Hamd o gökleri ve yeri yaratan,, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’adır…(En’am,1)
…
İkinci Mesele:”Elhamdu” lafzı, başına elif-lâm getirilmiş müfred bir lafızdır.Bu şekliyle kelime, “hamd” denen şeyin aslını ifâde eder.Bunun böyle olduğu sâbit olunca biz deriz ki: “Allah Teâlâ’- nın “elhamdülillah” âyeti, bu aslın Allah’a âit ve mahsus olduğunu ifâde eder ki bu da, Allah’dan başkasına hamdedilmesine mânîdir.
Binâenaleyh bu ifâde, her türlü hamd, senâ (övgü) ve ta’zîmin sadece Allah için olmasını gerektirir.Eğer “Meselâ öğrettiğinden ötürü hocaya (öğretmene), adâletinden ötürü hükümdara (idareciye) ve yaptığı iyilikten ötürü iyilikte bulunana şükretmek (teşekkür etmek) gibi, in’âmda (iyilikte) bulunana şükretmek vâciptir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez”(Ebu Davud) buyurmuştur” diye bir soru sorulacak olursa, biz deriz ki:
“Hakîkatte hamdedilen ve teşekkür (şükr) edilen sadece Allah’dır. Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a)iyiliğin bir insandan sâdır olup çıkması, o iyiliği yapmaya sebep olacak hissin kulun kalbinde teşekkül etmesine bağlıdır. İnsanın kalbinde bu hissin teşekkül etmesi ise, kulun kendisinden olan birşey değildir. Aksi halde bunun teşekkül edip meydana gelmesi, başka bir sebebe (hisse) dayanır. Bu teselsülü gerektirir.
Aksine bu sebebin kuluh kalbinde meydana gelişi, sadece Allah Teâlâ’dandır. Binâenaleyh kulun kalbinde bu sebep (his) tahakkuk ettiğinde, o iyiliğin yapılması vâcip; bu sebebin zâil olması durumunda ise, bu iyiliğin yapılması imkânsız olur. Böylece gerçekte o iyiliği yapan (yaptıran), Allah Teâlâ olmuş olur. Bu sebeple de, her türlü hamde ve şükre gerçek mânada müstehak olan sadece Allah’tır.
b) İnsanlardan birisine iyilik eden herkes, bunu, ya bir menfaat elde etmek için, yahut da bir zararı savuşturmak için yapar. Bir menfaat elde etme hususuna gelince, yaptığı bu iyilik sebebi ile, ya kalbinde bir sevinç ve memnunluğun, yahut dünyevî az veya çok bir karşılığın, yahut da uhrevî bir mükâfaatın meydana gelmesini umar. Bir zararı savuşturma hususuna gelince, insan herhangi bir canlıyı bir zarar veya belâ içinde görünce, kalbi o canlıya bir şefkat duyar. İşte bu şefkat ve rikkat, o canlının o zarara düştüğünü gördüğü zaman insanın kalbinde doğan bir çeşit acı ve elemdir.
Binâenaleyh bu insan, o canlıyı bu belâdan kurtarmaya çalıştığında, o rikkat kalbinden gider ve kalbinin elem veren bu rikkattan kurtulması ile kalbi itminana erer, hoşhal olur. İşte onun yaptığı bu iyilik, sanki kalbinin, o hissettiği rikkatin eleminden kurtulması için olmuş olur. Böylece, Hak Teâlâ’nın dışındaki her varlığın, yaptığı iyiliği vasıtası ile, ya bir menfaati celbetmek, yahut da bir zararı defetmek için yapmış olduğu sâbit olur. Fakat Hak Subhânehû ve Teâlâ, ihsanda bulunur ve bununla ne bir menfaati celbetmek, ne de bir zararı defetmek ister. Binâenaleyh hakîkî mânada İyilikte bulunan sadece Allah Teâlâ olmuş olur. İşte bu sebeple de her türlü hamde müstehak olan, sadece Allah’dır ve bundandır ki O, sûreye elhamdülillah diye başlamıştır.
c) Mahlûkâttan herhangi birinin yaptığı her iyilikten istifade etme, ancak Allah Teâlâ’nın ihsânı ile tam ve mükemmel olabilir.Baksana eğer Allah Teâlâ, böyle çeşit çeşit nimetleri yaratmamış olsaydı, insan bir buğdayı ve bir meyveyi bir başkasına veremezdi. Yine eğer Allah Teâlâ, o nimetlerden istifâde edilmesine imkân veren beş duyuyu insana nasîb etmeseydi, insan nimetlerden istifâde edemezdi. Yine Cenâb-ı Hak, insana hastalıksız bir mîzaç ve sağlam bir bünye vermeseydi, insanın onlardan istifâdesi mümkün olmazdı. Binâenaleyh Allah’dan başkasından olan hertürlü iyilikten istifâdenin, ancak Allah’ın ihsanı ile tamamlandığı sâbit olur.
İşte bu durumda da gerçekte Allah’dan başka hiçbir muhsinin (iyilik yapanın) bulunmadığı ve hamde ancak ve sadece Allah’ın müstahak olduğu ortaya çıkar, işte bu sebepten ötürü de, Hak Teâlâ, Elhamdülillah diye başlamıştır.
d) Her türlü nimetten istifade etme, istifâde edecek olanın diri, kâdir ve âlim olması halinde mümkündür. Halbuki var olma, hayat sahibi olma, kâdir olma ve âlim olma (bilme), ancak Hak Teâlâ’dan olan birer nimettir. Asıl terbiye ve çeşitli rızıklar, insanın çocukluğundan başlayıp, ömrünün sonuna kadar, ancak Allah’dan olabilir.
Hem sonra insan, Rahman tarafından kendi hilkatine konulmuş olan hikmet eserleri üzerinde düşünüp, Allah Teâlâ’ nın insanın uzuvlarına yerleştirdiği çeşitli fayda ve maslahatları gördüğünde, bunların, uçsuz bucaksız bir okyanus olduğunu anlar. Nitekim Hak Teâlâ, “Allah’ın nimetlerini saymak isteseniz, sayamazsınız” (Nahl, 18) buyurmuştur. Farzedelim ki kul, bir başkasına bir iyilik yapabiliyor. Ama kulun bu iyiliği, bir damla kadardır. Halbuki Allah’ın nimetleri başta ve sonda olarak, gizli ve âşikâr olarak sınırsızdır. İşte bundan dolayı mutlak mânada hamd-ü senâya müstehak olan sadece Allah Teâlâ olup yine bundandır ki burada elhamdülillah buyurmuştur.
Fahruddin er-Râzi – Tefsir-i Kebir,cild:9,syf.308,311
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…