“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, onu arayıp tarayan ancak netice alamayınca deveyi bulma ümidini tamamen kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşın derecedeki sevincinden dolayı ne söylediğini bilmeyerek: “Allah’ım! Sen benim kulumsun; ben de Senin Rabb’inim’ diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”(Müslim,Tevbe 7)
Müminin bu hâlinin başlangıcı, Allah Teâlâ’nın ondan hoşnut olması ve onu sevmesidir. İş daha başlangıçta böyle bir şekil alır. Bu, Allah ile kulu arasındaki sırdır. Allah bu sırrı marifetinin batınına koyar ve bu sır, kişiye Allah’ı sevdirir ve O’ndan korkutur; Allah’a karşı ümitvar kılar ve O’ndan ürpertir. İnsanların çoğuna göre hepsi tek bir biçimdir. Ancak muvahhidlere mahsus kılınan rahmete mazhar olanlar tevhide nail oldular. Allah Teâlâ bu has kullarını rahmet kapısına getirdi ve onlar da içeri girdiler. Böylece onlar en büyük rahmete vasıl oldular.
Bu en büyük rahmet, Allah’ın kulları için kendi nefsine yazmış olduğu yüz rahmetten çıkmıştır. Bu rahmette O’nun sevgisi vardır. O kullar bu kapıdan girip de büyük rahmete vasıl olunca o rahmette boğuldular. O rahmette Allah’ın muradı ve muhabbeti vardır. Onlara murad kapısı açılır ve bu kapı onları Allah’ın muhabbetine mazhar kılar. Onların kalbleri açılan bu muhabbet kapısındaki muhabbete takılı kalır, Allah’ın dışındaki her şeyle ilgili üzüntü ve sevinç kaybolup gider, nefıs aldığı bu tattan kopamaz hâle gelir. Böyle bir durumda artık sebepler ve vesilelerden kopulur, nefıs kirlerden arınarak kurbiyet mertebesine vasıl olur. O insanlar, Kuddüs’ün133 kurbiyeti ile tertemiz olurlar. Tertemiz hâle gelince de sadece O’nunla meşgul olurlar. Bu durumda onların, “Ey Yegânem! ” demeleri caiz olur. Eğer Allah Teâlâ, “Doğru söyledi ve Ben de icabet ediyorum.’ derse bu kişiler, Kabz134 ehlinden olurlar.
Cenab-ı Hak kendisinden gafil olan ölü bir kalbe akıl ve ilim nurunu verirse o kişi Rabb’ini tanır. Böylece ilmi, hayat nuru ile akleder. Kişi Rabb’ini tanıdığında O’nunla mutmain olur, kul olarak nefsini O’na teslim eder. Bu durumda ona iki isim gerekir: Bunların birisi Mümin, diğeri ise Müslimdir. İman ismi, kalbin istikrarı (yakîn ile inanması) nedeniyle İslâm ismi ise emir ve yasaklar hususunda kul olarak nefsini teslim etmesi nedeniyle verilir. İkisi de tek bir çerçevede bulunur: Kişi Allah’ı Rabb olarak tanır ve O’nunla mutmain olur; nefsini Allah’ın yanında hisseder ve O’na teslim eder. Bu ikisi de tek bir marifettir. Rabb’ine baktığı zaman O’nu Rabbi olarak tanır, nefsine baktığı zaman nefsinin de O’nun kulu olduğunu bilir. Bunlar ancak kalbin diri olması koşuluyla bilinebilir ve bu marifet diri kalble elde edilebilir. Emir ve yasaklar o kulu, kulluğa çağırır. Ancak nefsine yerleştirilmiş olan şehvetler gelir ve kişiye ağırlık verip onu yasaklar hususunda serkeş yapar. Eğer kişi Allah’ın Zat’ı için gerektiği şekilde cihad ederse Allah o kişiyi takdir eder; emirlerinin daha hafıf gelmesi ve yasaklarda kendisini daha iyi frenleyebilmesi için onun kalbindeki diriliği artırır.
Bu kişinin gelişi, gidişi, tekrar gelip gitmesi onun nasıl biri olduğunu sana tarif eder. Hatta o, senin kalbinde, yüzlerinden tanınan insanların kategorisine girer. O kişi senin yanına sürekli gelip gitmekle, sana selam vermekle, senin hâl ve hatirinı, ihtiyacının olup olmadığını içinden gelerek sormakla kendisinin nasıl biri olduğunu sana belli eder. Böylece bu kişi senin kalbinde; seninle ilgilenen, sana ve işlerine önem veren biri olarak yer eder. Sonra bu kişi söylediklerini filiyata geçirerek senin sevincine ve üzüntüne, hoşlandığın ve hoşlanmadığın şeylere de ortak olur. Hatta senin sevincin onu sevindirir, başına gelen musibetler ise onu üzer. Sen acı çektiğinde o da acı çeker. İşte o, bu ihlası ile nasıl biri olduğunu belli eder ve senin kalbindeki muhlis insanların konumuna oturur. O kişi sonra bu derecelerin de ötesine geçerek malını ve canını sana feda eder, zor anlarda nefsini senin için harcar. O, senin yanında olmaktan dolayı malının eksilmesini veya canına bir şey olmasını umursamaz ve bunların hepsini senin uğrunda harcar. O kişi böyle yaparak senin kalbinde taht kurar ve senin için insanlar arasında biricik olur. Böylece sen sırlarını onunla paylaşır, hayatının her safhasında ona yer verir, onun isteklerini ve kararlarını her işine dahil edersin. İşte Allah da bu kulun davrandığı gibi sana muamele eder.
İnsandaki hevâ da bu bulut gibi kalbi gölgeler. Kalbteki nur, bulutun arkasında kalan Güneş gibidir. Bu durumda Güneş’in ışığı da sıcaklığı da fayda vermez. Düşmanı da (yani şeytan) onu aldatırsa insan şirke düşer ve kalbini aydınlatan nur tutulur, marifeti küfre dönüşür. Perdeleyen küfür nedeniyle insanın kalbi kapkaranlık gece gibi olur. Oysa o kişi Allah’ın yaratıcısı olduğunu, rızık verdiğini, maliki olduğunu ve kendisini öldüreceğini biliyordu. Ancak onun ilmi bu karanlığın gölgesinde kalmıştır ve kalb gözünü aydınlatamaz. “Rabb’im Allah’tır.” der ancak dosdoğru davranmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki sen onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, şüphesiz ki onları güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı.’ derler.”(Zuhruf,9)
Yine, kâinattaki işleri düzenleyen kim, sana rızık veren kim, kulak ve gözün sahibi kim, her şeyin melekütu kimin elinde, diye sorsa onlar, “ Allah” cevabını verirler; ancak arkasından da Allah’ a şirk koşarlar.
Allah Teâlâ müminin kalbindeki kendi nurunun misalini, o mümine değerinin ve mertebesinin ne düzeyde olduğunu bildirmek amacıyla vermiştir. Yine Allah Teâlâ o mümine mevcut bir şeyi işaret ederek, ahirette ne hazırladığını da haber vermektedir. Müminin nefsi ev gibi, kalbi de kandil gibidir. Onun ağzı kapı misali, dili ise kilit misalidir. Kandil o evde asılıdır ve kandilin yağı yakîndir. O kandilin fitili zühd, camı rıza, askısı da akıldır. Mümin, kalbinde olanı ikrar etmek amacıyla ağzını açarsa o kandil duvardaki deliğinden Allah’ın arşına kadar aydınlanır. Onun kelamı, ameli, zahiri, batını, amellere girişi ve amellerden çıkışı nurdur. Kıyamet günü de onun varacağı yer yine nur olur.
Güzel kelimeler, güzel yerlerden çıkar. Güzel kelimelerin çıkış yeri, marifet, ilim, yakîn ve akıl madenleridir. Tüm bunların oran ve niteliğine göre kişiye cennette güzel evler ve eşler, giyecekler, yiyecekler ve bahçeler, sevinç, beden, yüz ve hizmetçiler artırılacaktır. Allah Teâlâ cennetteki güzellikleri insanların amelleri ve kulluklarına göre derece derece taksim etmiştir. İlim, marifet ve akla göre söz ve fıiller güzelleşecek, nefse göre de hoş ve devamlı olacaktır.
Içinde marifet hazineleri olan kalb, Allah’a ve O’nun rızasını talep etmeye; hevâ bulunan nefis ise şehvetlere ve fâni olan dünya lezzetlerine davette bulunur. Bundan dolayı yarın ağır bir hesap, uzun bir bekleyiş, ürkütücü sorular olacaktır. Kimin kalbinde marifet hazinesi az olursa nefis onun kalbine hükmeder, kontrolünü zayıflatır ve yuları ele geçirerek o kişiyi esir alır. Böylece o, bir yönetici iken harici etkenlerin esiri oluverir. Tedbir elden bırakıldığı zaman bina harap olur, teba zayi olur, ilim de uzaklaşıp gider.
Nefıs bu hâlde ve kalbte de marifet hazinesi az ise nefis muhtaç hâle gelir. Hazine azalınca ordular da azalır; muhafızlar dağılır, kontrol zayi olup gider. Nefsin fesada uğramaması için onun yorucu amellerle meşgul edilmeye ihtiyacı vardır.
Cenab-ı Hak kendisinden gafil olan ölü bir kalbe akıl ve ilim nurunu verirse o kişi Rabb’ini tanır. Böylece ilmi, hayat nuru ile akleder. Kişi Rabb’ini tanıdığında O’nunla mutmain olur, kul olarak nefsini O’na teslim eder. Bu durumda ona iki isim gerekir: Bunların birisi Mümin, diğeri ise Müslimdir. İman ismi, kalbin istikrarı (yakîn ile inanması) nedeniyle İslâm ismi ise emir ve yasaklar hususunda kul olarak nefsini teslim etmesi nedeniyle verilir. İkisi de tek bir çerçevede bulunur: Kişi Allah’ı Rabb olarak tanır ve O’nunla mutmain olur; nefsini Allah’ın yanında hisseder ve O’na teslim eder. Bu ikisi de tek bir marifettir. Rabb’ine baktığı zaman O’nu Rabbi olarak tanır, nefsine baktığı zaman nefsinin de O’nun kulu olduğunu bilir. Bunlar ancak kalbin diri olması koşuluyla bilinebilir ve bu marifet diri kalble elde edilebilir. Emir ve yasaklar o kulu, kulluğa çağırır. Ancak nefsine yerleştirilmiş olan şehvetler gelir ve kişiye ağırlık verip onu yasaklar hususunda serkeş yapar. Eğer kişi Allah’ın Zat’ı için gerektiği şekilde cihad ederse Allah o kişiyi takdir eder; emirlerinin daha hafıf gelmesi ve yasaklarda kendisini daha iyi frenleyebilmesi için onun kalbindeki diriliği artırır.
Böylece o, Allah’m nezdinde çok değerli, istediği zaman O’nun huzuruna girip çıkan asil bir insan olur. O kişi kurbiyet meclislerinde istediği zaman dilediği yere oturur. Allah Teâlâ da o kişiye bazı sırlar verir. Bu, o kulun dünyadaki ahvâlidir. Ahirette Allah’ın huzuruna geldiğinde ise Allah’a kavuşmanın süruru, yüksek derecelere nail olması, Firdevs cennetine girmesi ve perde olmadan Allah’m cemalini müşahede etmesi vuku bulacaktır. Bu nedenledir ki Allah Resulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Kişinin akıl kapasitesi ve azmini bilinceye kadar Müslümanlığı sizi şaşırtmasın!”253
Nefsin mekânı boşluktur; kalbin mekânı ise nefsin fevkinde olan gönüldür. Kalb, gönülde damarlar ve gizli bağlarla asılmış bir’kova gibidir. Onun altında nefis vardır. Nefiste ise şehvetler vardır. Hevâ, ateşin solumasından çıkan bir rüzgârdır. Bu rüzgâr, ateş kapısından şehvet mahalline gider. Giderken esintisini de neşesini de yüklenir ve bunları nefse ulaştırır.
Hevâ rüzgârı bir işle birlikte eser ve bu rüzgâr nefse, neşe ve esinti getirirse nefis tahrik olup galeyana gelir; damarlardan o işin boşluğunu ve lezzetini en süratli şekilde yürüterek nefsi istila eder. Nefis istilaya uğrayınca gönüle gelen tasavvur ve örnekler karşısında bocalayıp yalpalar. Bu durumu hafıf bulursa kalb harekete geçer; şu veya bu lezzete ulaşmak için eğilim gösterir. Eğer kalb bunu ağır bulur veya teskin edecek bir malzeme bulamazsa nefse yönelir. Bu defa da ikisi (Kalb ve nefis) ittifak kurarak şehvetlere yönelirler. Bu şehvetler yasaklanmış şehvetler ise o zaman da onları gerçekleştirmenin yollarını ararlar. Bunun sonucu da günah ve masiyet olur.
Kalb ancak Allah Teâlâ’yı bilirse. bu durumdan rahatsız olur Çünkü Allah Teâlâyı bilmek, haşyeti doğurur. Eğer bu haşyet nefse sirayet ederse nefis solgunlaşır, tereddüt etmeyi bırakır ve kalb de istikrara kavuşur.
Akıllı ve uyanık kişi olaylara bu pencereden bakar; hayırlı amelleri işleyerek sırtına yüklenir, tazarruda bulunurken dua etmekten usanmaz. Kalb gözleri ile Allah’a bakar, kalbini rahmet suyu ile yıkar ve böylece kalbi mağfirete hazır hâle gelir. Böyle bir durumda kul, “Beni bağışla! Günahları Senden başka bağışlayan kimse yoktur.” deyince Allah Teâlâ tebessüm eder(hoşnut olma anlamındadir) ve sanki şöyle ferman buyurur:
“Kulum Benim huzurumdaydı. Makamı terk edip günahlara daldı. Sonra gezdi, dolaştı ve Benden başka kimsede çıkış bulamadı. Herkesten ümidini kesti ve Bana döndü. Bildi ki Benden başka yarasını tedavi edecek kimse yoktur. Çünkü Ben mağfıreti sadece kendime has kıldım.”
Allah Teâlâ bir kula tebessüm ettiyse o kulu hesaba çekmez.
Ayette geçen “Edindiler” lafzından maksad şudur: Onlar Allah’ın dışındaki kişilere taptılar yani Rabb edindiler. Oysa taptıkları kimseler kendilerine ahirette hiçbir fayda veremeyecektir. Aynen örümcek yuvasının sıcakta ve soğukta bir fayda vermediği gibi. Onların taptıklan da örümceğin yuvası gibi zayıftır. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yuvaların en zayıfı örümcek yuvasıdır.” Yani 0 ev bir şeyi örtemez, bir şeye fayda veremez, sıcak ve soğuğu önleyemez. Allah’ın dışinda tapılan her şey de aynen böyledir. Kâfır kişi de Allah’ın setrinden (örtmesinden) çıplaktır ve Allah’a üzerinde elbise olmadan çıplak bir şekilde gelecektir. Allah Teâlâ da onun işlediği rezillikleri ve çirkinlikleri huzuru mahşerde herkesin gözü önünde ifşa edecektir.
Iman verilip de Kur’an verilmeyen kişi, tadı güzel olup da kokusu olmayan bir meyve gibidir.
Kur’an verilen ancak iman verilmeyen kişinin misali, kokusu güzel ancak tadı kötü olan Mersin ağacına benzer.
Hem Kur’an hem de iman verilen kişinin misali, Turunç ağacı gibidir. Hem kokusu hem de tadı hoştur.
Ne Kur’an ne de iman verilmeyen kişinin misali ise Ebu Cehil Karpuzu gibidir. Onun kokusu da tadı da kötüdür.
“İsrailoğulları zamanında eşini çok seven bir âlim vardı. Ancak o kadın vefat etti. Alim eşini kaybettiği için çok üzüldü, eve kapandı ve kendini insanlardan soyutladı. Kimse de onun yanına gitmedi. Bir müddet sonra kadının biri bu durumu duydu ve onun evine gelerek, ‘Benim ona danışmam gereken bir mesele var! Mutlaka onunla yüz yüze görüşmem lazım!’ dedi. Bir kişi bu durumu 0 âlime haber verdi. Alim, “İzin verin.’ dedi. Kadın onun yanına girdi ve: ‘Ben size bir şey danışmak için geldim.’ dedi. Alim: ‘Nedir?’ diye sorunca ‘Ben komşumdan ipek bir elbise almıştım ve o elbiseyi bir müddet giydim. Şimdi o komşum elbiseyi iade etmem için bana haber gönderdi. Ben bu elbiseyi geri göndermeli miyim?’ dedi. Alim, <Evet, göndermelisin’ dedi. Kadın, ‘Ancak 0 elbise bende bir müddet kalmıştı.’ diye ısrar edince âlim: “Ödünç aldığın her şeyi zamanı geldiğinde geri vermen senin üzerine düşen bir görevdir.’ diye cevap verdi. Kadın: ‘Ey Allah merhamet edesi insan! Allah’ın sana ödünç olarak verdiği ve sonra da senden aldığı bir şey için mi bu kadar üzülüyorsun? O’nun, verdiği bu emanet üzerinde senden daha fazla hakkı yok mu?’ dedi. O âlim içinde bulunduğu durumun farkına vardı ve Allah Teâlâ o kadının sözüyle bu âlimi istifade ettirdi.”
“O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir. ”(Rad,17)
Hak, vadiden akan su gibidir. Vadi suya karışan çöp gibi kendi hacmine göre akıp gider; hak da bâtıla karışır. Nefis, bâtıl olan fani şeyleri, kuruntuları ve şehvetleri sürekli şekilde akla getirir. Kalb de nefsin bu kuruntularına aldanır. Oysa hak, ne eskir ne de fani olur.
“Gökten su indirdi.” demek, Kur’an’ı indirdi demektir. Allah Teâlâ Kur’an’ı suya benzetmiştir. Yağmurda dünya için faydalar olması gibi Kur’an’da da ahkâm ve şeriata dair dinî faydalar vardır. Allah Teâlâ kalbleri ise vadilere benzetmiştir. Suyun vadilerde nasıl giriş ve çıkışları varsa nurun da kalblerde o şekilde giriş ve çıkışları vardır. Sonra Allah Teâlâ kalbleri sele; bâtılı da suyun üzerindeki çer-çöpe benzetmektedir. Tefekkür etmeyen, ibret almayan, hakka rağbet etmeyen her kalbi. Allah Teâlâ yüzüstü bırakır. Böylece de zulmet o kalbte giriş ve çıkış yerleri bulur. Aynen selin bir vadide giriş ve çıkış yerleri bulması gibi. Yüzüstü bırakılan kalb, bâtılı yüklenir. Aynen selin çer-çöpü yüklenmesi gibi. Eğer kalb muvaffakiyet bulursa tefekkür eder, ibret alır, hakkı yüklenir. Aynen insanların saf ve temiz sudan faydalanması gibi.
Sonrasında Allah Teâlâ hak ve bâtılı, hak ve bâtıl ehli için tavsif ediyor: Öz olan şey çer-çöp oluyor. Yani bâtıl olan şey, sahibi için dünya ve ahirette faydalı olacak şeyleri yok ediyor. İnsanlara faydalı olan suya gelince o, yeryüzünde kalıyor ve insanlar için saf ve temiz kalmaya devam ediyor. Hak da bunun gibidir. Allah Teâlâ hakkı saf suya benzetiyor, çünkü hak, sahibine dünya ve ahirette fayda sağlar. Aynen temiz suyun, kendisi ne ulaşana fayda sağlaması gibi.
“O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir. ”(Rad,17)
Hak, vadiden akan su gibidir. Vadi suya karışan çöp gibi kendi hacmine göre akıp gider; hak da bâtıla karışır. Nefis, bâtıl olan fani şeyleri, kuruntuları ve şehvetleri sürekli şekilde akla getirir. Kalb de nefsin bu kuruntularına aldanır. Oysa hak, ne eskir ne de fani olur.
“Gökten su indirdi.” demek, Kur’an’ı indirdi demektir. Allah Teâlâ Kur’an’ı suya benzetmiştir. Yağmurda dünya için faydalar olması gibi Kur’an’da da ahkâm ve şeriata dair dinî faydalar vardır. Allah Teâlâ kalbleri ise vadilere benzetmiştir. Suyun vadilerde nasıl giriş ve çıkışları varsa nurun da kalblerde o şekilde giriş ve çıkışları vardır. Sonra Allah Teâlâ kalbleri sele; bâtılı da suyun üzerindeki çer-çöpe benzetmektedir. Tefekkür etmeyen, ibret almayan, hakka rağbet etmeyen her kalbi. Allah Teâlâ yüzüstü bırakır. Böylece de zulmet o kalbte giriş ve çıkış yerleri bulur. Aynen selin bir vadide giriş ve çıkış yerleri bulması gibi. Yüzüstü bırakılan kalb, bâtılı yüklenir. Aynen selin çer-çöpü yüklenmesi gibi. Eğer kalb muvaffakiyet bulursa tefekkür eder, ibret alır, hakkı yüklenir. Aynen insanların saf ve temiz sudan faydalanması gibi.
Sonrasında Allah Teâlâ hak ve bâtılı, hak ve bâtıl ehli için tavsif ediyor: Öz olan şey çer-çöp oluyor. Yani bâtıl olan şey, sahibi için dünya ve ahirette faydalı olacak şeyleri yok ediyor. İnsanlara faydalı olan suya gelince o, yeryüzünde kalıyor ve insanlar için saf ve temiz kalmaya devam ediyor. Hak da bunun gibidir. Allah Teâlâ hakkı saf suya benzetiyor, çünkü hak, sahibine dünya ve ahirette fayda sağlar. Aynen temiz suyun, kendisi ne ulaşana fayda sağlaması gibi.
Çirkinliklerden temizlenmiş olan kalbteki iman da böyledir. Bu kalbe şehvetin sıcaklığı, hırs ateşi, böbürlenme, gurur ve mevki-makam arzusu girerse bu şeyler o kalbi kuşatır; iman fidanı solgunlaşır, temizlik ve tazelik gider.
“Sen benim hukukum ile ilgili suç işledin, emrimi terk edip zayi ettin. Sen bizzat özür dileyeceğine hizmetçilerini vekil tayin edip o esnada kendi ihtiyaçlarınla meşgul oldun. Bu tavır iğrenç bir tavır değil mi?”
Böyle bir kişinin kendi özrü de hizmetçilerinin özrü de bir önem arz etmez.
Bahsettiğimiz tüm bu vasıflar, nefsin nasibi ile ilgilidir. Nefis, Rabb’ini bu vasıflarla tanımazsa şaşkın, fakir, cansız, aldanmış ve solmuş bir nefis olur.
“Yahut (anlamı durumu), gökten sağanak hâlinde boşalan yağmur gibidir.”(Bakara,19)
Yani münafıkların Kur’an’a karşı olan münasebetlerinin misali, ıssız ve susuz bir çölde konaklayan ve üzerlerine şiddetli yağmur yağan bir taifenin misali gibidir. Kur’an’ın yağmura benzetilmesinin sebebi şudur: Yağmurun insanlar için hayat kaynağı olması gibi Kur’an da inananlar için hayat kaynağı ve faydadır.
Kur’an’ı yalanlayan münafıklarm misali, soğuk havada gece vakti gökten şimşek ve fırtınalarla yağan yağmur gibidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Onda karanlıklar vardır.”(Bakara,19)
Yani bu yağmurda karanlıklar, yıldırımlar ve şimşekler vardır. Yağmurun misali, Kur’an’ın misalidir. Yıldırımın misali, onların tehdit edildiği azabın misalidir. Yağmurdaki şimşeğin misali ise imanın misalidir. Kur’an’da yer alan ve insanların hidayete ulaştığı o beyanatların misali, bu gecedeki şimşek parıltısıyla insanların yolunu bulması gibidir. Allah Teâlâ Kur’an’ı yağmura benzetmiş; Kur’an’ın tehditlerini de yıldırıma benzetmiştir.
“(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”(Bakara,17)
Onlar öğüt alınacak olan Allah kelamının manalarını anlamazlar. Onlara göre Kur’an’ın manaları ve hayırlı sözler, ortada dolaşan sözler gibidir.
Allah’ın ikramda bulunduğu ve temiz kıldığı bir beşerin ağzından bile böyle oluyorsa bizatihi izzet sahibi olan Rabb’in kelamını konuşan kişinin hâli nasıl olur? Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”(Yunus,57)
Allah Teâlâ arı ile ilgili de şöyle buyurmuştur:
“Onların karınlarından çeşit çeşit renklerde bir şerbet ( bal ) çıkar ki onda insanlar için şifa vardır.”(Nahl,69)
Bah yalayıp yutmak kişiye şifa verir. Çünkü bu, Allah’in vahyine boyun eğen, Allah’m gösterdiği yolu takip eden arının içinden gelen bir sıvıdır. İşte bu sıvı, bedenlere şifa ve damakta tattır. Bir balın yutulmasında bile durum böyleyse Allah’ın kelamının yutulması ile ilgili düşüncen ne olur? Kalbi Allah’tan gafil olan, nefsi ve arzuları seven kişiler bu durum karşısında bocalayıp dururlar. Ancak gaflet sarhoşluğundan uyanan, kalbi Allah ile dirilen ve kendine gelen kişiler bu tadı ve lezzeti hisseder.
İçki içip sarhoş olan kişi bal yerse onun tadını ve lezzetini alamaz. Aynı şekilde şehvetlere olan sevgisinden dolayı sarhoş olmuş kişi de Allah’ı kelamının tadını ve lezzetini alamaz; onun ağzında, midesinde ve kalbinde şifa bulunmaz. O kişi efendisinden kaçan bir köle gibidir ve kaçışından dolayı da cezalandırılacaktır.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…