Günümüzde Kadın-Erkek İlişkilerinin Halleri

546_317_9b2d80c4-300x179 Günümüzde Kadın-Erkek İlişkilerinin Halleri

Psikolojik rahatsızlıklar ve geleceğin dünyası arasında­ki bağlan yapıtlarında temel alan Çarpışma yazan J. G. Ballard, yaşadığımız dünyanın “aile karşıtı” niteliğini şu sözleriyle gözler önüne seriyor: “20. yüzyılı egemenliği al­tına alan kâbusun akılla evliliğinden her zamankinden daha belirsiz bir dünya doğdu (…) Yaşamımız 20. yüzyı­lın o büyük, ikiz ana temasının egemenliği altında: seks ve paranoya (…)

Geleceği, sanki önümüze sunulan çok çeşitli seçenek­lerden biriymiş gibi bugüne ekledik. Seçme şansımız ar­tıyor; yaşam biçimleri, geziler, cinsel roller ve kimliklerle ilgili her türlü isteğin anında doyurulduğu, bebeksi bir dünyada yaşıyoruz (…)

Yaşadığımız dünyayı pazarlamacılık, reklamcılık ve reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika, özgün tep­kinin yerini televizyon ekranı aracılığıyla deneyimin al­ması gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor. Bizler koca­man bir romanın içinde yaşıyoruz (…)

Eskiden, ne denli karmaşık ya da belirsiz olursa olsun, dış dünyanın gerçekliği temsil ettiğini ve zihnimizdeki iç dünyanın, düşlerin, umutların, arzularınsa düşlem ve imgelem âlemini temsil ettiğini varsayardık. Bence bu roller yer değiştirdi. Çevremizdeki dünyayı ele alma­nın en akıllıca ve en etkili yolu, onun bütünüyle kurgu­dan oluştuğunu varsaymaktır- ama aksine, bize kalan küçük bir parça gerçek kafamızın içindedir. Freud’un düşlerdeki gizliyle açık, görünürle gerçek arasındaki o alışılmış ayrımının, artık gerçeklik olarak adlandırılan dış dünyaya uyarlanması gerekiyor “Yepyeni bir dünya resmediyor, bunları yeni tür bilim kurgu yapıtlarında ay­rıntılarıyla ele alıyor artık birçok yazar. Ballard, onların en önemlilerinden biri. Eğer gündelik hayatımızı sanki rüyadaymışçasına yaşarsak, bu gerçekten kopma hâlinin ciddi bir ruhsal bozukluk (psikoz) olacağı şeklindeki bil­giyle birleştirirsek onun söylediklerini, insanlık olarak sanki bir akıl hastalığına benzer bir hâlin sınırlarında dolaştığımızı da itiraf etmek zorunda kalırız. Ballard’ın bu sanatçı sezinlemeleri, yaşanılan dünyanın, cinsel de­neyimler de dahil olmak üzere, simülasyon (taklit) oldu­ğunu ileri süren Jean Baudrillard ve uygar, bilime dayalı bir görüntünün arkasında vahşi, kültür düşmanı bir bar­barlık çağını yaşadığımızı söyleyen Michel Henry gibi dü­şünürlerin görüşleriyle çakışıyor.

Yalnızca onlarla değil, geçmişteki nörotik arazlar yerine şimdi artık kimlik ve ki­şilik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldıklarını söyle­yen psikoloji ve psikiyatri profesyonellerinin saptadıkları gerçeklerle de… Eğer tüm bunlar, insanlığın yöneldiği ve bugünden tam anlamıyla göremediğimiz bir yönün işa­retleriyse, psikolojimizi ve ilişkilerimizi yepyeni tablo­ların ve rahatsızlıkların beklediğini söylemek mümkün. Sözünü ettiğimiz tüm bu düşüncelerin henüz yapay zeka ve metaverse’in gündemi bu kadar işgal etmediği 20-30 yıl öncesine ait olduğunu ve sürecin inanılmaz bir hızla devam ettiğini belirtelim. Belirtmemiz gereken bir husus daha var, 20-30 yıl öncesinde kaygılı düşünürler epeyce vardı ama hâl ve gidiş giderek kanıksanmış olmalı ki, artık onlardan Byung-Chul Han ve Hartmut Rosa gibi birkaç kişi kaldı. Oysa bize göre tüm bu değişimleri her yönüyle ele alanlara ve kaygılarını dile getirenlere şimdi daha çok ihtiyacımız var. Teknomedyatik dünyaya daha çok maruz kalıyor ve her seferinde teknolojik değişimlerle bir tür göz bağcılık yaparak ne olup bittiğini görmemizi engelleyen mühendis aklına yenik düşüyoruz. Kendi adıma buradan bir çıkış reçetesine sahip olmadığımı ancak düşünceleri­ne güvendiğim kimi düşünürlerin rehberliğinde ilerleme­ye çalıştığımı söyleyebilirim. Onlardan birisi de Zygmunt Bauman. Günümüzde ailenin ve kadm-erkek ilişkilerinin aldığı hâli görebilmek için onun daha önce de adını andı­ğımız Akışkan Aşk kitabındaki tespitleri çok önemli.

Aşklar da Akışkan Oldu!

Zygmunt Bauman, henüz aramızdan ayrılmadan yazdığı bu kitapta, işini gücünü, kapıyı çalmak üzere olan ölümü boş verip bizi uyarmayı görev biliyor. Şunları söylüyor: Kamusal insan çökmüştür. Politik kategorileri psikolojik kategorilere indirgeyen bir mahremiyet ideolojisi yüksel­mektedir. Bir yanda özgürlük ihtiyacı diğer yanda aidiyet açlığı; bir yanda yalnızlık diğer yanda topluluğun içinde erime korkusu… “Senin hayatın, senin seçimlerin, senin kimliğinin parçası…” insana dair en çok duyduğumuz sözlerdendir. Herkes kendi kimliğine yakın olanları “biz” olarak niteleyip, onları kardeşleri olarak görürken diğer­lerini dışlıyor. Hiç tanımadığı insanların hayalî cemaati­ne üye olduğuna inanıyor insanlar. Yalnızlıktan kurtula­bilmek için küçük pohpohlamalar, yakınlaşmalar, hayalî cemaatine mümkün olduğunca kendisi hakkında ifşaatta bulunma, herkes gibi olmaya çalışmaktan başka bir yol kalmıyor. Böyle bir dünyada “karşılıklı olarak teşvik edi­len benlik ifşaatları üzerinde temellenen içsel benlerin birliği aşk ilişkisinin çekirdeğini oluşturabilir.”[18] Aşk bu dünyada da var ama kalıcı, sağlıklı bir ilişkiye dönüşmesi çok zor. Zira aşk adasının ötesindeki dünya, şaşkına çevi­ren ses ve görüntü potporisiyle dolu. Aşk adasındaki iki hayalperest âşık, kendi dışlarındaki dünyayı ehlileştirme­ye, evcilleştirmeye muktedir değil; eninde sonunda anlaş­mazlık, fikir ayrılığı ve uyumsuzluklar karşısında güçsüz kalacak, bir süre sonra birbirinden kaçıp kurtulma arzu­su baş gösterecektir.

Günümüzde insan ilişkilerinin en belirgin özelliği kı­rılganlık olduğu için, Bauman “akışkan” sıfatıyla tanım­lamaya çalışıyor zamane aşklarını. “Bu eserin başkahra- manı insan ilişkisidir. Başkişiler erkekler ve kadınlardır, çağdaşlanmızdır, beyinlerinden başka bir şeye güven­mekten umutlarını kesmiş, aşikâr bir yararsızlık duygu­su hisseden, ihtiyaç durumunda güvenebileceği yardım­sever bir el kadar birliğin güvenliğini de ateşli bir şekilde arayan, ‘ötekiyle ilişkiler kurmaya’ can atanlar…” diyor Bauman.[19] Ona göre aralarında gerçek ilişki bulunmayan günümüz insanı, hiç durmaksızın, yeniden ve yeniden, kablolu ve kablosuz, akışkan bir modernite içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor, özgürlük ihtiyacım ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor; modem gündelik hayatın içinde başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor. İki ucu keskin bı­çak gibi ilişkilerde, düş ile kâbus arasında gidip geliyor. Deneyimini ve insan ilişkisinden beklentisini “ilişkiye girme”, “ilişki yaşama” terimlerinden ziyade, “bağlantı­da olma”, “hatta kalma” sözleri açıklıyor. “Eş”ten ziyade”ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, “ağ üze­rinde sörf yapma”ya çalışıyor. “Bağlantı” dediği ise, sa­nal ilişki; kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, “dele- te* tuşuna basınca kurtulması mümkün ilişki. Görünüşte bireymiş gibi duruyor ama tam da değil, adeta kararna­meyle birey olmuş gibi. İncecik bir buz tabakasında paten kayan, düşmemek, soğuk suda hem dönüp hem boğulup ölmemek için sürekli sürat yapmak zorunda kalan, güven ve taahhütten uzak bir yaşam sürmeye mahkûm olan gü­nümüz insanı… Sadece bazı noktalardan, dünya görüşü, yaşama tarzı gibi açılardan bize benzeyenlerle “benzerlik cemaatlerine katılma şansımız var ama artık onlar bile ‘‘yerlerini, olaylar, idoller, panikler ya da modalar etra­fında oluştuğu varsayılan “durum cemaatleri”ne bıra­kıyorlar (…) İnternet üzerinden, cep telefonuyla ve me­sajlarla gevezeliklerimiz içinde ve bunlar aracılığıyla, içe bakışın yerini en mahrem sırlarımız ve alışveriş listemiz­le birlikte sergileyen çılgınca ve uçarı bir etkileşim almış gözükmektedir.”[20] Herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir şey hakkında fikri olmadığı bir dünya…

Yaşadığımız zamanlar gerçekten “tuhaf’ zamanlar. Bir­çok düşünür ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama ol­gular öylesine hızlı bir tempoda olup bitiyor ki, düşünce hızımız bu sürate yetişemiyor. Bu dünya üzerine böylesi- ne kafa yoran Bauman bile kitle iletişim ve bilişim tek­nolojileri yüzünden ortaya çıkan bazı değişiklikleri fark etmiyor. Bauman’ın çalışmasında bilgisayar oyunları yok mesela.

Kitle iletişim ve bilişim teknolojileri sayesinde psikolo­jimizde muhtemelen “imgesel” ya da “fantezik” dediğimiz alanda bir genişleme ya da önemsenme ortaya çıktı, daha doğrusu onların değerini keşfetmeye başladık. İmgesel yani fantezik olan, gerçekliğin karşıtı değil, bir gerçeklik türüdür aslında. Rüyalarımız nasıl gerçekse fantezileri­miz de gerçektir ama her ikisinde de gerçeklik, hakikat değildir. Psikolojimiz her zaman rüyadan, fantezik olan­dan yana işler çünkü onlar çocukluğumuzun en güzel za­manlarına aittir, bizi oraya götürür. Bu nedenle çok güzel yaşantıları “rüya gibiydi”, “hayallerim gerçek oldu!” gibi ifadelerle anlatmaya çalışırız. Sorun tam da bu noktada­dır gerçek ile hakiki arasındaki farkta.

Her gün yaşayıp durduğumuz, içine gark olduğumuz somut hakikat dünyası, sorunlarla sıkıntılarla dolu; oyunlar olmazsa da rutin ve boğucu… Öyle sanıyorum ki, bu oyunları, oynarken zihnimizin imgesel, fantezik iş­leyişinin sağladığı yüksek haz nedeniyleseviyoruz. Yine öyle sanıyorum ki, günümüzde bu oyunlar, imgesel olan hakikatten daha çok mutluluk sağlıyor, öyle bir zihin işle­yişine sahip olduk ki, masturbatif fanteziler gerçek ilişki zevkinin önüne geçiyor. O yüzden sanal dünyadaki zevke aşina olanlar kendisini imgesel olana, çocukluğuna götü­ren bu dünyadan çıkmak istemiyor. Üstelik sanal dünya onları, hakiki dünyanın sıkıntılarından da kuru yavanlı­ğından da kurtarmasa bile bir süreliğine firar ettiriyor. Her firar, tutukluluktan daha güzel ve vaat doludur. Bu dünyaya Rollo May’in neden “şizoid” dediğini anlayabili­yor insan.[21] Zira “fanteziye dalmak” şizoid kişiliğe sahip kimsenin temel zihin işleyişlerinden birisidir.

Bilgisayar oyunlarım ve bu sayede günümüz insanının gerçeklikten fanteziye sığındığı şeklindeki analizimizi de tabloya ekledikten sonra Bauman’a dönelim biz yeniden.

Böyle bir görünüm sergileyen insanın temel aktör olmasıy­la açıklıyor günümüzdeki “danışma patlaması”nı Banman. Günümüz insanının görevleri fazlasıyla karmaşık ve yo­ğun; tek başına altından kalkamayacağı, tahlil edemeyece­ği kadar güç, bu yüzden insan, her fırsatta soluğu danışma verdiğini söyleyen uzmanların yanında alıyor. Uzmanların sonu gelmez öğütlerinden “yararlananlar, haftalık ve aylık lüks dergilerin ve ciddi ve daha az ciddi gazetelerin haf­talık eklerinin ‘ilişki’ sütunlarına göz gezdirerek, ‘haber­dar’ kişilerden işitmeyi diledikleri şeyi işitmeye çalışırlar çünkü kendi adlarına bunu yapamayacak; ‘kendilerine benzer’ kişilerin yapıp ettiklerini dikizleyecek ve ikilemle baş etme çabalarında yalnız olmadıkları konusunda uz­manların onayladıkları bilgiden neyi edinmek onları ra­hatlatacaksa onu Çıkartacak kadar utangaçtırlar.

Böylece okur, danışmanların dolaşıma soktukları, baş­ka okurların deneyiminden, ‘elde var ilişkiler’, yani ‘ihti­yaç duyduklarında ellerinin altında bulabilecekleri’ ama ihtiyaçları olmadığında ceplerinin derinine atabilecekle­ri ilişkiler deneyebileceklerini öğrenirler. Bu ilişkiler hazır portakal suları gibidir: Konsantre olduklarından mide bulandırırlar ve sağlığı ciddi biçimde tehlikeye atarlar. Tıpkı bunlar gibi ilişkiler de kullanırken sulandınlmalıdır. Bu ‘yan-bağımsız çiftler’, ikili olmanın boğucu baloncu­ğunu patlatma şerefine ermiş devrimci ilişki kurucuları” olarak övülürler. Bu ilişkiler, otomobiller gibi, hâlâ trafiğe çıkabilir olduklarından emin olmak için düzenli araç mu­ayenesine katlanmak zorundadırlar. Sonuçta öğrendikle­ri şey, taahhüdün, özellikle de uzun vadeli taahhüdün tu­zak olduğudur ve ‘ilişki kurma’ çabası herhangi bir başka tehlikeden çok bundan uzak durmayı bilmelidir.1[22]

Oysa aşk (kitabın sonraki bölümünde ayrıntılı göreceğimiz gibi), böyle bir dünya görüşü, böyle bir insan ilişkileri ağıyla ta­ban tabana zıttır. Aşktaki ötekine zevk verme yetimizi tec­rübe etme, benlik ve his farkındalığımız sayesinde ilişkinin anlamını genişletmeyi başarabiliriz. Kişi aldığını bilir, onu hisseder, sözlü olarak onaylasın ya da onaylamasın dene­yimine katar ve bunun için minnettar kalır. Bir birlik his­si, karşılıksız, çıkarsız bir sevgi ortaya çıkar. Bir toplumda insanlar arasında arkadaşlık, dostluk hisleri çok güçlüyse aşk için uygun vasat var demektir. “Kullan-at” türü ürün­leri teşvik eden, hızlı çözümlere, anlık tatminlere, riskten kaçınmaya ve garantiye dayanan bizimkisi gibi bir tüketim toplumunda alçak gönüllülük ve cesaret yoksa olmayacak olan aşka yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Tüketim nes­neleri caziptir; atıklar iticidir. Arzunun ardından atıklar ıskartaya çıkarılır. Aşk ise özen göstermektir ve özen gös­terilen nesneyi koruma arzusudur. Arzu oburca tüketmek isterken aşk sahip çıkmak ister. Tüketim arzusu ne kadar bencil ve merkezcilse, aşk o kadar adanmış ve merkezkaç güçle çalışır; hizmette olma, her an hazır olma, emre ama­de olma anlamına gelir.

İnceleyin:  Film İcabı

Aşk, bir kişiyi, güveni, özgürlüğün önüne alabilmeyi gerektirir. Aşkın ardından sevgiye dayalı gerçek bir çift olabilmek için eşlerin sürekli birbirlerini övme becerisi­ni gösterebilmesi, her halükârda kabul edici, sahiplenici, huzurlu bir liman olduğunu ortaya koyması gerekir. Çift olmak, bir insanı tanımlı kılmak adına, belirsiz bir gele­ceğe rıza gösterebilmek demektir. İnsanın uzun süren ve büyümeyi gerektiren aşk arzusunun yanı sıra bir de kısa ömürlü, gelip geçici dilekleri vardır.

Günümüzde alışveriş merkezleri, dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızlarını dikkate alarak tasarlanmış- lardır. Kısa süreli, bir gecelik ilişki istekleri bu anlamda bir dileğin peşinden gitmek, kapıyı başka ihtimallere hep açık bırakmak anlamına gelir. Bu durumu tıpkı günümü­zün borsasındaki işleyişe benzetir Bauman: “Hisseler sa­tın alıyorsunuz ve onları bir değer artışı görülene dek elinizde tutuyorsunuz, sonra kârlar düşer düşmez ya da başka hisseler yüksek bir gelir habercisi olduğunda alel acele satıyorsunuz (bütün numara, uygun anı kaçır­mamakta) .”[23] Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Ancak bir yandan da hâlâ evlilik gibi eski ge­leneksel alışkanlıklarımızı sürdürüyoruz. Borsanm tek farkı, satın aldığımız hisselere sadakat yemini etmeme­miz, *varlıkta ve yoklukta, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırana kadar bir yastıkta kocayacağımıza…” diye söz vermememiz. Tabii böyle sözler verince de kimse pek de inanmadığı hâlde sadakatsizlik, aldatma vs. gibi tema­lar da hâlâ alıcı bulabiliyor.

Nitelik olmadığında selameti nicelikte ararız. Belir­li bir sürenin anlamı kalmamışsa sizi kurtaracak olan şey, değişimin hızıdır. Her şeyin sayılarla ifade edildiği ve başka türlü anlaşılmadığı, kitapların kalitesinin satış sayısıyla, bir filmin veya bir olayın performansının izlen­me oranlarıyla, hatta “tanınmış bir kişinin niteliğinin ce­nazesini izleyen kişi (.,,) entelektüelin kalitesinin alıntı yapılma”[24] sayısıyla ölçüldüğü bir zamanda, bir ilişkiden diğerine atlanma dileğinde bulunmaya da şaşmamak ge­rekir. Zaten ilişki danışanları da bizi ilişkilerin “[h]er an çekilip atılabilecek hafif bir palto gibi omza atılma”sı ge­rektiğine ve en çok kaçınılması gereken şeyin “bu ilişkile­rin iradedışı ve kaçamak şekilde ‘çelik cendere’ye dönüş­mesi”[25] olduğuna inandırmaya çalışırlar. “Yakalanmayın!

Sıkı sıkı sarılmayın. Unutmayın ki bağlılıklarınız ve vaat­leriniz ne kadar derin ve yoğun olursa riskler de o denli büyük olacaktırf.J Bütün bu yumurtaları tek bir sepete koymanın budalalığın dik alası olduğunu ise hiç unut­mayın!*2* Modem akışkanlık, çelik cendereye benzeyen kahcı bağlılıkları reddeder, hafif giysiler önerir. “Eksiksiz çeşit arasından seçim yapabilmek yerine tek bir malla kendilerini sıkışmış bulanların da vay hâline! Bu insan­lar tüketiciler toplumundan dışlanmışlardır, kusurlu, uygunsuz ve yeteneksiz tüketicilerdir, tek kelimeyle şapa oturanlardır; tüketiciler şölenin bolluğu ortasında kadi­di çıkmış açlardır.[26] [27] Uzun süreli ve gerçek ilişkiler yerine bir ağda bağlı kalmayı tercih ediyor insanlar. Cep tele­fonları sürekli çalıyor ya da böyle olduğunu umuyorlar. Ama bunun için de cevapsız çağrılardan sonra başvurabi­leceğiniz geniş, çok geniş bir bağlantı portföyünüz olmak durumundadır. Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini ama daha çok da temasa geçenlerin birbirle­rinden uzakta kalmasını sağlarlar. Zira gerek cep telefonu gerek internet üzerinden sağlanan bu bağlantılar, sürekli hareket eden ve hep hızlı olmaya çalışan insanın, ayağı­nın altındaki zeminin kayıp gittiği hissini bir an için or­tadan kaldırabilirler. “Etrafımızdaki kalabalık tadımızı kaçırdığında da hemen bu ağın içine sığınabilirsiniz, ko- puverirsiniz kalabalıklardan. Birbirinden kopan insan kitlesi: daha kesin ifadeyle bir sürü. Birliklerini sağlamak için ne komutana, ne şefe, ne de ajan provokatör ya da hafiyeye ihtiyaç duyan, kendi kendini teşvik eden kişiler toplamı. Hareketli her birimin aynı şekilde hareket ettiği ama hiçbir şeyin ortak yapılmadığı hareketli bir bütün.

Bu birimler tek sıraya girmeden uygun adım yürürler. Klasik kitle kendinden kopan birimleri kovar ya da or. lan ezer, sürünün izin verdiği tek şey bu birimlerdir. Cep telefonları sürüyü yaratmadı, ama bulunduğu durum da -sürü hâlindekalmasına katkıda bulunuyor.”

Mahremiyet Değişmedi, Dönüştü!

Günümüzde mahremiyet bambaşka bir şekle büründü, evlerimiz yumuşacık mahremiyet adaları, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu olmaktan çıktılar. Kendi evlerimizde sipere yattık, kendimizi odalarımıza kilitledik. Ev, tüm aile üyelerinin ayrı ayrı yan yana yaşayabildikleri, çok amaçlı bir eğlence merkezi oldu. Elektroniğin yönettiği sanal yakınlık zamanları çıktı geldi. Sanal yakınlığı gerçek yakınlığa tercih etmeye başladık. “Tek başına olmak, elinin altında bulunan cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli vedaha emin”? olarak algılandı.

İnternet üzerinden partner bulmak da mümkündü. Üstelik mektupla gönderilmiş, üzerinde “satın alma 20runluluğunuz yoktur”, “memnun kalmazsanız ürünü iade edebilirsiniz” gibi ifadeler bulunan bir satış kataloğuna bakar gibi seçebilirsiniz partnerinizi, Tek sorun onun da tercihini aynı kolaylıkla sizden yana yapmasıdır. Sanal yakınlık yükseldikçe gerçek insani bağlar sıklaşır ve yo” ğunlaşır ama bir yandan da kısa ve işe yaramaz hâle gelir. Bağlı olmak, gerçek bir ilişkiye angaje olmaktan çok daha az masraflıdır sma bağların inşası ve beslenmesi anla” mında da daha ez üreticidir. Bu nedenle sanal yakınlığa dayalı ilişkiler kuran günümüz gençlerinin gerçek s0syallik kapasitesi olmadığından, üstelik bundan da telaşa kapılmadığından söz ediliyor. Dayanışmanın, duygudaş­lığın, paylaşmanın, karşılıklı yardımlaşma ve sempatinin olmadığı tüketim toplumunu da kolaylaştırıyor sanal ya­kınlık. Sanal yakınlığın dayanışmadan habersiz, güvensiz ağında tutunmaya çalışanlar, yalnızca tüketim zevki yol­daşı olabilirler.

Güçlü ve sağlıklı ilişkilere karşı mayınlarla döşeli bu dünyada, yine de insanlar, insan olmalarından gelen şevk­le hayatın tüm insanlara verdiği iki çıpayı da kullanmak isterler.*Hepimiz belirsizlik ummanında, güvenlik ada­cıkları üzerinde kurtuluş ararız.”[28] Bunlar sevdiğimiz ve sevilmeyi arzuladığımız bir eş ve ona ait olmamızı ve itaat etmemizi isteyen aile kabilesidir. Bu iki çıpadan da vaz­geçemediğimizden dolayı, onları birbirine bağlayan halka olmayı da sürdürürüz. Ama bilelim ki biz zayıf bir halka­yız, eşimiz ve ailemiz arasındaki gerilimlerden en fazla sıkıntı çekecek olan da biziz. Buna rağmen biz de yakın­lığımızı akrabalığa doğru dönüştürmeye çalışırız. Yakın­lık, bizi akrabalığın sakin limanına götüren köprüdür; bir kuşağın yakınlığı sonraki kuşağın akrabalık potansiyeli­ni içinde taşır. Yakınlık, eş olma bizim tercihimizdir ama sürdürülebilmek, onu hayatta ve sağlıklı tutabilmek için, hiç mola vermeden her gün yeniden o noktada olduğumuz dile getirilmeli, bunu onaylayım eylemler yapılmalıdır. Bu öyle bir dünyadır ki, eğer böyle yapılmazsa yakınlık zayıf­layacak, azalacak ve sonra da çürüyerek tamamen çöke­cektir. İki kişilik yaşamın geniş bir cadde mi yoksa çıkmaz bir sokak mı olacağı bilinemez, en azından önceden bili- nemez. Önemli olan, sanki bu farklılık önemsizmiş gibi günler boyunca yol almaktır.

Günümüz ilişkilerinin en önemli görünümlerinden bi­risi de cinselliğin özerk bir niteliğe kavuşması, tüketici rasyonalitesinin egemenliğinin, kullan-at tarzının bura­da da kendini göstermesidir. Tüketici yaşamı hafifliği ve hızı Öne çıkartır, yeniliği ve çeşitliliği destekler. Bu ilkeler cinsellik alanı için de geçerlidir. Bauman, Alman sekso­log Volkmar Sigusch’un “Bizim kültürümüz, ars erotica’yı değil scientia sexualis’î yarattı,” sözünü onaylar. Bura­daki eros sözü aşka ve arzuya, seks sözü ise kadm-erkek ilişkisinin ilişkiden soyutlanmış cinsellik boyutuna daha yakın bir anlama gelmektedir. Aşk ve arzu sanatmdansa, cinselliği bilimsel olarak ve bilimselliğin gerektirdiği ta­rafsızlık nedeniyle duygulardan, bağlılıklardan uzak bir biçimde incelemeyi tercih etmiştir günümüz insanı. “Gü­nümüzde cinsellik artık zevk ve mutluluk olasılıklarının cisimleşmesi değildir. Vecd ve ihlal olarak olumlu anlam­da mistifiye edilmiş değildir, tersine, baskı, eşitsizlik, şid­det, suistimal ve ölümcül enfeksiyonlar olarak olumsuz anlamda mistifiye edilmiştir” Sigusch’un bu sözlerine ilave eder Bauman, cinselliğin bilimsel incelemesi in­sanlığa sefaletten kurtuluşu vaat etmesine rağmen, öğüt, yardım ve destek alabildiği laboratuvar ve terapistin mu­ayenehanesinin dışında insanı (ki artık cinselliği sadece zevk verici bir yaşantıya, sayıya ve tekniğe indirgemiş bir homo sexualis’tir) öksüz ve yitik bırakmıştır. Ama bu ök­süz ve yitik durum, ataerkil ve sofu (püriten) toplumun hapishanesinden cinselliğin kurtuluşu olarak görülüp kutlanmaktadır. Homo sexualis, daimi ve değişmez bir durum değildir, deneme ve yanılmalarla yol alan, her fır­satı değerlendirerek ilerleyen bir süreçtir. Onun için sağ­lıklı ya da sapkın cinsel faaliyetin sınırları da pek siliktir hatta çoğu zaman ruhsal rahatsızlıklara karşı terapi ola­rak önerilir. Cinsel yaşamın zengin çeşitlilikteyse, ruhsal rahatsızlıkların da senden uzak olacağına inanılır.

Ama hakkını yememek lazım, bilimin (tıbbın) insanın yaşamına bir katkısı daha olmuştur bu arada. Cinsellik, eros ‘tan olduğu gibi üremeden de ayrılmıştır. Tıp, üreme sorumluluğunda cinsellikle rekabet hâline girmiştir, önü­müzdeki zamanlarda büyük ihtimalle cinselliğin yerini alacaktır. “Mail göndererek ya da moda dergileri yoluyla sipariş vermeye çağdaş tüketicilerin alışık olmaları gibi, cazip donör katalogundan bir çocuk seçmek ve seçim yaparken bu çocuğu da seçmiş olmak giderek büyüle­yici bir hâl alıyor.”[29] Çağımız bu nedenle artık çocuğun öncelikle duygusal bir tüketim nesnesi olduğu bir çağdır. Artık anne baba zevklerinin neşesi için istenilen çocuğu elde edemeyenlerin acısını telafiye çalışan ticaret dünya­sı orijinal bebeğin bakımında olduğu gibi üretiminde de giderek daha büyük yer kazanacaktır. Zira artık parası olan her şeye sahip olabilecektir. Çocuklar da ortalama tüketicinin yapabileceği en pahalı alışverişler arasında­dır. Aslında çocuk sahibi olmak, sadakati bölen ve bağım­lılığı zorunlu kılan, geri getirilemez özellikleriyle modern yaşam politikalarına zıttır ve bu yüzden çoğu insan bu yükümlülüğü üstlenmek istemez.

Bunları görür Banman baktığı dünya resminde. Henüz toplumsal cinsiyet tartışmalarından başlayarak gelinen yerin inanılmaz tuhaf ve kaygan manzarasıyla, hetero- seksüel olmayan çiftlerin yetiştireceği çocuklarla, çocuk suistimalinin alacağı yeni biçimler ve hatta meşrulaştır­malarla ilgilenmeye pek vakit bulamamıştır üstelik. Ama ziyadesiyle endişelidir insanlığın geleceğinden, her satı­rında belli eder tedirginliğini.

İkili İlişkilerde Terörizm

Psikanalist Paul Verhaeghe’nin Yalnızlık Zamanında Aşk kitabında da günümüz ailesinde ve kadın-erkek ilişkilerin­de yaşanan sorunlar enine boyuna ele alınıyor. Özetleyelim:

Yaşadığımız dünyada, özgürlükçü gibi görünen, poli­tik ve ideolojik totaliterliğe karşı olduğunu söyleyen bir söylem ağı hâkim. Oysa özgürlük sadece görünüştedir, gerçekte insanlık tarihi bu kadar totaliter bir sistem gör­medi. Dünyadaki herkese, mütemadiyen gündelik hayatla­rında dışına çıkamayacakları normlar ve kurallar empoze ediliyor. Reklamcılık ve medyanın mesajlarında, çıkardan başka bir amaç gözetmeyen big brother’m gölgesi hisse­diliyor. Ortada, kadın erkek ilişkisi alanı da dâhil olmak üzere, her gün yenilenen şahane ürünler ve yeni ihtimaller var ama nedense bu tüketim cennetinde haz eskisinden daha az. Zira arzu, tüketim obje fazlalığıyla öldürülüyor.

İnceleyin:  Sanat Nedir?

Geçen yüzyılda ailenin özünü oluşturan bütün fonksi­yonlar şimdi onun dışına çıktı. Çocuk, günümüzde nere­deyse tamamen ailenin dışında büyütülüyor. Zaten evde birlikte bulunulan birkaç saatin büyük bölümü de tele­vizyon önünde ve akıllı aygıtlar karşısında geçiriliyor. Geçmişte yaşlı ve hastalara da evde bakılırken ve bundan dolayı nesiller arasındaki farklılıkları kıyaslama imkânı varken bugün bu fonksiyon ve fark yok oldu. Reklamlarda anne ve kızın, iki kız kardeş olarak gösterildiği, hastalı­ğın olmadığı ve sonsuz gençliğin bulunduğu evrensel bir mit var. Ailenin yok olduğunu gösteren temel işaretlerden birisi de artık insanların evde birlikte yemek yememele­ri. İnsanlar artan biçimde, televizyon karşısında yemek yiyor ve aile fertlerinin birbirleriyle en çok karşılaştıkla­rı nokta buzdolabı, mikrodalga ve televizyon arasındaki yatay çizgide yer alıyor. Bütün bu değişikliklerin temeli- tu oluşturan asli değişim, otoritenin fonksiyonuyla ilgi­li. Baba tarafından simgelenen otorite ortadan kalkmış, bunun yerini otoriteyle asla aynı şey demek olmayan güç empozesi almış durumda. Bunlara bir de boşanmaları ve tek ebeveynli ailelere ilişkin istatistikleri ekleyin!

Devam ediyor: öncekinden köklü bir biçimde farklı bir dünyada yaşıyoruz. Bugünün ailesi geçmişten o ka­dar farklı ki, ikisinin aynı şey olup olmadığını sorabiliriz. Bunun somut ifadesi bizzat evlerin mimari yapısında gö­rülüyor. Ödeme gücüne sahip olan herkesin kendi odası­nın bulunması bundan iki nesil önce akla gelmeyecek bir şeydi. Sadece internete bağlanmanın yeterli olduğu, kapı­sının ardına dek kapalı tutulabileceği odalar… Ebeveynin önemi eskiye göre çok azaldı. Doğumdan itibaren olağa­nüstü hızla değişen dadılar, çocuk bakıcıları, öğretmen­ler, annenin en son sevgilisi, babanın en son sevgilisi ve yeni komşular … Çocukların önlerindeki ekranlar sanal olanın hakiki olandan daha gerçek olduğunu ispatlamak için bitimsiz sayıda resimlemeler üretip duruyor. Kişilik artık eskisinden bambaşka bir ortamda şekilleniyor. Ge­rek gerçek gerek sanal, çok sayıda özdeşim nesnesi giri­yor çocuğun hayatına ve iç dünyasına.

Genç insan, ne kadar çok bölünmüş hâle gelirse o ka­dar çok özdeşleşme arayışına giriyor, o yüzden olmadık ünlü kişilerin fanatiği ya da belirli bir giyim markasının tutkunu olabiliyor. Bir türlü kendinden ve ilişkisinden emin olmaksızın yenilik arayıp duruyor. Merkezî özdeş­leşme bulunmadığından, aynı yaş ve statüde olan akran gruplarının önemi giderek artıyor. Bu gruplar yeni norm­lara kaynaklık teşkil ediyor, yeni bir klan yapısı ortaya çıkıyor. Kimliğin kaynak noktaları, çemberin sürekli ha- reketiyle patlamış, birbirinden kopmuş. Aynı anda birçok şey olabiliyor gençler; sörfçü, straitht-edger, hard rocker, new ager ve daha neler neler…

Güven kaynağına duyulan arzu, insanları her geçen gün biraz daha samimiyetten uzak oyuncular hâline geti­riyor. özne, dışarıdan gelen ve dolayısıyla yabancılaştm- cı olan birçok arzunun arasında bölünüp duruyor. Bu hâl garanti sağlayacak birleştirici bir faktörün, ‘inanacak’ bir kimse ya da bir şey, koruyucu alan olan bir ötekinin aran­masına sebep oluyor, fanatikleşme eğilimi artıyor. Özne, siyaseten, ideolojik olarak, hobi düzeyinde neye yakınlık duyuyorsa ona yapışıp kalıyor, orada kalabilmek için sal­dırmaya hazır hâlde bekliyor.

Bugün Batı’da duygusal ilişki alanında ortaya çıkan değişikliklerin yıkıcılığını gören ve eleştiren bir çalışma da psikoterapist Michael Vincent Millerin İkili İlişkilerde Terörizm: Erotik Yaşamın Yozlaşması[30] kitabı. Michael Vincent Miller dobra dobra konuşuyor: “Bizim çağımız, maskeler, roller ve açıklık, iletişim, liberalizm görüntüsü altında saklanan manipülasyonlar çağı oldu. Freudünki korku yaratarak hüküm süren PrusyalI baba çağıysa, bi­zim çağımız da suçluluk yaratan boğucu bir sevgiyle hü­küm süren Yahudi anne çağı olarak görülebilir (…) 1960 ve 1970’lerde eşi görülmemiş bir cinsel özgürleşmeden geçtik ve şimdi kendimizi istismarın, yıkılan evliliklerin ve utanç verici hastalıkların pençesindeki ailelerin kurbanları ola­rak görüyoruz.” Miller, bir ergenlik kültürü yaşayan Batı toplumunun mutlu birlikteliklerinin yerini “ikili ilişkilerde terörizmce kendisini gösteren bir istismar ve iç savaş dö­neminin aldığı kanaatinde. Bu nedenle artık “romantik aşk çağı”ndan şiddet, itiraf ve ifşaatın kol gezdiği “istismar ça- ğfna geçildiğini söylüyor. “Romantik aşkın üstüne alaca karanlığın çökmesiyle birlikte, geçici bir karanlık bölgeden mi geçiyoruz? Yoksa endüstriyel gücümüzün azalmasıyla ve ırk sorunlarıyla birlikte, istismar da VVeimar Cumhu- riyeti’ndeki gibi, yozlaşma çağına girişimizin bir sempto­mu, faşizm öncesi ruh hâline düşüşümüzün belirtisi mi? Ya da kişisel ilişkilerimizde, Amerikan bireyciliğinin acı sonuna mı tanık oluyoruz?” diye soruyor.

Bu zamanda aşk, “vampirlerin baştan çıkarma ayinleri kadar anlaşılmaz bir şey; boynunuza tutkulu bir öpücük mü kondurulacak, yoksa atardamarınıza bir çift diş mi saplanacak bilmiyorsunuz,” diyor. “Yakınlık terörizminde ne konuşma sadece konuşmadır, ne de cinsellik sadece cin­sellik. Her iletişim, yüzeyde görünenden farklı bir anlam taşır çünkü iki insan arasında yaşanan her şey, denetimi kimin ele geçireceği savaşını geliştirmek için kullanılabi­lir. Yakınlık terörü taktikleri, hem kurbanı yaralar, hem de teröriste geri teper. Bu taktikler her ikisine de zarar veril/ diyen Miller, “ilişki” kavramına, çiftler arasındaki yakınlık deneyimine “paylaşma” denmesine de şiddetle karşı çıkar. İlişki deyiminin insanları matematik değişkenler hâline soktuğunu, paylaşmanın ise eşitliğin aksine bastırılmış kardeş rekabetini akla getirdiğini ileri sürer.

Miller, daha önce de belirttiğimiz gibi nasıl olup da coşkulu bir aşkla başlayan evliliklerinin %60’ınm boşan­mayla bittiğini, oysa “görücü usulü”yle yapılan evlilikler­de, aynı çatı altında yaşamaya itilmiş çiftlerin birbirle­rini sevmeyi öğrenebildiklerini anlamayı kendisine dert ediniyor. Ona göre sorumlu, yakınlıkları değil cinsiyetler savaşını destekleyen postmodern kültür ve bu kültürün ortaya çıkardıgi duygusal kıtlık ortamındaki çiftler ars­amdaki iktidar ilişkileri.Üstelik bu iktidar mücadelesi  sevgi maskesi altında gizlenmekte; iktidar, demokrasi dışı olarak görüldüğünden varlığı yadsınmaktadır.

Miller, modern yaşamda ikili ilişkilerde olup bitenleri, cinsel özgürlüğü sonuna kadar destekleyen ünlü sosyolog Anthony Giddens’ın[31] aksine, şimdiki duygusal ilişkilerin daha sorunlu ve hastalığa yatkın geleneksel aşk yaşantı­larının ise daha hakiki ve samimi olduğu kanaatindedir ve medyanın olumsuz rolüne sürekli vurgu yapar: “Med­ya, bizlere zengin ve ünlü kişilerle yakın olduğumuz izle­nimi vererek bizleri her zamankinden daha fazla tahrik etmekten hoşlanın Toplumun oylan ile katıldığı ‘Big brot- her’, ‘Pop star’ gibi TV programları, sadece yarışmacıların ünlü olma arzularını zalimce istismar etmekle kalmayıp izleyicilerini de başarıyla parmaklarında oynatmakta, istekleri doğrultusunda yönlendirmektedir, çünkü bu tür programlann yaşam kaynağı, TV ekranındaki kişiler ile evlerdeki izleyiciler arasında gerçek, şeffaf, demokra­tik bir ilişki bulunduğuna inandırmaktır insanlan. Bu yapay samimiyet, biraz röntgencilik ve tacizcilik içerme­si bir yana, aynı zamanda sahtekarcadır, çünkü ekranda izlenenler her zaman gayet dikkatle, özenle süslenip, pa­ketlenmekte ve denetlenmektedir.”

Önce Ahlak ve Maneviyat!

Ahlakla birlikte insan olmanın da sonuna gelindiğini dü­şünür Bauman ama umutsuz değildir. Ona göre belirsiz­lik, güvensizliğe ve ahlaksızlığa yol açmasının yanı sıra ahlakın yeşerip filizlenmesine de kapıyı aralar. İnsan, eninde sonunda insanlığına dönecek, yaşamın egemen ifadesi kendisini hissettirecektir. Dünya ve diğer insanlar bizim dışımızda değillerdir. Biz henüz seçmeye başlama­dan önce dünyanın içindeyizdir, dünyaya gömülmüşüz- dür. Mutlaka zayıf, kırılgan, ıstırap İçinde ve yardım talep eden insanların varlıklarından etkilenecek, yardım etmek, teselli etmek, tedavi etmek için harekete geçeceğızdir. Bu nedenle günümüzde etik buyruğun sessizliği hiç olmadığı kadar sağır edicidir.

İtiraf etmeliyiz ki, yaşadığımız Müslüman kültür dai­resi, aşk ve kadm-erkek ilişkileri konusunda tüm bu eleş­tirilerden münezzeh değil. Hem bir yanıyla küresel top­luma doğru hızla yol alıyor, Bauman’m eleştirdiği tüm görüntüler burada da ayniyle vaki hâle geliyor hem de modernleşemeyen geleneksel yanlarımız birçok eleştiriyi hak ediyor. Batıkların hiç değilse Bauman gibi eleştirel düşünürleri var. Geleneksel olumsuzluklar konusunda bizim muhafazakâr aydınımız ise anlaşılması zor bir ay­mazlığa batmış durumda. Çoğu, başlarına musallat olan derdin Batı’dan geldiğini, geleneğe daha fazla sarılarak bu beladan kurtulabileceğimizi tekrar tekrar söylemekten başka bir şey yapmıyorlar. Biraz tarafsız bir gözle bakıl­dığında bile hemen görünüverecek olan, ülkemizde cin­sellik, din anlayışı ve kültürel gelenek alanında yaşanan dev değişimi görmezden geliyorlar,

Cinsellik, din anlayışı ve kültürel gelenek, insanın in­sanlığını icra ederken kendisini içinde bulduğu varlık alanları. Din anlayışı ve kültürel gelenek, birbirinin olu­şumuna katkıda bulunsalar da bir ve aynı şeyler değiller. Sosyal bilimler, din anlayışı ve kültürel geleneğin cinsel­likle ilgili toplumsal yargıların oluşumunda oynadıkları rol hakkında değişik bakış açıları sunuyor. Biz psikoloji profesyonelleri de insanların iç dünyalarına yaptığımız yolculukta, sosyal bilimcilerin kolayca giremeyecekleri ancak doğrudan doğruya klinik gözlem ile saptanma­sı mümkün olan şeyler görüyoruz. “Nasıl oluyor da tüm değerlerimize rağmen genelevler, pavyonlar en tutucu kentlerimizde açılabiliyor?” ya da “Homoseksüaliteye ho- mofobiyi bile aşan boyutlarda tepki veren, sevmediği fut­bol hakemine bile ‘..nel’ diye bağıran insanlarımız neden karşı cins rollerini abartılı biçimde sergileyen sözüm ona sanatçıları bağrına basıyor?” gibi çok zor sorulara bizim saptamalarımızla cevap vermek biraz olsun kolaylaşıyor.

Evet, Müslüman kültür dairesinde yaşayan ülkelerde de, ülkemizde de, kadın-erkek ilişkileri, aşk ve mahre­miyet alanlarında dev sorunlar var. O sorunlar bizi her geçen gün daha sıkı biçimde kuşatıyorken ailenin karşı karşıya olduğu dertleri, aşkın bu devirde karşımıza nasıl çıkabileceğini konuşmaya çalışıyoruz. Kafalarımızı kuma gömmemeli ve elden geldiğince sorunları ortaya koymaya, çözümler üretmeye çalışmalıyız diye düşünüyoruz.

Elbette sorunların çözümü, ailenin yeniden ihyası için “Önce ahlak ve maneviyat!” çıkış formülüne dayanmalı­yız. Elbette insan ilişkilerinde, yakın duygusal ilişkilerde sorun varsa, mutlaka en insani özelliğimiz olan ahlaktan başlamak elzemdir. Ancak ahlak ve maneviyattan ne anla­dığımızı, onlara yüklediğimiz anlam ve işlevleri de berrak bir biçimde ortaya koymalıyız. Bu arada katı bir ahlak­çılığın dertlerimizi daha da çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacağını da fark etmeliyiz. Bizim gibi daha sorun­ların üstündeki perdeyi açmaya cesaret edebilen aydın­ların pek fazla olmadığı kültürlerde katı bir ahlakçılığın gerçeklerin ortaya çıkmasının önünde de engel teşkil ede­bileceğini unutmamalıyız.

“Önce ahlak ve maneviyat!” çıkış formülüne dayanma­mız gerçeğinden hareketle Aşk Her şeyi Affederse, Kalp­ten ve Psikoloji Varoluş Maneviyat kitaplarımızda ahlak ve maneviyat kavramlarını açmaya çalıştık. Şimdi ise günümüzde aile rollerindeki ve insanın gelişme çağlarındaki (çocukluk, gençlik, yaşlılık) değişimin üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak, ikinci bölümde de evliliklerin ve ailenin temeliyle bağlantılı olarak aşkı ele almak istiyoruz.

Erol Göka – Aile ve Aşk Üzerine,syf:56-77

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir