Hadis Metinleri Bağlamında Özel İlke ve Esaslar

 

TR-hadislerle-islam-xvn2uox5ts_Kirp Hadis Metinleri Bağlamında Özel İlke ve Esaslar

1-Hadis Metinleri Bağlamında Özel İlke ve Esaslar

Hadis Metinlerini Konu Bütünlüğü İçerisinde Değerlendirmek

Hadisler okunurken konu bütünlüğüne dikkat edilmelidir; yani bir hadisi o konuda varid olan diğer hadislerle birlikte ve bir bütün ola­rak ele almak gerekir. Hadislerin tasnif edilmeye başlandığı hicrî ikinci asırdan itibaren belli bir konuya ilişkin hadisleri bir araya toplayan ki­tapların yazıldığı bilinmektedir. Mesela, câmî türü eserler hadislerde yer alan sekiz ana konuyu içine alır. Bu konular şunlardır: İman; ibadet ve muamelat (ahkâm); ahlak ve nefis terbiyesi (rikâk); yeme, içme ve sefer adabı;, tefsir, tarih ve siyer; fizikî, insani ve ahlakî nitelikler (şemâil); fiten ve melâhim; peygamberlerin ve ashabın menkıbeleri.Ayrıca fıkhî hadisleri içeren sünen tarzı kitaplar da kaleme alınmıştır. Bir tek ko­nuyla ilgili rivayetleri toplayan müstakil hadis eserleri de derlenmiştir. Ancak bu, bir konudaki bütün rivayetlerin bu eserlerde toplandığı anla­mına gelmemektedir. Dolayısıyla belirli bir konudaki hadisleri bir arada görmek için, aslî ve talî bütün hadis kaynaklarındaki ilgili rivayetleri birlikte değerlendirmek gerekir.

 

Hadisleri Farklı Rivayet ve Tarikleri ile Birlikte Anlamak

Ahmed b. Hanbel: “Bir hadisin bütün tariklerini bir araya getirmediği­niz sürece onu anlayamazsınız. Hadisin farklı tarikleri birbirini açıklar.’’ demiştir. Hz. Peygamber’den rivayet edilen hersözü veya ondan nakledilen her hadiseyi pek çok kareden oluşan bir resme benzetecek olursak, bütün bu kareleri bir araya getirmeden nakledilen sözü veya hadiseyi bütün yön­leri ile görebilme ve anlayabilme imkanı oldukça sınırlıdır. Ancak rivayetle­rin bütün kareleri tamamlanmış resmini veren herhangi bir hadis kitabı da mevcut değildir. Bu açıdan bakıldığında hadis kaynakları, resmi tamamla­yan kareleri ihtiva etmesi açısından hiç kimsenin müstağni kalamayacağı eserlerdir. Ancak resmi tamamlamak için aynı konudaki hadisleri topla­mak yetmez; ayrıca konusu ve kaynağı aynı olan rivayetlerin tek tek farklı tariklerinin bir araya getirilmesi de gerekir. Bu sayede her bir isnadın ak­tardığı parça metinler birleştirilmiş ve “bütün resim” imkan nispetinde bir araya getirilmiş olur. Bu işlem esnasında aynı zamanda rivayet metinlerinin aslında kime ait olduğu, metnin kimler tarafından şekillendirildiği, tarihî süreç içinde ortaya çıkan ravi tasarruflarının rivayet metinlerine nasıl ak­settiği de tespit edilmiş olur. Bu işlem için hicrî ikinci asırdan intikal eden hadis, tarih ve fıkıh kaynakları ile daha sonraki musannef, câmî, müsned, sünen ve mu’cem gibi bütün eserler, veri sunabilecektir. Ana hadis kaynakla­rımızın hepsinin bu bakımdan kaynak olma değeri vardır. Esasen bu işlem geleneksel hadis tetkiklerinde de belli oranda uygulanmıştır.

Hadislerin Mânâ Olarak Rivayet Edilmiş Olabileceğini Dikkate Almak

Hadislerin anlaşılması ve yorumlanması çalışmasında göz önünde bulundurulması gereken önemli hususlardan biri de, hadislerin büyük bir kısmının “lafzen” değil “mânâ” ile rivayet edilmiş olmasıdır. Hadis riva­yetinin şifahî/sözlü aktarıma dayanan karakterinden dolayı hicrî ilk üç asırda hadislerin büyük kısmı mana olarak rivayet edilmiştir. Mesela, Hz. Peygamber’in Kur’an sürelerini öğrettiği gibi sahabeye öğrettiği teşehhüd duası dahi lafızları az çok farklı olan dokuz ayrı rivayet ile bize gelmiştir.Yine meşhur bir rivayet olan, “Ameller niyetlere göredir…” hadisi, sadece Hz. Ömer’den nakledilmesine rağmen Buharî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde dokuz farklı yerde nakledilir ve rivayetlerin hemen tamamında haberin lafızla­rı birbirinden farklıdır.

Hadislerin mana olarak rivayet edilmiş olmaları gerçeği, bir konuda pek çok isnadı bulunan bir rivayetin, bu rivayetlerden sadece birisinin ha­kikati yansıttığı anlayışının yerine, bütün tariklerin sened ve metin olarak eşit derecede göz önünde bulundurulması gerektiğini göstermektedir.

 

Hadislerin Vürud (Söyleniş) Sebeplerini Tespit Etmek

Kur’an-ı Kerîm’deki süre ve ayetlerin pek çoğunun bir iniş sebebi yani sebeb-i nüzulü olduğu gibi, hadislerin de bir söylenme nedeni yani sebeb-i vürûdu vardır. Hadisin sebeb-i vürûdu, bazen hadis metninin içinde, bazen hadisin başka tariklerinde, bazen de hadis kaynaklarının muhtelif türlerinde yer alabilir. Siyer ve mağazi gibi tarih kaynakların­da da bulunabilir. Hadisin söylenme nedeni, hadisin anlaşılmasında, açıklanması ve hadisten hüküm çıkarılmasında yönlendirici ve bazen de belirleyici bir rol oynar; esbab-ı vürûd, bir hadisin ne anlama geldi­ğini hadisin söylendiği somut durumu ve şartları dikkate alarak tespite imkan vermektedir.

Bu konuda cuma günü gusül abdesti almakla ilgili rivayet oldukça dik­kat çekicidir. Hz. Aişe ve İbn Abbas gibi sahabîlerin naklettiğine göre Hz. Peygamber, bircuma günü hutbe irad ederken şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz cumaya gelmek istediği zaman gusletsin.”Hadis külliyatında bu sözü teyit eden pek çok hadis nakledilmiştir. Sahabeden, Hz. Peygamber’in bu sözü hangi bağlamda söylediğini bilmeyenler, sözün ifade ettiği hükmü farklı değerlendirmiş, sözü bağlamından koparmayarak değerlendirenler ise farklı yorumlamışlardır. Mesela, İbn Ömer’e göre cuma günü guslet­mek hem kadınlara hem de erkeklere farzdır ve yıkanmanın terk edilme­si caiz değildir. Nitekim ondan nakledilen bir rivayet, Hz. Peygamber’in kendi sözünü değil, bu sözden onun anladığını yansıtmaktadır ki rivayet şöyledir: “Cuma günü gusletmek, (akıl) baliğ olan her erkek ve kadın için dinî bir yükümlülüktür.” Sahabeden Ebû Saîd el-Hudrî’nin de benzer görüşte olduğu aktarılır.^

Hadisleri tarihsel ve toplumsal bağlamları ile birlikte değerlendiren sahabîler, Hz. Peygamber’in cuma günü gusletmeyi emretmeye sevk eden sebepler üzerinde durmuşlardır. Hz. Aişe bunu şöyle ifade etmiştir: “İn­sanlar (o günlerde) kendi işlerini kendileri görürlerdi. Cumaya günlük iş kıyafetleriyle gelirlerdi. Onlara, ‘Keşke bugün için yıkansanız (ne iyi olur)’ denildi.”

İbn Abbas, cuma günü gusletmenin, tamamen insan ilişkileri açısın­dan, insanları rahatsız etmemek için emredildiğini anlatmıştır. Irak’tan iki kişi, bir gün kendisine gelerek cuma için boy abdesti almanın dinî bir yü­kümlülük olup olmadığını sormuşlar, İbn Abbas da bunun şart olmadığını ancak güzel bir davranış olduğunu ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in bu sözü hangi bağlamda söylediğini şöyle izah etmiştir: “(Hz. Peygamber zamanında) İnsanlar darlık ve meşakkatte idiler. Yünden elbiseler giyer­ler, bedenen çalışırlardı. Mescitleri dardı, tavanı basıktı ve bir gölgelikten ibaretti. Sıcak bir günde, Resûlullah (sav) mescide geldi. Yün elbiseler içe­risinde insanlar terlemişler ve ortalığa ter kokusu yayılmıştı. Bu kokudan rahatsız oldukları da belliydi. Resûlullah (sav) bu durumu görünce, ‘Ey insanlar! Bugün (cuma günü) geldiğinde yıkanın. Bulabildiğiniz koku ve yağların en güzelini sürünün.’ buyurdu. Aradan zaman geçti. Yüce Allah, (mallar, elbiseler, hizmetçilerle onlara) bolluk verdi. Müslümanlar başka elbiseler giydiler, bedenen çalışmaya ihtiyaçları kalmadı, mescitleri genişletildi. Böylece bir birlerine rahatsızlık veren ter kokusu da ortadan kalktı.”

Şu halde cuma günü gusletmek sadece cuma namazı ve cuma gü­nüne hürmeten yapılması gereken bir yükümlülük değil, aynı zamanda toplu yerlerde insanları rahatsız etmemek için yerine getirilmesi gereken bir iştir.191 Nitekim Hz. Peygamber, başka hadislerde, cuma namazına ge­lenlerden, dişlerini temizlemelerini, en güzel elbiselerini giymelerini ve güzel kokular sürmelerini istemiştir.

Hz Peygamber’in üslûbunu ve Anlatım Tarzını Bilmek

Hadislerin sağlıklı biçimde anlaşılması ve değerlendirilmesi için yapıl­ması gereken işlemlerden birisi de Hz. Peygamber’in üslûbunu ve anlatım tarzını dikkate almaktır. Allah Teala, Kur’an’da, “Kendilerine apaçık anla­tabilsin diye her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik.”1buyurmuş­tur. Hz. Peygamber’in Arap toplumuna mensup olması itibariyle hadisler Arapça olarak ifade edilmiştir. Hz. Peygamber, çocukluğunu saf Arapça’nın konuşulduğu Beni Sa’d yurdunda, gençliğini ise ticaret amacıyla Hicaz Yarımadası’nın farklı bölgelerinde geçirmişti. Ayrıca risaletini tebliğ eder­ken farklı boy ve kabilelere hitap etmişti. Bütün bunlar, Arapça’nın bütün lehçe ve ağızlarına aşina olma konusunda ona katkıda bulunmuştu. Hatta Hz. Ali bir defasında dayanamayıp, “Ey Allah’ın Resûlü! Biz, aynı dede­nin torunlarıyız; oysa görüyorum ki Arap boyları ile konuşurken benden farklı bir dil kullanıyorsun.” deyince, o,”Beni Rabbim edeplendirdi (dil ve edebiyat bakımından yetiştirdi) ve bunu ne güzel yaptı.” buyurmuştu. Allah Resûlü bu sözüyle, kendisine sözlerin en edebî olanını yani Kur’an’ı indiren Yüce Allah’ın bu konudaki yardımına işaret ediyor­du. Allah Resûlü, “Bana sözün özü (cevâmiu’l-kelim) verildi derken de dil konusunda sahip olduğu ayrıcalığa dikkat çekiyordu.

Arap Edebiyatı’nın en ünlü isimlerinden Câhız (255/869), el-Beyân ve’t- tebyin adlı eserinde Hz. Peygamber’in dil ve üslûbunu edebî açıdan şöyle tasvir etmiştir: “Hz. Peygamber’in sözleri, az harflerle çok anlamlar ifade eden, yapmacıklıktan uzak, zorlamalardan berî sözlerdir. Dili kullanırken uzatılması gereken yerde uzatmış, kısa ve öz olması gereken yerde de çok veciz ifadelere başvurmuştur. Konuşmaları, hikmet mirasına dayanan, is­metle donatılmış sözlerden ibarettir. Söyledikleri, bizzat Allah tarafından teyit edilmiş ve o (sav), beyan konusunda başarılı kılınmıştır. Allah, onun sözlerine muhabbet katmış ve onları kabule şayan kılmıştır. O, heybetle tatlılığı, özlü ifade ile güzel anlatıyı birlikte sunmuştur…”

Hz. Peygamber, kendi hadislerini önceden oturup kaleme almadığı veya yazdırmadığı gibi konuşurken de büyük ölçüde yazı dili değil, tabiî olarak konuşma dili kullanmıştır. O, ayrıca anlattıklarını açık seçik ve özlü olarak tasvir etmeye uygun, açık ve düzenli cümle yapısına sahip yüksek bir dil kullanmış, bununla birlikte günlük dili kullandığı zaman­lar da olmuştur. Hz. Peygamber, din dilinin bütün çeşitlerine başvurmuş­tur. Bizatihi ümmetine bir şeyi emreden yahut herhangi bir hususu sarih ifadelerle yasaklayan hadislerin yanı sıra çok değişik vesilelerle, muhtelif maksatlarla, çeşitli muhataplara yönelik olarak dilin farklı imkanlarını da kullanmış, bazen serbest ifade ve üslûbu tercih etmiştir. Özetle hadis me­tinleri, dil ve üslûp açısındanyeknesak bir mahiyet arz etmemekte, bilakis farklı, zengin bir üslûp özelliği sergilemektedir.

Hz. Peygamberin Kavram Dünyasını Bilmek

Hadisleri doğru anlamanın ilkelerinden birisi de Hz. Peygamber’in kavram dünyasını tespit etmektir. Hadislerde hayır-şer, birr-ism, haram- helâl, salah-fesad, maruf-münker, tayyib-habis, hasene-seyyie gibi söz ve dav­ranışlara “değer biçen” kavramların yanı sıra küfür’, şirk, hidayet, dalâlet, iman, İslâm, ihsan gibi “tasvir edici” kavramlar da sıkça yer alır. Son üç kavram Cibrîl hadisi olarak bilinen bir rivayetteHz. Peygamber’in diliyle tanımlanmıştır.” Bu kavramların lüğavi bir tahlile tabi tutularak anlam içeriklerinin tespit edilmesi,1” Hz. Peygamber’in din ve dünya görüşünü anlamak için hayatî öneme sahiptir.

Hz. Peygamber bazen içinde yaşadığı toplumun günlük dilde kul­landığı kelime ve kavramlara yeni anlamlar yüklemiş, dar olan anlam çerçevelerini genişletme yoluna gitmiştir. Hatta bazen kelimelerin ifade ettiği anlamı tersine çevirdiği olmuştur. Hz. Peygamber’in diliyle anlam daralmasına veya anlam genişlemesine uğrayan kelimeler olduğu gibi an­lam kayması geçirenler de olmuştur. Hz. Peygamber’in kavramlaştırma yoluyla bir hakikati nasıl yerleştirmeye çalıştığı, Abdullah b. Mes’üd’dan rivayet edilen şu hadiste açıkça görülür. Buna göre bir gün Hz. Peygamber, “Sizce pehlivan kimdir?” diye sorar. Yanında bulananlar, “Pehlivan, hiç kim­senin güreşte yenemediği kimsedir.” diye cevap verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle der: “Hayır öyle değildir; asıl pehlivan, öfkelendiğinde nefsine hakim olan kimsedir.’Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, toplumun “pehlivanlık” kelimesine yüklediği maddî anlamı manevîleştirmiş; güç ve kuvvetin pazuların güçlü olmasında değil, iradeye hakim olmada, öfkeli anlarda dengeyi yitirmemede olduğunu ifade etmiştir.

Hadislerdeki Teşbih, İstiare, Mecaz, Kinaye gibi Edebi Anlatım Tarzlarını Bilmek

Hz. Peygamber insanları dine davet ederken Arap dilinin bütün an­latım özelliklerine başvurmuştur. İslam’ın temel hakikatlerini açık ve ya­lın cümlelerle ifade edebilmek için dolaysız anlatım tarzına başvurduğu gibi, Arap dilindeki teşbih, istiare, mecaz, kinaye gibi anlatım tarzlarından da yararlanmıştır. Anlatmak istediklerini bazen canlı tasvirlerle belleklere yerleştirmeye çalışmış, bazen de her dil ve gelenekte olduğu gibi kıssalar ve temsilî hikayeler nakletmiştir. Ayrıca bütün dillerde soyut mefhumları anlatabilmek için somutlaştırma yoluyla anlam aktarmalarına başvuruldu­ğu da bir gerçektir. Somutlaştırma, anlatım gücünü artırmak için yapılan bir deyim aktarmasıdır. Bu, anlatılması güç düşünce ve duyguların, soyut kavramların, somut kavramlar aracılığıyla anlatılmasıdır. 202 Hz. Peygam­ber de bilhassa tasavvur alanımızın dışında kalan soyut hakikatleri anlat­mak için bu yola başvurmuştur.

Hz. Peygamber’in üslûbunu ve anlatım tarzını iki kısma ayırmak mümkündür:

Dolaysız Anlatım: Bu anlatım tarzı, daha çok Hz. Peygamber’in açık emir ve yasaklarında, geçmiş, gelecek ve mevcut durum ile ilgili öğretici ve bilgilendirici haberlerinde, hutbelerinde, yazışmalarında ve tavsiyele­rinde görülmektedir. Hüküm bildiren önermeler daha çok bu yolla ifade edilmiştir: “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir. ”, “İlim kadın erkek her Müslüman’a farzdır” ve “Mümin, müminin kardeşidir.”

Dolaylı anlatım: Bir durumu ifade edebilmek için açık ve yalın ifa­deler yerine, onu anlaşılır kılmak veya insanın zihnine yerleştirmek için başvurulan bir anlatım tarzıdır. Edebî tasvirler, teşbih, mecaz, istiare, kinaye, meseller ve kıssalar, dolaylı anlatımın ilk akla gelen örnekleridir.

Dolaylı anlatımın en önemli tarzı, teşbih, istiare ve mecazdır. Hakikat, bir kelimenin dilde vazedildiği anlamıdır. Mecaz ise bir sözün hakiki an­lamı ile alınmasını imkansız kılan bir engelden dolayı başka bir anlam­da kullanılmasıdır. Mecazın kelime anlamı “geçiş”tir; mecazda, hakikî mânâdan başka bir. mânâya kayma ve geçme söz konusu olduğu için bu adı almıştır.  Kinaye ise belli bir kelimenin hem hakiki anlamına hem de mecazî anlamına karşılık gelecek şekilde kullanılmasıdır. Daha çok temsilî dili andırır.

Hz. Peygamber’in, anlatım tarzı olarak mecaz, kinaye ve istiareye fazlasıyla başvurduğu bilinen bir gerçektir. Mecaz ifade eden hadislerin sayısı, Şerif Radî’nin (406/1016) kaleme aldığı el-Mecâzâtü’n-Nebeviyye adlı eserdeki üç yüz hadisten ibaret değildir. Ayrıca bu tür hadislerin yanlış ve farklı anlamalara yol açtığı da yine bilinmektedir. Ebû Huseyn el-Basrî, bunun sebebini şöyle izah eder: “Mecazda, hakikatte olmayan hazifler (eksiltmeler) ve mübalağalar (abartılar) vardır.’ Bu hazf ve mübalağa za­manla hakikate dönüştüğü içindir ki mecaz ifade eden birçok hadis yanlış anlaşılmıştır.

Hadislerdeki mecazî anlatımın örneklerinden biri şu rivayette yer alır: Buhârı ve Müslim’in Ebû Hüreyre’den naklettiğine göre Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: “Kadınlara iyi muamele edin; çünkü kadınlar kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri (ve hassas) tarafı üst ta­rafıdır. Düzeltmeye kalkışırsanız kırarsınız; tamamen terk ederseniz eğri kalır. Kadınlara hayırla muamele edin. ”

Bu hadisi lafzî mânâsıyla anlamaya çalışırsak kadının yaratılış mad­desinin toprak değil, kaburga kemiği olduğu anlaşılır; ancak mecazî ola­rak yorumlarsak daha başka bir anlamı olduğu ortaya çıkar. Kazanlı âlim Musa Carullah Bigiyef’e (1949) göre bu hadisten kadınların kemikten ya­ratıldığı kastedilmemiştir. Ona göre Hz. Peygamber bu hadisle, hanımla­rın hassas ve kırılgan olduklarını ifade etmiş; onlara zulmetmemek, hu­kukuna saygı göstermek, varsa kusurlarını affetmek, bazen cefalarına da katlanmak gerektiğini söylemiştir.

Aynı şekilde bu hadisin de asıl anlamı, bütün tarikleri toplandıktan sonra verilse, hakikat ortaya çıkacak ve bir teşbih ve mecaz olduğu an­laşılacaktır. Kaldı ki beş ayrı tarikle rivayet edilen haberin beşi de Ebü Hüreyre’ye dayanmaktadır. Müslim’in yer verdiği diğer bir tariki şöyledir: “Kadın kaburga kemiği gibidir; düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın; onu kır­mak, boşamaktır’’Hz. Peygamber’in, Veda Haccı’nda hanımları taşıyan develeri süren Enceşe isimli Habeşli köleye söylediği söz de yukarıdaki hadisin bir benzeridir. Enes b. Malik’in rivayetine göre Enceşe, develeri süratlice sürüp de üzerlerindeki hanımlar sarsılınca Resülullah, “Ence­şe! Kristallere dikkatli davran!’’ demiştir. Önceki hadiste hassas kaburga kemiğine benzetilen hanımlar, bu hadiste de incelik ve zarafette kristale teşbih edilmişlerdir.

Hadislerdeki Deyimleri Anlamak

Hadisler asıl itibariyle Arap dilinde dillendirildikleri için, bazı hadis­lerde Arap diline özgü deyimsel ifadeler yer almıştır. Bu ifadelerin anlaşıl­ması için hem o ifadenin bulunduğu hadisin bağlamı, hem de söz konusu ifadenin o dönemdeki mana ve kullanımı tespit edilmelidir. Hadislerde sıkça zikredilen ve Araplara özgü bir yemin ifadesi olan  (Bu canı bu tende tutana yemin olsun ki) tipik bir deyimsel ifadedir. Yeminin, sahibi nezdindeki önemini vurgulamak için kullanılan bu yemin kalıbı, “Bu can Allah’ın izniyle bu bedende durduğu sürece…” gibi bir an­lam ifade etmekte ve yemin ile ifade edilecek hususun, yemin eden kişinin varlığına eşdeğer bir önemde olduğunu ima etmektedir. Diğer yandan ye­minin putlara ya da diğer varlıklara değil, sadece Allah adına olacağına bir göndermede bulunmaktadır.

İnceleyin:  Hadis, Müslümanların İlerlemesi Bir Sonucu mudur?

Sahabeden Mikdad b. el-Esved’in rivayet ettiği bir hadiste de deyim­sel bir ifade kullanılmıştır. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Siziyüzünüze karşı öven meddahlarla karşılaşırsanızyüzlerine toprak saçın.’’ Mikdad b. el-Esved, mecazî olan “yüzlerine toprak saçın” ifadesini haki­kate hamlederek anlamıştır. Bir adam Halife Osman’ın huzuruna girerek yüzüne karşı kendisini övmeye başlamıştır. Bunun üzerine Mikdad. b. el- Esved yerden bir avuç toprak alarak adamın yüzüne serpmiş, arkasından da az önce naklettiğimiz hadisi okumuştur. Oysa ilk hadis şarihlerinden Hattabî’nin (388/998) de belirttiği gibi her şeyden önce buradaki meddah­lık, kişiyi yaptığı bir iyilikten dolayı takdir ve tebrik etmek değildir; herhan­gi bir menfaat elde edebilmek için, halkın “yağcılık” dediği şeyi yapmaktır. Ayrıca Arapçada “yüze toprak serpmek” tabiri, “k-işiye istediği şeyi verme­yip mahrum bırakmak”, demektir. Yine Arapçada “topraktan başka bir şeyi yok” demek, fakir, mahrum, hiçbir şeyi olmayan demektir. Kur’an’da da, “Toprağa (bağlı) miskin“ hiçbir şeyi olmayan fakir anlamında kullanılmış­tır. Zemahşerî (ö. 538/1143) de, “Yüzüne toprak serpin!“ ifadesinin, mecazî olarak “Onu mahcup edin!” demek olduğunu söyler.

Hadislerde Kıssa ve Temsilî Anlatımları Bilmek

Hadislerde dolaylı anlatımın önemli bir ifade tarzı da kıssalar ve temsilî hikayelerdir. Hz. Peygamber bir hakikati anlatmak için bazen her dil ve kültürde mevcut olan kıssalara ve temsilî hikayelere başvurmuştur. An­cak bunların hadis külliyatı içinde çok fazla bir yer tuttukları söylenemez. Tekrarları bir tarafa bırakılacak olursa, Kütüb-i Tis’a’da (muteber dokuz hadis kitabında) toplam yüz otuz dokuz kıssa olduğu görülür.

Bu kıssaları, muhteva itibariyle üç kısma ayırmak mümkündür. Bun­ların bir kısmı gerek rüyada gerekse uyanıkken Hz. Peygamber’in yaşadığı tecrübelerdir; vahyin başlangıcı ve mi’ rac ile ilgili kıssalarda olduğu gibi.222 Bu tür kıssaların sayısı on beşi geçmez. Bunların bir kısmı ise gaybî kıssalardır. Gaybî kıssaları da iki kısma ayırmak mümkündür: Geçmişte yaşanan tarihî kıssalar, gelecekte meydana gelecek büyük hadiseler. Tarihî kıssalar, iki tarzda nakledilmiştir: Bazıları geçmiş peygamberlere ve üm­metlerine atfedilmiş, bazısı ise hiçbir isim verilmeden anlatılmıştır. Bunlar daha çok hikmet ihtiva eden hadiselerdir. Teferruatlı bir bilgilendirme söz konusu değildir

Fiten ve melahim hadisleri arasında sayılabilecek olan ve gelecek ile ilgili kıssalar, daha çok kıyamet günü, ahiret alemi, Deccal, Ye’cüc ve Me’cüc, Hz. İsa’nın nüzulü, mahşer sahneleri, cennet ve cehennem tasvir­lerinden oluşmaktadırlar.

Geçmiş ile ilgili tarihî kıssalara gelince, bunların bir kısmı Kur’an’da anlatılan kıssaların tekrarı veya izahı mahiyetindedir. Kur’an’la aynı bilgile-ri ihtiva eden kıssaların birer hakikat olduğu kabul edilir. Ancak Kur’an’ın verdiği bilgilerin dışında bilgiler ihtiva eden kıssaların tarihle ve önceki dinî metinlerle mukayese edilmesi, bunların anlaşılması için önem arz eder.

Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların bir kısmı ise temsilidir. Temsilî kıssalar yaşanmamış hadiselerdir. Bunlar bir hakikati anlatmak, onu toplumun zihnine ve hafızasına yerleştirmek için başvurulan bir do­laylı anlatım tarzıdır“ Ancak yaşanmadığı halde bir gerçekliği ifade etmek için yaşanmış gibi nakledilen kıssaların veya temsilî hikâyelerin anlaşılma­sı her zaman kolay olmamıştır. Mecazlar halkın elinde hakikat kesbettiği gibi bu tür kıssalar da zamanla tarihî hakikatlere dönüştürülebilmiştir.

Hadislerdeki Meselleri (Emsâlü’l-Hadîs) Bilmek

Hz. Peygamber’in dolaylı anlatım tarzı olarak sıkça başvurduğu un­surlardan birisi de mesellerdir. Hadislerde geçen meseller, hakikati anlat­mak için başvurulan bir izah ve açıklama tarzıdır. Hem Kur’an’da hem de hadis külliyatında, zihinlere uzak, soyut bir bilgiyi somuta indirgeye­rek anlatmak için bu yola başvurulmuştur. İbn Kayyim el-Cevziyye Kur’an’da kırk üç açık, on bir gizli meselin yer aldığını belirtmektedir. Ancak hadis külliyatında bunların sayıları çok daha fazladır. Ahmed b. Hanbel’in rivayetine göre Abdullah b. Amr b. el-As, “Ben Resülullah’tan bin mesel ezberledim.” demiştir. Bunlardan toplam yüz kırk kadarını, Râmehurmuzî (360/ 970) Emsâlü’l-hadîs adlı eserinde bir araya getirmiştir. Temsilî hikâyelerin anlaşılmasında yaşanan problem, emsalin anlaşılma­sında da yaşanmıştır. Bunlar da, bazı râviler tarafından âdeta yaşanmış hikâyelere ve kıssalara dönüştürülmüştür.

Hz. Peygamber’in, mümini değişik varlıklara benzettiği ve onun farklı yönlerine vurgu yaptığı hadisleri, hadislerdeki mesellerin en güzel örneklerindendir. Bu hadislerde mümin, muhtelif benzerlik yönleri açı­sından hurma ağacına^ bal arısına, güzel koku satan kimseye al­tın parçasına, yeni yeşermiş ekine ve yularından bir yere bağlanmış ata benzetilmiştir.

Hadislerdeki Sayı ve Miktarları Bilmek

Hadis rivayetleri içerisinde çokluk, azlık, uzaklık, yakınlık .ve imkânsızlık (muhâl) gibi şeyleri ifade ederken kullanılan rakamlar, mesa­feler, ölçü ve tartı birimleri yanlış anlamalara müsait olan hususlardandır.

“Miskal-i zerre, hardal tanesi, iğne ucu, yarım hurma, karış, arşın, deniz köpü­ğü” gibi ifadeler bu cümledendir. Bilhassa hadislerde geçen altmış, yetmiş, yüz ve yedi yüz rakamları, bazı anlaşılma problemlerine yol açmıştır. Bu sayılar, Arapçada çokluk ve mübalağa ifade ettiği halde bunları kesin ra­kamlar olarak değerlendirenler olmuştur.

Buharı üzerine yazdığı şerhi ile meşhur olan Bedreddin el-Aynî (855/1451) bu konuda şöyle demiştir: ““Hadislerde belirli bir sayı ile sınırlandırma yapılması, o sayıdan daha faz­lasının anlaşılmasına engel değildir. Başka bir ifadeyle hadiste belirti­len sayı mutlak bir kesinlik ve sınırlama ifade etmez. Bu çerçevede, “İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir.” hadisi bu beş esasın dışında İslam’ın herhangi bir esası olmadığı anlamına gelmediği gibi, adalet ve ahlak gibi esasların İslam’ın esaslarından olmadığı manasına hiç gelmez. Yine mesela, “Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakkı beştir.” hadisi, bu beş hak­kın dışında Müslümanların birbirlerine karşı başka hakkı yoktur, demek değildir. Hadislerdeki bu türden sayılar, konuları bizim zihnimize yaklaş­tırmak, vurgulamak ve sınıflandırmak gibi gayelere yöneliktir.

Şah Veliyullah Dihlevî’ye göre de terğîb ve terhîb yani teşvik edici ve sakındırıcı nitelikte olan haberlerde beyan edilen miktar ve sayılarda Hz. Peygamber’in amacı sınırlayıcılık (hasr) değildir. Ona göre aşağıdaki hadis, sözü edilen bu esas doğrultusunda anlaşılmalıdır: “Ümmetimin se­vapları bana arz olundu; içinde kişinin mescitten çıkardığı çer çöp de vardı. Bana ümmetimin günahları da arz olundu. Onlar arasında, bir adamın Kur’an’dan ezberleyip de sonra unuttuğu sûreden daha büyüğünü görmedim.

Diğer yandan hadis rivayetlerindeki sayısal ifadeler içerisinden, ilgili olduğu konuya göre kesin bir rakam belirtenler de vardır. Namaz rekatları, zekat miktarları, oruç günleri gibi farz ibadetlerle ilgili olanlar ile miras taksimi ve cezalar gibi fıkhı meselelerle ilgili olan hadislerdeki sayılar, ke­sin miktar belirten sayılardır.

Hadislerde Melek ve Şeytan Temsillerini Bilmek

Din, madde ile manayı, şehadet ile gaybı, dünya ile ahireti birleştire­rek değerlendirdiği için, bazen maddî dünyamızda görülmeyen varlıklara da çeşitli nedenlerle atıflarda bulunur. Bu cümleden olarak Hz. Peygam­ber, bazı hadislerinde olumsuz ve kötü şeyleri şeytanla irtibatlandırmış, buna mukabil iyi ve güzel işleri de meleklere isnad etmiştir. Böylece insanları yapmaya yönlendireceği davranışları melek kavramı ile, sakındırmak istediği tutumları da şeytan kavramı ile ilişkilendirerek pek çok kavramın mana ve muhteviyatını somutlaştırmış, pek çok tutum ve davranışın da iyilik ve kötülük kaynağını bunlara bağlayarak anlaşılmasını kolaylaştır­mıştır. Mesela, şu hadisi ele alalım: “Sizden biriniz uykudan uyandığında, (ab- dest alırken) üç defa burnunu temizlesin; zira şeytan insanın genzinde geceler.

Hz. Peygamber’in temizlik konusunda eğitime muhtaç bir topluma sabah kalktıklarında burunlarını temizlemeleri gerektiğini söylemesini anlaşı­labilir bir husustur; ancak gösterilen gerekçeyi zahiri anlamıyla anlamak mümkün değildir.

Hadislerde bu şekilde şeytan ile irtibatlandırılan hususlar, sadece te­mizlikten ibaret değildir. Mesela, toplum içinde iyi karşılanmasa da, insan vücudunun tabii bir hareketi olan esneme de yine şeytanla ilişkilendiril- miştir. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: “Esnemek şeytandandır. Sizden biriniz esneyeceği zaman mümkün olduğu kadaryutkunsun veya elini ağzına koysun.” Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette de esneme esnasında çıkan sesin, aslında insanın karnında gülen şeytanın sesi olduğu ifade edilir.Ebû Said el-Hudri’den gelen bir rivayette ise insan esnerken ağzı açılınca karnına şeytan girer. Fakat bu son rivayete göre esnemeyi engelleme emri olağan zamanlarda değil, na­maz içerisindedir. Bu hadis de bir önceki gibi insanın atalet, gevşeklik ve rehavet anında esnediği, bunun ise şeytanın vesvesesine zemin hazırladığı şeklinde yorumlanmıştır.

Hz. Peygamber’in, hadislerde olumsuz ve kötü şeyleri şeytana, iyi ve güzel işleri de meleklere isnad ederken çoğu zaman hakiki manayı kastet­mediği, şeytan ve meleği birer temsil olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Ni­tekim Endülüslü alim Ebû Bekir İbnü’l-Arabi (543/1149) bunu şöyle özet­lemiştir: “İslam dininde çirkin olan her davranış şeytana, güzel olan her iş de meleklere nispet edilmiştir; zira şeytan kötülüğün, melek ise iyilik ve güzelliğin vasıtasıdır.’ Rağıb el-İsfehani (502/1108) de, insandaki kötü huyların (ahlak-ı zemime) şeytan diye isimlendirildiğini belirtmiştir.’ Hicri beşinci asırda bazı kimseler zamanın büyük alimi Ebû Hamid Gazali’ye (505/1111) gelerek bir hadisi anlamakta güçlük çektiklerini söy­lerler ve ondan kendilerine bunu izah etmesini isterler. Sordukları hadisin anlaşılamayan kısmı şöyledir: “Şeytan insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır.” Tabii ki sorulan sorular sadece bu hadisten ibaret değildir;

buna benzer beş on soru daha vardır. Ancak asıl öğrenmek istedikleri hususların başında, şeytanın insanın içinde veya kanında nasıl dolaştığı­dır. Gazâll’ye sorulan hadisin açıklamasına gelince, aslında hadis, bağla­mından koparılmadan vürüd sebebi ile birlikte zikredilirse sorun teşkil eden bir tarafının kalmayacağı görülür. Müslim’in Enes b. Mâlik ve Hz. Safiyye’den rivayet ettiğine göre, bir gün Hz. Peygamber mescitte itikafta iken, hanımı Safiyye akşam vakti onu ziyaret etmeye gider; kendisinden ayrılacağı zaman ise Hz. Peygamber, onu uğurlamak ister. Yolda ensardan iki adamla karşılaşırlar. Her ikisi de Resülullah’ı görünce adımlarını hız­landırırlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Durun!” der ve onlara yakla­şarak, “Bu yanımdaki kişi (eşim) Safiyye bnt. Huyeyy’dir.” deyince, ensardan sahâbîler, “Sübhânallâh! Biz sizin hakkınızda nasıl kötü düşünebiliriz?” derler. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber, “Şeytan insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır” der ve insanın kötü düşünce ve vesveselere kapılabileceğine işaret eder.

Metin Dışındaki Unsurlarla ilgili İlke ve Esaslar Hadislerde Doğrudan Yer Almayan Metin Dışı Unsurları Dikkate Almak

Hadis rivayetleri sadece isnad ve metinden ibaret değildir; dolayısıy­la bu rivayetlerin anlaşılmaları sadece dilin sınırları içinde gerçekleşmez. Hadisler, içinde vârid oldukları fiziksel çevre ve mekân, söylenmelerine neden olan sosyokültürel zemin ve ait oldukları tarihî bağlam ışığında kendi gerçekliğine uygun olarak anlaşılabilirler. Hz. Peygamber’in öyle ifa­deleri vardır ki, bunlar ancak o zamanın tabiî ve coğrafi şartları, toplumsal yapısı ve tarihsel ortamı göz önüne alındığında anlamlı olabilmektedir. Bu şartların göz ardı edilmesi halinde, rivayetin işaret ettiği anlam ya ge- nelleştirilmekte ya hadis güncelleştirilememekte yahut yüzeysel bir yakla­şımla reddedilmektedir.

Meselâ, Abdullah b. Mes’üd’un naklettiğine göre Hz. Peygamber, yü­zündeki tüyleri aldıran, saçlarına başkalarının saçlarını ekleten, kaşlarını aldıran, dişlerini incelten ve vücutlarına dövme yaptıran kadınların ilâhı rahmetten uzak olduklarını söylemiştir.  Oysa hadiste kınanan husus sıradan bir güzelleştirme işlemi değildir. Hadise konu olan davranışın o günkü sosyal ve tarihsel ortam içinde farklı bir karşılığı vardır. Buna göre, câhiliye döneminde kötü şöhrete sahip bazı kadınların sırf karşı cinsin dikkatini çekmek amacıyla bu kabil işler yaptıkları ve bu da kötü ka-

dınların adeti olarak şöhret bulduğu için bu işleri yapanların kınandığı anlaşılmaktadır.Nitekim müminlerin annesi Hz. Aişe, saçlarına başka­larının saçlarını ekletenler hakkında kendisine bir soru yöneltildiğinde şu karşılığı vermiştir: “Saç ekletenlerden kasıt sizin anladığınız gibi değildir. Saçı dökülen bir kadının saçına yünden mamul kılları eklemesinde bir sa­kınca yoktur. Ancak (Peygamber’in kınadığı kimseler), gençliğinde fuhuş yapan, saçı dökülüp ihtiyarladığında ise kafasına saç ekleterek (veya sunî bir saç kullanarak) fuhuş yaptıranlardır.’

Hadisin Hz. Peygamberin Bilgi Kaynaklan Açısından Değerini Tespit Etmek

Hadisin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için gerekli hususlardan biri de, ilgili hadisin Hz. Peygamber’in bilgi kaynaklarıyla ilişkisinin ortaya konması ve kaynağının vahiy olup olmadığının belirlenmesidir. Peygam­berimizin sözlerinden hangisinin vahiy kaynaklı olup hangisinin olmadı­ğı hususunda sahabe döneminden itibaren tartışmalar görülmüştür. Onun bütün hadislerinin vahye dayandığı söylenirse257 bu durumda örneklik ve tebliği dışında kalan bir özelliğinden söz edilemez. Eğer hadislerinden bir kısmı kendi beşerî re’y ve ictihadına dayanıyorsa bu takdirde, sözlerinin bağlayıcılık derecesini tayin etmek gerekir.

Şah Veliyullah Dihlevî, Hz. Peygamber’den gelen bilgileri iki kısma ayırır:

1-Peygamber’in risaletiyle ilgili olan, onun insanlığa tebliğ etmek­le yükümlü olduğu hususlar. Kur’an bunun başında gelir. Hukuk, ibadet ve ahlakın ana ilkeleri de bu kısma girer. Dihlevî’ye göre, Hz. Peygamber’in Kur’an dışında ahiret alemine ilişkin verdiği bilgiler (acâibu’l-melekût) de yine bu türdendir.

2-Peygamber’in risalet sahasına girmeyen, tebliğ etmekle mü­kellef olmadığı, ancak bir insan olarak söyledikleri ve yaptıkları. Peygam­ber (sav) de bir fert olarak toplum içinde yaşamıştır. Dolayısıyla onun da gündelik hayatı ve sade insanların yaşantısı gibi bir yaşantısı vardı. Bü­tün bu konularda hiçbir söz söylemediğini ileri sürmek mümkün değil­dir. Bu noktada yapılması gereken iş, onun peygamberlik görevi ile insan oluşu arasındaki dengeyi görmek ve muhafaza etmektir. Kur’an, onun bir beşer olduğunu vurgulamış, kendisi de sık sık bu özelliğini ön plana çıkarmıştır. Beşerden bir peygamber olamayacağı iddiası, müminlerden değil müşriklerden gelmiştir.

Resülullah’ın bazı tasarrufları, onun yalnızca bir insan olarak ak­lına, kişisel görüşüne ya da zan ve tahminine dayanmaktaydı. Meselâ, Medine’ye geldiğinde, hurma ağaçları üzerinde bulunan bazı adamları görmüş ve onların ne yaptıklarını sormuştu. Ona,hurma filizini,dişisine koymak suretiyle hurmaları aşıladıklarını söylediklerinde Hz. Peygamber, “Onun birfayda vereceğini zannetmiyorum, bunu yapmasalar bel­ki daha iyi olur.” buyurdu. Bunun üzerine onlar cip bunu yapmaktan vaz­geçtiler; ancak bu sefer hurmaların meyveleri az, verimleri düşük oldu. Kendisine durum anlatıldığında o, şöyle buyurdu: “Ben sadece bir tahminde bulundum; şayet (aşılama) birfayda veriyorsayapın. Bilin ki ben de sizin gibi bir insanım. Benimki sadece bir zan idi. Zan (da bulunan) hata da eder, isabet de. Ancak ben size, Allah diyor ki, diye başlayan bir ifade nakledersem bilin ki ben, asla Allah’a yalan isnad etmem.”

Ancak özenle vurgulamak gerekir ki Hz. Peygamber’in tebliğ etmek­le mükellef olduğu alanı, dinî ve dünyevî veya dünyevî ve uhrevî diye biribirinden kopuk iki kısma ayırmak ve Peygamber’in söylediklerini ve yaptıklarını sadece dinî veya uhrevî kısma yerleştirmek, getirdiği dine ve o dinin ilke ve esaslarına aykırıdır.

Hadislerin Dinî Hükümler Bakımından Bağlayıcılık Derecesini Belirlemek

Hz. Peygamber’in hadislerindeki hükümlerin bizler için ne derece bağlayıcılık ifade ettiğinin tespit edilmesi de onların sağlıklı bir şekilde anlaşılması için önemlidir. Hz. Peygamber’in sözlerinin teşrî bakımından bağlayıcılık dereceleri, tarih boyunca Müslüman âlimler arasında tartışıla gelmiştir. Sahâbîlerden kimileri Hz. Peygamber’in sözlerinin bağlayıcılık durumunu sorgulayıp onları ayırmak cihetine gitmiş; söylediği sözün ilâhî vahyin sâikiyle mi yoksa şahsı görüş ve ictihadına göre mi ortaya çıktığını sormaktan çekinmemiştir.

Meselâ, İbn Abbâs’ın anlattığına göre, ara sıra Hz. Aişe’nin hizmetinde bulunan Berıre262 isminde bir cariye vardı. Bir gün Hz. Aişe, Berîre’yi be­delini ödeyerek sahiplerinden satın aldı ve hürriyetine kavuşturduk3 Azat edilmeden önce Muğîs b. Cahş adında bir kölenin hanımı olan Berîre, hürriyetine kavuştuktan sonra evliliğini sürdürüp sürdürmeme konu­sunda dinî bakımdan tamamen serbest olduğunu öğrenince kocasından ayrılmaya karar verdi. Ancak hanımını çok seven Muğîs, kendisinden ayrılmaması için Medine sokaklarında ağlaya ağlaya onun peşinden dolaşıyordu. Çaresiz Muğîs, son olarak Hz. Peygamber’e geldi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur benim için Berîre ile konuşuver.” diyerek ondan yardım is­tedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Berîre’yi çağırarak, “Ey Berîre! Allah’tan kork! O senin hem kocan, hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?” diyerek onu kocasına dönmeye teşvik etti. Bunları dinleyen Berire, “Ey Allah’ın Resûlü! Emir mi buyuruyorsun?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Berîre, “Benim ona ihtiyacım yok!” dedi ve kocasından ayrıldık

İnceleyin:  Sünnet-i Seniyye Sahabe-i Kiram ile Bir Bütündür

Berîre’nin, Hz. Peygamber’in talebinin emir olup olmadığını sorma­sı, onun, Hz. Peygamber’in emrinin bağlayıcı olduğunu bildiğini gösterir. Ancak o, Resûlullah’ın ricasına rağmen, onun burada herhangi birisi gibi yalnızca bir aracı konumunda olduğunu öğrendiğinde kararından vaz­geçmemiş ve kocasından ayrılmayı yeğlemiştir. Hz. Peygamber, onun bu kararlılığını görünce amcası Abbas’a, “Ey Abbâs! Muğîs’in Berîre’ye olan şu sevgisiyle, Berîre’nin ona olan bu nefretine şaşırmıyor musun?’’ diyerek hay­retini ifade etmiş, ancak Hz. Peygamber’in aracılığını kabul etmemesinden dolayı Berîre’yi, ne Resûlullah ne de Müslümanlar ayıplamışlardır.

Özellikle fakih sahabîler, Hz. Peygamber’in tasarruflarını, bağlayıcı olup olmaması açısından ayırt etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Hadis ve sün­netin sağlıklı bir şekilde anlaşılıp yorumlanabilmesi açısından günümüz­de de ilmî kriterler çerçevesinde benzer ayrımların göz önünde tutulması gerekmektedir.

Hadislerde Konıı Edinilen Varlık Mertebelerini Dikkate Almak

Hz. Peygamber vahye mazhar olan bir insan olarak, bizim görme­diklerimizi gördüğü, bizim hissetmediklerimizi hissettiği içindir ki, sa­dece şehadet aleminden değil gayb ve meleküt aleminden yani fizik ötesi alemden de haberler vermiş ve insan aklının bu haberleri anlamada ve yorumlamada zaman zaman zorlandığı olmuştur. Onun haber verdiği yaratılışın başlangıcı, vahyin keyfiyeti, kıyamet, haşr, cennet, cehennem, melek, cin, şeytan gibi kavramlar aynı zamanda Kur’an’da da bildirilmiş­tir. Ancak Hz. Peygamber’in bazen Kur’an’da olmadığı halde haber verdiği birtakım varlıklar da yok değildir.

Bu konuda özellikle İmam Gazali’nin kaydettiği hususlar dikkat çe­kicidir. Ona göre Peygamber’i tasdik etmenin anlamı, onun haber verdiği şeylerin varlığını kabul etmektir. Varlığın beş ayrı mertebesi vardır:

 

Zâtî varlık (el-vücûdü’z-zâtt): Zâtı varlık hakiki varlıktır. Varlığın biz­zat kendisidir.

Hissî varlık (el-vücûdü’l-hissî): Bir şeyin madde olarak var olmasıdır.

Meselâ, gözle görülen varlıklar hissi varlıklardır.

Hayalı varlık (el-vücûdü’l-hayâlî): Hayalî varlık, duyularla zihnen can­landırılan varlıkların, hissen müşahade edilemeyenlerin suretidir. Hayalî varlık, tasavvur olarak insan zihninde mevcuttur, fakat dış âlemde mevcut değildir.

Aklı varlık (el-vücûdü’l-aklî): Aklî varlık, bir şeyin ruhu, mânâsı ve hakikati demektir. Aklın kavradığı bu şey, aklî varlıktır.

Şibhî varlık (el-vücûdü’ş-şibhî): Şibhî varlık; ne suretiyle ne hakikatiy­le, ne histe ne hayalde ne de akılda bir şeyin bizâtihi var olmasıdır. Sadece benzetme yolu ile bir şeyin dilde var kılınmasıdır.

Gazâlî, hadislerde haber verilen varlıkları varlığın bu beş mertebesiy­le izah eder. Örneğin, Buhârî ve Müslim’in Ebü Saîd el-Hudrî’den rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Ölüm (kıyamet günü) güzel bir koç şeklinde getirilir ve (cennet ile cehen­nem arasında tutulur). Bir münadi, ‘Ey cennet ehli!’ diye seslenir ve cennet ehli koşuşarak gelir ve (koç şeklindeki ölüme) bakarlar. ‘Bunu tanıyor musunuz?’ diye sorar. Onlar da, ‘Evet bu ölümdür.’ derler ve hepsi onu görmüş olurlar. Sonra mü­nadi, ‘Ey cehennem ehli!’ diye seslenir. Onlar da koşuşarak gelir ve ona bakarlar.

Onlara da, ‘Bunu tanıyor musunuz?’ diye sorar. Onlar da, ‘Evet, bu ölümdür.’ diye cevap verirler ve hepsi onugörmüş olurlar. Sonra bu koç (onların gözü önün­de) kesilir. Sonra (aynı münadi), ‘Ey cennet ehli burada ebedîlik (hulûd) vardır, ölüm yoktur. Ey cehennem ehli size de ebedîlik var, ölüm yoktur.’ der.” (Daha sonra Resüllullah) şu âyeti okur: “Her şeyin hükme bağlanacağı o onulmaz pişmanlıklar gününün (gelip çatacağı konusunda) onları uyar. Çünkü onlar hâlâ gaflet içindeler ve (o günün geleceğine) inanmıyorlar. ’’

Gazâlî bu tür hadislerde geçen varlıkları hakiki varlık olarak telakki etmenin doğru olduğunu kabul etmediği gibi, bu tür hadislerin tamamını mecaz, teşbih veya istiare olarak görmenin de doğru olmadığını söyler.

Ona göre ölüm bizâtihi bir koç şekline dönüşmeyecek fakat hem cennet ehli hem de cehennem ehli onu hissî bir varlık olarak bu şekilde tasavvur edecektir. Ölümün koça dönüşmesi ve boğazlanması, hariçte değil onların duyularında gerçekleşmiş olacaktır. Böylece artık âhirette ölümün varlı­ğından ümitler kesilmiş olacaktır.

 

Hadislerdeki İllet ve Hikmeti Tespit Etmek

Hadisleri sağlıklı anlamanın ve yorumlamanın ilkelerinden biri de hadiste yer alan hükümlerin illetlerini ve hikmetlerini tespit etmektir. Bunu tespit etmek için sorulması gereken soru “niçin” sorusudur. Zira “ni­çin” sorusu, sadece anlamayı değil açıklamayı da gerektirir.

Kuşkusuz Hz. Peygamber’in bir hüküm koyarken dikkate aldığı ge­nel ve özel birtakım esaslar vardır. Genel ve küllî esaslar, makâsıdü’ş-şerîa olarak bilinen dinin temel gaye ve ilkeleridir. Özel esaslar ise hükmün se­bebini ve amacını ifade eden illet ve hikmettir. Bir hadisteki hükmün bizler için nasıl bir anlam ifade ettiği, hadisin dayandığı sebep, illet ve hikme­tin tespitine bağlıdır. Eğer illet devam ediyorsa hüküm de bâkî kalacak, sebep ortadan kalkmışsa hüküm de ortadan kalkacaktır. Meselâ, illet ve hikmeti bilinmezse Hz. Peygamber’in, “Ateşte pişen yiyeceklerden dolayı ab- dest alın.” hadisi gereği hemen hemen her yemekten sonra abdest almak gerekecektir. Ancak bu söze muhatap olan toplumun, bilhassa yağlı yi­yeceklerden sonra, “Kokusu yokluğundan hayırlıdır.” deyip ellerini üzerine sürdüğü, Hz. Peygamber’in, bu toplumu su kullanımına alıştırmak gibi bir amacının olduğu bilinir, ayrıca “vudü” kelimesinin de Arapçada “el yı­kamak” mânâsına da geldiği tespit edilirse o takdirde hadis, ateşte pişen yiyeceklerden sonra ellerinizi yıkayın.” şeklinde anlaşılacaktır.

Öğle ve yatsı namazlarını geç kılmanın fazileti üzerinde duran Hz. Peygamber, ikindi namazının ilk vaktinde kılınması gerektiğini söyle­miş, bu namazı geciktirmeye dahi razı olmamış ve güneşin batışından hemen önce kılanı gördüğünde ise şöyle demiştir: “Bu, münafık namazıdır. (Münafıklar) oturup güneşi gözetir, batışına yakın bir vakitte kalkıp (karga gibi) dört defa yeri gagalar ve Allah’ı az zikreder.”

Aslında bütünlük ilkesini esas alırsak beş vakit namazın beşi de önemlidir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öyleyse Hz. Peygamber’in, ikindi namazına atfettiği bu önem nasıl izah edilebilir?

Şah Veliyullah Dihlevî, salt ibadetle ilgili bu konuyu dahi Medine top- lumunun tarihsel ve toplumsal şartlarıyla izah etmiştir. Bir tarım toplumu olan Medine’de, insanları en çok namazdan alıkoyacak vakit, ikindi vak­tidir; zira bu vakit, esnafın çarşı pazara, çiftçinin tarla ve bahçesine gittiği en uygun vakittir.

Gündüz iki vakitte mesai yapılıyordu: Biri, sabah namazından son­raki vakitti ki bu vakitte namaz yoktu ve öğle vakti gelmeden -iklim ica­bı- herkes evine çekiliyordu. Kaylüle (öğle uykusu) Arap’ın vazgeçilmez alışkanlığıydı; hatta sıcak iklimden dolayı Hz. Peygamber, öğle namazının ikindi serinliğine doğru kılınmasının daha efdal olduğunu söylemişti. Çalıştıkları ikinci vakit ise ikindi vaktiydi. İşte Dihlevî’ye göre, bu mesai insanları namazdan alıkoyduğu için Hz. Peygamber, terğtb ve terhtb kastıy­la ikindi namazının önemi üzerinde hassasiyetle durmuştur.

Hadislerde Muhatabı ve Muhatabın Konumunu Belirlemek

Hadisleri sağlıklı anlamanın bir diğer ilkesi de hadise muhatap olan kimselerin belirlenmesidir. Zira her hitap öncelikle muhatap içindir. Ha­dislerde Hz. Peygamber’in doğrudan ve ilk muhatapları, onun devrinde yaşayan kimselerdir. Ancak İslam dininin evrenselliği ve ebediliği gereği, Hz. Peygamber’in her çağdaki dolaylı muhatapları da unutulmamalıdır.

Hadislerde ifade edilen bir hüküm ya da husus, muhatabın şahsına, durumuna, güç ve kuvvetine, yaşına, maddî durumuna, cinsiyetine, hatta medenî haline göre değişebilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber bütün söz­lerinde daima muhataplarının durum ve ihtiyaçlarını gözetmiştir. Bu yüz­den hadisin zengin-fakir, kadın-erkek, yöneten-yönetilenden kime hitap ettiğini; bütün ümmete mi seslendiğini yoksa yerel insanlara mı konuştu­ğunu tespit etmek önemlidir.

Hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in hitap ettiği toplumda farklı kabiliyet­lerde yaratılmış, ilgi, ihtiyaç ve konumları birbirinden farklı pek çok insan bulunmaktaydı. Dolayısıyla o, gönderildiği toplumda yerleştirmek istediği esas ve prensipleri kişilerin durumlarına göre düzenlemiş, soru soranla­rın her birine onun için yararlı ve ona özgü gördüğü şeylerle mukabelede bulunmuştur. Bunun en açık örnekleri amellerin fazileti konusundaki ha­dislerde görülür. Mesela, soru soranlardan birinin gururlu olduğunu ve insanlardan uzak olduğunu görerek ona insanlara yemek yedirmeyi ve tanıdığı tanımadığı herkese selam vermeyi en faziletli amel olarak tavsiye etmiş, kimi zaman da eli ve dili ile diğer insanlara rahatsızlık veren birini görerek ona da bundan vazgeçmesi yönünde telkinlerde bulunmuştur. Kı­sacası o, soru soranların haline göre en uygun davranış neyse onu öğütle- miştir. Kimine, “Faziletlerin en üstünü, seninle bağını kesenle irtibat kurman, senden esirgeyene vermen ve sana ağır konuşanı bağışlamandır!’ buyurmuş,

 

“Hangi amel daha faziletlidir?” diye soran birine, “Vaktinde kılınan namaz­dır.” cevabını vermiş, bir başkasının sorusuna da, ‘’Allah’a iman ve onun yolunda cihad.” karşılığını vermiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in aynı soruya verdiği farklı cevaplar çelişki olarak görülmemelidir.

Hadislerdeki Tedricîlik ilkesini Dikkate ‘Almak

Hz. Peygamber, hidayet elçisi olarak gönderildiği toplumda iyiliği hâkim kılmak ve kötülükleri ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak tedrîcîliği esas edinmiş ve insanlara ilâhı hükümleri aşama aşama tebliğ etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üç yılda âyet âyet ve süre süre olarak inmesi de tedrîcîlik ilkesinin bir sonucudur. Gerek Kur’an’ın gerekse Hz. Peygamber’in, doğrudan muhatap oldukları toplumdaki yerleşmiş inanç ve uygulamalara karşı en önemli tavrı, seçici davranıp onları toptan reddetmemesidir. İslâm, söz konusu toplumun itikadı, hukukî, ahlâki ve kültürel yapısını bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bu yapıdaki yerleşik inanç ve uygulamaların bir kısmını aynen kabul ederken bir kısmını ta’dil cihetine gitmiştir. Bazısını karşısına alıp mücadele ederken bazısı ile mü­cadeleyi tedrîcîlik gereği kademe kademe yapmıştır.

Vahyin muhatabı olan insanların yeni dinin öğretilerini anlamalarını, kabullenmelerini ve hayata tatbik etmelerini kolaylaştırmak gibi hikmetle­ri olan tedrîcîlik; namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerden içki, zina, kumar ve faiz gibi yasaklara ve nikâh ve talâk gibi toplumsal düzenlemelere kadar pek çok konuda izlenilen bir üslûp olmuştur. Bu üslûbun önem ve işlevini Hz. Aişe şöyle ifade etmiştir:

“Kur’an’dan ilk olarak içinde cennet ve cehennem zikrolunan mu­fassal süreler nâzil olmuştur. İnsanlar İslâm konusunda bilinç sahibi ol­dukları zaman ise helâl ve haram âyetleri nâzil oldu. Eğer ilk önce “İçki içmeyin.” yasağı inseydi, insanlar, “Biz asla içkiyi bırakmayız!” derlerdi. Eğer ilk önce “Zina etmeyin.” yasağı inmiş olsaydı, insanlar, “Biz zinayı asla bırakmayız!” derlerdi.’

Hz. Peygamber Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken ona tedrîcîlik il­kesini elden bırakmamasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Sen kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun. Onları, ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şehâdet etmeye’ çağır. Eğer bunu kabul ederlerse iz­zet ve celâl sahibi olan Allah’ın her gün ve gecede kılınan beş vakit namazı onlara farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse Allah’ın zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılması şartıyla mallarından sadaka vermeyi farz kıldığını bildir. Bunu ka­bul ettiklerinde, sakın (zekat olarak) onların mallarından en iyilerini alma! Bir de mazlumun bedduasından sakın! Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.” Şu halde hadis rivayetlerini anlamaya çalışırken ve yorumlarken tedrîcîlik ilkesi göz önünde bulundurulmalı ve rivayetlerin hangi aşamada varid olduğu tespit edilmelidir.

Hadislerde Nesih Olgusunu ve Nâsih-Mensûh Rivayetleri Tespit Etmek

Tedrîcîlik ilkesinin bir parçası da nesihtir. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Buna göre İslam’ın başlan­gıcından itibaren vahyin inmesi ve bazı yükümlülükler getirmesi birtakım safhalar halinde gerçekleşmiştir. Her safhada toplumun şartları dikkate alınarak bazı özel amaçlara yönelik olarak bazı geçici hükümler devreye sokulmuş, gözetilen amaç gerçekleşince de bu ara hükümlerin uygulama­sına son verilerek asıl hüküm belirlenmiştir. Bu durum Hz. Peygamber’in hadisleri için de geçerlidir. Bir hükmü nesheden ayete ya da hadise “nâsih”, hükmü neshedilen ayete ya da hadise de “mensûh” denilir. Hadis ilimleri arasında sayılan “Nasih ve mensüh hadisler ilmi”, hadis rivayetlerinden hangilerinin hükmünün devam ettiğini ve hangilerinin hükümlerinin kal­dırılıp onlarla amel edilmeyeceğini konu edinir.

Neshe örnek olarak Abdullah b. Büreyde’nin naklettiği şu hadis zik­redilebilir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Daha önce kabir ziyaretini size yasaklamıştım; artık kabirleri/mezarları ziyaret edebilirsiniz. Daha önce kurbanların etlerini üç gündenfazla elinizde tutmanızı size yasaklamıştım; artık uygun gördüğünüz kadarını elinizde tutabilirsiniz. Daha önce tulumdan başka herhangi bir kaptan şerbet içmenizi yasaklamıştım; artık bütün kaplardan içebi- lirsiniz,fakat sarhoş edici olanından içmeyin. ”

Hadisler Arasında Görülen İhtilafların Çözüm Yollarını Araştırmak

Dinî metinlerde asıl olan, birbirleriyle çelişmemeleridir. Çünkü dinî metinler hakikati ifade ederler ve bu metinlerin kendi aralarında uyum içinde olmaları beklenir. Bu hüküm hadis rivayetleri için de geçerlidir. Allah’ın Resûlü sıfatıyla Hz. Peygamber’den sadır olan sözler çelişkiden ve tutarsızlıktan uzaktır. Ancak bazı rivayetler arasında zahiren çelişki­lerin görüldüğü de bir gerçektir. İşte hadis ilimleri içerisinde hadislerde görülen tearuz ve ihtilafları konu alan “Muhtelifü’l-hadîs” adlı ilmin varlık sebebi budur. Muhtelifü’l-hadîs, “makbul bir hadisin aynı konuda kendisi gibi makbul bir veya birçok hadise yahut öteki delillere görünürde veya gerçekte mânen muhalif olmasından ve bu muhalefetin giderilme yolla­rından bahseden ilim dalıdır.” Ancak hemen belirtilmelidir ki iki hadis arasında bir çelişkiden söz edebilmek için hadislerin her ikisinin de sıhhat ve sübut açısından aynı düzeyde makbul sayılmaları gerekir.

Hadisler arasındaki ihtilâfın sebepleri arasında Hz. Peygamber’in farklı durumlarda, duruma özgü farklı davranış sergilemesi, maksadına göre değişik ifadeler kullanması, fiillerinin hükmünü her defasında açık­lamaması, sorulara muhataplarına göre ve gerektiği ölçüde cevap vermesi gibi hususlar ifade edilebilir. Diğer yandan râvinin hadisin bir kısmını du­yup diğer kısmını duymamış olması, Hz. Peygamber’in maksadını yanlış anlaması, hadisin sebeb-i vürûduna vâkıf olmaması gibi râviye ait ihtilâf sebeplerinden söz edilebilir. Ayrıca hadislerin mânâ ile rivayet edilmiş ol­ması, rivayette ihtisar, ziyade yahut tashifin bulunması, hadislerin lafız­larının ve Arap dilinin kendine özgü incelikleri ve teşrî usulünde takip edilen tedrîcîlik ilkesi gibi nedenler de hadislerde görülen zâhirî ihtilâfın nedenlerindendir.

Hadis âlimleri hadisler arasındaki ihtilâfın giderilmesinde dört aşa­malı bir usul takip etmişlerdir. Bunlar:

Tercih: Cem’ ve telifi mümkün olmayan, aralarında neshin varlığına da hükmedilememiş bulunan muteârız hadisler, bazı sebeplere istinaden tercih işlemine tâbi tutulur. Bu noktada aralarında zıtlık bulunan her iki rivayet; isnad, rivayet, râvi, metin, lafız, üslûp ve mânâ gibi ölçütler açısın­dan karşılaştırılır ve diğerine karşı daha üstün olan tercih edilir.

Nesih: Hadisler arasındaki ihtilâfın cem’ ve telif yoluyla giderilmesi mümkün olmadığı zaman, hadislerde nesih olup olmadığına bakılır. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Arala­rında teâruz olduğu düşünülen hadislerde nesih söz konusu ise zaman itibariyle sonra olan hadisin (nâsih) hükmü devam eder, daha önce vârid olan hadisin (mensüh) hükmü kalkar ve onunla amel edilmez.

Cem ve telif: Aralarında ihtilâf olan hadisleri usulüne uygun bir şekilde tevil ederek uzlaştırma ve bağdaştırma esasına dayanır. Böylece her iki hadis de yürürlükte kalır ve ikisiyle de amel etmek mümkün olur. Cem’ ve telif usulü, hadislerdeki ihtilâfa makul bir izah getirmek için hadis ilminin ve diğer ilimlerin verilerini dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla hadis âlimlerinin kişisel kabiliyetlerine ve yetkinliklerine bağlı olarak sı­nırsız şekilde uygulama örneği olabilir.

Tevakkuf: Yukarıda belirtilen üç işlem sonucunda hadisler arasında­ki ihtilâf hâlâ giderilemezse, tevakkuf edilir yani bu konuda kesin bir hük­me varılmaz ve bir çözüm bulununcaya kadar kanaat izhar edilmez.”9

 

 

 

Kaynak:Hadislerle İslam – Diyanet Yayınları (2014)

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir