Haçlı Seferleri:Uzun Bir Savaşın Öğrettikleri (1.Yazı)
Kabaca 1000-1500 yıllarını kapsayan klasik ve geç Ortaçağlarda İslâm-Batı ilişkileri birkaç koldan ilerlemiştir. Kuzey ve Batı Avrupa, İslâm dünyasına kapılarını kapattığı halde bilim ve felsefe alanlarında Müslüman düşünürlerden derin etkiler almıştır. Güney İspanya ve Sicilya’da yaşanan ”convivencia” tecrübesi Müslüman, Yahudi ve Hristiyanları bir araya getirmiş ve ortak bir kültürün inşasına imkân sağlamıştır. Öte yandan 11. yüzyılın sonunda başlayıp 13. yüzyılın ikinci yarısında sona eren Haçlı seferleri,Avrupalı Hristiyanları İslâm topraklarına getirmiş, Müslümanlara da Frenkleri’ savaş meydanlarında, barış müzakerelerinde, pazar ve çarşılarda, kalelerde, yolculuklarda tanıma imkânı vermiştir. İki asırlık bu mücadele dönemi, iki kültür üzerinde derin etkiler bırakmış ve hatırası modern zamanlara kadar korunmuştur.
Her ne kadar Haçlı seferleri deyince akla Doğu-İslâm topraklarına yapılan askerî seferler geliyorsa da Avrupalı Hristiyanlar ve yöneticiler orta, Kuzey ve Güney Avrupa’ya da çeşitli Haçlı seferleri düzenlemişler ve bu bölgelere açtıkları savaşları Haçlı sancağı altında tanımlamaya çalışmışlardır. 1187’de Kudüs’ün tekrar Müslümanların eline geçmesiyle beraber Haçlı seferleri Doğu’nun yanı sıra Avrupa’nın güney bölgelerine de yönelmeye başlar. 1187- 1260 arasında İspanya ve Kuzey Afrika’ya seferler düzenlenir. Endülüs MüsIumanlarına karşı yürütülen mücadele, diğer Haçlı seferlerinden farklı görülmez. 1236’da Kurtuba, 1248’de İşbiliye ve 1253’te Belensiye alınır. 1492 Avrupa’nın son Müslüman ve Yahudi toplulukları ireconquista’ seferberlik çerçevesinde yurtlarından ihraç edilir.
Güney İspanya’nın yanı sıra Baltık bölgesine de Haçlı seferleri düzenlenir; 12. ve 13. yüzyıllarda Estonya, Finlandiya ve Polonya’ya karşı savaşlar açılır. Papanın düşmanı kabul edilen ve sapık addedilen gruplara karşı Almanya, Fransa, Aragon, Bohemya, Bosna İtalya’ya seferler tertip edilir. Yunanlara ve Ortodoks Ruslara karşı da seferler düzenlendiği bilinmektedir.(1)Bu geniş manada Haçlı seferleri ve Haçlı askerleri, Avrupa tarihinde güçlü bir dinî ve siyasî içerik kazanmış ve Hristiyanlık’ın askerî tarihinin en iyi bilinen sembollerinden biri haline gelmiştir.Haçlı seferleri, 1095 yılının Kasım ayında Fransa’nın Clermont şehrinde Papa II. Urban’ın başkanlık ettiği bir toplantıyla başlar. Toplantının bittiği 27 Kasım günü Papa, meydanda dramatik bir konuşma yapar ve bütün Avrupa’yı kutsal toprakları “dinsiz sapıkların” yani Müslümanların elinden kurtarmaya davet eder. Konuşmasında dinî argümanlar kullanan II. Urban, Kudüs’ün de içinde bulunduğu kutsal toprakların Hristiyanlara ait olduğunu, Hz. Isâ’nın burada doğup vaftiz edildiğini, ilk kilisenin burada kurulduğunu ve “Tanrı’nın Krallığı”nı yeniden tesis etmek için bu toprakların mutlaka Hristiyan idaresine geçmesi gerektiğini söyler. Hristiyan Avrupa derhal harekete geçmeli ve kutsal toprakları tekrar Kilisenin idaresine katmalıdır.
Papa’nın etkili bir vaaz olarak irad ettiği konuşması 11. yüzyılın sonunda Avrupa’nın genel düşünce dünyasını ve İslâm dünyasına yönelik tutumları anlamak açısından önemli ipuçları sunar. Haçlı seferlerini dinî bir temele oturtmak için kullanılan argümanlar, Hristiyanlık’ın savaşa ve kıtale bakış açısını ortaya koyması açısından da önemlidir. Haçlı seferleri, Avrupa’daki diğer savaşlardan farklı olarak, bizzat Kilisenin sevk ve idare ettiği ve kıtalararası siyasete müdahil olduğu bir süreçtir.
Papa II. Urban, Haçlı seferlerine gerekçe olarak Kudüs’te Hz. İsâ’nın medfun olduğuna inanılan yere yapılan Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’nin Fâtımî sultanı Hakîm bi-Emrillah tarafından yıktırılmasını ve Filistin’deki Hristiyanlara baskı yapılmasını gösterir. Fâtımî sultanının, 11. yüzyılın başında giriştiği bu uygulama, hem Fâtımî hem de genel İslâm tarihi açısından istisnai bir durumdur. Hakîm’in eksantrik kişiliği, tarih ve biyografi kaynaklarında detaylı bir şekilde anlatılır. 1005 yılında Dâru’l-ilm adlı bilim merkezini kuran, Mescidül-hakim adlı büyük caminin inşasını tamamlayan Hakîm, ayni zamanda Şîîlik in bir alt kolu olan Dürzîlik’in ortaya çıkışında da etkin bir rol oynamıştır. Kutsal Mezar Kilisesi’ni yıktıran aynı Hakîm, birkaç yıl sonra yıktırdığı bazı kiliseleri yeniden yaptırır ve Hristiyanlara karşı tekrar müsamahalı politikalar izlemeye başlar. Papa II. Urban’ın çelişkilerle dolu Hakîm dönemini Önemli bir fırsat olarak değerlendirdiğinde şüphe yok.
Hristiyanlık’ı benimsemiş Avrupa halkları, Haçlı seferleri gibi ulus ve devlet ötesi bir çağrıya kıılak vermeye hazırdılar. İnsanların dünyaya günahkâr geldiği ve bundan kurtulmak için bu dünyada iyi ameller yapması gerektiği, lâkin nihai hükmün Hz. İsâ’ya ait olduğu inancı, Hristiyan otoritelerinin dinî bir savaş çağrısı yapmalarını kolaylaştıran bir unsurdu. Öte yandan Bizans İmparatorluğu kutsal savaş, kahramanlık, şövalyelik, onur, savaşçılık gibi kavramları, Hristiyanlık’ın dinî argümanlarına ve onayına ihtiyaç duymadan seküiler bir çerçevede zaten kullanmaktaydı. Fakat özellikle Konstantin’den sonra kadim Roma-Bizans savaş kültürüyle Kilisenin takdis edici otoritesi birleşecek ve kime karşı yapılırsa yapılsın, imparatorluğun bütün savaşlarına dinî bir renk katacaktır. Bu manada Roma-Bizans’ın Müslüman dünyasına karşı başlattığı savaş -Haçlı seferleri ve diğerleri- bir dinler çatışması olmaktan ziyade bir güç mücadelesinin ifadesiydi. Kilisenin onayı ve takdisi, kitleleri harekete geçirmek ve kamuoyu vicdanını kendi tarafına çekmek için gerekliydi. Bu iki kültürün -Roma-Bizans ve Hristiyanlık- bu şekilde bir araya gelmesi, 11. yüzyıl Avrupa tarihinin önemli kırılma noktalarından biridir.
Bu çerçevede Papa II. Urban, ilk defa St. Augustine’in formüle ettiği ve daha sonra St. Thomas Aquinas’ın geliştireceği ‘haklı/meşru savaş’ {jus ad bellurtı) kavramını kullanarak yaptığı çağrıya dinî ve siyasî bir temel oluşturmaya çalışır. Ortaçağ Hristiyan düşünürlerinin geliştirdiği ‘haklı/meşru savaş’ teorisi, prensipte şiddeti en son çare olarak görür ve saldırı, katliam ve nefs-i müdafaa gibi gerekçeleri savaş için temel sebep kabul eder. Aynı şekilde savaş esnasında uyulması gereken bir dizi kural belirler ki bunlara da jus in belle adı verilir. Bu ilkeler ışığında büyük bir dinî seferberlik ve savaş başlatabilmek için II. Urban, Hz. İsa’nın doğduğu ve yaşadığı yer olması hasebiyle kutsal kabul edilen Kudüs’ün barbar ve despotik Tanrı-tanımazların elinde acı çektiğini, burada yaşayan Hristiyanların zulüm gördüğünü, kadınlarının kirlendiğini, çocuklarının kaçırıldığını, kiliselerinin yakıldığını, vs. anlatan bir söylem geliştirir ve şöyle der:
Tanrıya tamamen düşman olan bir kavim Hristiyan topraklarını işgal etmiş ve insanları kılıçla,işgalle ve ateşle hükmü altına almıştır. Bu insanlar şen-i amellerinin kirlettiği kutsal adak yerlerini yıkmıştır. Hristiyanları zorla sünnet etmiş ve buradan çıkan kanı, kutsal adak yerlerine ya da vaftiz çanaklarına saçmışlardır, Ve işkence yapmak istedikleri kişilerin karınlarını deşmiş, hayatî organlarım parçalamış, bir kazığa bağlayarak onları sürüklemiş ve kırbaçlamış, böylece onları öldürmeden önce bütün iç organlarını dışarı çıkartmıştır. Kadınlara karşı uygulanan şiddete ne diyeyim? Bıı şiddet o kadardır ki onun hakkında konuşmak, susmaktan daha kötüdür.
Milletler arasında Tanrı size savaşta fevkalâde bir üstünlük, büyük bir kalp, size karşı gelen herkesi susturabilecek hafif ve güçlü bir beden vermişken, bunun intikamını almak ve bu durumu düzeltmek kime düşüyor?(2)
Oysa bu iddiaların hiçbiri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyordu. Zira Doğu Hristiyanları ve özellikle Kudüs ve civarında yaşayan gayr-ı Müslim topluluklar baskı altında değillerdi. Herhangi bir sistematik yahut toplu öldürme söz. konusu olmadığı gibi, Yahudi ve Hristiyanlar Ehl-i Kitap olarak “zımmî” hukukunun kendilerine sağladığı haklardan istifade etmekteydi. Doğu Hristiyanları Abbasî Devleti’nde ve diğer beylik ve sultanlıklarda bürokrat, doktor, maliyeci, muhasib, mütercim, vb. olarak görev yapmaktaydılar ve bu durumu Roma yahut Vatikan yönetimine tercih ediyorlardı. Bu manada Haçlı seferleri için yapılan çağrıda kullanılan dil ve üretilen efsaneler, Papalık düzeyinde İslam karşıtı propaganda faaliyetlerinin ilk örneğidir.
Papa II. Urban’ın davetine göre, bu seferin amacı sadece kişisel günahlardan kurtulmak değil, aynı zamanda Hz. Isâ için zorluklara katlanmak ve belki de onun yolunda ölmek sûretiyle cenneti garantilemekti. Buna, Avrupa’da yayılmaya başlayan Islâm karşıtı polemikler, efsaneler, ön yargılar ve husumet eklenince asker, asilzade, sıradan vatandaş, tüccar, meraklı ve maceracı insanların oluşturduğu orduların kısa sürede yola çıkması işten bile değildi. Böylece Kilise hiyerarşisi dışında kalan ve dinî bir yetki ve sıfata sahip olmayan insanlar da büyük bir dinî eylemin içinde, hatta merkezinde rol alma şansına sahip olmaktaydı. Kendisi de basit bir kökenden gelen II. Urban’ın kitleleri harekete geçirmek için bu hissi etkili bir şekilde kullandığı görülüvor.(3)
Bu hissiyatla harekete geçen kitleler “Tanrı’nın emri, Tanrı’nın emri” sloganıyla yollara döküldüler.Fakat Haçlı seferlerinin sadece dinî gerekçelerle yapıldığını söylemek hata olur. Papanın dini otoritesini siyasî bir güç haline getirme kaygısının yanı sıra başka etkenlerin de süreçte önemli bir rol oynadığını ifade etmek gerekir. Bunların başında Batı ve Doğu Hristiyan topluluklarını birleştirme çabası gelir. Asırlardır ayrı dinî ve siyasî otoritelere bağlı olan Hristiyan cemaatlerinin birleşmesi, Avrupa devletleri için tarihî bir fırsat olabilirdi. Papa, Avrupa’nın dinî ve siyasî birliğini sağlama konusunda imparator ve derebeylerinin tam desteğine sahipti ve kendini onlardan güçlü görüyordu. Dinî birlik, Avrupa’nın siyasî sınırlarını Arap Yarımadası’na kadar genişletebilirdi. Bu manada Haçlı seferlerinin asıl misyonu, Papa, krallar ve derebeylerinin öncülüğünde bir “birleşik Avrupa” yaratmaktı.
Avrupa’yı tek bir siyasî önderlikte, Hristiyanlık’ı da Katolik Kilisesi’nin dinî otoritesi altında birleştirme projesi, Nesturîler başta olmak üzere Doğulu Hristiyan cemaatlerinin kahir ekseriyeti tarafından reddedilecektir. Nesturîler, İznik Konsili’nin sonuç bildirgesine ilk karşı çıkan gruptu. Nesturîlik, Antakyalı bir din adamı olan Nestorius tarafından kurulmuştu. Nesturi inanana göre Hz. İsâ, Tanrı’nın kelimesinin kendisinde tecellî ettiği bir insandır. Monofizitler ise İskenderiye Piskoposuna bağlı olup Hz. İsâ’nın tamamen İlâhî bir tabiata sahip olduğuna inanıyorlardı. Bu dönemde Irak’ta yaşayan Hristiyanların büyük çoğunluğunun Nesturi olduğu tahmin ediliyor. Hristiyanlık’ı resmî din haline getiren Roma imparatorları, İstanbul’un Hristiyanlık’ın ikinci başkenti olmasını ve bütün dünya Hristiyanlarının kendilerine bağlı olmalarını istiyorlardı. Hz. İsâ’nın Baba ve Oğul’dan oluşan hem İlâhî hem de İnsanî iki tabiatı olduğu öğretisi bütün Hristiyanlara empoze edildiğinde, gösterilen tepkiler dinî olduğu kadar aynı zamanda siyasî idi. Teolojik tartışmaların ötesinde Doğu Hristiyanları, Roma yahut İstanbul’un hakimiyetini kabul etmeye yanaşmıyordu.
Haçlı Seferleri Başlıyor
1096 yılında başlayıp 1270 yılında sona eren Haçlı seferlerinden sekiz tanesi önemlidir. 1096-1099 yılları arasında yapılan ve bütün seferler içinde Batıklara tek zafer getiren ilk seferde Haçlılar Kudüs’ü ele geçirdiler ve Suriye ve Filistin’de “Latin Devletleri ”ni kurdular. Bu devletler; Urfa Kontluğu (1098-1144), Antakya Eyaleti (1098-1268), Kudüs Krallığı (1099-1187), Trablus Kontluğu (1109-1289), Edessa Eyaleti (1098-1144) ve Kilikya’daki Ermenistan Krallığı’dır (1098-1375). Bu eyalet ve kontluklar, Anadolu’nun doğu ve güney bölgelerinde ve Suriye-Filistin hattında kurulmuş ve Haçlı seferlerinin devam etmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat bu siyasî yapılar, zaman içinde zayıflayarak ortadan kalkmıştır.
Beş haftalık bir kuşatmadan sonra 1099 yılında Haçlıların eline geçen Kudüs, uzun tarihinin en dramatik ve acılı anlarından birini yaşadı. Haçlılar hiçbir ayrım yapmadan şehirde büyük bir katliam yaptılar. Kubbetu’s-sahrâ’ya ve Mescid-i Aksâ’ya sığınan Müslüman halk dahi bu katliamdan kurtulamadı. Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle şehirdeki Yahudiler de katledildi; sinagogları yakılarak ateşe verildi. Mescid-i Aksâ talan edildi ve değerli eşyalar çalındı. Müslümanların mabedleri kilise, misafirhane, depo, vb. yerlere çevrildi. Kudüs’te yapılan katliam, Batılı kaynaklarda dahi büyük bir trajedi olarak anlatılır. Tarihçi Raimundus Aguliers, şehrin ele geçirilmesinden bir gün sonra Harem-i Şerif mahallesine giderken ceset yığınları arasından geçtiğini ve akan kanın dizlerine kadar sıçradığını aktarır. Altın ve mücevher gibi kıymetli taşların bulunduğu gerekçesiyle pek çok Müslüman Kudüslünün karınlarının deşildiği rivayet edilmektedir. Kaynaklar, şehrin birkaç gün içinde ceset ve kan kokusuyla dolduğunu; salgın hastalıkların başlaması ihtimalinden dolayı temizlik yapılması talimatı verildiğini aktarır. Müslümanların cesetlerini bir araya getirip topluca yakmak işi de şehirde kalan Müslümanlara zorla yaptırılır.(4)
Birinci Haçlı Seferi’nin Kudüs’ün ele geçirilmesiyle neticelenmesinin çeşitli sebepleri olduğunu ifade etmek gerekir. Avrupa tarihinde ilk defa dinî bir ihtirasla yola çıkan on binlerce Hristiyan birkaç yıl içinde böyle büyük bir zafere imza atacağını muhtemelen tahmin etmiyordu. İlk Haçlıların büyük bir direnişle karşılaşmadan Anadolu’yu ve Suriye topraklarını geçerek Filistin’e kadar gelmesinde İslâm dünyasının 11. yüzyılın sonunda içine düştüğü siyasî dağınıklık ve iç ihtilaflar da önemli bir rol oynamıştır. Şam, Halep ve Musul’da bulunan Müslüman güçleri birlik olabilseydi, Haçlı ordusunu Antakya civarında durdurabileceklerdi. Fakat Selçuklular, Abbâsîler ve Fâtımî- ler arasındaki siyasî çekişme, merkezî ve birleştirici bir gücün ortaya çıkmasına imkân vermedi. Melikşah’ın 1092 yılında vefat etmesinin ardından Selçuklu Devleti’nin bölünmeye başlaması da bunda etkili oldu. Müteakip dönemlerde ve özellikle Salâheddîn Eyyûbî’den sonra birlik içinde hareket eden İslâm dünyası, yeni Haçlı seferlerinin başarılı olmasını engellemiştir.(5) Müslüman yönetici ve komutanların hazırlıksız yakalanmasındaki bir diğer etken, Trenkier’ olarak bilinen Haçlı ordularının, zafiyet içindeki Bizans ile aynı kabul edilmesiydi. Kudüs ve civan kaybedilinceye kadar ne Selçukluların, ne Abbâsîlerin, ne de Fâtımîlerin Haçlıların gerçek gücü ve kapasitesi hakkında doğru bir bilgiye sahip olmadığı anlaşılıyor.
Bunun en canlı örneği, ilk Haçlı ordusuna karşı önemli askerî başarılar elde eden Selçuklu sultanı I. Kılıçarslan’dır. 1096’da İznik’i kuşatan Haçlılar, Selçuklular için bir sürpriz olmuştu. Zira Haçlılar, Bizans’la münasebetlerinden tanıdıkları ‘efrene’lerden farklıydılar. Dilleri, kılık kıyafetleri, komuta yöntemleri, askerî taktikleri daha önce görmedikleri niteliklere sahipti. Avrupa’dan gelen bu insanların sayısını ve gerçek niyetini de kimse bilmiyordu. Malatya civarında Danişmendoğulları’yla uğraşmak zorunda kalan Kılıçarslan, ilk Haçlı ordusunun İznik çıkartması karşısında hazırlıksız yakalanmış ve eşinin ve çocuklarının esir alınmasına engel olamamıştı. Buna rağmen Selçuklu sultanı, Haçlı ordusunu yenmeyi başarır. 1097 yılında ikinci bir ordunun yaklaşmakta olduğu haberi gelince Kılıçarslan ve komutanları, bir yıl önceki başarılarını esas alarak bu tehdidi fazla önemsemezler. Fakat Haçlıların gerçek gücü ve boyutu burada ortaya çıkar. Kılıçarslan’ın büyük bir başarıyla uyguladığı vur-kaç taktikleri, Haçlı ordusuna önemli kayıplar verir, ama Anadolu topraklarını geçerek Kudüs’e ulaşmalarını engelleyemez.(6)
İkinci Haçlı Seferi 1147-1149 yılları arasında yapılır. Avrupa’nın en kalabalık ordusunun katıldığı bu sefer, Haçlılar açısından hiçbir önemli netice vermemiştir. 1188-1192 yılları arasındaki üçüncü seferin amacı, 2 Ekim 1187’de kaybedilen Kudüs’ü tekrar Hristiyan hakimiyeti altına almaktı. Dördüncü sefer 1201-1204 yılları arasında gerçekleşir. Haçlılar bu sefer sırasında İstanbul’u talan ederler. Venedik’te toplanan Haçlı ordusu, deniz yoluyla İstanbul’a gelir ve gemilerini Haliç’e çeker. Hazırlıksız yakalanan Bizans imparatoru, sağa sola saldıran çapulcu grupları kontrol altına alamaz. Şehir 13 Nisan 1204’te Haçlıların eline geçer ve yağmalanır. Bizans ve Avrupa kaynaklarının bildirdiğine göre İstanbul’daki saraylar, kiliseler, manastırlar, kütüphaneler, işyerleri talan edilir. Mücevherat, tablo, ikon gibi kıymetli eşyalar parçalanır veya çalınır. Venedikliler ele geçirdikleri kıymetli eşyaları Venedik’e götürürler. Kudüs’ü kurtarmak için yola çıkan Haçlılar, İstanbul’u talan etmekle yetinirler. Neticede zaten zayıflamakta olan Bizans İmparatorluğu, Dördüncü Haçlı Seferi’yle beraber artık çökmeye başlar. Paradoksal bir şekilde bu hadise, Anadolu Selçuklu Devleti’nin hakimiyetini tahkim etmesi- ne yardımcı olur. Zira artık Avrupa’dan ve Bizans’tan bir askerî tehdidin gelmeyeceğini gören Selçuklular, Akdeniz’de Antalya ve civarını, Karadeniz’de Samsun ve Sinop’u ele geçirir.(7)
1217-1221 yılları arasında yapılan beşinci sefer, Mısır’ı hedef alır. Haçlılar yenilir ve Müslümanlarla anlaşma imzalamak zorunda kalırlar. 1228- 1229 yıllarına rastlayan altıncı sefer, Alman imparatoru II. Frederik’in Kudüs’ü kısa bir süreliğine hakimiyeti altına almasıyla sonuçlanır. Fakat bu uzun sürmez ve Kudüs tekrar Müslüman idaresine geçer. Yedinci ve sekizinci Haçlı seferleri sırasıyla 1248-1254 ve 1270 yıllarında gerçekleşir. Her iki seferde de Haçlılar büyük yenilgiler alır. Avrupalılar yorulmuştur. Haçlı seferleri, artık sadece tarihî bir semboldür.(8) Kudüs’ü yeniden ele geçirme umutlarını yitiren Avrupalılar, bölgede küçük Latin krallıkları kurarlar. Fakat Kudüs, Hristiyan Avrupa’nın kızıl elması olmaya devam eder. Son Haçlı seferini düzenleyen Fransız Kralı ‘Aziz’ Louis, dünya gözüyle göremediği ama ele geçirmek için ömrünü harcadığı Kudüs’ten son nefesine kadar vazgeçmez. Ölüm döşeğinde ağzından dökülen son kelimeler “Kudüs, Kudüs!” olur.(9)
Kudüs’ün Fethi
Bu dönemin en kayda değer hadisesi şüphesiz Kudüs’ün tekrar Müslümanların eline geçmesidir. Kudüs’ün Müslümanlardan alınması, Haçlı seferlerinin ana sebebi olarak kabul edilmiş, binlerce insan bu fikre inanarak hayatlarının en büyük macerasına çıkmış ve büyük bedeller ödemişlerdi. 1099 yılında alman Kudüs, 1187 yılına kadar Hristiyanların idaresinde kaldı. Kilise, Avrupalı krallar ve doğudaki Haçlı devletleri, tarihin akış seyrinin artık kendilerinden yana olduğuna inanıyordu. Bu kurgu, Salâhed- dîn Eyyûbî (1138-1193) adında bir kumandanın tarih sahnesine çıkmasıyla değişecektir.
Eyyubîler hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı olan Salâheddîn Eyyûbî, Tikrit’te dünyaya geldi. Siyasî ve askerî hayatının önemli bir kısmını Mısır, Suriye ve Irak’ta birlik ve istikrarı sağlamaya hasretti. Fâtımî Devleti’ne son vererek bölgede siyasî birliği tesis etti. Haçlılara karşı ilk seferini 1177’de Gazze-Askalan bölgesine yaptı. 1185’te Musul ve civarını tahkim etti ve ordusunu güçlendirdi. Uzun yıllardır hayalini kurduğu Kudüs’ü fethetmek için artık yeterli güce sahip olduğunu gören Salâheddîn Eyyûbî, Kudüs Krallığı’nın iç çatışmalarını da iyi değerlendirerek harekete geçti. Mısır, Suriye ve diğer vilayetlerden gelen askerlerle birlikte 12 bin kişilik bir süvari ordusu teşekkül etti. 3-4 Temmuz 1187’de Hittin adlı bölgede Haçlıları ağır bir yenilgiye uğrattı. Ardından bugün Filistin topraklarında bulunan Akka, Taberiye, Nablus ve Gazze dahil irili ufaklı bir dizi şehri ele geçirdi. 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşattı. Miraç kandiline denk gelen 27 Receb 583 yani 2 Ekim 1187 günü Kudüs’e girdi. Vefat ettiği 4 Mart 1193 tarihine kadar hem Kudüs’ü hem de civar şehirleri Haçlı ordularına karşı korudu. İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard’ın 1191’de Akka’yı ele geçirmesi dahi Salâheddîn’in kurduğu Kudüs hattına her hangi bir zarar vermedi.
Kaynakların ittifakla aktardığına göre Salâheddîn Eyyûbî adaletli, dirayetli, dindar, cömert, vakur ve iyi eğitim almış bir kişiydi. Siyasî ve askerî hayatında büyük başarılara imza atan Kudüs fatihi, İlmî ve sanatsal çalışmaları bizzat takip ederek destekledi. Filistin, Hicaz, Yemen ve Mısır’da çok sayıda da kale, köprü, medrese, cami ve zaviye inşa ettirdi. O’nun döneminde Mısır ve Suriye, İslâm dünyasının önemli ilim ve fikir merkezleri haline geldi.Mekke ve Medine’nin imarıyla hususî olarak ilgilendi ve “Hâdimü’l-Harameyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) ifadesini ilk defa kullanan devlet adamı oldu.(10)
Salâheddîn Eyyûbî, sadece “Kudüs Fatihi” olarak İslâm dünyasında değil, Avrupa’da da bir efsane haline gelir. Şehri aldıktan sonra geniş bir ‘eman’ yayınlar ve kendisine karşı savaşan Tapınak ve Hospitalier Şövalyeleri dahil herkesin can ve mal güvenliğini garanti altına alır. Hristiyanların çok cüz’î miktarlarda fidye ödeyerek Kudüs’ü terk etmelerine izin verir. Lâkin savaş sırasında katliam yapanların öldürülmesini emreder. Kudüs Kralı Guy de Lesignan’ın hayatını bağışlar; fakat pek çok Müslümanın kanına giren ve Hristiyanların da tepkisini çeken Renaud de Chatillon’u bizzat kendisi öldürür. Mescid-i Aksâ ve diğer İslâmî mekânları tekrar aslî fonksiyonlarına irca eder. Haçlılar tarafından kovulan ve uzun bir süredir Kıbrıs’ta bulunan Yahudi hahamını Kudüs’e davet eder.
Hristiyanlara ait dinî mekânların idaresini Ortodoks Kilisesine teslim eder. Kudüs’te barış ve adaleti tesis etmeye çalışan Salâheddîn Eyyûbî, böylece siyasî ve dinî bütün tarafların takdirini toplar. Cephede savaştığı düşmanlarına karşı sulh masasında asil ve âli- cenab tutumuyla dikkat çeken Salâheddîn, Ortaçağlar boyunca Avrupa’da en iyi bilinen Müslüman kahraman haline gelir. Müslüman filozoflar örneğinde gördüğümüz gibi Salâheddîn de yer yer gizli bir “Hristiyan şövalye” olarak anlatılır. Dante, Salâheddîn’i Limbo’daki “erdemli paganlar” arasına yerleştirir. Walter Scott’ın The Talisman (1825) adlı eserindeki Salâheddîn betimlemesi, Kudüs fatihine gösterilen romantik ilginin dikkat çekici örneklerinden biridir. Ridley Scott’ın Cennetin Krallığı (2005) filminde Salâheddîn, tarihî gerçeklerle uyumlu bir şekilde adil ve dirayetli bir komutan olarak tasvir edilir.(11)
Hıttin Savaşı’ndan sonra Kudüs, altı buçuk asır boyunca Müslümanların hakimiyeti altında kalmıştır. İngiliz General Edmund Allenby, Aralık 1917 yılında Kudüs’ü Osmanlılar’dan aldığında, Arslan Yürekli Richard’ın yarım kalmış projesini tamamladığını ima eder.(12)
Hittin Savaşı’nın yapıldığı yerin hem Haçlılar hem de Filistin tarihinde özel bir yeri var. Taberiyye Gölü’ne sekiz kilometre mesafede bulunan Hittin, Salaheddm Eyyûbınin hatırasını taşır. Salaheddîn, Haçlı ordularını yendikten sonra Kudüs ün kapılarını açan bu zaferin anısına Hittin’in en yüksek noktasına Kubbetu n-nasr adında bir bina yaptırır. Bina zaman içinde camiye dönüşür ve yüzyıllar boyunca Hittin zaferinin sembolü olarak hizmet verir. Şuayb Peygamber’in makamının burada olduğu kabul edilir. 1948’de İsrail’in eline geçen Hittin o tarihten itibaren sistemli bir nüfussuzlaştırma politikasına tabi tutulur. İsrail, Dürzîlerin Şuayb Peygamber’in makamını ziyaret etmesine, daha sonra da makamın himayesini üstlenmelerine izin verir. Buna mukabil, Salâheddîn’in yaptırdığı caminin restore edilmesi engellenir. 1990’lı yıllarda 73 yaşındaki Ebû Cemel adlı bir Filistinli, Hittin’de Filistinli çocuklar için bir yaz kampı yapmak ister ve bu vesileyle camiyi restore edebileceğini düşünür. Fakat İsrail hükümetinin bürokratik engel ve oyalamaları neticesinde bu proje hayata geçmez. Bugün Hittin, İsrailli işgalci yerleşimcilerin hayvanlarını otlattığı bir yer olarak kullanılıyor.(13)
Salâheddîn Eyyûbî ve ‘Arslan Yürekli’ Richard
Salâheddîn Eyyûbî’yi anlatırken İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard dan bahsetmemek olmaz. Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesi üzerine Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa 1189 yılında büyük bir orduyla yola çıkar. Balkanlar’ı ve Orta Anadolu’yu geçerek Toroslar üzerinden Silifke ye kadar gelir. Silifke çayını geçerken boğularak ölmesi üzerine ordusu dağılır. Fakat Avrupalıların kutsal topraklara olan ilgisi ortadan kalkmaz. 1189 da babası Henri’nin ani vefatı üzerine tahta geçen Richard ve Fransız Kralı II. Philippe August, 1190’da Vezelay’da buluşur ve güçlerini birleştirerek Kudüs’e doğru yola çıkarlar. Ayrı yollardan Akka’ya gelen Fransız ve İngiliz kralları, şehri 11 Temmuz 1191’de ele geçirir. Akka’nın düşmesi, hem Salâheddîn hem de bölgedeki Müslüman emirler için beklenmedik bir gelişme olur. Akka’nın paylaşılması konusunda İngilizlerle Fransızlar arasında ihtilaf çıkınca Fransa Kralı ülkesine geri döner ve böylece bütün kumanda Richard’a geçer.
Akka’nın düşmesi Salâheddîn’i hem öfkelendirmiş, hem de endişelendirmişti. Zira şehir, onun onayı olmadan teslim edilmişti. Salâheddîn bir an hısımıyla esirlerin mübadelesini temin etmek ister. Bunun için kendi elindeki esirleri bırakır. Richard’ın amacı ise Akka’da kalmak değil, bir an önce güneye doğru ilerleyerek Kudüs’ü almaktır. Bütün asillerin serbest bırakılmadığı bahanesini ileri süren Richard, Akka’da bulunan 2700 Müslüman esirin eş ve çocuklarıyla beraber kılıçtan geçirilmesini emreder. Bu korkunç katliamdan geriye bir ceset yığını kalır. Parçalanmış ve kokmaya başlayan cesetleri şehrin girişinde bırakan Haçlılar güneye doğru ilerlemeye başlarlar. Katliam haberi Kudüs’te bulunan Salâheddîn Eyyûbî’ye ulaştığında artık barış görüşmelerinin bir anlamının kalmadığı anlaşılır.(14)
Akka zaferi Richard’ı ve askerlerini umutlandırmıştır, ama Kudüs’e ele geçirmek için büyük bir taarruz yapacak kuvvetleri yoktur. Bunun farkında olan Salâheddîn, Akka’daki katliama rağmen diplomatik yolları ustaca kullanmaya devam eder. Kendisiyle yüz yüze görüşmek isteyen Richard’ın talebini “Krallar ancak bir anlaşma yaptıktan sonra görüşürler; zira birbirlerini tanıdıktan ve bir lokma ekmeği paylaştıktan sonra savaş yapmaları makul değildir” diyerek reddeder. Richard, şöhreti Avrupa’ya kadar ulaşan Salâheddîn’i bizzat tanımak istediğini gizlemez. Salâheddîn ve komutanlarına göre, İngiliz kralının amacı barış yapmak değil, Müslüman ordularının gerçek gücünü ölçmektir. Müslüman tarafı da yeni Haçlı kuvvetlerinin kapasitesini öğrenmek istemektedir. Salâheddîn görüşmeleri yürütmek üzere kardeşi Melik el-Adil’i görevlendirir. Bu noktada Salâheddîn, Haçlı ordusunu Akka’dan başlamak üzere Filistin sahillerinden bütünüyle söküp atamayacağının farkındadır. Üstelik malarya hastalığı kendisini bitkin düşürmekte ve eski kudreti hakkında emirleri arasında şüphelerin doğmasına neden olmaktadır. Salâheddîn durumun farkındadır; birinci hedefi, Kudüs’ü tahkim etmektir. Ve bunu, tek bir askerini cepheye sürmeden başarmanın yollarını arar.
Richard ile Salâheddîn arasındaki diplomatik müzakereleri yürüten el-Adil, 1191 yılının Eylül ayında İngiliz kralından bir mesaj alır. Kral iki taraftan pek çok kayıpların olduğunu, şehirlerin yerle bir edildiğini ve bir anlaşma yapmanın zamanının geldiğini söyler. Bunun için üç şart öne sürer: Kudüs, Gerçek Haç ve toprak. Buna göre, Kudüs Hristiyanlara teslim edilecek; Salâheddîn’in elinde bulunan ve bizzat Hz. İsâ’dan kalma olduğuna inanılan Gerçek Haç, Richard’a verilecek ve Ürdün’ün batısından itibaren Akdenize kadar olan kısım Haçlılara bırakılacaktır. Salâheddîn bu şartları duyunca tebessüm eder; kâtibi çağırır ve şu cevabı yazdırır:
Kudüs, sizin için olduğu kadar bizim için de kutsaldır, fakat bizim için daha önemlidir; zira Peygamber Efendimiz mirâc’a buradan yükselmiştir ve ümmet kıyamet gününde burada cem olacaktır… Toprak meselesine gelince, buralar her zaman bizim vatanımız oldu. Sizin işgaliniz ise geçicidir. Müslümanlar zaafa düştüğü için buraları ele geçirdiniz. Savaşacak gücümüz olduğu müddetçe size burada rahat yok… Gerçek Haç ise elimizde büyük bir ganimettir ve onu ancak İslâm’ın hayrına olacak bir iş için size iade ederiz…(15)
Salâheddîn’in bu net cevabı, Richard’ı bu sefer yeni ve şaşırtıcı bir teklif yapmaya sevk eder. Buna göre, Salâheddîn’in kardeşi Melik el-Adil, Ingiliz kralının kız kardeşi Joanna ile evlenecek; kralın ele geçirdiği Askalan ve diğer sahil bölgeleri çeyiz olarak verilecek; kan ve koca Kudüs’te oturacak; Hristiyanların serbestçe ziyaretlerine izin verilecek; Gerçek Haç iade edilecek; esirler serbest bırakılacak ve Tapmak ve Hospitalier şövalyelerine Filistin’deki mülkleri geri verilecektir. Bütün anlaşmalar yapıldıktan sonra Richard, ülkesine geri dönecektir. Teklifi duyan Salâheddîn, bunun bir şaka yahut savaş hilesi olduğunu düşünüp gülümser. Lâkin kardeşinin teklife olumlu baktığını görür ve itiraz etmez. “Evet” cevabı karşı tarafa iletilir. Bu arada kralın kız kardeşi böyle bir teklifin yapıldığını duyduğunda dehşete kapı- lir; ortalığı birbirine katar ve bir Müslüman emirle asla evlenmeyeceğini söyler. İşlerin sarpa sardığını gören Richard, bu sefer el-Adil’e Hristiyan olmasını söyler.
El-Adil, tıpkı abisi gibi bu teklife müstehzi bir tebessümle karalık verir. Plan suya düşer. Richard, kız kardeşi Joanna yerine, yeğeni Bretagne prensesi Eleanor’u vermeyi teklif eder. Hatta bunun için Papa’dan bir ‘izin belgesi’ almayı bile planlar. Ama bu girişim de sonuç vermez. Böylece Salâheddîn, Richard’ın, kardeşi el-Adil’i kendisine karşı kullanma hesabını da boşa çıkartır. El-Adil ve Richard, bir akşam ziyafetinde bir araya gelir; karşılıklı iltifat ve hediyeleşmelerde bulunur ve ayrılırlar.
Bu sırada Salâheddîn boş durmaz ve Richard ile ilişkileri gergin olan Tire hakimi Conrad ile gizli müzakereler yürütür. Amacı, Richard’a karşı bir ittifak kurmak ve Haçlı cephesini bölmektir. Arslan Yürekli Richard, Salâheddîn ile yüz yüze görüşmek için yeniden randevu talep eder. Salâheddîn ise aynı cevabı verir:
Krallar ancak bir anlaşma yapıldıktan sonra buluşur. Her hâlükârda ben senin dilini anlamam, sen de benimkini. Bu yüzden ikimizin de güveneceği bir tercümana ihtiyaç vardır. Bu yüzden bu adam (şu andaki elçi) aracı olarak görevine devam etsin. Bir anlaşmaya varırsak, bir araya geliriz. O zaman aramızdaki dostluk bâkî olur.(16)
Müzakereler devam eder; fakat Richard artık yorulmuştur. Dahası, İngiltere’de kardeşinin haddini aşan tasarruflarda bulunduğu haberleri, onu rahatsız eder. Son bir hamle yaparak hiç olmazsa Askalan’ı ona bırakması için Salâheddîn’e adeta yalvarır. Aksi halde bu kışı da bölgede geçirmek zorunda kalacağını söyler. Bu üstü örtülü tehdit karşısında Salâheddîn, Richard’ın elçisini karşısına oturtarak, Kral’a şunları aktarmasını söyler:
Krala de ki: Askalan’ı ona vermem söz konusu olamaz. Kışı burada geçirme meselesine gelince, bu zaten kaçınılmaz görünüyor; zira, kralın bu toprakları terk ettiği anda her şeyi kaybedeceğini gayet iyi biliyor. Kışı gerçekten burada, ailesinden ve ülkesinde uzakta mı geçirmek istiyor? Hay hay! Ben kışı da, yazı da, bir sonraki kışı ve bir sonraki yazı da burada geçirmeye hazırım. Zira burası benim vatanım. Burada çocuklarımla ve akrabalarımla beraberim.Kış için bir ordum,yaz için bir başka ordum var.Ben artık yaşlı bir adamım.Ve dünya zevkleriyle işim olmaz. Cenab-ı Hak ikimizden birine zafer nasip edene kadar beklerim!'(17)
Bu cevap üzerine Richard daha fazla mesafe katcdcmcyeceğini anlar ve 1192 yılının Eylül ayında beş yıllık bir anlaşmaya razı olur. Haçlılar, Tire ve Yafa arasını alır ve karşılığında Salâheddîn’in Kudüs dahil bütün bölgedeki hakimiyetini tanır. Anlaşma üzerine Haçlı savaşçıları ziyaret için Kudüs’e gider. Salâheddîn gelenleri âlicenab bir şekilde karşılar. Bazılarını kendi sofrasına davet eder. Haçlıların ısrarlı davetlerine rağmen Arslan Yürekli Richard, Kudüse gitmeyi reddeder. Böylece fethetmek için geldiği Kudüs’ü hiç göremeden ve hayranlığını gizlemediği Salâheddîn ile yüz yüze görüşemeden ülkesine geri döner.(18)
Anlaşmadan birkaç ay sonra Salâheddîn’in durumu kötüleşir. Batıda Ma- imonides, Yahudi aleminde Rambam olarak tanınan ve Akit Karışıklar İçin Kılavuz (Delâletti’l-hâirîn) kitabının yazarı ünlü Yahudi düşünür Mûsâ ibn Meymûn, Salâheddîn’in kişisel doktoru olarak Şam’da huzura çağrılır. Fakat bütün müdahalelere rağmen Kudüs fatihi, 4 Mart 1193’te 55 yaşındayken vefat eder. Salâheddîn’in biyografisini yazan Bahâeddîn’in aktardığına göre, Emir’in başında Kur’ân okunur. “Allah’tan başka ilah yoktur ve biz sadece O’na güveniriz”ayetine gelindiğinde Salâheddîn tebessüm eder, yüzü aydınlanır ve ruhunu teslim eder.(19)
Salâheddîn’in erken ve beklenmedik vefatı, Suriye ve Kudüs başta olmak üzere bütün İslâm alemini büyük bir üzüntüye gark eder. Ölümünün Avrupa’da nasıl yankılandığını bilmiyoruz. Fakat Salâheddîn’i Kudüs ve civarında gören, onunla selamlaşan, sofrasında yemek yiyen, kendisini görmediği halde şöhretini duyan pek çok Haçlı askeri, rahip ve din adamı ve Yahudi hahamları ondan saygıyla ve övgüyle bahsederler. Hem tarihî bir şahsiyet hem de kültürel bir sembol olarak Salâheddîn, İslâm dünyasının ve Avrupa’nın hafızasında asırlar boyunca canlı kalır. Modern dönemde Filistin için verilen özgürlük mücadelesi, onun hatırası etrafında şekillenmiştir. Kudüs’ü ve Filistin topraklarını İsrail işgalinden kurtarmak için mücadele edenlerin kendilerini Salâheddîn’in evlatları olarak görmeleri bir tesadüf değil. Avrupalılar da bu mirasın farkında olduklarını her fırsatta ifade ettiler. 11 Aralık 1917’de İngiliz General Edmund Allenby, Yafa’yı Osmanlı’dan teslim aldığında, Avrupa basını hadiseyi Üçüncü Haçlı Seferi’ne atıflar yaparak verir. Daha drama tik bir sahne ise 1920’de yaşanır ve Fransız Generali Henri Gouraud, Şam’a girdiğinde atının üzerinde doğrudan Salâheddîn’in Emevîyye Camii’nin yanındaki türbesine giderek “Ey Salâheddîn! İşte döndük. Benim buradaki varlığım, haçın hilâle galebe çalmasının teyididir” der.(20)
Roland’ın Şarkısı
Kudüs etrafında şekillenen mücadelenin siyasî ve askerî yönü kadar kültürel boyutu da önemlidir. Her bir Haçlı seferi, İslâm dünyası ve Müslümanlar hakkında Avrupa’ya yeni hikâyelerin, efsanelerin, hatıraların ve doğru-yanlış anekdotların aktarılmasını sağlamıştır. Bu dönemde Avrupalılar arasında yayılan popüler eserlerde ve şarkılarda tarihin birkaç defa yazıldığına şahit oluruz. Haçlılar açısından Müslümanlara karşı verilen mücadele öylesine önemlidir ki Avrupa’nın siyasî ve askerî tarihi sekizinci yüzyılın sonunda ve dokuzuncu yüzyılın başında hükümran olan Şarlman döneminden itibaren yeniden kaleme alınır. Fransız edebiyatının bilinen en eski şiiri olan La Chanson de Roland (Roland’ın Şarkısı), 778 yılında Pirenneler civarındaki Renceval şehrine askerî sefer düzenleyen Şarlman’ın (rivayete göre) Müslümanlara karşı kazandığı zaferi bir kahramanlık hikâyesi olarak anlatır. Şiirde savaş büyük bir çarpışma olarak anlatılır, ama tarihen bunu tevsik etmek mümkün değil. Bu dönemde Müslümanların Renceval bölgesine büyük bir orduyla çıkartma yapması soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Fakat burada önemli olan, tarihî doğruluktan ziyade Roland’tn Şarkısı’nın vermek istediği duygudur.
Dört binin üzerinde dizeden oluşan şiir, Şarlman’ın Müslümanlara karşı verdiği savaşı ve Roland’ın üvey babası Ganelon’un ihanetini anlatır. Saragosa’yı Şarlman’a kaybetmek üzere olan Müslüman Emir, bir elçi göndererek Frenklerin Fransa’ya dönmeleri halinde Hristiyan olacağını ve hâzinelerini Şarlman’a vereceğini söyler. Savaşmaktan yorgun düşen Şarlman ve askerleri teklifi kabul eder ve müzakereleri yürütmek üzere bir elçi atar. İyi bir savaşçı olan Roland, üvey babası Ganelon’un gitmesini önerir. Buna öfkelenen Ganelon, Müslüman emire Frenklerin ordusunun geri dönüş güzergâhını bildirir ve böylece artçı birlikleri pusuya düşürebilecekleri yerin haberini verir. Roland bu birliğe komuta etmektedir. Planlandığı gibi Roland ve askerleri pusuya düşürülür.
Frenkier cesurca savaşırlar, ama sayıları yetmez. Roland yardım çağrısında bulunmayı reddeder. Yardım istemek için artık çok geçtir. Roland yardım borusunu üflerken ölür ve ruhu azizler tarafından cennete götürülür. Şarlman geldiğinde savaş meydanında Roland’ın cesedini bulur. Müslüman ordunun peşine düşer ve onları Ebro Nehri’ne sürerek hepsini öldürür. Bu arada Babilon Kralı Baligant, Müslüman kumandana yardım etmek için Ispanya’ya gelir. Şarlman onu da yener, Saragosa’yı alır ve Fransa’ya geri döner. Olaydan sonra Ganelon’un ihaneti ortaya çıkar ve Ganelon ölüme mahkûm edilir.
Roland’ın Şarkısı, ortaçağ Hristiyan cengâverliğini anlatan en meşhur eserdir. Şarkı, birinci ve ikinci Haçlı seferleri sırasında popüler hale gelmiş ve aradan geçen üç yüz yıllık sürede yaşananlara aldırış etmeden günün en önemli meselesi olan Kudüs’ün geri alınması ve Müslümanların hezimete uğratılması istikametinde güncellenmiş, revize edilmiş ve yeniden yazılmıştır. 12. yüzyılın başlarında kaleme alman şarkı, Avrupa’nın kurucu babası kabul edilen Şarlman’ ın Hristiyan misyonu ile Müslüman dünya arasındaki çatışmanın canlı bir şahidi haline gelir ve böylece Haçlı seferlerinin arka planı olarak okunur. Buna göre, Kilisenin çağrısına kulak veren Avrupalılar, üç asır önce Şarlman’ın yerine getirdiği tarihî misyonu kendi dönemlerinde hayata geçirmek için mücadele vermektedirler: Müslümanların ilerleyişini durdurmak ve kutsal toprakları Kilisenin hizmetine sokmak.(21)
Haçlılar döneminde popüler hale gelen eserlerde belirgin bir Müslüman ve Türk imajının inşa edildiğini görüyoruz. Şarlman ve diğer Bizans imparatorlarının sekizinci yüzyıldan itibaren Müslümanlara karşı savaştığı bilinmekteydi. Roland’tn Şarkısı ve benzeri eserlerde Müslüman Araplar barbar, vahşi, despotik, şehvet düşkünü, irrasyonel, yobaz, tutucu, Tanrı düşmanı vs. olarak tasvir edilmişlerdi. Haçlı seferleriyle beraber bu resme Türk imajı da eklenir. Zira Salâheddîn Eyyûbî’den önce Haçlılara karşı duran ilk Müslüman topluluk, Türklerdi. Papa II. Urban’ın çağrısı üzerine plansız ve kontrolsüz bir şekilde yola çıkan ve Pierre l’Ermite’in kumandasında İstanbul’da bir araya gelen ilk Haçlı grubu, İznik civarında Selçuklu Türklerine saldırmış ve I. Kılıçarslan tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Haçlı orduları Filistin’e gitmek için Anadolu topraklarını kullanmak zorundaydılar ve Anadolu Sel- çukluları’yla sık sık karşı karşıya geldiler.
Suriye ve Musul atabekleri olarak da bilinen Türk Zengîler Devleti sultanı İmâdeddîn Zengî ve oğlu Nûreddîn Mahmud Zengî, Haçlı ordularının amansız düşmanıydılar ve şöhretleri Avrupa’nın içlerine kadar yayılmıştı. Salâheddîn Eyyûbî’den sonra Memlüklü Sultanı Baybars, Haçlıların ilerlemesini büyük oranda durdurmuştu. Son Haçlıları 1291 yılında Akka’dan süren komutan da Türk Memlûk Devleti Sultanı Eşref Halil’di.(22) Haçlılar ile Türk ve diğer komutanlar arasında iki asırdan fazla süren askerî mücadele, Avrupa’da Türk imajının şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Osmanlıların Balkanlara ve Avrupa’ya ayak basmasından bir buçuk asır önce Avrupa’nın ‘korkunç Türk’ imajı zaten inşa edilmişti. Müslüman ile Türk kimliklerinin özdeş görülmesi de bu döneme geri gider. Zira Hristiyan Avrupa’nın gözünde Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Tatar bütün Müslüman topluluklar son kertede hasım bir dinin mensuplarıydılar.
Bu dönemde yaşanan gerilimlere paralel olarak ve bazen onlara rağmen, Doğulu Arap ve Hristiyan cemaatlerinin ve Yahudilerin Haçlılara karşı zaman zaman Müslüman ahalinin yanında yer almayı tercih ettiklerini görüyoruz. Bunda, Müslüman idarecilerin esnek din-kültür politikaları kadar, Orta Doğu’daki cemaatlerin Roma’da bulunan Papa’nın merkezî otoritesine karşı dinî ve siyasî bağımsızlıklarını koruma arzusunun da payı vardır. Bu noktada Haçlılar, bütünüyle yanlış bir varsayımla hareket etmekteydi: Müslümanların elinde zulüm gören ve Roma-Papa idaresini arzulayan bir Doğu Hristiyan cemaati hiçbir zaman var olmadı. Bu yüzden Haçlılar kalabalık ordularıyla gelip Latin devletlerini kurdukları dönemlerde bile yerel Hristiyan cemaatleri mobilize edip kendi taraflarına çekmede başarılı olamadılar. Dahası Haçlıların acımasız savaş taktiklerinden Müslümanlar kadar Arap Hristiyan- lar da nasiplerini almıştı. Bu dönemde kültürel olarak Araplaşmış olan Doğu Hristiyanları, kılık-kıyafetleri, adetleri ve konuştukları dilden dolayı Avrupalı Haçlılar tarafından bazen Müslüman sanılarak öldürülmüş ve bu olay pek çok kez tekerrür etmişti. Avrupalı Haçlıların Doğu Hristiyanlarına karşı duyduğu güvensizlik ve nefret her alanda görülmekteydi. Adını bilmediğimiz bir Haçlı askerinin şu ifadesi oldukça çarpıcı: “Türkleri ve putperestleri kutsal topraklardan sürdük; ama Rum (Yunan), Ermeni, Süryanî ve Yaku- bî sapıklardan kurtulamadık”.(23) Kısacası Haçlılar, Doğu Hristiyanlarına karşı, en az Müslümanlara olduğu kadar uzak ve acımasızdılar.
Fakat burada da birkaç tarihin aynı anda cereyan ettiğini tekrar belirtmeliyiz. İki asırdan fazla doğuda Müslüman topraklarında yaşayan Frenkler,süreç içerisinde Arap-İslâm kültürüne asimile oldular. Siyasî hakimiyetlerini garantiye alan Hristiyan yöneticiler, idareleri altındaki Müslüman (ve kısmen Yahudi) tebaya kargı daha müsamahalı davrandılar, özellikle 13. asrın ortalarına doğru, Hristiyan yönetimi altındaki Müslümanlar belli bir huzur ve güvene sahiptiler. Bu döneme ait İslâm tarihi kaynakları, bu Müslüman toplulukların görece iyi durumunu detaylı bir şekilde anlatır. Bu yıllarda Kudüs civarını ziyaret eden Endülüslü seyyah İbn Cubeyr, “Frenklerin yönetimi altında huzur içinde yaşayan Müslümanlardan bahseder ve tek yükümlülüklerinin “hasat zamanı ürünlerinin yarısını vermek ve bir dinar ve yedi kırtaslık bir vergi ödemek” olduğunu söyler. Ve ekler:
Müslümanların talihsizliği, dindaşlarının yönettiği ülkelerde yöneticilerin adaletsizliklerinden sürekli şikâyet etmeleridir. Oysa burada adaletine her zaman güvendikleri Frenklerin davranışlarından ancak memnun kalmaktadırlar.(24)
İbn Cubeyr, İslâm-Batı ilişkileri tarihinde karşımıza sıkça çıkan ‘eş-zamanlı tecrübeler’ hakkında da kıymetli gözlemlerde bulunur: Müslüman ve Hristiyan orduların birbirlerini savaş meydanlarında kırmasına rağmen, sıradan vatandaşlar ticaret, alışveriş, vergi, seyahat, sanat, zenaat, ilim, vb. konularda özgürce hareket etmekteydiler. Nitekim 1184 yılının Ağustos ayında Salâheddîn Eyyûbî’nin büyük bir orduyla Kerak’a doğru yola çıktığını aktaran İbn Cubeyr, bu askerî hazırlık ve gerilim döneminde Müslüman ve Hristiyan seyyahların, kervanların ve tüccarların hem Müslüman ve hem de Hris- riyan (‘Frenk’) topraklarında hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce hareket ettiklerini söyler.(25)
Gerçekleşmeyen Bir Hayal: Haçlı-Moğol ittifakı
13.yüzyılın ikinci yarısında Haçlıların Kudüs ve Suriye civarındaki hakimiyetinin sona ermesi, bölge halkı için bir rahatlama dönemi olabilirdi.
Bunun yerine, Müslümanlar tarihlerinin en büyük ve kanlı istilâcılarıyla karşılaştılar: Moğollar. Moğol orduları 13. yüzyılın başında Mezopotamya bölgesine nüfuz etmeye başlamışlardı. Suriye bölgesine yönelik saldırıları 1250’li yıllarda ivme kazandı ve pek çok şehrin ele geçirilip talan edilmesiyle neticelendi. Hiilâgû’nun komutasındaki Moğol güçleri, 1256’da Haşhaşîlerin merkez üssü olan ünlü Alamut kalesini aldı. 1258’de Bağdat’ı ele geçirerek Ahhâsî Devleti’ne son verdiler. Moğolların Bağdat’ta yaptığı talan ve katliam, tarih kaynaklarında hazin ve etkileyici bir dille anlatılır. Kadim Mezopotamya coğrafyasının ve İslâm medeniyetinin parlayan yıldızı Bağdat’ta binlerce insan kılıçtan geçirilir; mabedler, saraylar, evler, iş yerleri yerle bir edilir; kütüphaneler yakılır ve kitaplar nehre atılır. Moğol istilâsı sırasında Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep renginde aktığı anlatılır. Haçlıların 1099’da Kudüs’te yaptığı yıkım, 1258’de Bağdat’ta bu sefer Moğolların eliyle tekrar edilir.
Bu dönemde İslâm dünyası bir tarafta batıdan gelen Haçlı orduları, diğer tarafta doğudan gelen Moğolların saldırılarına maruz kalmıştır. Her ne kadar bu dönemde Haçlılar eski güçlerini büyük oranda yitirmiş olsalar da Moğolların gelişi Avrupa’da ve doğudaki Haçlı devletleri arasında yeni beklentilerin doğmasına neden olmuştur. 13. yüzyılın başında tedavüle giren ve Avrupa şehirlerinde konuşulan bir söylentiye göre, Moğollar Müslüman ordularını tek tek bertaraf ettikten sonra Kudüs’ü ele geçirmişlerdi ve kutsal şehri Hristiyanlara teslim etmek için hazırlık yapıyorlardı.26 Papa, Haziran 1221’de gönderdiği bir mektubunda “Kutsal Ülke’yi (Kudüs’ü) kurtarmak üzere uzak doğudan gelen savaş birliklerinden” bahsetmekteydi.(27)
Avrupalılar Moğollar hakkında çok kısıtlı bilgilere sahipti. Nasıl bir millet oldukları, kural ve törelerinin ne olduğu, sosyal ve dinî yaşamları, vs. konularında güvenilir bilgileri yoktu. Fakat yaygın olan bir kanaate göre, Moğollar arasında pek çok Hristiyan vardı ve bunların bir kısmı Moğol Devleti’nin en üst kademelerine kadar yükselmişti. Moğol Hanına giden Avrupalı elçiler de bu inancı teyit eder mahiyette bilgiler veriyordu.28 Mamafih bu bilgilerin eksik, yanlış ve abartılı olduğunu aktaran şahitler de yok değildi. 1253’te Fransız Kralı IX. Louis’nin temsilcisi olarak Moğol Hanı Möngke’ye gönderilen ve kendisine Moğolları Hristiyanlaştırma görevi verilen Fransisken misyoner William of Rubruck, uçsuz bucaksız Moğol topraklarını geçtikten ve Karakurum’a vardıktan sonra, Asya’nın derinlerindeki bu topraklarda gördüğü dinî çoğulculuktan ve kozmopolit şehirlerden hayretle ve biraz da kerâhetle bahseder. Moğollar Şaman dinine mensup olmakla beraber, siyasî kazanımları önceleyerek neredeyse sınırsız bir dinî tolerans politikası izlemektedirler.
Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Budistler ve tabii Şamanlar ve diğer din mensupları özgürce yaşamakta, yönetici sınıfı arasında yer alabilmekte ve devlet politikalarını etkileyebilmektedir. William of Rubruck, bu gözlemlerini Moğollar ve Asya hakkında önemli bilgiler içeren seyahatnamesinde detaylı bir şekilde anlatır ve 13. yüzyıl Avrupasına Moğol dünyası için bir kapı aralar. Fakat şunu da açık bir şekilde not eder: Moğollar için hangi dine mensup olduğunuz önemli değildir. Asıl olan siyasî sadakat ve tabiyettir. Bu yüzden Şamanlar kadar Müslümanlar ve Hristiyanlar da eşit imkânlara sahip olabilirler. Bu, Moğolların Hristiyan olduğu ya da Hristiyanları diğerlerine tercih ettiği anlamına gelmez. Nitekim William, Möngke Han’ın kendisine “Nasıl Tanrı bize elin farklı parmaklarını vermişse, insanlara da farklı yollar göndermiştir” dediğini aktarır.(29)
Kendisi Şaman olmakla birlikte Hristiyanlara toleranslı davranan, çocuklarının Hristiyan Keraitlerin kızlarıyla evlenmesine izin veren Cengiz Han, Hristiyan Avrupa’nın doğudaki müttefiki olabilir; dahası Haçlıların ve Moğolların İslâm topraklarındaki bu buluşması, tarihin seyrini değiştirecek bir gelişme haline gelebilirdi. Moğol istilâsı sırasında Avrupalı Hristiyanların en büyük umudu, “Ta(r)tarlar” olarak bilinen Moğolların Hristiyanlık’a geçme- siydi. Bağdat şehrini alan ve Abbâsî Devleti’ni sona erdiren Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Hanı Hülâgû’nun Hristiyanlık’a eğilimi olduğu bilinmekteydi.
Hülâgû’nun gizlice Hristiyan olduğu söylentisini güçlendiren göstergeler de yok değildi. Hülâgû’nun eşi Dokuz Hatun, aslen Türk kökenli Keraitler soyundandı ve diğer Keraitler gibi o da Nesturî bir Hristiyan’dı. Bunun yanı sıra Hülâgû, Bağdat’ın teslimini müzakere etmek için kendisine temsilci olarak Nesturî din adamı II. Masisa’yı seçmişti. Hülâgû’nun Bağdat’ı yerle bir etmesi İslâm dünyasında derin bir sarsıntıya neden olmuş, fakat Hristiyanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Stephan Orbelian, Hülâgû ve Dokuz Hatun’dan yeni Konstantin ve yeni Helena olarak bahsediyor,
Bağdat’ın İkinci Babil olacağı söyleniyordu. Moğollar, İsâ’nın düşmanlarını bertaraf eden iyilik güçlerinin yeni adıydı!(30)
Bu gelişmeleri takip eden Avrupalılar, 1220’lerden itibaren hem merkezi Karakurum’da bulunan Moğol hanlarına, hem de daha sonra İran’ı ele geçiren İlhanlılara çeşitli elçiler, mesajlar ve hediyeler gönderirler. Temasların ana ekseni aynıdır: Hristiyan krallar ve din adamları Moğol hanlarını kendi dinlerine davet ederler, Moğol hanları da onları Moğol hükümranlığına tabi olmaya. Bu elçi ve yazışma trafiği, bir tarafta ortak düşmana karşı ittifak cephelerine kapı aralarken, diğer tarafta yeni algı biçimlerinin, tasavvurların, efsanelerin, fantezilerin ve kurguların ortaya çıkmasına neden olur.
Bu dönemde yayılan bir efsaneye göre, Keşiş Yohannes (Prester John) adında erdemli ve güçlü bir Hristiyan kral, doğuda bir yerde (çeşitli rivayetlere göre Moğolistan, Çin, Hindistan ya da Etiyopya’da) bulunan büyülü krallığından çıkıp gelecek ve Müslümanlara karşı Haçlılara yardım edecektir. Keşiş Yohannes’in krallığı, Büyük İskender’in Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı inşa ettiği İskender’in Kapısı ve ölümsüzlük getiren Gençlik Pınarı gibi mucizeleri de beraberinde getirmektedir. Pagan milletler arasında bir yerlerde olduğuna inanılan Yohannes’in krallığı, Moğollar’m batıya doğru ilerlemeleri üzerine popülerlik kazanır. İlk günlerde bu efsanevî Hristiyan krallığın, Moğollar olduğuna inanılır. Bu inancın yayılmasında, Haçlıların Müslümanlar karşısındaki askerî hezimetlerinin payı olduğu kadar, Avrupa Hristiyanlarının inşa ettiği hayalî kurguların ve milenyalist beklentilerin de payı vardır. 1221 yılında beşinci Haçlı seferinden eli boş dönen Akra Piskoposu Jacques de Vitry, Keşiş Yohannes’in büyük bir orduyla yola çıktığını ve İran’ı fethettikten sonra Bağdat’a doğru yürüdüğünü haber verir. Bahsettiği kişi, Cengiz Han’dan başkası değildir.(31)
Bu efsaneler, Haçlı seferlerinde başarısız olan Hristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı apokaliptik bir beklenti içinde olduklarını gösteriyor. Cephede savaş kaybeden ve Müslümanlara karşı maddî üstünlük sağlayamayan Hristiyanlara Tanrı elbette bir gün yardım edecekti. Bu yardımın doğudan gelmesini engelleyen bir mania da yoktu. Lâkin bu beklenti ve umutlar, Cengiz Han’ın 1227’deki ani ölümünden önce bile yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştı. Zira Moğollar sadece Bağdat, Rey, Kum, Zencan, Kazvin, Heme- dan, Bakü ve Merağa gibi İslâm şehirlerini yerle bir etmediler. Aynı zamanda Kafkaslar’daki Hristiyan Gürcü, Ermeni, Kıpçak ve Rus şehirlerini de talan ettiler. Moğolların Kore’den İran’a, Sibirya’dan Hint Okyanusu’na kadar uzanan muazzam imparatorluğu, Avrupanın uzak şehirlerinde yaşayan krallar, prensler, vassallar ve Vatikan yetkilileri için de bir korku kaynağı haline gelmeye başlamıştı.
Bu korkuya rağmen Papalığın ve Avrupa krallarının Müslümanlara karşı Moğollarla ittifak yapmak için girişimlerde bulunmaya devam ettiklerini görüyoruz. 1245’te Papa IV. Innocent, Moğol Hanına iki elçi gönderir. Fransis- ken Jean du Plan Carpin başkanlığındaki heyet, 1246 Ağustos’unda Karakurum yakınındaki Sıra Ordu’ya ulaşır ve Büyük Kurultay’da Güyük’ün tahta çıkışına tanıklık eder. Güyük, Papa’nın elçilerini dostça kabul eder. Fakat Papa’nın mektubunda kendisini Hristiyanlık’a davet ettiğini görünce sinirlenir ve Papa’ya, kendisinin hükümranlığını tanıyarak Avrupa’nın bütün hükümdarlarıyla beraber kendisine biat etmek üzere yanma gelmesini emreden bir mektup yazdırır. Aksi halde Moğol Hanı, Avrupa’nın kapılarına kadar yürüyecek ve hayatlarında tatmadıkları acıları onlara yaşatacaktır. Doğuda güçlü bir Hristiyan müttefik bulma planları bir kez daha ertelenmek durumunda kalır.(32)
İlhanlı Devleti’nin İslâm şehirlerini ele geçirmesi ve Kudüs’e doğru ilerlemesi, bölgedeki Hristiyan devletleri arasında yeni ittifak sistemlerinin kurulması fikrini doğurdu. 1243’te Gürcistan Kraliçesi Rusudan, İlhanlılara tabi oldu. Bunu 1247’de Kilikya Ermeni Kralı Hethum takip etti. Hethum, diğer küçük Hristiyan devletlerinin de Moğol-İlhanlı idaresi altına girmesini öneriyordu. Bunun için kardeşi Sempad’ı Karakurum’a gönderdi. Sempad’ın Moğollar hakkında yazdığı olumlu mektuplar, Avrupa’da kısa süreli de olsa bir Moğol sempatisi oluşmasını sağladı. Bu dönemde Moğollara karşı amansız bir mücadele veren Memlûk sultanı Baybars, Hristiyan devletlerini Moğollarla ittifak yapmaya karşı uyarıyordu. Baybars, 1271’de VI. Bohemond’a gönderdiği mektupta sert bir dil kullanır ve Moğol komutanı Abaka ile ittifakına son vermezse bunun sonuçlarına katlanacağını söyler.(33)
Siyasî ittifak kurma çabalarının dinî boyutu her zaman tek taraflı yürümemiştir. Hülâgû’nun torunu Olcaytu (ö. 1316), atalarının yolundan ayrılarak Müslüman olur, fakat ezelî düşmanı Memlüklere karşı Hristiyan Avrupa’yla ittifak arayışlarına devam eder. 13 05’te Fransa Kralı IV Philip’e, İngiltere Kralı Edward’a ve Papa V Clement’e mektuplar yazar. Bu çağrı üzerine Avrupalılar yeni bir Haçlı seferi için harekete geçer, ama bir netice alamazlar. Timur, 15. yüzyılda benzer bir çabanın içerisine girer ve Memlüklere ve Osmanlılara karşı Avrupalılarla ittifak yapmaya çalışır. Timur’un özellikle Osmanlılara karşı kazandığı askerî zaferler Avrupa’da yeni beklentilerin doğmasına neden olur. Fakat Timur’un 1405 yılındaki vefatı, bu umutları da suya düşürür. Bu tarihten sonra Haçlı-Moğol ittifakı arayışları terk edilir. Fakat Avrupalı yazarlar ve din adamları, başka yöntemleri devreye sokmaya başlarlar.
Kılıç ve Kalem
12.yüzyılın iki önemli Hristiyan düşünürü St. Bernard of Clairvaux ve Raymond Lull, Müslümanların sadece kılıç zoruyla değil, aynı zamanda ikna yoluyla Hristiyanlaştırılmasını öngörmekteydi. İkinci Haçlı Seferi’nin düzenlenmesinde önemli bir rol oynayan ve Sisteryan tarikatının kurucusu olan St. Bernard, Müslümanlar arasında misyoner faaliyetlerinin azlığından şikâyet ediyor ve şöyle diyordu: “Hristiyan inancının onlara kendiliğinden gelmesini mi bekliyoruz? Kimin şans eseri imana geldiği görülmüş? Eğer biz onlara anlatmazsak, nasıl imana gelecekler?”(34) St. Bernard, Avrupa’daki Yahudilerle uğraşmaktansa Müslümanlara yönelmek gerektiğini düşünüyordu; zira Yahudilerin Hristiyan olma vakti Tanrı tarafından takdir edilmişti ve bu vakti “öne almak mümkün değil”di.(35) Aksi yönde hareket etmek, Tanrı’nın planına karşı çıkmak anlamına gelecekti. Bu yüzden Endülüs Müslümanların Hristiyanlaştırma çabası 11. ve 12. yüzyıllarda hız kazanmış, fakat hiçbir netice vermemişti. Haçlı seferlerinin bir amacı da doğudaki Müslümanları gerek ikna, gerek kılıç yoluyla Hristiyan yapmaktı.
Haçlı seferleri sırasında bundan da netice alamayan Katolik Kilisesi ve misyoner tarikatları, başka yollar denemek zorundaydı. Moğolların ortaya çıkması ve İslâm dünyasının en büyük ve güçlü şehirlerini tek tek ele geçirmesi, farklı bir beklentinin doğmasına neden oldu. St. Bernard’ın ‘misyon’ çağrısı, Moğolların tarih sahnesine çıkmasıyla yeni bir boyut kazanacaktır.Bu çerçevede Moğolların istilâ hareketini bir fırsât olarak gören kuzey bölgelerindeki Frenk komutanlar, Moğollarla işbirliği yaptılar ve Moğol yürüyüşünü kolaylaştırdılar.
Fakat bu uzun sürmeyecek, Kutuz komutasındaki Memlüklerin Moğolları 1260’ta Ayn Calut’ta yenmesinin ardından işbirlikçiler cezalandırılacak ve Kilikya’daki Ermenistan Krallığı’na ve Antakya Prensliği’ne son verilecektir. Dahası Hristiyanların tek umudu olan Olcaytu, kendisine sunulan İslâm, Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm dinleri arasından İslâm’ı seçerek Batı’daki apokaliptik beklentileri sona erdirir.(36) Her ne kadar Moğollar 1258 yılında Bağdat’ı almış ve Abbâsî Devleti’ne son vermişlerse de, kısa sürede asimile olarak İslâm’ı kabul edecek, böylece kanlı mirasları tarihe gömülecektir. Haçlı hatırası ise sembolik bir uyarıcı olarak günümüze kadar yaşayacaktır.
Müslümanların kitleler halinde kalem ya da kılıç yoluyla Hristiyan olacağı inancı, 12. ve 13. yüzyıl Avrupasının en yaygın ve heyecan verici düşüncelerinden biriydi. Kâhinler kehânette bulunurken, St. Bernard ve Aziz Peter gibi din adamları meselenin teolojik yönü üzerinde çalışıyordu. Filozof kimliğiyle öne çıkan Roger Bacon ise gözünü bütün dünyada ün salmış Müslüman filozoflara dikmişti. Bacon’a göre İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi büyük İslâm filozofları zaten gizlice Hristiyan olmuşlardı. Şimdi bu fırsatı kullanıp Müslümanları, ayrıca Moğolları, Budistleri ve diğer paganları Hristiyanlaştırmanın tam zamanıydı. Bunun için güçlü argümanlara, sağlam delillere ve doğru bir akıl yürütmeye ihtiyaç vardı. Hristiyan olmuş Müslüman tiplemesi, tarihî bir gerçek olmaktan ziyade hayal gücüne dayanıyordu; ama Avrupa’nın bu dönemde en fazla rağbet gören temalarından biriydi. Halk edebiyatında bunun iyi bilinen bir örneği, İslâm’ı bırakarak kendi aklı ve iradesiyle -yani Bacon’ın delilleriyle ikna olarak- Hristiyanlık’ı seçen Renouard idi. Renouard halk muhayyilesinde öyle bir şöhrete kavuşur ki Dante onu İlahi Komed- ya’da büyük epik savaşçıların arasına koyar. Marco Polo, Seyahatnamesinin giriş bölümünde, Bağdat’taki halifenin nasıl ‘gizlice’ Hristiyan olduğunu anlatır.
Bu dönemde Kubilay Han’ın idaresindeki Çin’de misyoner faaliyetleri artmış, Çin vilayetlerinde kiliseler açılmış ve bazıları Hristiyan olmuştu. Moğolların da aynı yolu izleyeceğini düşünen Avrupalıların heyecanı, birleştirici bir unsur haline gelmişti. Fakat Müslümanların kalem ya da kılıç yoluyla dindeğiştireceği inancı 13. yüzyılda zirveye ulaştıktan sonra inişe geçecek ve bir müddet sonra Avrupa’nın gündeminden çıkacaktır.
Devamı için bkn: