Haris el Muhasibi – Ahlak ve Arınma

tumblr_mzgs2fmerm1smapx8o1_500-300x199 Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma

Bil ki,

mü’minin sadâkati her hâlde denenmektedir. Nefsi belâlarla incelenmektedir. (Onun) üzerinde Allah’ın murakıbı (denetleyicisi) vardır. O hâlde,Hakk’a götüren yolda sâbit ol; çünkü sen, yardımı murâd edilensin.

Talebinde sâdık ol ki basiret ilminin vârisi olasın. (O  zaman) sana marifet pınarları açılır.Allah’ın hâlis tevfîki ile senin için seçtiği ilmi kendine ayır. Muhakkak çalışan öne geçecektir.

Haşyet, bilen kimsede,

tevekkül, güvenende,

havf ise yakın sâhibinde bulunur.

Şükredenin (nimeti) artırılır.

Bil ki,

kulun ulaşabildiği anlayış (fehm) derecesi,aklını (hevâsına) tercih etmesi, mevcût ilmi,Allah’a karşı takvâsı ve tâati ölçüsündedir.

Allah her kime akıl ihsân eder,onu îmândan sonra ilimle ihyâ eder ve kusurlarını yakin ilmiyle gösterirse,onun için artık iyilik/hayır hasletleri sıraya dizilir.

O halde;

birr’i takvâda ara,

ilmi haşyet ehlinden al,

sıdk’ı, tefekkür diyârında onu araştırarak celbet.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Biz İbrahim’e, yakîne erenlerden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gös­teriyorduk.(En’âm 75)

Resûlullah da (sa): “Yakîni öğren(meye çalış)ın. (Çünkü onu) ben de öğrenmekteyim.” buyurmaktadır.

Bil ki,

kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan akıl, hilekâr bir akıldır.

Tâati mâsiyete tercih etmek,

ilmi cehâlete tercih etmek,

Dîni dünyâya tercih etmek.

Kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan ilim, insanın aleyhindeki delilleri artırır:

(Mâsiyete, mâlâyanîye olan) rağbeti kesip, kendine ezâ vermekten alıkoymak,

Haşyetle ameller işlemek,

Cömertlik ve rahmetle herkese insâflı davranıp elinden geleni esirgememek.

Bil ki,

hiç kimse akıl gibi bir zînetle süslenmedi ve ilimden daha güzel bir elbise giymedi. Çünkü Allah ancak akılla bi­linir ve O’na ancak ilimle itâat edilir.

Bil ki,

mârifetullah ehli, hâl(ve hareketlerinin temellerini ilmi gerçeklikler üzerine binâ etmiş ve fürû’u iyice anlamış/kavramıştır.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: “Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de verir.”Bunun alâmeti, ilim ile birlikte endîşenin ve (yapabilme) kudretinin de artmasıdır. İlmi artıran her şey havfı da artırır. Ameli artıran şey de tevâzuu artırır.

 

(Büyüklerimizin) yolunda, üzerine başka şeyler binâ edile(bile)n temeller şunlardır:

Emri bi’l-ma’rûf ve neyhi ani’l-münkere sıdk ile sarılmak,

ilmi nefsin hazlarından üstün tutmak,

bütün yarattıklarına karşı, Allah ile müstağni olmak.

 

Kendisinde,

ilmin haşyeti,

amelin basireti,

aklın mârifeti artırdığı kişilerin eserlerini tercih et.Ede­binin yokluğu seni onların yolundan engelliyorsa, nefsini zemmetmeye dön. Muhlis kulların vasfı ilim ehline gizli kalmaz.

Bil ki,

her fikirde/düşüncede bir edeb vardır. Her işârette de bir ilim vardır. Bunu da yalnız Allah’ın (cc) murâdını anla­yanlar ve hitâbından yakînin ürünlerini toplayanlar ayırd edebilir.

Bunun “sâdık (insan)”daki alâmeti şudur:

Baktığı zaman ibret alır,sustuğunda tefekkür eder,konuştuğunda zikreder,verilmeyip men edildiğinde/engellendiğinde sabreder, verilince şükreder,belâya uğrayınca istircâ eder (“innâ lillah ve innâ iley- hi râciûn” âyetini okur; Allah’a sığınır),biri ona câhilce davranırsa hilmle karşılık verir,bil(gilen)diğinde tevâzu gösterir,öğrettiğinde rıfk ile,(bir şey) sorulduğu (veya istendiğinde de cömertçe davranır.

Yolda bulunan/kendisine başvuran için şifâ,(doğru) yolun gösterilmesini isteyene yardıma olur.(O,) sâdık bir müttefik ve hayırlı bir sığmaktır.Kendi hakkı söz konusuysa kolayca râzı olur;Allah Teâlâ’nın hakkı husûsunda ise endişelidir.Onun niyeti amelinden efdal, ameli ise sözünden daha beliğdir.Hak üzeredir.Sığındığı/bağlandığı hayâ,bildiği verâ’,Delili/şâhidi ise güven(ilirlik)dir.

Onun nûrdan basireti vardır, onunla görür,ilimden hakikatleri vardır,onunla konuşur ve yakînden delilleri vardır,onunla (mes’eleleri) yo­rumlar.

Bu mertebeye ancak Allah Teâlâ için nefsiyle cihâd eden,tâat ederken niyeti istikamet üzere olan,gizli ve açık işlerinde Allah’tan korkan, emelini kısaltan,tehlikeden sakınmak için tetikte olan,niyaz denizinde yelken açıp,necât rüzgarını ardına alan kişi ulaşabilir.

Artık onun vakitleri ganimet, ahvâliyse emniyettir. Gurûr diyârının gösterişine kapılmaz. Onun [gurûr diyârının]  sîmâsının serâbının parıltısı, mahşer gününün hâllerini  unutturmaz.

Bil ki,

akıl sâhibinin ilmi sahih, yakîni de sâbit olduğu zaman, kendisini Rabbin(in gazâbın)dan ancak sıdk’ın kurtaracağı­nı anlar; onu elde etmek için çaba sarf eder. Ölmeden önce ihyâ olmak isteğiyle sıdk ehlinin ahlâkım araştırır ki, vefâtından sonraki ebediyet yurdu için hazırlansın ve Rabbinin: “Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını sa­tın almıştır.” (9/Tevbe 111) kavlini duyduğu zaman nefsini ve malım O’na satsın.

Bundan sonra da câhilken ilim öğrenir,fakirlikten sonra zenginleşir,vahşetten ünsiyyete geçer,uzaklıktan sonra yakınlık olur,yorgunken istirâhata geçer,işleri düzelir,kaygıları cem olur/birleşir.

Artık (bu kişinin) şiârı güvenilirlik,hâli murâkabe olur.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: “Allah’a, (sanki) O’nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor”

(Gerçek akıl ve yakîn sâhibi) sustuğu zaman, câhil onu konuşmayı beceremiyor, merâmını anlatamıyor zanneder Oysa onu susturan hikmettir.

(Konuştuğu zaman,) ahmak onu saçmalıyor sanır; hâlbuki onu Allah için nasihat etme isteği konuşturmaktadır.

(Câhil,) onu zengin zanneder; ama onun zenginliği iffetli olmak’tır.

(Bâzen de) fakir zannedilir; ancak tevâzuundan dolayı öyle görünmektedir.

Üzerine vazife olmayan şeye kalkışmaz; gerektiğinden fazla, tâkatinin üstündeki bir yükün altına girmez.Muhtâc olmadığı şeyi almaz;korumaya vekil olduğu şeyi de bırakmaz.

İnsanlar ondan yana râhattadırlar;fakat o ise nefsinden bıkmıştır.Hırsını verâ ile öldürmüştür.Takvâsı ile tamahkârlığına son vermiştir.ilim nûruyla, (nefsi) arzu ve ihtiraslarım tüketir, yok eder.

İşte sen de böyle ol!

Onlar gibilerle arkadaşlık et,

onların izlerine tâbi ol,

onların ahlâkıyla edeblen.

İşte bunlar güvenilir hazînelerdir; onları verip de dün­yâyı satın alan aklanmıştır.

Onlar, belâlara karşı hazırlıklıdır.Güvenilir dostlardır onlar.Fakir düşersen yardımcı olurlar.Rablerine duâ edince seni unutmazlar.

“İşte onlar Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar umduklarına erenlerin ta kendileridir.” (58/Mücâdele 22)

Allah kalbini anlayış (fehm) ile genişletsin, göğsünü ilimle aydınlatsın ve niyetini/himmetini yakîn ile cem et­sin… Bil ki, ben, kalbe giren her belânın kesinlikle fuzûlî iş­lerin sonuçlarından olduğunu gördüm.

Bunun temelinde de

cehâlet ile dünyâya dalmak,

öğrendikten sonra varış yerini (meâd’ı) unutmak yatar.

Bundan kurtuluşun yolu ise,

verâ (makamın)da her şüpheliyi/bilinmeyeni terk etmek,

yakînde de her malûmu (bilineni) almak, kabul etmektir.

Ben şunu tesbît ettim ki, kalbin fesâdı dînin fesâdıdır. Resûlullah’ın (sa) şu sözünü görmez misin: “Dikkat edin! Be­dende bir et parçası var ki, eğer o doğru/sağlıklı olursa bedenin ta­mamı doğru/sağlıklı olur; eğer o bozulursa bedenin tamamı bozu­lur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir.” buyurmuştur. “Be­den” in burada kastedilen mânâsı “dîn”dir. Çünkü organla­rın salâhı ve fesâdı dîn iledir.

Kalbin fesâdının kaynağı, nefs muhâsebesini terk et­mek ve tûl-i emel ile aldanmaktır. Eğer kalbinin salâhını is­tersen,havâtır ânında irâdenle (karşı) dur.

Allah için olan işi yap, başkasını bırak.Emelini kısaltmak ve ölümü devâmlı hatırlamak için (Allah’tan) yardım iste.

Tesbît ettim ki,

temeli ve sâiki kalp olan fuzûlî işler kulakta, gözde, li­sânda ve gıdâda tezâhür etmektedir.

Kulağın fuzûlîliği, sehve ve gaflete yol açar.

Gözün fuzûlîliği, gaflete ve kafa karışıklığına/şaşkına dönmeye yol açar.

Dilin fuzûlîliği, sözü çoğaltmaya/mübâlâğa etmeye ve bid’ate yol açar.

Gıdânın fuzûlîliği, oburluğa ve (aşırı) isteklere yol açar.

Elbisenin fuzûlîliği ise övünmeye ve kendini beğenme­ye sebep olur.

Bil ki,

âzâları korumak farzdır. Fuzûlî işleri terk etmekse fazi­lettir.

Bundan önce ise “tevbe etmek” farzdır. Onu Allah ve Resûlü farz kılmıştır. Celîl (olan Allah) şöyle buyuruyor. “Ey îmân edenler, Allah’a nasûh bir tevbe ile tevbe edin.” (66/Tahrîm 8) “Nasûh”un mânâsı, kulun Rabbine tevbe et­tiği şeyi artık dönmemecesine terk etmesidir. Resûlullah da (sa) şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Ölmeden önce Rabbinize

tevbe edin. Meşgûl edilmeden önce sâlih amel ile Allah’a yaklaşın.’’

Tevbe ise ancak şu dört şeyle sahih olur:

1- Kalbin (işlemeyi âdet edindiği günâha) dönmekte­ki ısrârını çözmek,

2- Pişmanlık duyarak istiğfâr etmek,

3- Kul haklarını ve zulmettiklerinin hakkını iâde etmek,

4- Yedi duyudan oluşan organları korumak: (Yani) kulağı, gözü, dili, burnu, iki eli, iki ayağı ve onla­rın emîri olan kalbi ki, bedenin salâhı ve fesâdı kal­be bağlıdır.

Allah (c.c) her âzâya fariza olarak bir emir ve nehiy  yüklemiştir. İkisinin arasında (ise) bir genişlik ve mübâhlık  vardır; bunun terki dahi kul için fazilettir.

İmân ve tevbeden sonra kalbin vazifesi (farz’ı) Allah için amellerinde ihlâslı olmak,şüphe ânında hüsn-i zan beslemek,Allah’a güvenmek,azâbından korkmak ve fazlını ümit etmektir.

“Kalb”in mânâsı hakkında birçok haber rivâyet edilmiştir. Bunlardan birinde Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor:

“Mü’minler içerisinde öyle kimseler vardır ki, kalbim kendileri  için yumuşar’’’

Yine Resûlullah (sa): “Hak, nûr üzerinde olduğu hâlde ge­lir. Öyleyse kalplerin sırlarına dikkat ediniz.” buyuruyor.

İbn Mes’ûd (ra) şöyle demektedir: “Kalplerin bir ‘arzulu/istekli’ ve ‘bahtlı’ (ikbâl) hâlleri; bir de ‘bezgin/gevşek’ (fetret) ve ‘bahtsız’ (idbâr) hâlleri vardır. Arzulu ve bahtlı ânında ondan yararlanın; bezgin ve bahtsız ânında ise onu bırakın.”

[Abdullah] İbnu’l-Mübârek (rh) diyor ki: “Kalp ayna gibidir; uzun süre elde durursa paslanır. Hayvan gibidir; ondan gâfil olursan sapıtır.”

Hükemâdan biri de şöyle söylemiştir: “Kalp, altı kapik bir ev gibidir. (Sâhibine) denir ki, ‘Sakın bu kapılardan bir şey girip de evini senin ifsâdına sebep kılmasın.’ Kalp, işte o evdir. Kapılan da gözler, dil, kulaklar, zihin (basar), eller ve ayaklardır. Ne zaman bu kapılardan biri bilgisizce açılır­sa, ev zâyi olur.”

Dilin vazifesi;

rızâda da gazapta da doğru olmak (sıdk), gizlide ve açıkta ezâdan sakınmak, hayırda da şerde de sözü uzatmamak/abartıya kaçma­maktır.

Resûlullah (sa) şöyle buyurur: “Kim bana çeneleri ile ba­cakları arasındakiler husûsunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm.”

Resûlullah (sa), Muâz b. Cebel’e de (ra) şöyle demiştir: “İnsanları yüzlerinin üstüne ateşe atan, dilleriyle kazandıkların­dan başka bir şey midir?”

Yine Resûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: “Sizi fuzûlî ko­nuşma husûsunda uyarırım. Her birinize ihtiyâcını karşıladığı kadarıyla söz yeter. Çünkü kişiye fuzûlî maldan (hesap) sorulaca­ğı gibi, fuzûlî konuşmalardan da (hesâp) sorulur.”

“Allah, her konuşan kişinin konuşmasında hazırdır. (Öyley­se) kişi, söylediği şeyi bilmesinden dolayı Allah’tan sakınsın.”

Gözün vazifesi;

harâm(a bakmak)dan korunmak, örtülü ve perdeli şeyleri araştırmayı terk etmektir. Huzeyfe (ra), Resûlullah’ın (sa) şöyle söylediğini haber verir: “(Harâma) nazar, İblîs’in oklarından bir oktur. Kim onu Allah korkusundan dolayı terk ederse, Allah ona, halâvetini kal- binde bulacağı bir îmân verir.’’

Ebû’d-Derdâ (ra) ise şöyle der: “Kim gözünü harâma bakmaktan korursa, çok sevip isteyeceği hûrilerle evlendiri­lir. Ve kim insanların evlerini, bacalarından (ve pencere gi­bi yerlerinden) gözetlerse, Allah onu kıyâmet gününde âmâ olarak haşreder.”

Dâvud et-Tâî, baktığında çokça [uzun süre] bakan bir adama şöyle demiştir: “Ey kişi! Gözünü kendine çevir. Çün­kü bana ulaşan bir bilgiye göre, insan fuzûlî amelinden so­rulduğu gibi fuzûlî bakışından da sorulup hesâba çekilecek­tir.”

İnceleyin:  Şeytan'ın Halleri

Denilir ki, “Birinci bakış şenindir; fakat diğeri senin değil­dir.”

Yâni farkında olmadan (göze çarpma şeklindeki) ilk bakış kuldan affedilir; ancak (nesneyi) algılamaya/fark et­meye (fehm’e) yol açan bir akledişle yapılan bakıştan kul muâheze edilir.

Kulağın vazîfesine gelince; kulak), konuşmaya ve ba­kışa tâbi olduğundan, bakılması yâhut konuşulması helâl olmayan her şeyi dinlemek ve bundan tad almak/hoşlanmak da harâmdır. Senden gizlenen bir şeyi araştırman ise tecessüsdür (ki harâmdır). Lehv, şarkı ve Müslümanlara ezi­yet veren şeyleri dinlemek, lâşe ve kan (yemek) gibi harâmdır.

Abdullah b. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Gıybetten ve onu dinlemekten de, nemime ve onu dinlemekten de nehye- dildik.”

Kasım b. Muhammed [b. Ebî Bekr es-Sıddîkl’a şarkı dinlemenin hükmünü sordular; şöyle dedi: “Allah kıyâmet günü hak ile bâtılın arasım ayırdığı zaman şarkı nerede olur?” Denildi ki: “Bâtıl tarafında.” O da, “Fetvâyı nefsiniz­den isteyin.” dedi.

Kul için -dilden sonra- kulağından daha zararlı bir or­gan yoktur. Çünkü o kalbe giden en süratli elçidir. Fitne oluşumuna da yatkındır.

Veki’ b. el-Cerrâh diyor ki: “Bir bid’atçıdan bir söz duydum, yirmi seneden beri onu kulaklarımdan atama­dım.’

Tâvûs [b. Keysân] da, yanma bir bid’atçı gelince onun sözünü duymamak için kulaklarını kapatırdı.

Burnun vazîfesi(ne gelince; burun), kulağa ve göze tâ­bidir. Bakmanın ve dinlemenin helâl olduğu şeyi koklaman da câizdir.

Ömer b. Abdülaziz’den (ra) rivâyet edildiğine göre, kendisine bir misk getirilmiş. Onu burnundan uzakta tut­muş. Bu husûs kendisine sorulduğunda şöyle demiş: “Bu­nun ancak kokusundan faydalandır, değil mi?

Ellerin ve ayakların vazifesi; onları ‘mahzûrlu olana’ uzatmamak ve haktan alıkoymamaktır. Mesrûk [b. Ecdâdl der ki: “Kul hiçbir adım atmaz ki, kendisine bir sevâb ya da günâh yazılmış olmasın.”

Süleymân’ın kızı, Hâlid b. Ma’dân’ın kızı Abde’ye: “Beni ziyâret et” diye yazmıştı. Abde ise ona şöyle cevap yazdı: “İmdi, merhûm babam Allah’ın kefil olmadığı bir yü­rüyüşle yürümekten ve kıyâmet günü sorulduğunda bir çı­kış yolu bulamayacağı yemeği yemekten hoşlanmazdı. Bundan dolayı ben de babamın hoşlanmadığı şeyden hoş­lanmıyorum. Selâm üzerine olsun.”

Birisi de, “Peki, (kurtuluşa götüren) ameller işlemenin yolu nedir?” diye sorarsa, deriz ki:

Muttaki imâmların yolundan ayrılmamak,gidişâtını bilmek için müsterşidînin âdâbına bakmak,muhasebe ile teyakkuz halinde olmak,hakkı gözeterek/adâlet ile amel etmek, eziyetten korunmak,başa kakmadan, minnet altında bırakmadan ‘fazla ola­nı’ vermek,hasetten uzak güzel tavır takınmak,kamufle etmekten hoşlanarak kanâat etmek,selâmet için uzunca susmak,yabancılaşmadan/ilişkilerde soğukluk oluşturmadan halka tevâzu göstermek,halvette zikir ile ünsiyyet kurmak,hizmet etmek (iştiyâkıyla dolması) için kalbini boşaltmak,niyeti/endîşeyi murâkabe ile cem etmek ve kurtuluşu istikamet yolunda aramak.

Allah (cc) şöyle buyurur: “Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de sonra istikamet üzere olanlara, (evet) on­lara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklar­dır” (46/Ahkâf 13)

Süfyân b. Abdullah es-Sakafî (ra): “Yâ Resûlallah! Ba­na, kendisine tutunacağım bir iş söyle.” deyince, (Resûlul-lah (sa) şöyle) buyurdu: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğ­ru ol.’’

Ömer b. el-Hattâb (ra) diyor ki: ” “İstikamet üzere (dos­doğru) oldular” demek, “Allah’a itâat edip, tilkinin (avcıdan) kaçması gibi (sağa sola saparak) kaçmadılar”, demektir.’ Ebû’l-Âliye er-Riyâhîy de şöyle diyor: ” ‘Dosdoğru oldu­lar’; (yâni) dinde, dâvette ve amelde Allah için ihlâslı oldu­lar”

İstikametin aslı üç şeydedir.

Kitâb’a tâbi olmak,

Sünnet’e tâbi olmak ve cemâatten ayrılmamak.

Bil ki,

kul için en kurtarıcı yol;

ilimle amel,havf ile korunma ve Allah (cc) ile yetinmektir.

Artık sen de hâlini (buna göre) ıslâh ile meşgûl ol.Rabbine karşı muhtaç (fakır) bulun.Şüpheli şeylerden uzak dur.İnsanlara olan ihtiyâcını azalt.

 

Kendin için sevdiğini onlar için de sev;

hoşlanmadığın şeylerde de aynı şekilde davran.

Örtülü bir şeyi de açma.

Bir günâhı nefsinde (içinden) bile söyleme, [veya; sakın bir günâha niyetleneyim deme.]

Hiçbir küçük günâhta ısrâr etme.

Bütün ihtiyâç/yoksunluklarda Allah’a sığın.

Her durumda, muhtâçlığın (sâdece) O’na olsun.

Her işte O’na tevekkül et.

Hevâyı bırak; nefsinin tuzak kurduğu/pusuda bekle­diği şeylere kanma.

Zikrini gizle.

Allah’a şükretmeye devâm et.

İstiğfârı çoğalt.

Düşünerek ibret al.

 

Acele edilecek yerlerde teenni ile,dostluklarında/arkadaşlıklarında (insanlarla olan iliş­kilerinde) hüsn-i edeble hareket et.

Nefsin için insanlara öfkelenme;

Allah için nefsine öfkelen.

Kötülük husûsunda kimseye denk olma [diğer bir ifâ­deyle; kötülüğe kötülükle karşılık verme].

Câhili yüzüne karşı methetmekten sakın;kimsenin de seni yüzüne karşı methetmesine râzı olma.

Gülmeni azalt, mizâhtan uzak dur.

Acılan gizle.

Nâmûsluluğu/iffeti izhâr et.

Güven hakkında kapsamlı bilgiye sâhip ol.

 

İnsanların elindekinden) ümit kesmeyi ve “güzel fa­kirliği” (kendine) şiâr edin.

Sana isâbet eden şeylere sabret.

Allah’ın sana taksim ettiği şeye râzı ol.

Allah’ın va’dine karşı yakîn,kendi yaptıkların hakkında korku üzere ol.

Kâfi derecede bulduğun zaman kendini külfete sokma.

İstemekle görevlendirildiğin şeyi zâyi etme.

(Sana yönelik) her vergi’sinde (ihsan ve ikrâmında) Allah’a muhtâc olduğunu hatırla;

kurtuluşu O’ndan iste.

Sana zulmedeni affet.

(Vermeyerek) seni mahrûm edene ver.

 

Sana gelmeyene Allah için git.

Seni seven kişiyi, sen de Allah için (kendine) tercih et. Kardeşlerin için canını malını fedâ et.

 

Dînin hakkında da Mevlâ’nın hukûkuna riâyet et.

İyilik (ma’rûf) olarak yaptığın büyük bir şey de olsa gö zünde büyütme;yaptığın bir münkeri ise küçük de olsa küçümseme.

Amel ile gururlanmaktan sakındığın gibi, ilimle de caka satmaktan sakın.

Zâhirî ilmin geçersiz kıldığı bâtınî bir usûle (edeb’e)  inanma.

İnsanlara isyân etmek gerekse de Allah’a itâat et;ancak Allah Teâlâ’ya isyân pahasına insanlara itâat etme.

Allah için gayretinden bir şey esirgeme.

Allah için (yaptığın) amellerde nefisinden hoşnut olma.

(Allah’ın huzûrunda) namâza her şeyinle (bir bütün olarak) dur.

Allah’ın sana farz kıldığı zekâtı neşeli/istekli olarak ver.

Orucunu yalandan ve gıybetten koru.

Komşunun, miskinin ve yakınlarının haklarına riâyet et.

Ehlini (âile halkını) terbiye et/edeblendir.

Sâhibi olduğun, kontrolün altında bulunanlara [hiz­metçi, işçi vs.] rıfk ile davran.

Emrolunduğun gibi canlı/aktif/(fiziki ve zihnî olarak) güçlü bir şekilde dimdik ayakta ol.

Bir hayır için harekete geçtiğinde acele et.

Seni şüphelendiren şeyi bırak.

Mü’minlere merhameti elden bırakma.

Nerede olursan ol hakkı söyle.

Doğru (söylüyor) da olsan çok yemin etme.

 

Beliğ konuşan birisi de olsan, sözü genişletmemeye/lâfı uzatmamaya dikkat et.

Alim de olsan, dinde külfetli/zahmetli iş görmekten (tekellüf ten) sakın.

İlmi her sözün önüne geçir.

İçtihâdından sonra endîşeyi/tedirginliği elden bırakma.

Dînin selâmette olduktan (dînine halel gelmedikten) sonra insanları idâre et.

Dalkavukluktan/yağcılıktan ise kesinlikle kaçın.

İnsanlarla olan geçimin güzel ahlâk ile olsun.

Bilmediğin bir konu hakkında “Allah bilir” demekten utanma.

Anlatacaklarını (dinlemeye) istekli olmayanların ya­nında söz söyleme.

Sana buğz edecek olanların yanında dînini anlatma.

Güç yetiremeyeceğin bir belâya karışma/müdâhale etme.

Nefsine, onu hor gören şeylerden ikrâm et.

Himmetini kötü ahlâktan uzak tut.

Emîn olandan başkasını dost/kardeş edinme.

Sırrını her insana açma.

İnsanların hâlini (dikkate alarak davran, kapasitelerini) zorlama.

(İnsanlara) aklının almayacağı/tahammül edemeyece­ği ilimden bahsetme [veya; İlmî bir lisânla söz söyleme.]

Çağrılmadığın işe gidip hemen dâhil olma.

Ulemâ meclislerinde saygılı/ciddi ol.

Hükemânın kadrini bil.

Zanaatkârı/Sanatkârı mükâfâtlandırmadan bırakma.

Câhillerden yüz çevir.

Sefihlere karşı hilm ile davran.

İşlerin hakkında, Allah’a (karşı) huşû duyanlarla istişâre et.

 

Mazlûm kardeşine yardım et;eğer zâlim ise onu hakka çevir.

Onun sende hakkı varsa fazlasıyla ver;fakat senin ondaki hakkın için peşine düşme.

Borçluya kolaylık göster.

Dul ve yetimlere rıfk ile davran.

Fakirlerden sabırlı olanlara ikrâm et.

Zenginlerden de belâya uğrayana merhamet et.

Kimseye, elde ettiği bir nimet sebebiyle hased etme.

Hiç kimseyi de gıybetle anma.

Soruna yol açar korkusuyla kendine sû-i zan kapışım kapalı tut.

Te’vîli (hayra yormayı) genişleterek hüsn-i zan kapısı­nı açık tut.

(Başkalarından) ümidine keserek tamâ kapışım kilitle.

Kanâat ile istiğnâ kapısını aç.

Allah için yapacağın zikri, O’na nâhoş şeyler izâfe et­mekten uzak tut.

 

Vakitlerini değerlendir.

Gecen ve gündüzün (senden neleri) götürüyor, uzak­laştırıyor farkına var.

Her vakitte tevbeni yenile.

Ömrünü üç zamâna ayır: Bunlar, ilim zamânı, amel za-mânı ve nefsinin haklarına ve sana lâzım olacak şeylere ayı­racağın zamân olsun.

Geçip giden (vakitlerden ibret al.

 

İki fırkanın Allah Teâlâ’nın huzûrunda varacakları ye­ri tefekkür et: “Bir fırka O’nun rızâsıyla cennette; bir fırka da kızgınlığı ile alevli ateşte (cehennemde).”

Allah’ın sana yakınlığını farket.

Yazıcı hafaza meleklerine ikrâm et.

Allah’ın nimetlerinden -anlayarak- faydalan;geriye O’na hüsn-i senâ ve şükür gönder.

Nefsini herhangi bir makamda görmekten sakın [veya; töhmet altında olması sebebiyle nefsini, makamları/mevkileri görmesi ile birlikte ikâz et].

İnsanların (onu) küçümsemesinin te’sirinde kalıp da, ‘hakk’ı saçma/tutarsız görmekten kaçın.

Muhakkak bu öl­dürücü bir zehirdir.

(Allah’ın) nefretini çekme korkusu ile, insanların gö­zünden düşme korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

Ecelin yakınlığı gerçeği ile, fakirlik korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

İyi işler yaptığında gücün yettiğince gizli tut.

İstişâre ânında (doğruyu bulmak için) çokça gayret et.

 

Allah için (severken) kararlılıkla sev;(o şeyden) Allah için ilişkiyi kestiğin zaman da etkili/kararlı bir şekilde ayni.

Ancak muttaki ve âlim olanı dost edin.

Ancak akıllı ve şuurlu/bilinçli insanlarla birlikte ol.

Senden önceki (müctehid) imâmlara tâbi ol.

Senden sonraki ümmete de muallim ol.

Muttakîlere imâm,irşâd edilmek isteyenlere sığınak ol.

 

Şikâyetini kimseye ilân etme.

Dünyân için dînini yıpratma/tüketme [veya; dînini istismâr ederek dünyâ(lıklar)ı kazanma].

Uzletten nasibini al.

Helâlden başkasını alma.

 

İsrâftan uzak dur.

Dünyâ(lık)dan yeteri kadarına kanâat et.

 

Edebi, ilim bostanlarında;

ünsü, halvet diyârında;

hayâyı, nefsin patikalarında;

ibret almayı, tefekkür vâdîlerinde;

hikmeti ise havf bahçelerinde ara (talep et.)

 

Emrine muhalefet ettiğin hâlde, Allah’ın ihsânının devâm ettiğini;zikrinden yüz çevirdiğin hâlde (sana) halim davrandığını,hayânın azlığına rağmen günâhlarını örttüğünü ve sen O’na muhtâc olduğun hâlde,Onun sana ihtiyâ­cının olmadığını iyi bil.

Nerede Rabbini bilen?!

Nerede günâhından korkan?!

Nerede (Allah’a) yakınlığı ile sevinen?!

Nerede O’nun zikriyle meşgûl olan?!

(O’na) uzak kalmaktan (korkup) ürperen nerede?!

Mağfûr (bağışlanmış) olan işte budur! Ey mağrûr (al­danmış kul), örtüleri yırttığım Celil olan (Allah) görmedi mi (zannediyorsun)?!

Ey kardeşim!Bil ki,

günâhlar gafleti,

gaflet, (kalp) kasvettini),

kasvet Allah’tan uzaklaşmayı,

Allah’tan uzaklaşma cehennem âteşini mîrâs bırakır. Ancak bunu diriler tefekkür eder. Ölülere gelince; onlar kendilerini dünyâ sevgisiyle öldürmüşlerdir.

Bil ki,

gündüzün ışığı âmâya nasıl fayda vermiyorsa; bunun gibi, ilmin nûru ile de ancak takvâ ehli aydınlanabilir.

Ölüye ilâcın fayda vermediği gibi, edep de iddiâcıya fayda vermez.

İnceleyin:  Sabrın Mahiyeti ve Önemi

Sağanak halindeki yağmur kayada ekin bitirmediği gi­bi, hikmet de dünyâyı sevenin kalbinde yeşermez.

Kim hevâsıyla samîmî/senli benli olursa edebi azalır. İlminin gösterdiklerine muhâlefet edenin cehâleti artar. (İlâcı) kendine fayda etmeyen, başkasmı nasıl tedâvî edebilir?

Bil ki,

insanların bedenen en râhatı, dünyâ (hakkın)da zühd ehli olanlardır.

Kalben insanların en yorgunu ve meşgûliyeti çok olam da, dünyâya ihtimâm gösterenlerdir.

Emeli kısaltmak, zühde en çok yardıma olan ahlâktır. Mârifet ehlinin (Allah’a) en yakın hâlleri, kıyâmda Al­lah’ı (cc) zikretmeleridir.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah sizin üzerinizde rakîbdir.” (4/Nisâ 1)

Şunu bil ki,

sıdktan daha yakın bir yol,ilimden daha başarı sağlayıcı bir delil ve takvâdan daha önemli bir erzak yoktur.

Vesvese verene (şeytana) karşı, fuzûlî olanı terkten, kalbin nûrlanması için, sadrın selâmetinden daha fay­dalı bir şey görmedim.

Anladım ki,

mü’minin kerâmeti takvâsıdır, hilmi sabrıdır,

aklı güzelliğidir,

dostluğu hoşgörüsü ve affıdır,

şerefi ise tevâzuu ve rıfkıdır.

Bil ki,

Allah bir kula fakirliği seçip uygun görmüşse, onun zenginliği sevmesi (Allah’ı) öfkelendirmektir. Allah kuluna zenginliği seçtiyse, o kulun fakirliği istemesi ise zulüm- dür/haddi aşmaktır. Bütün bunlar, mârifet azlığından dola­yı şükürden kaçmak ve ilmin yetersizliğinden dolayı vakit­leri ziyan etmektir. Çünkü zenginin îmânını fakirlik, fakirin îmânını da zenginlik ıslâh edemez, uygun değildir.

Bize ulaşan habere göre Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kullarımdan öyleleri vardır ki onun îmânını ancak fakirlik ıslâh eder. Eğer onu zengin kılsaydım, hu zenginlik onları ifsâd edecek­ti. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki onun îmânını ancak zen­ginlik ıslâh eder. Eğer onları fakîr kılsaydım, hu (fakirlik) onun îmânını ifsâd edecekti.” Bu durum, hastalık ve sıhhat için de böyledir.

Kim Allah’ı(n hikmetsiz iş yapmayacağım) bilirse O’nu ithâm etmez. Allah’ı(n neyi kasdettiğini) anlayan [veyâ; Al­lah hakkında keskin/ince bir zekâya sâhip olan], kazâsına râzı olur. Eğer şu âyetten başkası olmasaydı, yine de ilim sâ-hiplerine yeterdi: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. On­lar için ise (Rablerine karşı böyle) muhayyerlik yoktur/’ (28/Kasas 68)

Câhillerin ahlâkından,

günâhkârların meclislerinden [veya; sizlerle olan sos­yal ilişkilerinden],

şaşırmışların propagandasından, aklanmışların (affedileceklerine dâir) ümitlerinden, (affedilmekten) ümit kesenlerin ye’sinden sakın.

Hak ile âmil ol.

Allah’a îtimâd et.

Ma’ruf ile emret, münkeri nehyet.

Kim Allah’a sâdık olursa, (Allah) ona nasihat eder. Kim de başkası(na hoş görünmek) için süslenirse, onun ayıbını/kusurunu gösterir, ortaya çıkarır.

Bil ki

(kendisine) tevekkül edene O kâfidir; başkasına güveneni (ise) sevmez/iğrenir.

Ondan korkana emniyet verir.

Şükredenin (nimetini) çoğaltır,îtâat edene ikrâm eder.

Onu tercih edeni sever.

Allah’a (sâdece) akıl ile itâat etmekten/boyun eğmekten, hevâ ile amel etmekten, hakkı terk etmekten/hesâba katmamaktan, bâtıla sığınmaktan [veya; bâtıl ile kabûl görmekten/bir yerlere gelmekten],

tevbeyi unutup mağfiret temenni etmekten sakın.

Bil ki,

kökü yakîn ile sâbit değilse,dalları sıdktan,meyvesi ve nebâtı verâdan,delili kaygı ile ayakta durmakta (kaim) ve perdesi haşyet ile örtülü değilse o ilim ve amelden râzı olunmaz.

Gevşeklik göstermek sûretiyle nefsinden râzı olma. Muhakkak ifrata düşme (tefrît) konusunda kimsenin özrü yoktur. Zîrâ kimse Allah’tan müstağni değildir.

Bil ki,

Allah Teâlâ’nın katindakilere güzel niyetler beslemek ve (niyetleri O’nun) sevdiği şeylere uygun hâle getirmek ki­şinin saâdetindendir.

Allah kime hayır dilerse ona akıl ihsân eder, ilmi sevdirir, şefkat ile mükâfâtlandırır, ona rıfk ile muâmele eder, kanâat ile zenginleştirir, kusurlarım gösterir.

Bil ki,

-Allah sana merhamet etsin- her halin aslı sıdk’ ve “ihlâs”dır. Şöyle ki,

sabır, kanâat, zühd, rızâ ve üns sıdk’ tan; yakın, havf, muhabbet, iclâl, hayâ ve tâzîm de ihlâs’dan kaynaklanır/şûbelenir.

Her mü’minin bu makamların içinde bir yeri vardır ki, onun hâli bununla bilinir. (Bir mü’mine;) recâ içinde olduğu halde hâif, havf içinde olduğu halde râcî, rızâ içinde olduğu halde sâbir, hayâ içinde olduğu halde muhibb denir.

 

Her hâlin kuvvetli ya da zayıf olması, kulun îmân ve mârifeti miktârıncadır.

Bu hallerin her birinin aslı için, hâlin kendisiyle bilindi­ği üç alâmet vardır.

Sıdkın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey şunlardır:

Kalbin sıdk’ını belli eden tahkiki îmân,

Niyetin sıdk’ını açığa vuran ameller,

Sözün sıdk’ını dışarıya aksettiren konuşmalar. [Kalbî, amelî, kavlî sıdk]

 

Sabrın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey vardır:

Allah’ın harâm kıldıklarına karşı sabır,

Allah’ın emirlerine uymakta sabır,

Musibet anında (Allah için, Allah’tan sevap uma­rak) sabır.

 

Kanâat de üç şeydedir:

(Yiyecek) varken bile azıyla yetinmek,

Yoklukta ve sebeplerin yetersizliğinde (dahi) fak/ı korumak.

Mahrûmiyet ânım yaşasa bile, Allah’a (cc) ayırdığı vakitte sükûn bulmak.

 

Kanâatin bir başlangıcı bir de sonu vardır. Başlangıcı, imkânı varken dahi fuzûlî olanı terk etmektir. Sonu ise, se­beplerin yokluğuyla berâber müstağni olmaktır. Bundan dolayı bazıları “kanâat, rızâdan üstündür” demişlerdir. On­lar bununla tam bir kanâati kastederler. Çünkü takdire rızâ gösteren (râzî), verilene, men edilene karışmaz. Kani’ ise, Rabbi ile ganîdir. Allah ile berâber -O’ndan gelen hâriç- baş­ka bir nasîb istemez.

 

Zühd üç şeydedir. Bunlar olmaksızın kimseye zâhid denmez:

Elini maldan mülkten çekmek,

Nefsini helâlden bile uzak tutmak,

Vaktinin çoğunda dünyâdan gâfil olmak.

 

Kişi başka üç şeyle de zâhid olabilir:

İrâdât sağanağında nefsini korumak,

Gına bölgelerinden kaçmak,

İhtiyâç ânında, (şüpheli olanları değil) ‘bilinen’ şeyleri almak.

 

Üns de üç şeydedir

Halvette ilim ve zikir ile üns,

Halvetle berâber yakın ve marifet ile üns,

Her halde Aziz ve Celîl olan Allah ile üns.

 

Rızâ muhabbetin ölçüsüdür. Tevekkülün özü, yakînin rûhudur. Eyyûb es-Sehtiyânî ve Fudayl b. Iyâz’dan (rh.a) naklen anlatırlar: O ikisi derlerdi ki: “Rızâ tevekküldür.”

Bu ilimle vasıflanmak sıdkın bir şûbesidir. Sıifyân es- Sevrî de (rh) der ki: “Sâdıkın sıdkı kemâle erdiğinde, artık o kendi elindekine bile mâlik değildir.”

 

İhlâs’ın şubelerine gelince… Allah’ı (cc) benzerlikten, denklikten, eşten ve evlattan ayırt etmedikçe ihlâs sâhibine “muhlis” denmez. Sonra tevhidi ikame etmekle Allah’ı dile­mesi, nâfilede ve farzda himmetini O’nun için ve O’nunla cem etmesi gerekir.

 

Yakîn’in sıhhati üç şeydedir:

Allah’a güvenmekle kalbin sükûn bulması,

Allah’ın emrine boyun eğme,

Sâbık ilimden [Allah’ın gelmiş geçmiş her şeyi, olacaklarıda bilmesinden] korkma, ürkme.

 

Yakîn’in de bir başlangıcı ve sonu vardır. Başlangıcı, it-mînân (kalp huzûru), sonu da sâdece Allah ile yetinmektir. Çünkü Allah (cc) şöyle buyurur: “Ey peygamber! Sana da, müzminlerden sana tâbi olanlara da Allah yeter.” (8/Enfâl 64) Âyette geçen “hasbü”, ‘kâfi’ demektir. İktifâ eden de, Al­lah’ın kazâsına râzı olan kuldur.

 

Diyoruz ki “yakînin sonu” demek, kulun vasıflarının îmân makamında bulunması demektir; ilimde yakînin sonu demek değildir. Zîrâ buna Allah’ın yarattıklarından kimse ulaşamaz.

Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor: “Allah’ın künhüne kim­se varamaz.”

Dediler ki: “Yâ Resûlallah! Bize ulaşan bilgiye göre Meryem oğlu îsâ (as) suyun üzerinde yürürmüş?” (Efendi­miz) buyurdu ki: “Eğer havf ve yakîni daha da artsaydı havada bile yürürdü.

 

Havf ancak yakînden sonra olur. Yakînen bilmediği şeyden korkanı gördün mü?

Havf üç şeydedir:

îmân korkusu: Bunun alâmeti, isyânlar ve günâhlardan ayrılmadır ki, mürîdlerin havfı budur.

Geçmişin korkusu: Bunun alâmeti de haşyet, endî­şe ve verâdır. Bu da ulemânın havfıdır.

Elindekini kaçırma korkusu: Alâmeti, heybet ve iclâlin nezâretinde Allah’ın (cc) rızâsını talep için tüm gücünü harcamaktır. Sıddîkların havfı budur.

Havfta dördüncü bir derece daha vardır ki, Allah (cc) onu meleklerine ve peygamberlerine (as) has kılmıştır. Bu­na “havfü’l-zam” denir. Çünkü onlar kendi nefislerinde Al­lah’ın emânıyla güven içindedirler. Onların korkulan, iclâlen ve i’zâmen kullukta bulunmalarıdır.

 

Muhabbet de üç şeydedir ki, bunlar olmadan kişiye (“Allah (cc) için seven” denemez.

Allah (cc) için mü’minleri sevmek: Bunun alâmeti, onlardan ezâyı def etmek ve onlara menfaati celb etmektir.

Allah (cc) için Resûl’ü (sa) sevmek: Bunun alâmeti, Sünnet’e tâbi olmaktır. Çünkü Allah (cc) şöyle bu­yurur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin.” (3/Âl-i Imrân 31)

Tâati mâsiyete tercih ederek Allah’ı (cc) sevmek: Denilir ki; nimeti anmak muhabbeti getirir.

 

Muhabbetin de bir başlangıcı ve sonu vardır. Muhab­betin başlangıcı, nimetleri ve ihsânlarıyla Allah’ı sevmektir.

[Abdullah] İbn Mes’ûd (ra) der ki: “Kalpler, kendine ihsânda bulunanı sevecek şekilde yaratılmıştır.”

Muhabbetin bundan daha yücesi ise, Allah’ın (cc) hak­kı bunu gerektirdiği için O’nu sevmektir. Ali b. el-Fudayl (rh.a) şöyle der: “Allah (cc), Allah olduğu için sevilir.”

Bir adam Tâvûs [b. Keysân’a: “Bana öğüt ver.” dedi. {Tâvûs) dedi ki: “Sana şunu öğüt veririm: Allah’ı öyle bir sevgiyle sev ki, hiçbir şey sana O’ndan daha sevgili olmasın, O’ndan öyle kork ki, hiçbir şey sana O’ndan daha korkup olmasın. Allah’tan öyle bir ümitle ümitlen ki, bu ümit, korkuyla senin aranda perde olsun. Nefsin için râzı olduğa şeye (başka) insanlar için de râzı ol. Dikkat et! Sana Tevrâtı, İncıl’i, Zebûr’u ve Furkân’ı cem ettim.”

Bedene göre başın yeri ne ise, hayâya göre iclâl ve ta’zî-min yeri de odur. Yâni biri olmaksızın diğeri de olmaz. Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman O’nu hakkıyla yüceltmiş (iclâl etmiş) olur. Hayânın en efdali de Allah’ı (cc) murâkabedir.

Murâkabe üç şeydedir:

Amel etmek sûretiyle tâatinde Allah’ı murâkabe,

Terk etmek sûretiyle isyânında Allah’ı murâkabe,

Niyetlerde ve havâtırda Allah’ı murâkabe.

Çünkü Nebî (sa): “Allah’a, (sanki) O’nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O’nu görmesen de O seni görü­yor.” buyurur.

Kalp için, Allah’ı (cc) murâkabe etmek; geceyi kıyâm, gündüzü sıyâm ile geçirmekten ve Allah yolunda malmı in-fâk etmekten daha zahmetli gelir.

Ali b. Ebî Tâlib’in (ra) şöyle dediği nakledilir: “Muhak­kak Allah’ın yeryüzünde bir kabı vardır. İşte bu kab kalp­lerdir. O ancak ‘saf, ‘sağlam’ ve ‘ince’ (rikkat) kalpleri kabûl eder.” Bunun mânâsı şudur:

Kalbi Allah (cc) için saflaştırmak; Allah’ın emir ve nehylerine ittibâ ile, sıdk ve endîşeyi müşâhede etmekle mümkündür.

Kalbi Resûlullah (sa) için saflaştırmak; söz, amel ve ni­yet boyutunda, o’nun getirdiğini kabul ederek sağlanır. Ve kalp mü’minler için, onlardan ezâyı def edip menfaati ulaş­tırarak saflaştırılır.

(Kalpteki) “Sağlamlık”ın mânâsı, “Allah Teâlâ için hadleri uygulamada ve emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münkerde sağlam” demektir.

“İncelme”nin (rikkatin) mânası ise iki şekildedir. Ağ­lamakla olan rikkat, merhamet etmekle olan rikkat.

Tevfik Allah’tandır. O bize yeter. O ne güzel vekildir.

 

Haris el Muhasibi – Ahlak ve Arınma

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir