik şiirde her şeyin bir yansıması var. Kış geliyor şitâiyyeler; yaz geliyor, sayfiyyeler; baharda, bahâriyyeler yazılıyor. Hayatın her rengi Klasik şiirde yer alır ama modern şiir hayatı aksettirme açısından bu kadar kapsayıcı değildir. Daha ketum, daha sınırlı gibi geliyor bana. Buradaki sıkıntı, hayatla edebiyat arasındaki kopukluk. Hani ! o arka planı nasıl kurarız diyoruz ya. Eski yazarlara da bakınca, biri Kemalist çizgiden olsun, biri daha milliyetçi, muhafazakâr çizgiden.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çocukluk hatıralarına bakarken annesinden Monte Cristo hikâyeleri ve Ekmekçi Kadırn dinlediğini anlatıyor; Fransız romanlarını okuyor. Tarık Buğra da küçükken ilk duyduğu metinlerin, annesinden dinlediği Yunus Emre ilahileri olduğunu söylüyor. Şimdi çocuklarda böyle bir irtibat yok. Çocuklar böyle büyümüyor, dolayısıyla okullarda çocuklar birdenbire sevimsiz bir edebiyat dersi ile karşılaşıyorlar. Şiir dedikleri vezin, kafiye ve söz sanatlarından ibaret. Ahmet Haşinim dediği gibi edebiyatın iki tane candan düşmanı var. Bir tanesi edebiyat öğretmenleri, diğeri de edebiyat münekkitleri. Edebiyat öğretmeni çok manidar. Kürsüye çıkıp vezin ve kafiyeden başka bir şey anlatmayan, şiiri öğretmek yerine öğrencisine şiir zevki veremeyen öğretmenlerdir bunlar. Bugün böyle bir ideal de yok anlatırken. Şair burada ne demek istemiştir? dediğimiz o korkunç soruyu soruyoruz. Ve o zaten yetiyor korkutmaya, edebiyattan soğutmaya. Mühim olan, edebiyatla rabıta kurmadır. Orada bir kopukluk var. Bugün edebiyat, sadece test kitaplarında, tezlerde, raflarda ya da işi gücü olmayan insanların, lüks kabilinden yaptıkları bir şey gibi geliyor. Onu tekrar inşa etmek lazım bence.
Ali Cançelik: Hocam, orada Ahmet Haşim’in bir benzetmesi vardı. Bülbülün sesi nereden geliyor diye bülbülü öldürmeye benzetiyor, bu edebiyat münekkitçilerini. Çocuğun fıtratında olan o seslerdeki güzelliği göstermek yerine bülbülü bölüp, parçalayıp, bir yığın akciğer, dalak göstererek çocuğu edebiyattan nefret ettiriyor.
Ebru Burcu Yılmaz: Çünkü öğretmen de sevmediği için, sev- diremiyor. Önce öğretmenin sevmesi lazım. Bir de bu ortamlar etkiliyor. Mesela siz beyitler okudunuz, bende de gidip bir divan okuma isteği, ihtiyacı ya da iştiyakı oluştu. Kulağa da hoş gelmesi gerekiyor. Ama bunu en başta tanımak. Bir kelimeyi öğrenince, onu cümle içinde kullandığımızda daha kalıcı olur ya, bizim hayat içerisinde kullanmamız gerekiyor zannediyorum. Biz edebiyatı hayat içerisinde kullanmıyoruz.
Sadettin Ökten: Ee kullanın, hayat zaten edebiyat, hayattan ayrı bir şey değil ki. Benim büyük oğlum küçük kızına Seyfi Baha’yı talim ediyordu. Ev var, bir ihtiyar var, bir hasta var. Bir beyit Ertuğrul okuyor, bir beyit Nazlı okuyordu. Çok enteresan. “Geçen akşam eve geldim,” diyor çocuk. Çocuk devam ediyor. “Dediler Seyfi Baba hastalanmış, yatıyormuş.” Babası; “Nesi varmış acaba?”
Geçen akşam eve geldim. Dediler:
– Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
– Nesi varmış acaba?
– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
– Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Mehmet Akif Ersoy
Yani 4-5 yaşmdayken başladı bu diyalog. Şu an edebiyat hayatın içerisinde değil ki. Ama şunu hiç unutmaması lazım insanın, kendi yaratılışında veya var oluşunda birtakım katmanlar var. En üst katman, yalın katman. Bütün hayvanlarda var, içgüdü katmanı. Bu katman üzerinden bir hayat geçirecekse, buyursun geçirsin. Kimse mâni olmaz. Ama bir defa içgüdü katmanını birazcık üstüne çıkmak istiyorsa işte o zaman dil çok önemli, tabi ki şiir. İlk madde söz, bilgece bir söz ve sonra yavaş yavaş bir dünyaya açılmaya başlıyorsunuz. Kendi varoluşunuzu gerçekleştiriyorsunuz, bu çok büyük bir haz. O hazzı sizden kimse alamıyor. Cebren hâkimi, valisi alamaz. O, Sümbülzâde repliği zannediyorsam. Kız kalsa meydanda, hırsız çalamaz, gibi.
Ali Hoca bize bir de Ziya Paşa anlatsın. Ziya Paşanın terkip bentlerinden.
Kolektif – Saadettin Ökten İle Sanat Üzerine Düşünceler: Sanat ve Sanatkar,syf:77-106
0 Yorumlar