Harf devriminin en önemli amacı…
H. Ritter şöyle diyor: “Lâtin yazısından beş defa kısa ve harikulâde müsait olan Arap yazısı okuma yazmayı kolaylaştırdığı için İslâm âlimleri sayısız eser vermiştir (Classicisme et Declin culturel dans l’histoire de Islâm, Paris 1957, s. 178-179).
Prof. Osman Turan da aynı konuda şu görüşleri dillendiriyor:
“Gerçekten İslâm harfleri şakulî, ufkî ve inkinaî olduğundan onunla bir metnin yazılması ve okunması, zaman ve emek tasarrufu sağlar; Lâtin harfleri gibi sadece ufkî ve uzun olmadığı için muhakeme mana üzerinde toplanır; Lâtin harfleriyle yazılı bir kelime incelenirken, eski yazı ile bir bakışta bir cümle okunur, hatta bir sahifenin muhtevasına nüfuz edilir… Mimarîde büyük selâtin camileri ve kervansaraylar, musikide Dede Efendiler ne ise, yazı sanat eserleri ile tuğralı fermanlar da aynı ince ve yüce ruhun tecellileridir.” (Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi)”
Dr. İlter Turan da işin gerçeğini fısıldıyor idrakımıza: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmak değildir… Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı (İsmet İnönü de aşağı yukarı hatıralarında bunları yazıyor).
“Milliyetçiler (yani devleti yönetenler), yeni bir toplum meydana getirmek isteğindeydiler. Toplumun geçmişiyle bağları ne kadar kuvvetli olursa, toplumu değiştirmek o kadar güç olurdu. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenmeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserlerin muhtevasını ise milliyetçiler denetleyebileceklerdi. Türk yazısı ile Arap yazısı başka olduğundan, Araplarla kültür bağ ve ilişkileri zayıflayacak ve Türkiye Batıya yönelecekti. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
“Dinin toplum üzerindeki etkisi” azaldı. Millet, Batı istikametinde yıllar boyu ite-kaka yürütüldü. Sonuç: Kültürden kaçan, kütüphanelere mezarlık gözüyle bakan, günde sadece iki buçuk-üç milyon gazete okuyan bir toplum… Şark’ı küstüren, Garp tarafından da reddedilen az gelişmiş bir ülke ve boşlukta bırakılan nesillerin Batı’nın “izm”leriyle birbirlerini vurması…
İşin en acı tarafı ise, bu tablonun sorumlularının hâlâ alkışlanması…
Toplumlar bir kere şaşırtıldıktan ve bir fikrin güdümüne sokulduktan sonra, demek ki, kolay toparlanamıyor; kurbanlar verme pahasına, alıştırıldığı yolda yürümeyi sürdürüyor.
Tarih de aynı görüşe verilmiş bir başka kurban. Zaten hepsi öylesine iç içe ki, birbirinden ayırmak mümkün değil.
Yeniler, eskiyi “hanedan tarihi” saydığından ve yeni devlet “redd-i miras” üstüne bina edildiğinden, millete yeni bir tarih gerekliydi. 1930’da bir “Tarih Tetkik Heyeti” kurularak işe başlandı. 1933’te ise Türk Tarih Kurumu, bu heyetin yerini aldı.
Aynı tarih kitabından olayı takip edelim:
“Yeni bir tarih tezi ileri sürüldü. Bu teze göre medeniyetin ilk kurucuları Orta Asya’daki Türkler, Orta Asya’dan göç ederek medeniyeti dünyanın diğer bölgelerine yaymışlardı (Meşhur “Güneş Dil Teorisi”nin tarihe yansıması)… Bugünkü Avrupa medeniyetinin öncüleri de Türklerdi. O hâlde Türklerin Batılılaşmak istemesi, doğmasında kendilerinin büyük payı olan bir uygarlığa tekrar dönmelerinden ibaretti. ‘Batılılaşmak’ demek, kendilerinin de bir parçası olduğu uygarlığı yeniden benimsemek demektir.
“İkinci olarak, Anadolu’da tarih boyunca kurulan uygarlıklar incelenerek, bunların Türk uygarlıkları olduğunun gösterilmesine çalışıldı. Anadolu uygarlıkları arasında, özellikle Sümerler ve Etiler üzerinde duruldu. Sümerler ve Etilerin tercih edilmiş olması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletinin kalıntılarının yıkılmak istendiği bir devrede, Osmanlı tarihi incelenemezdi. Sonra gerek Selçuklu, gerek Osmanlı tarihinin araştırılması, Türklerin İslâm’a olan yakın ilgisini de belirtmek zorundaydı.
Lâikleşme döneminde İslâm’ın bir araştırma konusu edilmesi uygun düşmezdi. Hâlbuki Sümerler ve Etiler, Anadolu’da yaşamış oldukları gibi, Selçuklu ve Osmanlıların ortaya çıkardığı sakıncalar (yani Müslümanlık) onlar için varit değildi (çünkü onlar Müslüman değildi). Dolayısıyla onların pek de kesin olmayan Türklükleri—ki, bugün Etilerle Sümerlerin Türk olmadığı konusundaki deliller kesindir—üzerinde duruldu, kurdukları uygarlıkların “Anadolu Türk uygarlığı” olduğu ve Türklerin Anadolu’da uzun bir tarihe sahip olduğu gösterilmeye çalışıldı.
“Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldığından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardır” (s. 93-94).
“Belirli bir gaye”den muradın ne olduğunu bugün hepimiz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, medeniyetinden, tarihinden koparıp Batılılaştırma gayesidir bu. Hatta bu “gaye”nin gerçekleşmesi için isyanlar tertiplenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bırakılmıştır.
Ama acaba umulan elde edilmiş midir?
Eğer bir türlü belini doğrultamayan, kendi ayakları üzerinde duramayan, bir asra dünya çapında birkaç deha oturtamayan fukara, ilmî gelişmelerin dışında, kabuğuna büzülmüş bir Türkiye murat ediliyordu ise, evet, umduklarını elde etmiş sayılabilirler.
Yok, kültürlü, dünyada sözü geçen ve ilim, fen, edebiyat, teknik sahalarında söz sahibi bir Türkiye murat ediliyordu ise, bunun hâlâ çok uzağındayız.
Zaten o yoldan yürüyüp parıltılı bir noktaya gelmek, geçmişi inkâr zeminine sağlam bir gelecek inşa etmek imkânsızdı. Gele gele inkârcıların gelebileceği bir noktaya gelmişiz: Hüsran noktası…
Bu noktadan geçmişi tahlile çalışırken, kahırlanmamak elden gelmiyor. Ancak kahırlanıp kalmak da çare olarak gözükmüyor. Bizce ilk çare, kaybettiğimiz değerleri, kaybettiğimiz yerlerde aramaya başlamaktır. Öncelikle ders kitaplarının yeniden yazılmasına ihtiyaç var.
Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit