“Haber-i vâhidi kabul etmemiz gerektiğine dair Resulullah’tan gelen bir delil var mı?” diye soran kişiye ise şöyle cevap verilir:
İnsanlar önceden Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmaktaydılar. Daha sonra Allah onların Mescid-i Haram’a yönelmelerini emretmiştir. Bunu bilen birisi Küba’ya geldiğinde Kübalılar (Beyt-i Makdis’e yönelmiş halde) namaz kılmaktaydılar. Onlara Resûlullah’a âyet indiğini ve kıblenin Kâbe olarak değiştirildiğini haber verdi. Kübalılar da namazda iken hemen Kâbe’ye döndüler(1).
Bir başka misal de şudur: Ebû Talha ve bir grub insan hurmadan yapılan bir içki içiyorlardı. Bu sırada henüz içki haram kılınmamıştı. Tam bu sırada birisi geldi ve onlara içkinin haram kılındığını haber verdi. Bunun üzerine onlar da insanlara içkinin haram kılındığını söylediler ve içki kaplarını kırdılar(2).
Şüphesiz onlar bu gibi şeyleri ancak Resûlullah’a sorduktan sonra yaparlardı. Eğer kabul etmemeleri gereken bir şeyi, durust bir kimsenin verdiği haber diye kabul ederlerse Resûlullah onlara şöyle derdi: “Sizler kıblenizi değiştirmemeliydiniz. Ben yaşıyorum bana sorabilirdiniz, yahut büyük bir topluluktan rivâyet almalıydınız. Belki birkaç kişinin -ki sayılarını Resûlullah açıklamıştır- naklettiği bir habere dayanmalıydınız”. Bu arada eğer Resûlullah’a göre bir kişinin haberi delil olmasaydı, onlara delilin ancak bu şekilde, yani bu sayıdaki kişilerin nakletmesiyle sâbit olması gerektiğini de haber vermiş olmalıydı. Resûlullah’ın ve âlimlerin fesâda sebep olmaları düşünülemez. Helal olan bir içeceğin dökülmesi ise fesattır, yanlıştır.
Bir kişinin verdiği haber, bir şeyin haramlığı konusunda delil olmasaydı, bu durumda, Resûlullah’ın “Bu size helaldir, bunu bozmanız câiz değildir. Ben veya -Resûlullah’ın niteliklerini açıkladığı- bir cemaat, size, bunu Allah’ın haram kıldığını haber vermedikçe bu hususu haram kabul edemezsiniz” demesi gerekirdi.
Resûlullah, Ümmü Seleme’den, eşine iletmesi için bir kadına, kocası tarafından oruçlu iken öpülmesinin haram olmadığını öğretmesini istemiştir(3). Resûlullah hanımının dürüstlüğünü bildiği halde onun verdiği haberin delil olamayacağını düşünseydi, ondan böyle bir istekte bulunmazdı.
Yine Resûlullah, Üneys el-Eslemî’den, evli bir kadına giderek zina edip etmediğini sormasını, zina ettiğini itiraf ederse onu recmetmesini istemiştir. Kadın itiraf edince de onu recmetmiştir(4). Burada kadın, tek’başına kendisine gelen Üneys el-Eslemî’nin yanında yaptığı itirafla kendisini recmettirmiştir.
Hz. Peygamber, Amr b. Ümeyye’den Ebû Süfyan’ı öldürmesini istemiştir. Ancak ona, Ebû Süfyan Müslüman olmuşsa onu öldürmeyeceğini de ayrıca söylemiştir Bu arada Ebû Suf- yan da Amr b Umeyye yanına gelmeden hidâyete ermiştir
Yine Hz Peygamber, Üneys’e veya Abdullah b. Üneys’e (Rebi’ b Süleyman ikisi arasında şüpheye düşmüştür) Hâlid b. Süfyan el-Huzelîyi öldürmesini emretmiş o da bu emri yerine getirmiştir(5).
Müslümanlığı kabul edenlerin öldürülmemesi Resûlullah’ın bir sünnetidir. Tüm bunlar Resûlullah’ın valileri gibi sayılabilirler. Ve onlar sadece birer kişidirler Bunların verdikleri haberlere dayanılarak verilen hükümleri bir düşün! Resûlullah diğer kabile ve beldelerdeki insanlara gönderdiği görevlilerini de birer birer yollamıştır. Bu görevlilerden, kendisinin dînî konulardaki emirlerini insanlara anlatmalarını, Allah’ın alınmasını farz kıldığı malları onlardan almalarını, hak ettikleri şeyleri onlara vermelerini, aralarında hadleri uygulamalarını ve İslâm’ın hükümlerini tatbik etmelerini istemiştir. Resûlullah bu görevlileri, göndereceği kimselerce dürüst olarak tanınanlardan seçerdi. Bunlar, gönderildikleri kimselerce dürüst olarak bilindikleri halde, eğer bunların sözleri delil olmasaydı, Resûlullah bu görevlileri göndermezdi herhalde!
Ebû Bekr’i de haccı yönetmekle görevli bir memur olarak vazifelendirmiştir(6). O da bir nevi Resûlullah’ın âmili/memuru olmuştur. Daha sonra Ali’den de Berâe sûresinin ilk ayetlerini hac esnasında toplanan topluluğa okumasını istemiştir(7). Ebû Bekr de Ali de tek ve diğerinin anlatmakla görevli olduğu şeyden farklı hususları öğretmekle yükümlü olarak gönderilmiştir. Her ikisi de gönderildikleri insanlarca tanınmalarına veya çoğunluk tarafından tanınmasa bile içlerinde onlara güvenenler bulunmasına rağmen, onların verdikleri haberler delil sayılamayacak olsaydı, böyle tek olarak gönderilmezlerdi.
Resûlullah, Ali’yi (müşriklere) tanınmış bir süreyi kaldırıp, başka bir süre ile değiştirmekle görevlendirmiştir. Yine, Ali vasıtasıyla bazı şeyleri emretmiş,bazı hususları da yasaklamıştır(8). Ali’nin kendisine bir mesele ile ilgili dört aylık bir sürenin varlığını bildirdiği veyn bir şeyler emredip bazı şeyleri yasakladığı hiçbir Müslüman ona şöyle diyemez: “Resûlullah’ın yapmamızı emrettiği bir hususun kaldırıldığım, yahut benim veya başkasının yapması caiz olmayan bir şeyi yapabileceğimizi yahut Resûlullah’ın yasakladığını duymadığını bir şeyin nehyedildiğini veya Resûlullah’ın emrettiğini duymadığım bir şeyin emredildiğini söylüyorsun. Bunları ne Resûlullah’tan duyduk, ne de büyük bir kitle nakletti. Sen tek olarak ilettiğin sürece bu haberleri kabul edemem’’.
Yine Resûlullah tarafından kendilerine dürüst olarak tanıdıkları veya arkadaşlarının doğru sözlü olduğunu bildiği bir görevli gönderilir ve o görevli onlardan birşeyler vermelerini yahut yapmalarını isterse; onlar, “Tek bir kişi olduğundan, verdiğin haberleri kabul edemem, Resûlullah’la karşılaşıp bunları ondan dinlemem gerekir” diyemez.
Resûlullah’tan gelen haberlerin icmâ halinde veya büyük bir topluluk tarafından nakledilmesi gerektiğini düşünenler umûmî bir delilde hata ediyor veya onu bilmiyor olmaktadır. İnsanların birlikte veya ayrı ayrı şahitlik yapmaları bunlara göre caizdir. Ayrıca bir haber-i âmmeyi nakleden büyük insan topluluğundan daha fazlası yeryüzünde yaşamaktadır.
Bu arada haberi nakledenlerin haber üzerinde birleşip birleşmemelerinin, nakledilen şeyin doğruluğu için bir tesbit aracı olması, Resûlullah’ın hayatta olduğu veya Müslümanların iyice çoğaldığı söz konusu dönem için mümkündür. Haberlerin tesbiti için bir son nokta bulunamaz. Bu arada böyle bir şeyi söylemek Resûlullah’ı, kendisinin veya bir yakını görme imkanı olan, yahut doğru söylediği hükmüne varılan kişilerden haberi alma imkanı bulunan kimseler için daha anlaşılır kabul edilebilir. Resûlullah’ı görme ueya dürüst aile mensupları yahut çoğunluktan haber alma imkanı olan birisinin (sahâbîlerin), haber-i uâhidlere bu şekilde itiraz etmesi caiz olmayınca, bu dönemden sonra dünyaya gelmiş Hz. Peygamberi görme olanağı olmayan birisi için böyle bir itiraz nasıl câiz (mantıklı) olur ki?! ‘
Dürüst bir insanın verdiği haberin, kendisine haber iletilen için delil olamayacağını düşünenler, Resûlullah’ın Yemene vali olarak gönderdiği(9) ve kendisine muhalefet edenlerle savaşma yetkisi verdiği Muaz b. Cebel hakkında ne diyorlar acaba! Hz. Peygamberi görme imkanı olmamış insanlardan sadaka ve başka şeyler almak istediğinde, bundan kaçınanlarla, hem kendisi hem de Müslüman olan o belde ahâlisi Resûlullah’ın emrine ittiba ederek savaşmışlardır. Onunla birlikte savaşanlar, Resûlullah’ın savaş emrini kendilerine ileten Muaz b. Cebel’in doğru söylediğine inanmaktaydılar. Onlar Muaz’a yardım ederek ve onun Resûlullah’tan naklettiği haberleri kabul ederek aslında Allah’a itaat etmiş oldular. Muaz’a karşı çıkanlara karşı delil ortadadır ki Muaz getirdiklerini kabul etmeyenlerle savaşmıştır. Böylece Muaz, Allah’ın emrini uygulamış olmaktadır(10).
Yine haber-i vâhidin delil olmayacağını düşünenler Resûlullah’ın gönderdiği ordu ve seriyyeler hakkında ne diyorlar acaba! Onlar gönderildikleri insanları İslâm’a veya cizye vermeye davet ederlerdi. Bunları kabul etmezlerse onlarla savaşırlardı. Acaba bu ordular ve komutanları savaşmaları nedeniyle Allah’a itaat etmiş oluyorlar mı, olmuyorlar mı? Yine seriyye yahut ordu on kişiden az veya çok kişi olması halinde onların isteğini reddedenler kendilerine delil sunulmuşlardan olurlar mı, olmazlar mı? Muaz’ın ve seriyye komutanlarının verdikleri haberlerin delil olacağını kabul edenler, haber-i vâhidin delil olacağını da kabul etmiş olmaktadır. Bunu reddedenler her ne kadar kabul etmeseler de büyük bir söz söylemiş olurlar. Nitelikleri anlatılan kitlenin haberini inkar etmiş ve bu yolla da hem haber-i hâssayı hem de haber-i âmmeyi reddetmiş olmaktadırlar.
Yine haber-i vâhidin delil olamayacağı kanaatinde olanlar, çölde yaşıyorken hidâyete eren ve Müslüman olan bir insan hakkında ne diyorlar acaba! Bu kişinin dürüst olarak tanıdığı kardeşi veya babası gelse ve Resûlullah’ın bir şeyi helal veya haram kıldığını,yahut önceden helal kıldığı bir hususu sonradan haram kıldığını söylese; bu kişi onların kendisine ilettiği bu haberleri kabul ederse,Allah’a itaat etmiş (doğru yapmış) olur mu olmaz mı? -Evet kabul etmesi gerekir” derse, haber-i vahidi de kabul etmiş olur. “Hayır kabul etmemesi gerekir” derse, bildiğim kadarıyla kimsenin muhalif olmadığı bir şeyi reddetmiş olur.
Tanıdığım tanımadığım bütün ulemanın, Ebû Bekr, Ali ve diğer görevlilerin ilettikleri haberlerin tek olmalarına rağmen kabul edilmesi gerektiğinde, anlattığım şekilde düşündüklerini görmekteyim. Resûlullah, insanlar için delil olamayacak bir şekilde kimseyi onlara göndermez. Resûlullah’ın isimlerini açıkladığım ve haklarında bilgi vermediğim görevlilerin emrettiklerinin reddedilemeyeceği, verdikleri hükümlerin kabul edilmesi gerektiği ve Resûlullah’ın bir sünnetine aykırı olmayan emirlerinin tutulması gerektiği konusunda âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü Resûlullah, delil olamayacak bir şekilde kimseyi göndermez. Ve bilinmektedir ki o, görevlileri birer kişi olarak gönderirdi.
Halifelerin, valilerin ve kadıların hep birer kişi olduğunda Resûlullah vefat ettiğinden beri insanların kuşku duymadıklarını bilmekteyim. Bunlardan âdil olan birisi; adalet sahibi falanca ve filanca kişiler, “Şu şahsın birisini öldürdüğüne veya mürted olduğuna veya zina iftirasında bulunduğuna veya -iki şahidin kabul edilebileceği- bir kötülük yaptığına şahitlik etti” diyerek hükmetse, verdiği hüküm hemen uygulanır. Adil bir hakim, falanca lehine ve filanca aleyhine mal ve belirli bir yerdeki ev hakkında veya filan şahsın birisinin oğlu ve vârisi olduğu hususunda, yahut hukuki herhangi bir konuda verdiği hükmü yazsa ve başka bir hakime gönderse, bu hakim hükmü uygular.
Ondan sonra gelen ve değişik İslam beldelerine yayılmış bulunan hakimler de birbirlerine yazarak bildirdikleri hükümleri uygularlar. Halbuki hükmü uygulayan hakimler, konuyla ilgili kendilerine hükmü mektupla bildiren hakimin sözünden başka bir bilgi bilmemekteler. Yine kendisine mektup gönderilen hakim, kâdının yanında birilerinin şahitlik yaptığını yine kâdının haber vermesiyle bilmektedir. Bilindiği üzere kâdı da tek kişidir ve hakimler onun insanlar hakkında verdiği hükümlerle ilgili ilettiği haberlerini kabul etmişlerdir. Halife ve âdil valinin durumu da aynıdır.
İnsanların tümünün mükellef olmadığı konularda haber-i vahidin kabul edilmesi gerektiğinde ihtilaf yoktur. Bütün bu anlattıklarına ilaveten sahabeden ve tabiinden gelen rivayetler de haber-i vahidin kabul edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Ömer b. el-Hattab gerek seferde gerekse sefer dışında Resûlullah ile devamlı birlikte olmuştur. O’na arkadaşlık etmiş, İslam’da büyük bir mevkiye gelmiştir. Mekke’de muhacirlerden, Medine’de muhacir ve ensardan hiç ayrılmamıştır. İnsanlarda seferlerinde onu hiç yalnız bırakmamışlardır. Ömer, bilgi ve rey açısından önder idi. İnsanların istişare merciiydi. İnsanlar bildiklerini ona iletir, o da herkesin görüşünü dinlerdi. O, sözlerinin insanların can, mal ve ırzlarıyla alakalı birer hüküm olduğunun da farkındaydı.
Bilindiği üzere Ömer, (parmakların diyeti konusunda) baş parmak için onbeş deve, işaret ve orta parmaklar için on deve, yüzük parmağı için dokuz deve ve serçe parmağı için de altı deveye hükmetmişti. Amr b. Hazm’ın ailesinde Resûlullah’ın Amr’a yazdığı bir yazı ortaya çıkıncaya kadar o dönemde pek çok kişi bunu uygulamıştı. Bu yazıda her bir parmağın diyetinin on deve olduğu yazılıydı. Bundan sonra Ömer’in hükmü terkedilmiş ve Resûlullah’ın hükmüne dönülmüştür. Ömer’in altı deve değerinde gördüğü serçe parmağıyla onbeş deve değerinde gördüğü baş parmağı aynı değerde sayılmıştır. Zaten insanların da böyle yapılması gerekmektedir. Ömer de Resulullah’ın hükmünü bilseydi, kendi hükmünden vazgeçerdi. Zira başka meselelerde dürüst bir insan tarafından iletilen Resulullah’ın hükmünü öğrendiği zaman kendi görüşünden dönmüştür. Ona düşen de zaten budur.
Büyük ihtimalle Resûlullah’ın bir elin diyetini elli deve olarak belirlediğini işittiği için Hz. Ömer bu hükmü vermiştir. Aynı şekilde haklarında hüküm verilenler ve başkaları da Resûlullah’ın bir ele karşılık elli deveyle hükmettiğini duydukları için Hz. Ömer’in hükmünü kabul etmişlerdir. Bir elde beş parmak vardır. Hz. Ömer bu parmakların insana sağladıkları fayda ve güzelliklerine bakarak bir ictihadda bulunmuş ve aralarında farklılık gözetmiştir. Resûlullah’ın her bir parmağın diyetini on deve olarak belirlediğini bilmeseydik, bizler de Hz. Ömer’in içtihadına uyardık ya da benzer bir başka görüşe tâbi olurduk. Nitekim bize göre de serçe parmağı güzellik ve sağladığı fayda açılarından baş parmağa benzemez.
Bu da göstermektedir ki Resûlullah’tan gelen haberin bizzat kendisi başka bir şeye ihtiyaç duymaksızın delildir. Habere uygun olan deliller onu güçlendirmez, aykırı olan hususlar da onun zayıf sayılmasını gerektirmez. Bütün insanlar Resûlullah’a ve ondan gelen haberlere muhtaçtır. Resûlullah tâbi olunandır, tâbi olan değildir. Eğer herhangi bir sahâbînin görüşü Resûlullah’ın haberine aykırı ise insanlara düşen habere bağlı kalmak, ona aykırı olan görüşü reddetmektir. Ayrıca bu olay Resûlullah’tan gelen habere bağlı kalıp ona aykırı olan sözün terkedileceğine bir delildir. Yine bu olay bilgili büyük bir sahâbînin bilmediği bazı şeyleri başkasının bilebileceğini de göstermektedir.
Ömer b. Hattâb diyetin âkileye(11) ödenmesi gerektiğine ve bir kadının kocasının diyetine vâris olamayacağına hükmetmiştir(12). Dahhâk b. Süfyân, Resûlullah’ın kendisine Eşyem ed-Dıbâbî’in karısını, kocasının diyetine vâris kılmasını yazdığını haber verince, Ömer görüşünden vazgeçmiştir(13). Yine Hz. Ömer, cenin ile ilgili Resûlullah’ın hükmünü bilen birisini aramış, Hami b. Mâlik de ona Resûlullah’ın bu konuda gurre(14) ile hükmettiğini söylemiştir. Hz. Ömer bunun üzerine “Neredeyse bu konuda kendi reyimizle hükmedecektik” ya da “Bunu duymasaydık başka bir şeye hükmedecektik” demiştir(15).
Bütün bu anlattıklarım eğer haberi nakleden dürüst birisi ise Ömer’in haber-i vâhidi kabul ettiğini göstermektedir. Eğer bu tür haberleri reddetmek caiz olsaydı; Hz. Ömer, Dahhâk’a “Sen Necd’densin” Hami b. Malik’e de “Sen Tihame’densin. Resûlullah’ı az görmüş, ona fazla arkadaşlık etmemişsiniz. Halbuki ben ve benim yanımda bulunan bu muhacir ve ensardan bu sahâbîler ondan hiç ayrılmadık. Bunu bizler değil de sizler nasıl bilebilirsiniz. Ayrıca sizler birer kişisiniz, hata etmeniz veya unutmanız mümkündür” diyebilirdi. Tam aksine o, doğrunun Resûlullah’tan nakledilen haberlere uymak ve kadının kocasının diyetine vâris olamayacağı şeklindeki görüşünden vazgeçmek olduğunu görmüştür.
Cenin konusunda da yanındakilere “Eğer bu haberi duy- masaydım neredeyse başka bir şeye hükmedecektim” demiştir. O. sanki cenin düştüğünde hayatta iken sonra ölürse yüz deveye hükmetmeyi yok eğer ölü olarak düşerse bu olayı cezasız bırakmayı düşünüyordu. Ancak Allah, ona ve bütün insanlara Resûlullah’tan gelen haberleri kabul etmeyi emretmişti (taabbüd). Hiç kimse niçin ve nasıl gibi soruları ya da bir kişisel düşünceyi Resülullah’tan gelen habere tercih edemez. Dürüst birisinin ilettiği haberi de nakleden tek olsa bile hiç kimse reddedemez.
Yine Ömer b. el-Hattab, Mecûsilerden cizye alınması gerektiği yolunda Abdurrahman b. Avf tarafından Resûlullah’tan nakledilen haberle amel etmiştir(16). Ona, “Mecûsiler ehl-i kitap olsa kestiklerini yer, kadınlarıyla nikahlanabilirdik; ehl-i kitap değil iseler, bu defa da onlardan cizye alamayız” dememiştir. Yine veba hastalığı (tâûn) konusunda da Abdurrahman b. Avf’ın ilettiği haberi kabul etmiş ve görüşünden dönmüştür(17). Çünkü o, Abdurrahman b. Avfın dürüst birisi olduğuna inanmaktaydı. Hz. Ömer’in düşüncesine göre dürüst birisinin ilettiği habere aykırı davranmak caiz değildir. Bizler de bu konuda Ömer’le aynı fikre sahibiz.
Hz. Ömer’in, haberi kendisine ileten râviden, nakledilen haberi Resûlullah’tan duyan ikinci bir şahit istediği öne sürülürse(18),cevap verebiliriz: Hz. Ömer, tek kişinin naklettiği haber-i vâhıdi kabul etmiştir. O halde onun haberi nakledenden kendisini destekleyecek bir şâhid istemesi ancak ilk râviyi teyid/destekleme anlamına gelmektedir. Yoksa ona göre tek kişinin naklettiği haber-i vâhıd bazı durumlarda makbul sayılırken, bazı durumlarda reddedildiği anlamına gelmemektedir. Bazen hakim, iki âdil şâhidin şehâdetine ilaveten davalılardan başka şâhitler de isteyebilir. Başka şahit bulunmazsa o iki şahidin şehadetini kabul eder. Ama başka şahitler de bulunursa daha iyi olur. Hz. Ömer, haberi nakledenleri tanımamış da olabilir. O, tanımadığı kimselerden haber almazdı. Aynı şekilde bizler de tanımadığımız, dürüst ve hayırlı amelleri olduğunu bilmediğimiz kimselerden haber almayız.
Füreya bnt. Mâlik (ö. ?), Osman b. Affân’a (ö. 35/656), Re-sûlullah’ın kendisine eşi öldüğünde iddeti bitinceye kadar evinde oturmasını emrettiğini söylemiştir. Hz. Osman da bu habere uymuş ve ona göre hükmetmiştir(19).
Abdullah b. Ömer (ö. 74/693) üçte bir ve dörtte bir oranlarla muhâbere(20) yapıyor ve bunda bir beis görmüyordu. Râfi’ b. Ha-dîc (ö. 74/693). Resûlullah’ın bunu yasakladığını ona söyleyince muhâbere yapmayı terketmiştir(21).
Zeyd b. Sabit (ö. 45/665), Resûlullah’ın ”Kimse Kabe’yi tavaf (ziyaret tavafından sonraki veda tavafını) etmeden haccı bitirmesin’ dediğini işitmişti. İbn Abbas (Ö.68/687) ona muhalefet etmiş ve hayızlıların ayrılabileceğini söylemiştir. Zeyd buna karşı çıkınca İbn Abbas, konuyu Ummü Seleme’ye (ö. 61/681) sormasını istemiş o da sormuştur. Ummü Seleme, hayızlıların tavaf etmeden hacdan ayrılabileceklerine dair Resûlullah dan bir haber nakledince Zeyd, İbn Abbas’a dönmüş ve “Senin dediğin doğru imiş” diyerek eski görüşünden vazgeçmiştir(22).
Ebü’d-Derdâ (ö. 32/652), Muâviye’ye (ö. 60/680), yaptığı bir alım satım akdinin aslında Resûlullah tarafından yasaklandığını söylemiştir. Muâviye de ona “Ben bunda bir sakınca görmüyorum” demiştir. Buna kızan Ebü’d-Derda “Muâviye’yi kına- yayacak kimse yok mu? Ben ona Resûlullah’tan haber iletiyorum, o bana kendi görüşünü söylüyor. Onunla aynı yerde kalamam” demiş ve Muâviye’nin yönettiği yerlerin dışına çıkmıştır. Resûlullah’tan naklettiği haberleri kabul etmediği için onunla aynı yerde kalmasının câiz olmadığını düşünmekteydi. Ebü’d-Derdâ ilettiği haberin delil olması gerektiğini düşünmeseydi, Muâviye ile aynı yerde kalmanın câiz olmayacağı gibi bir fikre sahip olmazdı(23).
Kendisinden haber nakledilen tâbiîlerin hepsinin haber-i vâhidi kabul ettiklerini ve ona dayanarak fetva verdiklerini görmekteyiz. Mesela, Saîd b. Müseyyeb (Ö.94/713), Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî’nin yalnız olarak verdikleri haberleri kabul etmekte ve içeriklerini sünnet saymaktaydı(24). Urve b. Zübeyr (ö. 94/713) de Hz. Âişe’den (ö. 58/677) ve Yahya b. Abdirrahmân b. Hâtıb’tan (ö. 104/723) aynı şekilde haber alırdı. Urve, Yahya’nın, babası vasıtasıyla Hz. Ömer’den naklettiği haberleri ve Abdurrahman b. Abdulkâri’nin Hz. Ömer’den ilettiği haberleri kabul eder ve bunların sünnet olduğunu düşünürdü(25). Kasım b. Muhammed (ö. 112/730), Sâlim b. Abdillah (ö. 106/724) ve diğer Medineli tâbiîlerin hepsi de aynı şekilde davranıyordu(26).
Mekke’de de Atâ b. Ebî Rabâh (ö. 114/732), Tâvus b. Keysân (ö 106/724) ve Mücâhid b. Cebr (ö. 102/720), Câbir’in ve İbn Abbâs’ın yalnız olarak Resûlullah’tan naklettikleri haberleri kabul eder ve bunların sünnet olduğunu düşünürlerdi(27). Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî (ö. 103/721) de Urve b. Mıdras (ö. ?) ve başka bazı sahâbîlerin Resûlullah’tan naklettiği haberleri kabul etmiş ve bunları sünnet saymıştır. İbrahim en-Nehaî (ö. 96/715) de Alkame b. Kays’ın (ö. 62/682) Abdullah b. Mes’ûd (ö. 32/652) vasıtasıyla Resûlullah’tan naklettiği haberleri ve başkalarının verdiği haberleri kabul edip bunları sünnet saymıştır. Haşan el-Bâsri (ö. 110/728) ve İbn Şîrîn (ö. 110/728) de aynı şekilde davranmışlardır. Onların hepsinden aynı şeyler rivayet edilmektedir ki burada bunları anlatsam mesele iyice uzayacak(28).
Rebî’ b. Süleyman, Şâfiî—Süfyan—Amr b. Dinar—Sâlim b. Abdillah b. Ömer isnadıyla Hz. Ömer’in Kabe’yi tavaftan önce ve şeytanı taşladıktan sonra koku sürünmeyi yasakladığını nakletmiştir. Sâlim’in anlattığına göre Hz. Âişe, ihrama girmeden önce ve ihramdan çıktığı zaman Resûlullah’a koku sürdüğünü ifade etmiştir(29). Resûlullah’ın sünneti tâbi olunmaya daha layıktır. Sâlim, dedesi Hz. Ömer’in halife olduğu sırada verdiği bu hükmü terkederek, Hz. Aişe’nin tek başına verdiği haberi kabul etmiştir. Haber ilettiği kimselere de Hz. Âişe’nin yalnız olarak naklettiği haberlerin de sünneti belirlediğini ve uyulmaya en layık şeyin Resûlullah’ın sünneti olduğu için ona uymak gerektiğini bildirmiştir.
Büyük tâbiîlerden sonra yaşayan İbn Şihâb ez-Zührî (50- 124/670-741), Amrb. Dînar (ö. 126/743), Yahya b. Saîd (?) gibi diğer âlimler de haber-i vâhidleri kabul etmişlerdir. Bunlardan başka görüştüğümüz âlimlerin hepsi de aynı şekilde birer râviyle gelen haber-1 vâhıdleri kabul etmişlerdir Onların tümü bu nakledilenleri sünnet sayan bunlara tâbi olanları över ve aykırı davrananları tenkit ederlerdi.(30)
…..
Kaynak:İmam Şafii – Sünnet Müdafaası,syf:92-104
Çev:Dr.İshak Emin Alantepe
Dipnotlar:
(1)- Muvatta, Kıble 6; Buhârî, Salât 32. Şâfiî er-Risâle’de şu açıklamayı yapmaktadır: “Kübalılar Ensar’dan ilk Müslüman olanlar arasında olup İslâm’ı bilmekteydiler. Allah’ın emrettiği yöne doğru namaz kılmaktaydılar. Delil bulunmaksızın Allah’ın kıble konusundaki farzını terketmeleri mümkün değildir. Resûlullah’ı görmedi ve Allah’ın kıbleyi değiştirdiğine dair bir âyet duymadılar ki Kitâbullah’a ve Resûlullah’tan duydukları bir sünnete dayanarak kıblelerini değiştirmiş olsunlar. Çoğunluk tarafından nakledilen bir habere (haber-i âmme) de dayanmamaktadırlar. Onların bu konudaki farzı terketmeleri, kıblenin değiştirilmesi konusunda Resûlullah’tan nakledilen haber-i vâhidle gerçekleşmiştir. Onlar haberin râvisine güvendikleri için böyle davranmışlardır. Onların bir habere dayanarak böyle yapmaları, benzer haberlerin delil olduğunu bilmelerinden kaynaklanmıştır. Şu şartla ki haberin râvisi güvenilir olmalıdır. Onlar böylesi büyük bir dînî meselede ancak bilerek yenilik yapmışlardır. Bu yaptıklarını da mutlaka Resûlullah’a da bildirmişlerdir. Kıblenin tahvili konusundaki haber-i vâhidi kabul etmeleri farz değil de câiz olsaydı, Resûlullah onlara mutlaka şöyle derdi. Kıblenizi bizzat benden duyduğunuz ya da haber-i âmme şeklinde gelen ya da haber-i vâhidden daha üst derecede olan bir delil gelmedikçe terketme- meliydiniz” (Risale, s. 406-408).
(2)- Muvatta, Eşribe 13; Ahmed b. Hanbel, III, 181; Buhârî, Eşribe 3. Şâfiî bir başka yerde ise bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: “Bu sahâbîlerin ilmini, Resulullah’ın yanındaki mevkilerini ve en önemli sahâbîler arasında yer aldıklarını hiçbir âlim inkar edemez. Şarap içmeleri helal idi ve onlarda oturmuş içiyorlardı. Birisi gelip onlara şarabın haram kılındığını söyledi Bunun üzerine küplerin sahibi olan Ebû Talha, bu habere uyup küplerin kırılmasını istemiştir Onlardan hiçbiri Resûlullah yakınımızdadır, onunla karşılaşmadıkça ya da Haber-i âmme şeklinde gelmedikçe şarabı helal kabul ederiz, dememiştir. Ayrıca helal bir şeyi dökmek israf olduğundan ve onlar da israfı sevmediklerinden onu dökmezlerdi. Bu arada onlaryaptıklarını mutlaka Hz. Peygambere haber vermişlerdir. Resûlullah da haber-i vahidi kabul etmemeleri gerekseydi, onlara bunu yasaklardı” (Risâle, s. 409-410).
(3)- Muvatta, Sıyâm 13; Ahmed b. Hanbel, V, 434.
(4)- Muuatta, Hudûd 6; Buhârî, Eymân 3. Ayrıca bk. Risâle, s. 410; Ümm, XII,
(5)- Beyhakî, Sünen, III, 256. Burada isim İbn Nübeyh el-Hüzelî şeklinde geçmektedir.
(6)- Ayrıca bk. Risale, s. 414; Ümm, V, 42.
(7)-Ayrıca bk. Risâle, s. 414.
(8)-Bir rivâyete göre Hz. Ali, insanlara tebliğ ettiği şeyleri şöyle saymıştır; “Dört şeyi bildirmekle görevlendirildim: Cennete ancak Mü’min kişilerin girebileceğini, çıplak olarak Kâbe’nin tavaf edilemeyeceğini, Resûlullah İle aralarında anlaşma olanların anlaşma müddetine sadık kalınacağını ve Müşriklerle Müslümanların bu yıldan sonra birarada hac yapamayacaklarını” (Alımed b. Hanbel, 1, 79)
(9)- Buhârî, Zekât 41, 63; Meğâzi 60; Tevhîd 1; Müslim, îmân 29, 31.
(10)- Ayrıca bk. Risâle, s. 416.
(11)- Âkile: Kasıtsız olarak işlenen cinayet diyetini veya “gurre” denilen mali tazminatı yüklenip ödeyen asabe, aşiret, divan üyeleri, meslek kuruluşları vb. dir (Erdoğan, Hukuk Sözlüğü, s.10).
(12)- Ayrıca bk. Şafiî, Risâle, s. 426.
(13)- bk. Muuatta (Şeybânî rivâyeti), III, 19-21.
(14)- Gurre: Kasten veya kasta yakın hata sonucu düşürülen bir ceninden dolayı verilmesi gereken diyete denir. Bu köle veya cariye olarak ödenebileceği gibi, tam diyetin (100 deve) yirmide biri (5 deve) oranında da ödenebilir (Ümm, XII 391).
(15)-Ayrıca bk. Şâfiî, Ümm, XII, 383-384; a.mlf., Risâle, s. 427.
(16)- Buhârî, Cizye, 1.
(17)-Nakledildiğine göre Hz. Ömer, Şâm’a doğru giderken, orada veba salgının baş gösterdiğini öğrenmiş, Abdurrahman b. Avf, Resûlullah’ın “Eğer bir yerde veba hastahğı varsa oraya yaklaşmayın; bulunduğunuz beldede veba salgını başlarsa dışan çıkmayın” buyurduğunu nakledince, Şam’a gitmemiştir (Buhari, Tıb, 30).
(18)- Nakledildiğine göre Hz. Ömer, Ebû Mûsa el-Eş’ari’den isti’zan konusunda naklettiği bir haber için şâhid istemiş, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Musa’yı destekleyince haberi kabul etmiştir (Buhârî, İsti’zân 13; Müslim, Edeb 33-37).
(19)- Muvatta, Talak, 87. Nakledildiğine göre Ebû Saîd el-Hudrî’nin kızkardeşi olan Fürey’a’nın kocası Tarafut-kudûm denilen yerde öldürülmüş, bunun üzerine Fürey’a Resûlullah’a gelerek kocasının nafakalarını temin edebilecekleri bir şey ve kalacakları bir mesken bırakmadan öldüğünü söyleyerek durumunu arzet-mıştir Hz. Peygamber de önce onun kardeşlerinin evine gitmesine izin vermiş, daha sonra kocasının ölüm haberini aldığı evinde kalmasını emretmiştir (İbn Sad, Tabakât, VIU, 367).
(20)- Muhâbere’ üçte bir, dörtte bir gibi bir oran karşılığında yapılan ekim ortaklığı. ŞâfiBere göre tohum tarla sahibinden olursa ortaklığa müzaraa, emek sahibinden okusa muhabere denir (Erdoğan, Fıkıh Terimleri, s. 319),
(21)- Şâfii, Risale, s. 445.
(22)- Müslim, Hac, 381.
(23)- Rivayete göre Muâviye b. Ebî Süfyân, altın veya gümüş bir su kabınım, ağırlığından daha fazla bir bedelle satmıştır. Ebü’d-Derdâ da Resûlullah’ın böyle bir alım satımı yasakladığını söyleyerek ona karşı çıkmıştır (Şâfıî, Risâle, s. 446- 447). Aynca bk.Mâlik, Buyû’, 33.
(24)- Ayrıca bk. Şâfiî, Risâle, s. 453.
(25)- Ayrıca bk. Şâfiî, Risâle, s. 453-454.
(26)- İmam Şâfiî bir başka yerde haber-i vâhidlerle amel eden Medîneli tâbiîlere şunları örnek göstermektedir: Muhammed b. Cübeyr b. Mut’im, Nâfi’ b. Cübeyr b. Mut’im, Yezîd b. Talha b. Rukâne, Muhammed b. Talha b.Rukâne, Nâfi’ b Uceyr b. Abd Yezîd, Ebû Seleme b. Abdirrahmân, Humeyd b.Abdirrahmân,Talha b. Abdillah b. Avf, Musab b. Sa d b. Ebî Vakkâs, İbrahim b. Abdirrah- mân b. Avf, Hârice b. Yezîd b. Sâbit, Abdurrahmân b. Ka’b b. Mâlik, Abdullah b. Ebî Katâde, Süleymân b. Yesâr ve Atâ b. Yesâr (Şâfiî, Risâle, s. 455-456).
(27)- İmam Şâfiî bir başka yerde Mekkeli şu tâbiîleri de örnek göstermektedir: İbn Ebî Müleyke, İkrime b. Hâlid, Ubeydullah b. Ebî Yezîd, Abdullah b. Bâbâh ve İbn Ebî Ammâr (Şâfiî, Risâle, s. 456).
(28)- Ayrıca bk. Şâfiî, Risâle, s. 456-457.
(29)-Muvatta, Hac, 17; Buhârî, Hac, 18.
(30)-İmam Şâfiî er-Risâle’de haber-i vâhidlerin kabul edilmesi gerektiği konusunda âlimlerin icmâsı olduğunu şöyle vurgular: ‘‘Birisi bütün âlimlerin haber-i vâhidlere dayanmalan sebebiyle geçmiş/çağdaş bütün Mûslümanların haber-i vâhidleri kabul etme ve onlara tâbi olma konusunda icmA ettiklerini söylese, ben de ona katılırım” (Risale, s. 457)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…