Hangi Tasavvuf
Özel olarak Tasavvuf tarihiyle ve genel olarak İslamî ilimlerin tarihiyle ilgilenenlerin çok iyi bildiği üzere İslam’ın diğer sahalarında olduğu gibi Tasavvuf sahasında da bir kısım anlayış ve uygulamaların zaman zaman ve yer yer istikametten saptığı görülmüştür.
Bu, eşyanın tabiatındandır. Zira insan; mesleğine, meşrebine, içinde bulunduğu dinî ve sosyal çevreye bağlı olarak birinci derecede belirleyici bir tercihte bulunur. Bu -tabir yerindeyse-“altyapıdır. İkincil tercihler, yani “üstyapı” tabii olarak bu temel üzerine oturacaktır.Bahsimiz bağlamında temel belirleyici, “itikadî kabuller”dir. Kişi; Fıkıh,Tefsir, Hadis… gibi sahalardaki tercihlerini, tabii bir şekilde bu en temel aidiyetini, yani itikadî kabullerini merkeze alarak belirleyecektir.
Normal işleyiş böyle olmak durumundadır. Ancak zaman zaman kişinin ikincil -olması gereken- tercihlerinin, temel belirleyici olan itikadî kabullerin önüne geçtiği olur. Üstyapıyı altyapının belirlediği bu durum elbette normal dışıdır.Yukarıda da söylediğimiz gibi, diğer İslamî alanlarda olduğu gibi Tasavvuf alanında da bu tarz normal dışılıklar yaşanmıştır. Böyle durumlarda -mesela- bir es-Serrâc et-Tûsî’nin çıkıp, “… Asrımızda yaşayan bazı müteahhir âlimler tasavvufî manalardan söz söyledikleri(nde) ya da kendilerine bir şey izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sufilerin söz, hal ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar…” demesi ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz.
Bu sebeple Tasavvuf içinde ilk asırlardan bu yana(1) bir tenkit, tahkik ve tashih faaliyeti var olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî’den Ebu Süleyman ed-Dârânî’ye, – Ahmed b. Ebi’l-Havârî’den Sehl b. Abdillah et-Tüsterî’ye, Ebu’l-Kasım en-Nasrâbâzî’den Abdülkadir-i Geylânî’ye, İmam el-Gazzâlî’den Zerrûk’a, İmam-ı Rabbânî’den Mevlana Halid-i Bağdâdî’ye, Ahmed Ziyâuddîn el-Gümüşhânevî’ye, Eşref Ali et-Tehânevî (Tağnevî)’ye… kadar Tasavvuf yolunun kilometre taşı olan pek çok büyük isim bu noktaya ısrarla vurgu yapmıştır.(2)Bu ısrarlı vurguların bir sebebi Tasavvuf karşıtı cepheden gelen “Tasavvuf ehlinin Kitap ve Sünnet nasslarına kayıtsız/aykırı davrandığı” ithamıysa, bir diğer sebebi de hiç şüphesiz Tasavvuf intisabı görüntüsü altında zaman zaman felsefî, zaman zaman batınî/ibahî eğilimlerin ya da istismar maksatlı oluşumların bünyeye sızma girişimlerine mani olmaktır.
“Sufiyye”yi müstakil bir fırka olarak değerlendirirken İmam Fahruddîn er-Râzî tam da bu noktaya dikkatimizi çeker ve bu fırka mensupları arasında hiçbir ayrıma gitmeden, “sufi” olarak anılan kimselerin tamamını tebrie etmenin yanlışlığını vurgulayarak şöyle der: “Ademoğulları’nın en hayırlılarımda, “fırkaların en şerlisi”de Sufiyye arasında yer alır.(3)
Dikkat edilirse, bu vakaların tamamı günümüzde varlığını -birtakım tarz ve ton farklılıkları bulunmakla birlikte- devam ettirmektedir. Bir taraftan Tasavvuf münkiri çevreler Tasavvufun Kur’an- Sünnet -ya da “sadece Kur’an”!- çizgisinden sapma hareketi olduğu tarzındaki ithamları devam ettirirken(4), bir taraftan da “içeriden” birtakım yaklaşımlar Kur’an ve Sünnet çizgisindeki Tasavvuf yerine birtakım felsefî yaklaşımlara ya da hurafelere dayanan farklı bir anlayışı Tasavvuf adına tahkim etmeye çalışmaktadır.
“HER İLİM EHLİNDEN ALINIR”
Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)
Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?
Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid’in hadisçiden, Tefsir’in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde “şaşmak” olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12’den vurmuşlardır.
Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.
Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde “İmamların imamı” ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu’t- Tevhîd’ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, “Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz” sözleriyle kınanmıştır.Hatta İbn Huzeyme’nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların,çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir…
Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş “her şeyi” üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek,yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz’ifine sunmadan “korumacı” bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.
Bid’at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ının,ancak muhtevasındaki i’tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu’tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.
Hanefî mezhebine mensup mu’tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış “Hanefîler hadise karşı tavırlıdır” gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet’in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı “sufi” olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî’nin “fırkaların en şerlileri” dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye’yi de aklamış,Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden “Tasavvuf” damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)
Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, “vâhdet-i vücud” nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,(8) İbn Teymiyye, AllahTeala’nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle “havâdis lâ evvele lehâ”ve”nev’in kıdemi”(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)
Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!
Bu noktada “altyapı” ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz “altyapı”, Fıkh’ın da, Hadis’in de, Kelam’ın da,Tefsir’in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.
MUHTEMEL BİR İTİRAZ
Yukarıdaki tesbitlere mukabeleten, “Ben Tasavvuf mesleğini kendime yakın buluyorum. Dolayısıyla sadece seyr-ü sülukumda değil, itikad ve amelimde de Tasavvuf ehlinin çizgisinde yürümek istiyorum.
Usulüddin âlimine yahut Fıkıh veya Hadis âlimine mecbur muyum?” tarzında bir itiraz ileri sürmek mümkündür.Hatta, “Ben Hadisle ameli seviyorum. İtikadımı da, amelimi de, kalbî hayatımı da hadisler yönlendirsin istiyorum.” diyenlerin itirazına kulak ve cevap vermek bu satırların yazarı için elbette bir mecburiyettir.
Ne kadar hamd etsek azdır ki, Yüce Allah bu ümmeti tahkik, insaf ve itidal ehli âlimlerden mahrum bırakmamıştır, O âlimler sayesinde itikadımızı da, amelî hayatımızı da, kalbî ve ruhî inkişafımızı da şüphelerden ari bir şekilde intizama sokma imkânına sahibiz.
Son dönemde bilhassa gençler, önlerine inhisaren konulan ekstrem seçenekler sebebiyle bir uçtan öbürüne savrulurken, hakikat da “uç’ların tekeline mahkûm edilmiş bulunuyor.Oysa varisi kılındığımız ilmî miras bu “uç”lardan ibaret değil. Bu ümmetin karakteristik vasfı olan “denge” ve “itidal” tarih içinde olduğu gibi bugün de bize istikamet gösterecektir.
İbn Dakîk el-lyd’lerin, Kemâluddîn İbnu’l-Hümâm’ların, Cemâluddîn ez-Zeyla’î’lerin, baba- oğul es-Sübkî’lerin, baba-oğul el-lrâkî’lerin, et-Tehânevî’lerin, Enverşâh el-Keşmîrî’lerin, İbn Hacer el-Mekkî’lerin, Ali el-Karî’lerin, Ahmed b. Zeynî Dahlân’ların,M. Zâhid el-Kevserî’lerin, Selâme el- Azzamî’lerin, Yusuf ed-Dicvî’lerin… yaktığı kandiller yolumuzu aydınlatmaya fazlasıyla yeterli.
Ancak önce bizim gözlerimizi açık tutmamız ve onların yaktığı ışığa doğru yürüme iradesini göstermemiz lazım.
“DENGE İNSANLARI”NIN TAVRI
Yukarıda bir kısmının isimlerini zikrettiğim “denge” âlimlerinden birisi de, hiç şüphesiz İmam-ı Rabbanî’dir. Onun, Şeyh-i Ekber’in vahdet-i vücud nazariyesine getirdiği tenkit, bir kandil gibi Tasavvuf yolunun yolcularının önünü aydınlatıp durmaktadır.Eğer o büyük imam vahdet-i vücud nazariyesini, seyr-u sülük esnasında aşılıp geçilmesi gereken bir merhale, hatta “akla ve şeriata aykırı” bir kabul olarak değerlendirmişse,(11) bu en azından şunu gösterir:
Bizler bu nazariyeye makuliyet, makbuliyet ve meşruiyet kisvesi giydirmek için teviller üretmek zorunda değiliz. Eğer vahdet-i vücud nazariyesi haksa, onu kesin bir dille mahkûm eden İmam-ı Rabbanî -haşa- yanlıştadır.
Eğer İmam-ı Rabbanî’nin çizgisi makul ve meşru olansa, vahdet- i vücud nazariyesini bir”zarurat-ı diniyye” ilkesi gibi yaşatma ve savunma tavrını gözden geçirmek durumundayız…Tasavvuf mesleği içinden vahdet-i vücud nazariyesini reddeden tek isim İmam-ı Rabbani değildir. İbn Arabi’ye bu noktada itiraz eden bir başka mutasavvıf, İbn Sebîn el-İşbîlî’dir. Onun Bed’u’l-Ârif isimli eseri, Şeyh-i Ekber’e reddiyedir.(12)
Bir diğer “denge insanı”, Alâuddîn el-Buhârî’dir (841/1438). Aklî ve naklî ilimlerde yed-i tula sahibi olan el-Buhârî, aynı zamanda büyük sufilerdendir. Ne akidede Ehl-i Sünnet çizginin dışına çıkmıştır, ne fıkıhta, ne de diğer sahalarda…Onu calib-i dikkat kılan, günümüzde de varlığını devam ettiren gerilimin iki ucunu temsil eden İbn Arabi’ye de İbn Teymiyye’ye de karşı tavrıdır.(13) Bu tavırda kristalleşen Ehl-i Sünnet hassasiyeti bizi sarih bir şekilde şunu söylemeye sevk ediyor:
Ehl-i Sünnet inancı ne İbn Arabi’nin vahdet-i vücud nazariyesi, ne de İbn Teymiyye’nin teşbih ve tecsimine indirgenebilir.
Bir başka “denge İnsanı” yazının başına bir tesbitini koyduğumuz Zerrûk’tur. Kavâ’idu’t-Tasavvuf isimli eserinde, zikrettiğimiz cümleden önce şunları söyler: “Fıkh’ın umum insanlar için koyduğu hüküm umumîdir.(…) Tasavvufun hükmü ise belli insanlara yönelik olup hususidir. (…)
Bu sebeple fakihin (kendisinden fıkha uymayan şeylerin sadır olduğu) sufıyi kınaması sahihtir; sufinin fakihi kınaması ise sahih değildir. Dolayısıyla (ikisi arasında bir çatışma olursa) Tasavvuftan Fıkh’a rücu etmek gerekir.”(14)
Farklı kesimler tarafından tavırları her ne kadar tarih içinde ve günümüzde Ehl-i Sünnet inanana tetabuk ettirilmek üzere tevil edilmiş/ediliyor olsa da, şu hakikatin üstünü örtmek mümkün değil:
İbn Arabî ve İbn Teymiyye’den önce ve sonra yaşamış bulunan Ehl-i Sünnet Usulüddin ulemasının bu ümmetin selefinden naklettiği itikadın içinde ne vahdet-i vücud vardır, ne de teşbih ve tecsim !…
Bir diğer “denge insanı” hiç şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî’dir. Onun İbn Teymiyye hakkındaki görüşü ve tavrı herkesin malumudur. İbn Arabî konusundaki tavrına gelince, talebesi Ahmed Hayrî’nin, İbn Arabi’nin “Kunnâ Hurûfen Âliyât”diye başlayan kasidesi üzerine kaleme aldığı esere takdim/takrizinde şunları söyler:
“Müellif, kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.
Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu meselenin hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmesi az görülen şeydir. Vahdet-i vücud, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur.
Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhud’dur.. “(15)
TASHİHE MUHTAÇ TUTUMLAR
Gerek tarih içinde gerekse günümüzde Tasavvuf pek çok çevre tarafından tenkit ve hücum konusu yapılmıştır. Ancak bunların Tasavvuf ve ehli üzerinde yıkıcı bir etki yapmadığı müsellem bir hakikattir. Özellikle günümüzde Tasavvufa asıl büyük zararın, “içeriden”geldiğini üzülerek müşahede ediyoruz.
Bilhassa uydurma hadisler konusunda, İlm-i Hadis’te behresi olan Tasavvuf büyüklerinin ikazlarını hiçe sayarak, hatta “Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun” tarzındaki ikaz-ı Nebevi’yi(16) kulak ardı ederek kitaplarında,sohbetlerinde, va’zu nasihatlerinde bol bol uydurma hadis nakleden insanların bu tavrının Tasavvuf ehlinden beklenen yüksek hassasiyetle örtüştürülmesi mümkün değildir.
Birçok Tasavvuf büyüğünün, aslı bulunamamış veya senedinde hadis uydurmakla itham edilmiş yalancı ravilerin bulunduğu rivayetlere eserlerinde yer verdiği bilinen bir husustur.
Onların bu hadislerin uydurma olduğunu bile bile böyle bir tasarrufta bulunduğunu söylemek kesinlikle doğru değildir. Bunun sebebi, onların, Hadis sahasına bu sahanın otoritesi olmalarını sağlayacak kadar mesai sarf etmemiş olmasıdır.
Özellikle kendilerinden önceki Tasavvuf büyüklerinin eserlerinden istifadeyle kitap yazanlar, o müelliflere olan hüsn-ü zanları sebebiyle, bu eserlerdeki rivayetleri ayrıca araştırmaya gerek duymaksızın eserlerine almışlardır.
Tıpkı İmam el-Gazzâlî’nin Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’undaki rivayetler hakkında yaptığı gibi… Burada, “İmam el-Gazzâlî, eserine o rivayetleri uydurma olduklarını bile bile almıştır” demek mümkün değildir.
Dolayısıyla İmam el-Gazzâlî bu noktada mazurdur. Ama o rivayetlerin uydurma olduğu bugün ayan-beyan ortaya çıkmışken, onları eserlerinde, sohbetlerinde “Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki…” diyerek -sahih hadismiş gibi- nakletmek kesinlikle caiz değildir.(17)
Ancak ne yazık ki günümüzde bazı erbab-ı tasavvuftan bu tarz fiiller sadır olabilmektedir.
Şurası açık ki, o rivayetleri “hadis” diye nakletmek Tasavvufa herhangi bir fayda sağlamıyor. Tam tersine, Tasavvuf ve ehli hakkında olumsuz kanaatlerin giderek daha geniş halk kitlelerine yayılmasına ve hâkim olmasına sebebiyet veriyor.
Keza rabıtanın, “ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf (…) bir şeyhe kalbi bağlamak…”olarak ifade edilmesi(18) de bu çerçevede zikre değer bir diğer arızadır. Eğer buradaki “ilahî ve zatî sıfatlar” ifadesiyle,Yüce Allah (c.c)’a mahsus ilahî ve zatî sıfatlar kast ediliyorsa, bunun Tevhid’e aykırı olduğu açıktır. Tevhid’in 5 esasını anlatırken, bunlardan birisinin “sıfatlarda vahdaniyet” olduğunu vurgulayan büyük mutasavvıf Abdülganî en-Nâblusî şöyle der:
“Bundan murad, (…) Yüce Allah’ın, sıfatlarından her birinde mislinin, nazirinin ve benzerinin olmamasıdır. (…) Yüce Allah’ın sıfatlarından herhangi birisinin kendisinin veya mislinin bir başkasında bulunması imkânsızdır…”(19)
ez-Zehebî, ed-Dimyâtî, el-Hekkârî, el-Alâî, Ebû Hayyân, Alâuddîn Moğoltay, İbnu’l-Mulakkın, el-lrâkî, el-Enbâsî, Burhânuddîn el-Halebî, İbn Nâsıriddîn, es-Sehâvî… gibi -aralarında Hadis âlimlerinin de bulunduğu- zahir ulemasına hırka giydiren mürşidlerin ve onların elinden hırka giyen mezkûr ekâbir-i ulemanın ve burada isimlerini zikredemediğimiz sayısız alimin dünyasında bu tarz arızaların bulunmadığını söylemek hakikatin ifadesi olacaktır.(20)
SON SÖZ
Pek çok Tasavvuf büyüğünden, Tasavvufun esasının Kur’an ve Sünnet olduğu sarahaten nakledilmiştir. Bundan kastın, Ehl-i Sünnet itikadı olduğu aşikârdır.
Zira ehlinin malumudur ki, hiçbir bid’at fırka Kur’an ve Sünnet’i açıktan reddetmemiş, hatta tam tersine her fırka Kur’an ve Sünnet’e asıl bağlı olanların kendileri olduğunu iddia etmiştir.
Bu türlü iddiaların gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiğini öğrenmenin tek yolu, Ehl-i Sünnet itikadına uygun olup olmadığına bakmaktır.
Bu bütün İslamî sahalar için böyledir. İster Fıkıhla iştigal edelim, ister Hadis veya Tefsirle, nirengi noktamız Ehl-i Sünnet imamların ortaya koyduğu hakikatler olacaktır.
Bu durum Tasavvuf için de aynıyla geçerlidir. Nasıl diğer alanlarda bize kadar intikal etmiş birikimi Ehl-i Sünnet’in kriterlerine vurarak alıyor veya reddediyoruz; aynı durum Tasavvuf alanındaki miras için de geçerlidir.
Tasavvuf adı altında ortaya konulan teori olsun, pratik olsun, mutlak surette Ehl-i Sünnet ilkelerinin süzgecinden geçirilerek alınmak ya da reddedilmek durumundadır.
Hakk’ı kişilere göre değil, kişileri Hakk’a göre değerlendirme ilkesi hiç kimse için esnetilmemeli, Hakk’ın hatırı her şeyden üstün tutulmalıdır.
EBUBEKİR SİFİL HOCA
(RIHLE’NİN 15.SAYISINDAKİ MAKALESİ)
DİPNOTLAR;
1-es-Serrâc’ın vefatı 378/988’dir.
2-Bu konuda geniş bilgi ve nakiller için bkz. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hüseynî, Mefâhîm Yecib en Tusahhah, 107 vd., H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes’eleleri, 53 vd.
3-Fahruddîn er-Râzî, İ’tikâdâtu Fıraki’l-Müslimîn ve’l-Müşrikîn,115-7
4-Abdülaziz Bayındır’ın Kur’an ve Sünnet Işığında Tarikatçılığa Bakış’ı ile İbrahim Sarmış’ın Tasavvuf ve İslam’ ı bu alandaki yaklaşımlara iki çarpıcı örnektir.
5-eS’Seyfu’s-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)
6-Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve’s-Sıfât, 297-9.
7-Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.
8-İbn Arabi’ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala’nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala’nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu’l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı”, I, 130;”Şit Fassı”, I,237…
9-Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı “hâdis”olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.
Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de “ezelî” olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından “havâdis lâ evvele lehâ” gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
“Nevin kıdemi”: Allah Teala’nın irade ve meşietiyle meydana gelen “söz söyleme”, “yaratma”, “istiva”… gibi fiillerinin O’nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye’ye göre bu türlü fiiller “ayn/şahıs” olarak hâdis, nev’/tür/cins olaraksa kadimdir.
Yani Allah Teala ezelden beri Arş’a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla Arş da istiva da nev’olarak kadimdir. Bkz. Mecmû’u’l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd…; Der’u Te’ârudi’l-Akl ve’n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu’Hadîsi’n-Nüzûl,161…
10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu’l-Bârî’de (I, 166) şöyle der: “Bahru’l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)’e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî’nin, Arş’ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)’e nisbetine gelince (bkz. Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir.”
İmamu’l-Asr, İbn Teymiyye’nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi’nana ulaşmış mıdır? Bu soruya “evet” diyebiliyoruz.
Zira Feydu’l-Bârî’den sonra kaleme aldığı Mirkâtu’t-Târem’de (61) İbn Teymiyye’nîn “havadis lâ evvele lehâ”yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.
O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma’ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul’a seyahatini anlattığı Garâibu’I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî’den başka Arş’ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye’ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye’nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş’ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..
11-Bkz. Mektûbât, 1,84; 43. mektup.
12-el-Kevserî, Makâlât, 421.
13-Vehhabî çevre, onun Fâdıhatu’l-Mülhidîn isimli eserinde İbn Arabi’ye yönelttiği ağır tenkitleri alayı vala ile neşr ve tamim ederken İbn Teymiyye’ye reddi konusunda anlamlı bir suskunluk içindedir. Oysa İbn Teymiyye’ye “Şeyhülislam” diyenin küfre düşmüş olacağını söyleyen ondan başkası değildir. (Bkz. es-Sehâvî, ed-Dav’u’l-Lâ- mi’, I, 122 vd.) Onun el-Mülcime li’l-Mücessime (veya Mülcimetu’l- Mücessime) isimli eseri, yaşadığı dönemde İbn Teymiyye’nin başını çektiği tecsim inancına reddiyedir.
14-Zerrûk, Kavâ’idu’t-Tasavuf, 40.
15-Mukaddimâtu’l-İmâm el-Kevserî, 554.
16-Mütevatir hadisler arasında ilk sıralarda zikredilen bu rivayeti, İbnu’l-Cevzî’ye göre Sahabe’den 98 zat nakletmiştir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 362. el-Kettânî’nin Nazmu’l-Mütenâsirinde (35-6) bu hadisin 72 sahabî ravisi zikredilmiştir.
17-Cübbeli Ahmet hocanın bir vaazında zikrettiği uydurma bir hadis için şu linke bkz.: http://www.youtube.com/watch?v=50S7c3aa91w
18-Bkz. Heyet, Kur’an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, 6.
19-Abdülganî en-Nâblusî, el-Hadîkatu’n-Nediyye, 1,246.
20-Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, 331.
es-Sehâvî bir başka eserinde, hocası Medyen b. Ahmed el-Mağri- bî’nin biyografisini verirken şöyle der:”… Kendisiyle çok kere,bir araya geldim ve eskiden beri tarikatlerinde mevcut usul üzere kendisinden birkaç kere zikir (dersi) aldım. (…) Kendisi bana çok iltifatkâr davranır, “Şeyh Şemsuddîn” diye hitap ederdi. (…) Hatta bir keresinde, “Nafilelerinizi güzelce yerine getirin. Zira farzlarınız onlarla ikmal edilir” hadisini hocamıza (İbn Hacer) sordu.
Hocamız, “Bilmiyorum” diye cevap verince, “Bu rivayeti Tâcuddîn el-Fâkihânî, ibn Abdilberr’e atfen zikretmiştir” dedi. Hocamız, “Mümkündür” diye karşılık verdi.” (Bkz. fes-Sehâvî, ed-Dav’u’l-Lâmi’, X, 151.)
Burada geçen hadis hakkında es-Sehâvî el-Makâsıdu’l-Hasene’de (188), el-Fâkihânî tarafından İbn Abdilberr’e atfen zikredildiği bilgisini tekrarladıktan sonra şöyle der: “Farzların nafilelerle tamamlanacağı hususu sabittir…”