Gerek Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın büyük bir ürkeklikle siyaset meydanında boy gösterdiği ve gerekse Serbest Cumhuriyet Fırkası nın kapat(tır)ılıp siyasi meydan sadece Cumhuriyet Halk Fırkası’na bırakıldığı günlerde, Türkiye’nin zengin, huzurlu, güçlü, gelişmiş olmasını zorlaştıran bütün engelleri görmek mümkündür. Türkiye’nin önüne “Batılı olma” hedefini koyan ve bu uğurda gerektiğinde hiç çekinmeden kan akıtan kadro, esasında bu hedefi ulaşılmaz bir motivasyon aracı olarak kullandıklarının işaretlerini olanca açıklığıyla gözler önüne sererler. “Batılı olacağız” derler, ama batılı gibi olmamak için en ustaca oyunları sahneye sürmekte bir an tereddüt etmezler. “İrtica” söylemi ise, gelenekselleşir ve yürürlüğe koydukları her türlü davranışlarını veya planladıkları girişimleri meşrulaştıran bir araç olur. Gerektiğinde ufacık bir işareti, bireysel bir davranışı tüm topluma mal etmekten çekinmezler. Akhisar’da karşılaşılan bireysel bir durumun “rejim” sorununa dönüştürülmesi ise bunun örneklerinden birisini oluşturur.
Fethi Bey, İzmir’den ayrıldıktan sonra Akhisar’a gittiği zaman, karşılayanların arasında Arap harfleriyle “Lailahe illallah” yazılı bezi tutan birisi de vardır. İktidar çevresi muhalefete saldırmak ve mahkûm etmek için aradığı fırsat bulur. “İrticainin baş kaldırdığı” ilan edilir ve bu durum insanların daraltılmış haklarını daha da daraltacak girişimlerin gerekçesi olarak kullanılmaya başlanır. Basın, bu konuda üzerine düşeni “hakkıyla” yerine getirir. Yakup Kadri “İnkılap” gazetesinde “Zavallı Fethi Bey, bütün mânasıyla devlet otoritesi, milli asayiş ve vatan birliği aleyhine bir küçük ihtilâl hareketlerinin bayrağı olmuştur” diye yazarken hedefi ustaca işaretler. Falih Rıfkı ise “Hakimiyet-i Milliye”de “Cumhuriyetçiler aklınızı başınıza alınız. Bunlar şeriat istiyorlar, şeriat/” bağırtısını koyuverir.(91)
Fethi Bey, partisine ve kendisine yöneltilen bütün suçlamaları Meclis kürsüsünden reddedip, durumu izah eder (15 Ekim 1930). Fırka olarak hedeflerini bir kez daha açıklar. İrtica suçlamasını kesinlikle kabullenmediklerini söyler. Halkın sesini yükseltmesinin “irtica” ile hiçbir ilgisi olmadığını belirtir: “Serbest Cumhuriyet Fırkasının teşekkülünden evvel bütün memleket halkının hükümetten memnun olduğunu ve şurada burada işitilen şikayetlerin menfaatleri tatmin edilmemiş kimselerin veya ecnebi propagandasına kapılmış olan safdillerin kopardıkları yaygaralardan ibaret olduğunu işitiyorduk. O zamanlar hükümetten memnun olan bu halk Maliye intihaplarında neden birdenbire mürteci oluverdi? Hakikat bu kadar az bir zamanda bu kadar zıt iki yüz nasıl gösterilebilir? Bu irtica denen hareket nasıl meydana geldi? Halk laik kanunları istemiyoruz, halifeyi istiyoruz mu dedi? Hayır efendiler, bin kere hayır! İrtica o demektir. Başka ne demektir? İrtica diye tefsir olunan bu hareket halkın reyini serbestçe ve istediği taraf lehine kullanmak istemesinden başka bir surette tecelli etmemiştir. Halkın reyini Serbest Cumhuriyet Fırkasının belediye namzetlerine vermek istemesi irtica suretiyle tefsir edenler, halkın reyini de inhisar altına almak isteyenlerdir”.(92) Fethi Bey, “hınca hınç dolu bir mecliste” bu konuşmayı yaparken “manzara tamamen Terakkiperverlerin sigaya çekilmesini andırır”(93). “Serbest Fırka’nın memlekette anarşi çıkardığı”, “komünizm propagandası yaptığı”, “hilafeti, saltanatı, tekke ve medreseyi, fesi, Arap harflerini geri getirmek isteyenlerden kurulu bir fırka olduğu” sataşmaları arasında konuşmasını sürdürür. Bu sataşmalardaki iddiaların delillerine dikkat çeker: “Birisi yoldan geçerken bir arabacıdan”, ‘’bir kadından”, “bir meczuptan”, “ bir tekke şeyhinden işitilenler”le suçlandıklarını belirtir.(94)
Fethi Bey, 15 Kasım tarihli Meclis konuşmasında sadece yaşanan sorunlara değinmekle ve suçlamaları reddedip, soruları cevaplamakla kalmaz; sorunun kaynağına da dikkat çeker. Son derece önemli bir “rejim” eleştirisi yapar:”…Cumhuriyette bütün otoritelerin menşei intihap tarikiyle [seçim yoluyla] millet olduğundan intihap serbesttir; Cumhuriyetin ruhu ve milli hakimiyetin esasıdır. İntihabın serbestisi ihlâl edilirse Cumhuriyetin temelleri sarsılmış olur. Maalesef bu son belediye intihabında Dahiliye memurları -bittabi hafi celi- aldıkları talimat dairesinde harekete mecbur olduklarından bu manzara hasıl olmuştur. Yani hükümet kuvvetleri kanuna ve milli hakimiyete karşı kullanılmış ve halkın bir Cumhuriyette en mukaddes olan rey hakkını iptal için cebir ve tazyik yapılmıştır. Böyle bir manzaranın husûlü Türk Cumhuriyeti tarihinde esefle karşılanacaktır. Cumhuriyet icabatına karşı hakiki bir irtica manzarası veren bu hareketin bir daha tekerrür etmesine mani olmak için Cumhuriyeti samimi surette sevenlerin müttehit olacağını ümit etmek isterim”.(95)
Osman Okyar’ın anlattığına göre, babası Fethi Okyar, Serbest Fırka’-yı feshetmek zorunda kalınca çok üzülür. Kalbi bu üzüntüye dayanamaz ve hastalanır. Hatta tedavi için Viyana’ya gitmek zorunda kalır. Ancak Fethi Bey’in sıkıntıları bununla bitmez. Partisinin kapatılmasına alışamadan daha başka zorluklar yaşamaya başlar. “Kendi safına katılan birçok tanınmış veya bu vesile ile tanınan kimseler, Serbest Fırka kapatildiktan sonra açıkta kalırlar], âdeta damgalan[ir], işlerinden güçlerinden olurlar.” (96)İktidar mensupları Serbest Fırka üyelerine olumsuz tavırlar takınmaktan ve işlerini zorlaştırmaktan bir an geri durmazlar. Başbakan İsmet İnönü, yıllar sonra, Serbest Fırka mensuplarına karşı olumsuz tavır sergilenmediğini ifade ederek bir savunma yaparken dahi, söylediğini yalanlayacak ifadelere yer verir. “Serbest Fırka kapandı. Bu kadar hadiseden, Serbest Fırka’yı kurmuş olanların birçoğu ile eski arkadaşlığımızı muhafaza ettik. Bunlar tekrar Halk Partisine girdiler. Vazifeler aldılar. Hiçbir şey olmamış gibi (altını ben çizdim) münasebetlerimiz devam etti.(97)
Yaşanan zorluklar, iyi niyetlerle başlayan yeni parti kurma girişiminin zamanla olayların zorlamasıyla varıp dayandığı olumsuz bir noktayı mı temsil ediyordu? Mevcut bilgiler, sonuçta yaşanacakların daha işin başında birileri tarafından bilindiğini, belki de sonucun başta planlandığını gösterir niteliktedir. Fethi Bey’in anlattığına göre, henüz bir parti kurma teklifiyle karşılaşmadan birkaç gün önce Rize mebusu Fuad Bey kendisine şunları söyler; “Sana bir muhalif fırka teşkili teklif olunacaktır. Sakın bu teklife kapılma… Sana yazık olur”.(98) Mustafa Kemal’in ısrarla her iki parti karşısında da tarafsız kalacağını belirttiği günlerin birisinde, Meclis Başkanı Kazım Karabekir, Fethi Bey’in de bulunduğu bir sırada Mustafa Kemal’e şöyle bir soru yöneltme ihtiyacı hisseder; “Siz elbette tarafsız kalacaksınız değil mi Gazi hazretleri’‘(99) Samet Ağaoğ- lu’nun naklettiği ve annesi ile babası arasında geçen bir konuşma, yaşanacakların daha işin başındayken politikanın dışında, evinde oturan bir kadın tarafından dahi sezilecek kadar açık olduğunu gösteriyor: “Atatürk babamı Serbest Cumhuriyet Fırkasına soktuktan sonra Istanbula gelen annem babama, “Ahmet” dedi “ben bu işin sonunu iyi görmüyorum “Neden Sitare?” “Gazi sizleri denemek istiyor, belki de bu bir oyundur!” Babam kızdı: “Sen ne söylüyorsun kadın? Gazi söz verdi. Onun gibi bir adam söz verdikten sonra kim bu işi bozabilir?” “Böyle bir ikinci fırka bir çoklarının işine gelmez! Onlar bozarlar”. Babam güldü ve anneme “sen delisin!” diyerek sözü kesti”.(100)
Konuyla ilgili olarak şu bilgi de önemlidir: Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluş aşamasında verilen sözler gereği Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan 70 milletvekili Serbest Cumhuriyet Fırkası’na transfer olacaktır. Ancak Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekillerinden hiç kimse buna yanaşmaz. Bu nedenle bizzat Mustafa Kemal bazı şahıslan ismen belirterek Serbest Cumhuriyet Fırkası’na geçmelerini ister ve bu geçişi sağlar. Ancak yine de bir isteksizlik vardır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’na geçmesi istenenlerden birisi de Ankara milletvekillerinden Talat Bey’dir. Kendisine parti değiştirme teklifi geldiğinde Talat Bey’in ağzından dökülen ilk sözler şunlar olur; “Paşam… Beni feda mı ediyorsunuz?”(101)- Parti değiştirmesi teklif edilenlerden bir diğeri ise Reşit Galip’tir. Reşit Galip “Gazinin ayaklarına kapanarak affolunmasını istirham” eder.(102) Bütün teşvik ve isteklere rağmen Serbest Fırka’ya ancak 13 milletvekili geçer.
Belki de bütün bunlar bireysel tutumların yol açtığı bazı sözler ve tavırlardı. Ancak şurası ilginçtir ki, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın faaliyette olduğu ve özellikle de kapatılmasını takip eden günlerde yaşananlar Talat Bey’in ve diğerlerinin sözlerini, korkularını ve şüphelerini haklı çıkarır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’na geçenler veya siyasete Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda başlayanlar öncelikle yoğun bir şekilde suçlamaların, psikolojik baskıların muhatabı olurlar. Bu konuda özellikle basın önemli bir görev üstlenir. İktidar yanlısı basın, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra gerçekleştirilen hukuk dışı uygulamalara meşruluk zemini temin etme gayretini de titizlikle yerine getirir. Tek Parti idaresinin gerekliliği, çok partili siyasal yaşamın gereksizliği ve sakıncaları dile getirilen temel konulardan olur.
Serbest Cumhuriyet Fırkasının İzlerini Silme Süreci
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “Hürriyet namına devlet otoritesini feda edemeyiz”(103) sözüne yansıyan bir anlayışla Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını takip eden günlerde, iktidar için sıra yaşanmış acı hatıranın izlerini silmeye gelir. Hedefte, muhalefete destek veren basın, Serbest Fırka’ya geç(iril)en bazı milletvekilleri ve seçimler sonucunda Belediye başkanlıklarını kazanan Serbest Fırka mensupları vardır. Öncelikle Serbest Cumhuriyet Fırkası’m desteklemiş olan basına yönelik kararlar uygulamaya konulur. 14 Eylül 1930’da Yeni Asır gazetesi yazarlarından Bahzat Arif ve yazı işleri müdürü Abdullah Abidin, Hizmet gazetesi başyazarı Zeynel Besim ve yazı işleri müdürü Bedri Beyler birşeyle” bahane edilerek tutuklanırlar. İktidar yanlısı basın aracılığıyla aşağılama ve karalama ise yürütülen bir diğer faaliyeti teşkil eder.
Serbest Fırka’nın kapatılması, devlet partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası içinde tek partili “otoriter rejim”i bütün temelleriyle kurma faali-yetlerini -yukarıda verdiğimiz bazı örneklerden de anlaşılacağı üzere” hızlandırır.(104) İktidar yanlısı yazarlar “otoriter rejim”in fikri temellerini oluşturmaya çalışırlar. Bu arada geçmişin ”intikamı” da alınır: Sözgelimi falih Rıfkı (Atay) bazı meslektaşları için şunları yazar: “Bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi, bir kelime ile alçaktırlar. Balkanlardan Amerika’nın Mr ucuna kadar böyle mahlûklar, casus ve baba katili gibi iğrenç mücrimlerle bir sıraya konur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez Biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz”(105). Yine o günlerde Vakit gazetesinin başyazarı Mehmet Asım (Us) şunları yazar: “Bugün B.M. Meclisinin % 95 azası CH.Fırkasına mensup olduğuna nazaran bu fırkayı çürütmek aynı zamanda M. Meclisi âzalarını çürütmek demektir. Hatta C.H.Fırkasının manevi şahsiyetini lekelemek onların nazarında M,Meclisini lekelemekten daha müessirdir”.(106) Basında bunlar olurken, Hükümet ise yeni Matbuat Kanunu tasarısını hazırlar.Tasarının mahiyeti ise iktidar yanlısı basının tutumundan kolaylıkla anlaşılır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası adayı olarak girdiği mahalli seçimlerde belediye başkanı seçilenlere gelince: Serbest Cumhuriyet Fırkası adaylarından belediye başkanlığını kazananlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nı çok rahatsız eder. Cumhuriyet Halk Fırkasının yöneticileri bütün çalışma, engelleme ve zorlamalara rağmen bazı seçim bölgelerinde galip çıkamamanın sıkıntısını yoğun bir şekilde yaşamanın etkisiyle, hiç vakit kaybetmeden peş peşe soruşturmaları açarlar. “Mülkiye Teftiş Heyeti”seçimlerin geçersiz sayılması ve yenilenmesi gerektiği görüşünü İçişleri Bakanlığına iletir.(107) Ayrıca “Devlet Şurası Umumî Heyetin Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kazanmış olduğu on iki seçim çevresinde yapılan seçimlerin yasalara uygun olmadığı sonucuna varır; sonuçların geçersiz sayılmasına ve yenilenmesine karar verir.(108) Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası adayının kazandığı resmen ilan edilen yerlerdeki belediye başkanlarının bağımsız olarak dahi görevde kalmalarına razı olunmaz.
Serbest Cumhuriyet Fırkasının izlerini silme çalışmaları bununla da kalmaz. Serbest Cumhuriyet Fırkası adayı olarak Kuşadası’nda seçimi kazanmış olan belediye başkanı daha önceleri yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı’na yakışıksız sözler sarf ettiği gerekçesiyle tutuklanır.(109)Seçim kampanyası sırasında işlediği öne sürülen çeşitli suçlardan dolayı bazı Serbest Cumhuriyet Fırkası üyeleri için soruşturmalar sürdürülürken,(110) başka suçlardan dolayı tutuklananlar ile Serbest Cumhu-riyet Fırkası arasında ilgi kurularak partiye yönelik yoğun bir yıpratma kampanyası başlatılır.
Cumhuriyet Halk Fırkasından Serbest Cumhuriyet Fırkasına geç(iril)miş milletvekillerine karşı da yıpratıcı bir politika izlenir. Bunlardan İstanbul Milletvekili Haydar Bey’in (Ali Haydar Yulug) devamsızlık nedeniyle milletvekilliği feshedilir(111). Bir başka İstanbul Milletvekili Süreyya (İlmen) Paşa’nın istediği izin, Meclis Başkanlığınca verilmez gönderdiği rapor da geçersiz sayılır. Bunun üzerine Süreyya Paşa milletvekilliğinden çekilir. Ayrıca daha önceden hak etmiş olduğu ödenek de kendisinden geri alınır(112). Fethi Bey (Okyar) ile Agaoğlu Ahmet Bey ise 1931 milletvekili seçimlerinde aday gösterilmediği gibi, Agaoğlu Ahmet Bey bir süre sonra İstanbul Darülfünunumdaki görevinden uzaklaştırılır.
Bütün bu ve benzerleri olaylar, üzerinde özellikle ve ayrıntılı olarak durmayı gerektirecek ve Batı’ya mensup olmayı hedeflediğini söyleyen bir siyasi kadronun, modem siyasetin gerektirdiği muhalefet anlayışına uzaklığını gösterecek önemli olaylardır. Ancak elbette ki bu konuların derinliğine ele alınması bu araştırmanın amacını aşar. Bu nedenle konuyu bir hatıra ile bitirmek uygun olacaktır. Hatıranın sahibi Serbest Fırka denemesinden sonra Mustafa Kamal ile birlikte Anadolu’yu gezen ekonomi danışmanı Ahmet Hamdi Başar’dır. Başar’m anlattıklarından, güdümlü muhalefet girişiminin Samsun’daki seçimi kazanan Serbest Cumhuriyet Fırkası adayının şahsında nasıl sonuçlandırıldığını görme imkânı elde edilmektedir:
“Sivas’tan Tokat’a, oradan da Turhal’a kadar otomobille gittik. Yolda, galiba Amasya’da, Samsun valisi (merhum) Kâzım Paşa, Gazi’yi karşıladı. Kâzım Paşa Gazi’nin yakın arkadaşlarından. Çanakkale’de Gazi kolordu kumandanı iken, o da kurmay başkanı imiş. Atatürk’ün yakın maiyeti arasında açık bir telaş var. Meğer Kâzım Paşa’ya Gazi son zamanlarda çok kızmış. Çünkü Samsun’da Belediye seçimini Serbest Fırka kazanmış…
Samsun’a geldiğimiz zaman başka yerde görmediğimiz bir manzara karşısında kaldık: gece her tarafta fevkalâde inzibatî tedbirler alınmıştı, istasyondan itibaren bütün yollar süngülü askerler tarafından tutulmuştu. Halk asker kordonlarının arkasına sinmişti. Bu suretle askerlerden ve polisten mâda hiç kimseyi görmeden, adeta bir düşman şehrine henüz giren bir kumandan gibi Gazi ve bizler otomobillerle, Gazi’nin misafir edileceği konağa geldik… Saat aşağı yukarı onu bulmuştu. Sofraya oturmak üzere seyahate iştirak edenlerden mâda yalnız Vali Kâzım Paşa hazır bulunuyordu. Gazi sordu: “Belediye Reisi nerede? Nasıl olur? Şehirlerine misafir geldik.”
Derhal Belediye Reisi bulundu. Reisi beklediğimizden on beş dakika sonra sofraya oturduk. Belediye Reisi, orta yaşlı, kendi halinde bir adam. Samsun’da avukatmış, intihapta Belediye Reisi olmuş. Halk Fırkası namzetleri ise o kadar az rey almışlar ki, bu zat âdeta ittifakla seçilmiş. Gazi sofrada reisi soluna aldı. Kadehini reise doğru kaldırarak:
“İçelim” dedi.
Reis, önündeki su bardağını kaldırınca:
“Ne o reis beyefendi; yoksa rakı, günah diye içilmiyor mu?”
“Hayır Efendim, yemek yemiş bulundum da!”
“Ya, demek bizim geleneğimizi bilmiyorsunuz, öyle mi?”
“Yok efendim, teşrifi devletinize bütün halkla beraber bende muntazırdım.”
“Şu halde, beraber yemek yiyeceğimizi düşünebilirdiniz.”
“Evet efendim; bendeniz de o şerefe nail olmak ümidindeydim. Fakat çağrılmadım.”
Gazi, Valinin yüzüne baktı. Vali önüne bakmağı, lafa karışmamağı tercih ediyordu. Gazi, Valiye sordu:
“Vali beyefendi, niçin geleceğimizi ve bu akşam beraber yemek yiyeceğimizi Reis beyefendiye haber vermediniz?”
Halbuki Vali Kâzım Paşa, Amasya’ya kadar karşılamağa gelmiş ve bütün düşündüğü ise Gazi’nin çarpışmalarla bitmiş bir intihap ertesinde geleceği Samsun’da inzibatî tedbirler almağı temin etmeğe münhasır kalmış! Verilecek cevap yok. Sofra devam ediyor. Belediye Reisi ara sıra mezelerden alıyor; kemali edeple oturuyor…
Gazi sonunda Belediye Reisine döndü ve: “Şimdi, Reis beyefendi; za-tı âliniz de artık feshedilmiş olan bir fırkanın Belediye Reisi olarak vazifenizde devam etmek istemezsiniz; değil mi? İstifa ediniz; yeniden intihap yapılsın; belki yine zatıâliniz seçilirsiniz” emrini verdi. Emir kat’i idi. Belediye Reisine “emir buyurursunuz” demekten başka söz kalmamıştı. Fakat Reis öyle yapmadı: “Paşam; bendeniz Serbest Fırkayı tanımıyorum ve reisliğe de o fırkanın namzedi olarak seçildiğimi kabul etmiyorum. Bu intihap, halkın şahsıma karşı bir itimadı şeklinde tecelli etmiştir. Mesele sırf seçimin serbest olmasından ibarettir. Eğer bu vasiyette istifa edersem halkın bu teveccüh ve itimadına karşı küfranı nimette bulunmuş olurum. Fakat bendenizin bu işte kalması arzu buyrulmuyorsa, hükümetin elinde kuvvet vardır, Şûrayı Devlet vardır, intihabı fesheder. Bendeniz de o zaman halka karşı mahcup vaziyette kalmam.” Bu beklenmedik cevap Gazi’yi sinirlendirmedi. Deminki kadar sakin bir sesle: “Düşündüğünüz doğru. Arzu ettiğiniz gibi olsun” dedi Sofrada mevzu eski hatıralara, günlük meselelere doğru yayılıyor. Kadehler biraz daha sık içiliyor. Bu zahiri sükunete rağmen, yakında bir fırtına kopacağı hissediliyor. Bunu Belediye Reisi de hissetmiş olacak ki biraz sonra, yarın görecek mühim işleri olduğu bahanesi ile, Gazi’den müsaade istiyor; ve “buyurunuz” emrini alınca kemali hürmetle eğilerek sofradan kalkıp gidiyor. Bir dakika nefes bile almadan korkarak sustuk Sonra Gazi’nin sesi gürledi: “Vali Paşa hazretleri; Belediye Reisi diye seçtiğiniz bu adamın yaptıklarını gördünüz mü? Her şeyden evvel terbiyesiz. Şehirlerine misafir geliyoruz; soframıza yemek yiyerek geliyor. İçki ikram ediyoruz, içmiyor; sonra da bir Reis-i cumhur sofrasında biz kalkmadan sofradan kalkıp defolup gidiyor. Reisinizin hareketlerini beğendiniz mi?” Kâzım Paşa’nın haşlanması ve bahsin devamı sabaha kadar sürdü.”(113)
Sonuçta, Vali görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle görevden alınır ve Samsun’daki seçim iptal edilir.(114)
Ahmet Cemil Ertunç – Cumhuriyetin Tarihi,syf;183-247
1.Yazı için bkn:
DİPNOTLAR
1.İstiklâl Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya 22 Aralık 1925 tarihli Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta; “Bir aydır. Kırşehir, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Rize, Giresun havalisini devrettik” der..
2.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s. 386,387; Şevket Süreyya’nın bizzat tanık olduğu bu özelliklerin bir başka tanığı da 1930 yılında Mustafa Kemal’in yaklaşık üç ay süren Türkiye gezisine eşlik edenlerden ekonomi danışmanı Ahmet Hamdi Başar’dır. Her iki tanığın da tespitleri birbiriyle tamamıyla örtüşür. Bkz: Başar, Atatürkle Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, s. 24-45
3.Gevgilili, Türkiye’de Sivilleşme Düşüncesi, Sivil Toplum, Basın ve Atatürk, s. 125
4.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 411
5. Bu konunun örnekleri için bkz: Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 440,441,443,44
6. Gevgilili, Türkiye’de Sivilleşme Düşüncesi, Sivil Toplum, Basın ve Atatürk, s. 125
7.Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, s. 24
8. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 410
9.Karaosmanoğlu, Panorama, s. 104
10. Gazi.., zannediyordu ki memlekette bunca hizmet etmiş, memleketi esaretten kurtarmış, istiklâlini temin etmiş olan fırka halk nazarında eskisi gibi aziz ve kıymetlidir]” (Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 49)
11.‘Türkiye Cumhuriyet inde, tek-parti yönetiminin bir “koalisyon’’ manzarası gösterdiği birçok araştırmacı tarafından ortaya konulmuştur.Bu koalısyonun öğeleri,asker-sivil burokratlar, eşraf ve tüccar ite büyük toprak sahiplerinden oluşmaktadır’ (Koker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, s. 204,205)
12- Ökyar,Üç Devirde Bir Adam, s, 411
13. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, a. 443;
Konuyla İlgili olarak, Yakup Kadri o günlerin Ankara’sındaki üst bürokratların durumlarını şöyle resmeder;
“Ya Karpiç’in içki sofraları, ya Anadolu kulübünün oyun masaları etrafında toplanıp eğleneceklerdir. Eğlenecekler mi? Hiç denilemez, Zira, umumiyetle yüzlerinde öyle bir üzüntü, hal ve tavırlarında öyle bir tedirginlik göze çarpmaktadır ki, bunların ferah bir gönülle yiyip içeceklerine, gülüp oynayacaklarına ihtimal vermek mümkün değildir Hepsinin kulağı kirişte, bir yerden pek ehemmiyetli bir haber bekliyor gibidirler. İkide bir sırayla kalkıp telefon başına giderler: “Alo,alo; Hanım! Beni arayan oldu mu? Olma’ dı demek! Eğer olursa ben arkadaşlarla Karpiç’teyim, oradadır dersin,., sekiz buçuk, dokuza kadar. Yok, yok fazla gecikmem.”, “Alo, alo; kimsin? Ha, Ayşe, kızım Ayşe, beni arayıp soran oldu mu? -Sen belki işitmedin. Bir de hanıma sor. Evde yok mu? Pekâlâ; iyi dinle: Arayan olursa kulüptedir dersin. Anadolu Kulübü. Unutma sakın; Anadolu kulübü!”
Vakit vakit garsonlardan biri, onlara doğru yaklaşır veya gözleriyle aralarından birini araştırır gibi oldu mu, hepsinin başı telaşla ondan yana çevrilir. Kimi gözleriyle, kimi kendini tutamayıp yüksek sesle sorar: “Telefon mu? Beni mi çağırıyorlar?“
Garson, bazen cevap bile vermez; bazen de, masanın başında oturanlardan bir tanesine sokulup kulağına bir şey fısıldar. Bu zat, elindeki kadehi ya da iskambil kağıtlarını hafif bir titreyişle önüne bırakarak ve ayakları birbirine dolanarak hemen telefona koşar. Bir dakika sonra gözlerinde boş yere gizlemeye çalıştığı bir sevinç parıltısıyla arkadaşlarının yanma döner; tıpkı garsonun biraz önce kendisine yaptığı gibi, onlara doğru eğilip yavaşçacık: “Beni Köşkten çağırıyorlar! Müsadenizle!” der. Bunun üzerine, öbürleri melûl melûl birbirlerinin yüzüne bakakalırlar.
Bunlar için artık bütün akşam, içilen rakı bir zehir, oynanan oyun bir işkence olacaktır. Hepsinin içini bir kurt kemirmeye başlayacaktır; “Acaba neden çağırılmadık? -Acaba bir yanlışlık mı oldu?- Acaba hizmetçi kız, Anadolu Kulübü yerine Anadolu Oteli mi dedi?- Acaba, acaba, acaba…”
Hele bunlardan bazısı, birkaç günden ya da bir haftadan beri hiç çağırılmamakta ise, eza daha büyük, daha derin, daha devamlı bir ıstırap halini alır. Geceleri göze uyku girmez. Gündüzleri ne yapılıp ne edileceği bilinmez. Allah esirgesin, bir de bu çağırılmamak felaketi, iki aya, üç aya dayandı mı* o felaketzededen artık hiç hayır kalmaz. O felaketzede, bir karasevdaya tutulmuş gibi sararıp solmaya, eriyip bitmeye başlar ve akıbet, içi boşalmış bir torbadan ya da bir hayaletten fark edilmez olur. Ankara’nın, İstanbul’un bütün zevk ve safa kaynakları onun ateşini söndürmeye kâfi gelmez. Ne şeref, ne ikbâl, ne itibar içindeki boşluğu dolduramaz. Ev bark isteği, çoluk çocuk mürüvveti, hiçbir şey, hiç bir kimse onu avutamaz” (Karaosmanoğlu, Panorama, s. 40,41)
14. Hakimiyet-i Milliye, 24 Kanunuevvel 1930
15.Başar, Atatürk’le Üç Ay, s. 30,31, 44,
16. Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C.ll, s.405
17.Atay, Çankaya, s.457
18.Ülkü, C.X1X, sayı 49, Mart 1937, s. 4,5; Halkevlerinin 5. açılış yıldönümünde Halkevindeki söylevinden,
19.Yakup Kadri’nin “içeriden” yazdıkları, yaşananları resmetmesi açısından, son derece büyük önem ifade eder. Yakup Kadri, “Ankara” ve “Panorama” isimli kitaplarında 1920’le- rin son yılları ile 1930’lan anlatır. Bu nedenle, söz konusu dönemi yaşayan ve yaşadıklarını roman diliyle anlatan birisi olarak, o yılları anlamamızda büyük kolaylıklar sağlar: “Bu kış, Noel ve yılbaşı balolarına, Ankara’da, her seneden daha zevkli bir hazırlanış vardı. Çünkü, bu eğlenceler, henüz açılmış olan Ankara Palas’ın büyük hail ve salonlarında yapılacaktı. Buranın bin kişiden fazla davetli alabileceği söyleniyordu. Onun için, birçok ailelerin daha iki ay evvelinden İstanbul terzilerine taşındıkları görülmeye başladı. Gerek Kaligurisi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar tarafından kapışılıyordu. Beyler, fraklarım ya daralmış ya eskimiş bularak yeniden gece esvapları ısmarlıyorlardı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi, klak ve makferlan peşinde koşuyorlardı. Yazık ki, bu artikllerin [eşyalarınl bir kısmını stoklar tükenmiş olduğu için bulmak kâbil olmuyor ve Beyoglu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla Avrupa’ya ısmarlamak lazım geliyordu. Bu sırada dans iskarpinlerinin fiatı üç dört misline fırladı. Gerçi, yeni çıkan Adabı Muaşeret kitabında maskaratsız olmak şartiyle bağlı rugan iskarpinlere mesağ [izin) vardı. Lâkin, zarafetin en ileri şartlarını yerine getirmek asriliğin imal götürmez bir şiarı telakki oluyordu…
Saat ondan itibaren Ankara Palas’ın önü helecanlı bir canlılıkla harekete gelmeye başladı.Polislerin beyaz eldivenli elleri,kuru soğuğa rağmen,kimbilir daha ne vakitten beri otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açabiliyordu. İçleri birer mağaza cemekanı gibi aydınlatılmış hususi arabalar ve şık kira otomobilleri,buraya şehrin dört köşesinden, durmaksızın insan taşıyordu. Bu insanlar, arabaları, tam yaya kaldırımın önüne yanaşınca,bir iki dakika süren tereddütten sonra ayaklarını basamaklara uzatıyorlar,ağır ağır yere inerek,Ankara Palasın mermer merdivenlerine doğru ilerliyorlar ve kâh çiftler, kâh üçer dörder, kadınlı erkekli gruplar halinde bir müddet dış vesti- bülûn ortasında birikiyorlardı.
Bunları ağırlaştırımış birer sinema şeridi gibi seyre dalan yerliden ve köylüden mürekkep sokak kalabalığı için, hiç şüphesiz balo denilen şey burada başlıyor ve burada bitiyordu. Çünkü, bu kalabalık, otomobillerden inip, merdivenlerden çıkan bu insanların içeriye girdikten sonra vestiyere yanaşıp palto ve şapkalarını nasıl bıraktıklarını ve oradan dans salonuna nasıl girdiklerini, artık, göremiyorlardı…
Murat Beyin evi [Ankara’da yeni inşa edilmekte olan zengin muhitteki evlerden] biriydi. Murat Bey durmadan odaların şeklini ve rengini değiştiriyor, mobilyalarını yeniliyordu. Dülgerler, doğramacılar, kaplamacılar evin içinde bir lahza eksik olmuyordu. Tam her şey bitip, artık, Murat Bey büsbütün yerleşir gibi olurken, İstanbul’dan bir misafir veya Berlin’den bir mühendis geliyor “Bunu böyle yapsaydınız daha iyi olurdu. Şu şekil buraya hiç uymamış” diyor ve bu söz, bütün ev halkı için, haftalarca yeni bir tedirginliğe yol açıyordu. Lâkin, Murat Beyin banyosu bütün dillere destandı. Yatak odasının yanı başında bir büyük salon genişliğinde olan bu banyo yerden tavana kadar mavi çinilerle kaplı idi. Teknesi, aynı renge çalar somaki mermerdendi. Aynı mermerden lavabonun bizote [oymalı, kenarı süslü] aynaları öyle bir teknikle yapılmıştı ki, banyosunun neresine gitseniz, hep kendinizi onun içinde seyretmeniz mümkündü. Murat Bey, her sabah bu aynaların içinde, göbeğinin kaç santimetre indiğini gözleriyle ölçebiliyordu. Berlin’den getirttiği türlü türlü friksiyon ve masaj aletlerinin ve daha bir sürü hidroterapik icatların birini bırakıp birini alıyor, bu suretle, çok defa öğleye kadar banyoda kapanıp kaldığı oluyordu…
[Balodan ayrılan] Neşet Sabit… Havuzbaşı’na gelince başını çevirip Selma Hanımın evine baktı. Bütün pencerelerinden elektrik aydınlıkları aksediyordu. Kapısının önünde sıra sıra otomobiller duruyordu. Neşet Sabit, omuzlarını silkti ve paltosunun yakasını kaldırıp gündüz gibi aydınlık ve çöl gibi tenha caddeyi tutturdu [altını ben çizdim)…
Neşet Sabit, içinden Milli Mücadele devrindeki sade, samimi ve şiddetli şahsi, karakterli hayatı hasretle andı. Hiç şüphesiz, o anormal devir devam edemezdi. Fakat, onu canlandıran ruh bu devrin yaşama prensibine de hakim olacaktı. Türk kadınları, çarşaf ve peçelerini işe gitmek, çalışmak için daha kolaylık olur diye çıkarıp atacaklardı. Onlar için cemiyet hayatına atılmanın manası yalnız bu çeşit salon cemiyetlerine karışmak olmayacaktı. Evet, Türk kadım, hürriyetini dans etmek, tırnaklarını boyamak ve Rue de la Paix’nin kanunlarına esir bir süslü kukla olmak için değil, yeni Türkiye’nin kuruluşunda ve kalkınışında kendisine düşen ciddi ve ağır vazifeyi görmek için isteyecekti, kullanacaktı. Ve Türk erkekleri, garplılaşma hareketini, Tanzimat beyinin garpperestliğiyle, alafrangalığıyla bir ayarda tutmayacaktı.
Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı garpçılığa Türk üslûbunu,Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hakim değil, biz şapkaya hakim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlâkın hizmetçisi, emireri olmak şartıyladır ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi. Garplılık namına Garbın “Vice”lerini almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, an vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne manâ vardı? Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istiklûk ve istihsal [tüketim ve üretim] şartlarını kendimize tatbikle uğraşmaktayız.Tıpkı, tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. Fakat, bu korkunç tehlikenin sonunda bari bir büyük hakikat aân (belli, açık] olsa. Hayır. Bu korkunç tehlike, Selma Hanımın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki lambalar kadar faydasız ve beyhudedir. Neşet Sabit, böyle düşünerek, Türk Ocağının köşesinden, eski Ankara mahallesine varmıştı. Bu noktadan itibaren her şey bundan elli yıl evveline dönüyordu. Elli yıl mı? Heyhat, burada, artık, zaman donmuş, taş kesilmiştir. Ve onu, artık, muayyen bir zaman ölçüsüyle ölçmenin imkânı kalmamıştır. Çünkü buradaki eskilik, artık daha ziyade eskimeyecektir. Buradaki mazi, artık, daha ziyade mazi olmayacaktır.
Genç adam önüne rastgelen ilk sokağa sapmazdan evvel, dönüp arkasına baktı. Aşağıdaki caddenin elektrik aydınlıkları, buraya kadar aksediyordu. Neşet Sabit, hatırladı ki, İstiklâl Harbi esnasında da evine geç döndüğü akşamlar. Çıkrıkçılar yokuşunun başından istasyonun bir avuç elektrik aydınlığına böyle dönüp uzaktan bakardı. Fakat, o bakışla bu bakış arasında, şimdi ufak bir fark vardı. Eskiden, Neşet Sabit, istasyonun lambalarını,alelâde medeniyet hasretiyle seyrederdi. Simdi ise, bunlara, bir fukaranın bir zengin malına bakışı gibi bakıyordu. “Şimdi, ben, bu karalık sokaklarda, ayağımı taştan yaşa çarparak yürürken Selma Hanımın salonunda dans edenlerin ayakları ayna gibi parlayan parkelerin üstünde akisler yapıyor ve aşağıdaki büyük caddenin iki yüz elli woltluk ampulleri sabaha kadar hiç kimsenin yolunu aydınlatmamak için yanacak. Garp medeniyetinin ne acayip, ne akıl almaz bir taksimi!” dedi. İçinden acı acı güldü. Biraz sonra yorgun argın ve hava ıslaksa paçalar» çamurlara bulanmış, kuru ise toza ve gübreye batmış olarak oturduğu eve varacak, kapısını bir kocaman paslı anahtarla açacak; kavrulmuş soğan ve çirkef suyu kokan bir karanlık avludan geçecek; başını, ayağını oraya buraya çarparak yattığı odaya çıkacak ve uzun bir müddet el yordamıyle kibriti, lambayı bulup nihayet, kirli bir ışığın bulanık aydınlığında kendisine mukadder olan şüpheli bir rahata kavuşacaktı.
Oturduğu mahallede, henüz hiçbir evin ne elektriği, ne suyu vardı. Elektrik çok pahalıya mal oluyor, yanaşılmaz bir lüks telakki ediliyordu. Suya gelince, onun tesisatı henüz bitmemişti. Hele yaz geldi mi aylarca bir damla su bulmak kabil olmuyordu. Zavallı, Ankara halkı, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yan ıslak çeşme ve kuyuların başında birbiriyle kavga ediyordu. Bir gün; tahminen bir haftadan beri yüzünü yıkamamış bir adam,caddenin ortasındaki çimenleri sulayan belediye amelesinin elinden çılgın bir jestle hortumunu kapmış ve çıplak başına götürmüştü. Bir taşta gün gece yarısından sonra Mâliyenin havuzundan zorla su almaya gelen bütün bir aile görülmüştü.
Neşet Sabit, şimdi artık eski Ankara kasabasının tam göbeğinde yürüyordu. Derken bi sokak başından, kadınlı erkekli bir küme insan, ellerinden mumlu ve yağlı fenerleri önüne çıkıverdiler. Kadınların hemen hepsinin ayaklan nalınlı be başlan peştemallı idi Hiç konuşmadan, kafaları önlerine eğilmiş ve birbirlerine sokulmuş olarak yürüyorlardı Erkekler ayrı bir küme halinde idi ve o kadar acele yürüyorlardı ki, bir elleriyle fenerlerini, diğer elleriyle başörtülerinin çene altından çaprazlaştığı noktayı tutan kadınlar, derme çatma ayakkabılariyle onlara zor yetişebiliyorlardı.
Neşet Sabit, yandan geri edip bir müddet bunların arkasından yürüdü. Fenerli insan kümesi, büyük bir ayak takırtısı ile iki üç yüz adım ilerledikten sonra büyükçe bir dükkana benzeyen bir binanın önünde duruverdi. Genç adam, çok defa bunun önünden geçtiği halde, neresi olduğunu bilmiyordu. Durdu, baktı, iki üç basamak bir taş merdivenden çıkıp yan açık duran bir tahta kapıdan içeriye dalıyorlardı. Bu kapının aralığından içerisinin bir mescitte gibi tavandan sarkıtılmış kandillerle aydınlanmış olduğu ve bu aydınlıkta yeni aptes almış birtakım insanların mendilleriyle yüzlerini sildiği ve sıvanmış yenlerini indirdiği görülüyordu. Neşet Sabit, yaklaştı. Kapının eşiğinde on iki, on üç yaşlarında bir çocuk duruyordu. Ona sordu: “Burada ne var?”, “Mevlût var, Yassı namazından sonra.” Ve Neşet Sabit, bu cevabı alıp uzaklaşırken çocuk arkasından bağırdı: “İstersen sen de buyur amca. Sonra şerbet dağıtacaklar, hani…”
Bir şehir içindeki, hatta bir şehrin iki yakın mahallesi arasındaki bu kesin hayat tarzını kendi nefsinde iyice hissetmek için. Neşet Sabit, bu meclise girip mevlût ayinine iştirak etmek istedi. Selma Hanımın evindeki wiskili, danslı çay ziyafetini bu şerbetli mevlûtten, ancak, iki üç kilometrelik bir mesafe ayırıyordu. Genç adam, yarım saat evvel uaksayt Garpta [Uzakbatı] idi. Şimdi, tam Asya’nın, bir ortaçağ Asyasının göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı (eğri büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı?” (Karaosmanoğlu, Ankara, S. 115, 116, 134,135,140-145)
Yakup Kadri dönemin uygulamalarına, ve bu uygulamaların getirdiği çarpıklıklara yönelik ince eleştirilerini kitap boyunca sürdürür, önünde yerli Ankaralıların ve köylülerin merakla ve içeri girenleri seyretmek için toplandıkları Ankara Palas’taki baloya katılanlardan birisinin ağzından şu eleştiriyi yapar:
“Demin, otelin merdivenlerin çıkarken tuhaf bir başdönmesi hissettim. Bana öyle geldi ki, ayağımı bastığım her basamak, halkla benim aramdaki uçurumu bir parça daha derinleştiriyor. Ters yüzü geri dönüp arkamda bıraktığım bu uçuruma atılmak istedim; ta ki onlara karışayım ve içinde bulunduğumuz bu suni alemi, onların arasından, onların gözüyle uzaktan seyredeyim diye…” (Karaosmanoğlu, Ankara, s. 119).
Yakup Kadri’nin Ankara’nın kenar mahallelerinden birisinde oturan ve toplumsal yozlaşmayı acıyarak seyreden, ancak yozlaşan kesimde de tanıdıktan olan ve onlarla ara-sıra görüşüp konuşan kahramanı Neşet Sabit’in şahsında yaptığı, kendilerinden birkaç yüz metre uzağındaki toplumdan habersiz yaşayan kesime ve anlayışlarına yönelttiği eleştiri son derece önemlidir:
“Genç kadın; “Ankara’nın içi halâ o eski zamanlardaki gibi mi?” diye sordu.
“Aynen,. Sizin oturduğunuz Tacettin mahallesinde de değişmiş bir şey yok. Onun için, ben, hayatımda hiçbir şeyin değişmemiş olmasından sıkılıyorum. Milli Mücadele devrindeki mahrumiyetlerimizden bir şikayetiniz olur muydu? Bilâkis… herkesle beraber mihnet çekmekten bir zevk birle duyardık değil mi? İşte, aynı hal benim için devam edip gidiyor demektir. Çünkü, dediğim gibi, benim muhitimde Milli Mücadele şartları halâ hâkimdir.”
Hep muvazene meselesi… Mutlaka muhite uymak ve saadeti muhite uymakta bulmak! Öyle ise, siz, hiç inkılapçı değilsiniz?”
“Bilmem; belki de, sızın anladığınız tarzda bir inkılapçı değilim. Ben, inkılabı hiçbir zaman. hayatın dış şekillerini değiştirmek manasına almadım. Hele, bir konfor ihtiyacı bir konfora eriş cehli manasına hiç almıyorum. Şüphesiz, içimizde yeni bir hayat hamlesiyle çatlayan şey yeni bir şekle vücut verir, yeni bir kabuk bağlar. Fakat, bu safhada artık inkılaptan bahsedilemez. Burada, artık, muayyen bir çeşit hayatın kalıplanıp vardır. Biz, sanki, inkılabımızın böyle bir safhasına mı geldik sanıyorsunuz? Yok canım, bu gördüğümüz şeyler, bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim kendi inkılabımızın ateşinden dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lazım gelirdi.”
“Bu ekalliyet biz miyiz?’’
“Evet, sîzsiniz.’’
“Doğrusu dışyûzûnûzden bu kadar sekter bir anarşist olduğunuz hiç anlaşılmıyor”
“Anarşist mi? Amma yaptınız ha… Anarşist ben miyim? Hayır, hanımefendi; anarşistin en âlâsı sîzlersiniz. Sizin muhitinizdeki insanlardır. Çünkü, cemiyet harici ve cemiyete rağmen yaşayan müfrit ferdiyetilersiniz. Ben ise cemiyetin içinde kaybolmuş bir adamım” (Karaosmanoglu, Ankara, s. 129,130).
Neşet Sabit: “Bütün lüksünüz, bütün danslarınız, çaylarınız, kahkahalarınız ruhunuzun sefaletini örtemiyor.’’ dedi. “Bazı siz gülerken, ben, hıçkırdığınızı hissediyorum”
Genç kadın, hiçbir şey söylemeyerek başını önüne eğdi” (Karaosmanoglu, Ankara, s.162).
Yakup Kadri’nin sorunların kaynağını işaretleyen tespitlerinin yanı sıra, yaşanan çarpıklıklardan hareketle getirdiği “sistem” eleştirisi de son derece önemlidir:
[Bugün] herkes şapka giyiyor, sakal ve bıyıklar tıraş edilmiştir, kadınlar peçelerini sıyır mışlardır; soiree’ler soirece’leri (suvare), balolar baloları takip ediyor, okullarda kızlar oğlanlarla bir sırada ders okuyor, spor meydanlarında yarı giyimli yarı çıplak birbirleriyle boy ölçüşüyorlar; yerde otomobil, havada uçak kullanmasını biliyor ve paraşütle allayan kahraman gençler arasında artık hiçbir cins farkı kalmamıştır. On yıl içinde, bozkırın ortasında, bin yıllık İstanbul şehrinden daha mükemmel, daha medeni binaları, caddeleri ve meydanlarıyla bir devlet merkezi kurulmuştur. Yüzlerce, binlerce kilometrelik demir- yolları, bir vücuttaki şahdamarları halinde dağınık vatan parçalarını birbirine bağlamak üzere doğuya, batıya, dal budak salıyor.
Evet, bunların hepsi gerçektir. Fakat birer tarihi vakıa olarak bunların kıymeti nedir? Festen şapkaya geçmenin, kavuğu atıp fesi giymekten daha büyük bir ehemmiyeti mi vardır? Tanzimatçı dedelerimiz de tepeden tırnağa kıyafet değiştirmişlerdi; sakal ve bıyıklarını o devrin Avrupa modasına göre kesip taramışlardı. Dazlak kafalarının saçların enselerine kadar uzatmışlardı. Garp sisteminde okullar, kışlalar, hastaneler açmışlardı; tersaneler, tezgâhlar, kızlarına okuyup yazma öğretmişler, musiki dersi verdirmişlerdi…. Halil Ramiz [Yakup Kadri’nin 1930’un Türkiye’sini gözüyle gördüğü kahramanı) yüzyıllardan beri saban yüzü görmemiş uçsuz bucaksız kıraç topraklarıyla, birer termit yuvasını andıran köyleri, kasabalarıyla, sönmüş volkanların korkunç ıssızlığını taşıyan çıplak dağlarıyla, tuzlu gölleri, çamur renginde boğum boğum ırmaklarıyla Orta Anadolu’nun kasvetli levhasını kuşbakışı bir manzara halinde görür gibi oluyordu. Halil Ramiz, kendisi bu ülkeden olduğu -ve her yıl seçim bölgesini adım adını gezip dolaştığı için- bu topraklar ne tüyler ürpertici bir facia sahnesidir, bu köyler, bu kasabalar nasıl bir taaffun [pis koku, leş kokusu] yuvasıdır, pek yakından bilirdi ve burada dolaşan şişkin karınlı, incecik bacaklı çocuklar sıtmadan dudakları bembeyaz genç kızlar,trahomlu delikanlılar,bostan korkuluklarını andıran ihtiyarlar kalabalığı arasına karışmak için bir dikakika gözlerin kapayıp murakebeye dalması ona yeter gelirdi.Bazen muhayyilesini zorlayıp, bu kadar uzaklara gitmesine de hacet kalmazdı. Zira, Kalaba köyü işte şuracıktadır; zira Sincan köyü beş on adım daha ötededir. Ankara’nın arka mahallelerindeki hayal ise oradakinden pek farklı değildir” (Karaosmanoglu, Panorama, s.44,45)
20. “Anadolu’nun herhangi bir yerinde bir “lüküs vali” veya bir ÇHP 1} Başkanı halka zulmeder de halk bundan şikayet ederse, bu klik hemen bir “istihbarat teşkilatı” görevini yüklenir ve şikayet edenlerin “inkılâp düşmanı” olduğunu “ihbar” ederdi”, (Ünal, Türkiye’de Demokrasinin Doğuşu, s. 42)
21. Karaosmanoglu, Panorama, s. 33;
“O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve bir menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azâlıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuk peşine düşmüş bulunuyordu” (Karaosmanoglu, Politikada 45 Yıl, s. 86).
22.Karaosmanoglu, Panorama, s.39
23. Karaosmanoglu, Panorama, s.53
24.Barutçu, Siyasi Anılar, s. 261, 262;
Bu sözler Ticaret Vekili Mümtaz ökmen’e aittir, ilginçtir bu sözler ülke şartlarının gittikçe daha da zorlaştığı ve Türkiye’de açlıktan ölen insanların olduğu 1940’lı yıllarda söylenecektir.Anlaşılıyor ki, geçen onca yıllara rağmen sivil ve asker bürokratlar hala ülke şartlarından habersizdirler
25.Kûçükömer, Düzenin Yabancılaşması, s. 67
26.Yön, 20 Aralık 1961, sayı 1 s.14
27. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 388
28.“Partinin kuruluşu önceden gizli olarak tasarlanmış ama halka gerçek bir muhalefet partisi gibi gösterilmiştir” (Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 73)
29. “Sana bir muhalif fırka teşkili teklif olunacaktır. Sakın bu teklife kapılma. Sana yazık olur” Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 378
30. Us, Hatıra Notları, s. 13,14
31.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 406, 416,417,419; Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.1II, s. 388;
Agaoglu’nun Recep Bey’den (Peker) öğrendiğine göre, Esasında fırkaya “Serbest” adını veren Peker’in kendisidir. Recep Bey, fırkaya “Serbest ve Liberal” adının verilmesini önermiş, bu öneri de Gazi’nin hoşuna gitmiştir. (Agaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s.41)
32.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.11I, s.401; Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s.88; Fethi Okyar’ın Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluş aşamasıyla ilgili günleri kapsayan hatıraları bu görüşü destekler mahiyettedir; bkz: Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 378, 379. 388, 396, 449, 488
33.Mikusch, Gazi Mustafa Kemal, s. 375
34.Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 73
35.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönelimi’nin Kurulması, s. 245
36. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, .395-397
37.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 247
38. Başar, Atatürk’le Üç Ay, s. 8
39.Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 171; Bu tespit bir kesim dikkate alındığı zaman doğru görünüyor. Ancak en üst statülerde bulunanlar için durumun mahiyeti daha başka idi.
40. Aydemir. Tefe Adam Mustafa Kemal, C.1I1, S.386, 387
41. Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s.s. 88
42. “Halk Fırkası, kendi varlığında memlekette senelerdir belli hayat nizamı yaratmıştı. îdare eden kadro, sadece devlet bürokrasisi değil, hakim sınıf, hattâ buıjuvazi, bu fırkanın çatısı altında idi.” (Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. s. 490)
43. Fırkanın kuruluş hazırlıklarının yapıldığı ilk günlerde Fethi Bey sık sık Mustafa Kemal’le bir araya gelir. Bir defasında Ahmet Agaoglu’nun fırkanın programı hakkında görüşüp-görüşmediklerini sorduğunda şunları söyler: “Görüştük! Cumhuriyet Halk Fırkasından esaslı bir farkı olmayacak. Zaten iki fırkanın da yüksek idare ve nezareti kendi {M. Kemal’ini elinde olacaktır. Cumhuriyet Halk Fırkasından ayrılmamakla beraber benim fırkamın da taraftan olacak, seçimlerde her iki fırkanın namzetlerini tayin edecektir. Anlaşılıyor ki tek fırkanın doğurmuş olduğu murakebesizlikten, idaresizlikten bıkmış!” (Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 28).
Serbest Fırkanın kuruluş çalışmaları sırasında Mustafa Kemal, Ahmet Agaoğlu ve Fethi Okyar arasında şöyle bir konuşma geçer: “Gazi yüzünü bana çevirerek “Profesör bey! Sen ne dersin?” dedi. Ben öteden beri hiç olmazsa iki fırkanın varolmasını isterdim… Fakat fırkaların böylece danışıklı yaratılmasına misal görmemiştim. Onun için tereddütler içindeydim… “Bu biraz fazla sun’îdir” dedim. Gazi kaşlarını çattı: “Ne demek istiyorsun?…Bana, senin karıştırıcı adam olduğunu söylerlerdi. Ben inanmazdım. Hakikaten sen karıştırıcısın!” Fethi Bey söze karıştı ve “Paşam, Ahmet Beyin fikirleri doğrudur” dedi…’’Paşam” dedim “bana hitap ederek beni şereflendiriyorsunuz! Benim de prensibim size karşı düşündüklerimi olduğu gibi söylemektir. Fakat bu da sizi sinirlendiriyor. Şimdi ben ne yapayım?” “Sinirlenmeyeceğim, düşündüklerini söyle” “Pekala! Fırka kurmanın gayet tabi! ve hazır bir yolu vardı. Zatı devletlerince de malûmdur ki bizim fırkamızda [Halk Fırkası] bugün dahi birbiriyle anlaşamamış, uyuşamamış ve ilk fırsatta çarpışmağa hazır iki unsur vardır: Terakkiperverler, İlericiler, Muhafazakârlar ve Gericiler!
Bunlar bugün aynı fırkanın bayrağı altında toplanmışlar, yan yana oturuyorlar. Fırka ve Mecliste bunlara serbest düşünmek, serbest söylemek ve serbest hareket imkânı verilirse fırka kendi kendine iki cepheye ayrılır ve bu cepheler gitgide iki fırka halini alırdı Gazi kahkaha ile güldü: “Bu fikir profesör beyin başına gelmiş de kimsenin aklına gelmemiştir! Hayır! İlk düşüncemiz bu oldu. Fakat o bırakmadı!” diyerek İsmet Paşa’yı işaret etti (Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıralan;35-37).
44.Serbest Cumhuriyetçi Fırkasının kuruluş hazırlıklarının yapıldığı ve halkın bu yeni partiye akın-akın meylettiği günlerde, durumdan rahatsız olan bazı Cumhuriyet Halk Fırkası “mutemetleri” gerçeği basın yoluyla açıklamak ve belki de gözdağı vermek isterler. Bu konuda İzmir Mutemeti Salih Bey’in “yeni partinin sadece danışıklı döğüş” olduğunu açıklaması anlamlıdır. Fethi Bey’e göre bu açıklamaların arkasında daha üst kademelerde kimseler vardı. (Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 490, 491)
45.Bkz: 24-28 Kasım ve 2-31 Aralık 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi
46.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s.388
47.Agaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları; 27;
O sıralarda İsmet İnönü’nün de muhalif bir partinin gerekliliği görüşüne sahip olduğunu Asım Us’dan öğreniyoruz. Asım Us’un naklettiğine göre, şu sözler muhalif partinin bir ihtiyaca dönüştüğünü fark eden İsmet İnönü’ye aittir; “Gelecek seçimde bir muhalefet partisi de gelecek. Memleketi normal şekilde idare için bu lazım. Bunu biz yapamazsak kimse yapamaz….Nasıl ki, garp memleketleri münakaşa ve mücadeleye alışmış ise biz de alışacağız. Ancak şimdilik fırka meselesinden söz etmeyi uygun bulmam. Daha bir buçuk sene var. Bir sonra görüşülebilir. Fethi Bey ile aramızda telakki (görüş) farkı vardır.Onun başka bir fırka başına geçmesini düşündük, fakat bilmiyoruz kabul eder mi?” (Us,Hatıra Notlan, s. 13.14)
48. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 400
49.Gazi, Fethi Beyi parti kurmaya raa, etmek için ona, ‘bugünkü manzaramız aşagı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Vahin bir meclis vardır, Fakat içeride ve dışarıda bize diktatör nazarıyla bakıyorlar,.,. Ben oldukten sonra arkamda kalacak müessese bir İstibdat müessesidir.’’ demiştir. (Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 392.393)
50.Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s, 28,29; Okyar, Üç Devirde. Bir Adam, s, 495
51.Fethi Bey, hatıralarında sürekli buna değinir. Şunları örnek olarak zikredebiliriz; “İtiraf edeyim ki, Kemal Paşanın samimiyetine asla İtimat edemiyordum”( Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 388), “İsmet Paşaya o kadar az itimadım vardı ki..,” (s. 402), “İsmet Paşanın suret-i haktan görünerek bir entrika ile aleyhimde manevra çevirmesi İhtimali zihnimi mütemadiyen işgal ediyordu” (s, 408), “Beni rahatsız eden cihet, yukarıda da söylediğim gibi, İsmet Paşanın samimiyetsizliği ve bu yüksek mefküreyi tahakkuk edebilme imkânlarından mahrum bırakması için her çâreye başvurması İhtimali idi” (s. 410)
52. Okyar. Üç Devirde Bir Adam, s. 456
53. Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, 5,390; Kandemir, Serbest Fırka, s. 65
54. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s.428-430; Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s.31-33; Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, s. 249-251
55.‘’Akşam saat ona doğru kızım Tezer’le Saraya gittik, aşağıda salonda birkaç hanım ve beylerin beklediklerini gördük!..,Yukarıda hususi bir odada, Gazi, İsmet Paşa ve Fethi Beyler müzakere ediyorlardı. Saat tam 12’ye kadar bekledik. Nihayet Gazi ile Fethi Bey indiler ve sofra başına oturdular. Fakat İsmet Paşa yoktu. Gazi, İsmet Paşayı sordu. “Hava alıyor” dediler. Bir müddet sonra Gazi “İsmet’« çağırınız” diye emir verdi. Birisi gitti, fakat avdet ederek, “Ağaçlar arasında dolaşıyor, hava alıyor” dedi. Gazi etrafa bir göz kırptı, dudaklarını müstehziane büktü. Nihayet İsmet Paşa geldi. Rengi kızarmış, yüzünün çizgileri büsbütün kırışmış, çok müteessir görünüyordu. Gazi yine kendisine mahsus bir eda ile etrafa göz kıpırdatmaları salıverdi ve “sinirlidir” dedi. Ötekiler gülümsediler. Fakat Gazi’nin yanında sinirlerine hakim olmayı bilen ve bütün mahareti Gazi’nin en ufak heves ve keyiflerine bile sessiz sedasız itaat etmek olan İsmet de kendisine mahsus tebessümle oturdu. Gazi, İsmet Paşaya hitaben, “Yazdıklarımızı okuyunuz!” dedi. Başvekil derhal ceketinin cebinden bir kağıt çıkardı. Bu Fethi Bey tarafından Gazi’ye yazıları mektuptu… Gazi, “Simdi de benim cevabımı okuyunuz!” dedi. İsmet Paşa cebinden ikinci bir kağıt çıkardı… Dikkat ettim, iki kağıt da İsmet Paşanın eli ile yazılmıştı. Anlaşıldı, bu üç zat saatlerden beri bu mektupları tertip etmekle uğraşıyorlarrmış” (Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 30,31).
56.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s.436,437; Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s.33-35; Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, s. 251,252
57.Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, 29; Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 416
58.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 417, 418
59.Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s.28
60. Kandemir, Serbest Fırka, s. 55
61.Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 229; Yetkin. Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, s. 253; Kandemir, Serbest Fırka, s. 72,73
62. ülkeyi saran umut havası, herkeste bir şekilde kendini açığa vurur. Konyalı halk ozanı Aşık Mehmet Yakıcı, olanca basitliğine rağmen, yazdığı bir şiirle halkın umudunu dile getirirken aynı zamanda 1930’un Türkiye’sinin halk gözüyle görünümünü de resmeder. “Sikayetnâme” isimli şiir şöyledir (Gençosman, K. Zeki, Türk Destanları, S. 482,483):
Şikâyetnamemi yazdım huzura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
Dokunmasın bir şey kalbe fütura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
…
Yaşasın Fethi Bey kurdu bir Fırka *
İyi namı gitti şark ile garba
Ne altta sergi var ne dalda hırka
Perişan halimi bilsin Fethi Bey
…
Tevazu kalmadı, düzen bozuldu
İcar nisbetinde evler yazıldı
Fakir fikaranın bağrı ezildi
Pek yaman haldeyim bilsin Fethi Bey
…
Rençber idi insanların yararı
Dört seneden beri etti zararı
Her tahsildarda var haciz kararı
Canımız yanıyor bilsin Fethi Bey
…
Sabahtan tahsildar dizilir bir saf
Ne tüccar kalmıştır ve ne de esnaf
Her gelen tahsildar etmiyor insaf
Malımız hacizde bilsin Fethi Bey
…
Hep zengin ağalar çıktılar hiçe
Tahsildar kıvrar hem gündüz gece
Yol parası aldı altımdan keçe
Böyle bir haldeyim bilsin Fethi Bey
…
Eska’yı açtılar yeni Daire
Bu da derdimize olmadı çare
Bir dönüm ekine üç lira pare
Onu da bulamam bilsin Fethi Bey
…
Düşünceler arttı derdime daldım
Ziraat Bankasından yüz lira aldım
Bunu veremeyip mükedder kaldım
Kederli olduğum bilsin Fethi Bey
…
Esnafın yarısı dükkândan kalktı
Buğdaycı tiftikçi büsbütün battı
Koyun tüccarları bütün top attı
Bundan da haberin olsun Fethi Bey
…
Maaş alanlarda fantezi çoktur
Parayı kazanan avukat doktor
Fukara rençbere hiç bakan yoktur
Bunların halini sorsun Fethi Bey
…
Okuyup mektubum ele alaydı
Fethi Bey derdime çare bulaydı
Olursa bir imdat senden olaydı
Ne yapsın dünyaya gayrı Fethi Bey
…
Fethi Bey de sözlerime bakaydı
Gazyağı da ucuzlayup akaydı
Şeker kibrit inhisarı kalkaydı
Millet size duacıdır Fethi Bey
…
Çalıştım çiftime yapmadım hile
Yüz elli dönümden çıktı on kile
Benim tohumluğa yetmiyor bile
Bankaya ne verem yetiş Fethi Bey
…
Aşık Mehmet senin sözlerin hakdır
Kimse kıymetini etmiyor takdir
Vergiye verecek on param yoktur
Ne satıp vereyim bilmem Fethi Bey
63.Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar; s. 171
64. Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 57; Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, s. 19;
65. Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s. 396
66.Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 57,58
67.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 498
68. Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C///, s. 397; Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s.58,59
69.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s. 397, 398; İzmir’deki bu olaylar için ayrıca bkz: İnönü, Hatıralar, CM, s. 229; Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 496-500; Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 57-68; Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s. 19
70. İnönü, Hatıralar, CM, s. 228
71. “Gazi… halkın bu derece Yeni Fırkaya akın edeceğini asla düşünmemişti. Şimdi ise hadiseler aksini ispat ederken Gazi en hassas yerinden vurulmuş gibi oldu. Nasıl oluyor da daha dün memleketi kurtarmış, kendisine istikbal temin eylemiş olan bir fırkaya karşı ham de başında Gazi durup dururken, bu derece vefasızlık gösteriliyor ve terk ediliyor?!
Bu hadise Gazi’nin izzeti netsine dokunmuştu, hem de derinden dokunmuştu. İzmir’de olanları işittiği zaman dayanamayarak kükremiş ve taşmış olduğunu sonradan işittim”
(Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 78)
72.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s. 399, 400; Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 77
73. İnönü, Hatıralar, C.ll, s. 229
74.Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 171 :W
75.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.III, s. 396; Bu kanaati teyit etmesi açısından ayrıca bkz: Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 519, 520 ‘
76.Özalp, Kazım, “Atatürk ve Cumhuriyet”, Milliyet, 3 Kasım 1963.
77. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 479
78. Okyar, Ûç Devirde Bir Adam, s. 475, 507; Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s.85
79. “Belediye seçimleri her yerde devam ediyor. Her tarafta polis, jandarma ve bazen de yalnız jandarma işe karışıyor. Dahiliye Vekilinin buyruğu kal’idir: “Her ne pahasına olursa olsun.Halk fırkası kazana akut!” (Ağaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, » 91)
80.Hasan Rıza Soyakın belirttiğine göre 1930 seçimlerinde Atatürk kendisine “Hangi fırka kazanıyor?” diye sormuş, “Tabiî bizim fırka Paşam!” diye cevap verince gülmüş ve şunlar, söylemiştir: “Hayır efendim, hiçte öyle değil! Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim, kazanan idare fırkasıdır çocuk!…Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler, bunu bilesin.’’.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s.271).
81.TBMM ZC, C.XXI1, Devre 3, içtima 4, İnikat 5, Celse I, s, 22, 23
82. Dahiliye vekili, 13 Kanunuevvel (Aralık) 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın 502 belediyeden 22 sini kazandığını açıklar. (Kabasakal, Türkiye’de Siyasal Parti örgütlenmesi, s. 122);Nihayet teşrinievvelin (Ekim) 22’sinde intihaplar (seçim) bitti. Her yerden tabiatiyla Halk Fırkası kazandı. Fakat, her tarafta da halk intihabı protesto etti. Adliyeye müracaat eyledi. Edirneliler, onbin imzalı bir protestoname hazırladılar. Ben de Son Posta’da “Bu mudur Milli İrade?” başlıklı bir makale yazdım ve bu makalede Halk Fırkası’nın memleketin her tarafında manen kaybetmiş olduğunu, onun kazandığı ekseriyetin halktan gelmeyip, polis ve jandarma ile bunların hakikî reyler yerine sahte reyler komalarından ileri geldiğini yazdım” (Agaoglu, Serbest Fırka Hatıraları, s.93).
83. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. s.
84. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. s.511-517
85.TBMM ZC. C. XX-XX1, 3. devre, 3. içtima, inikat 84, 1. celse, s. 39
86. Bulgaristan Başkonsolosu’nun Sofya’daki Dışişleri Bakanlığına gönderdiği bu rapor için bkz: Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 271,272
87. “Nihayet Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi Beyin Gazi’ye hitaben yazmış olduğu açık mektup çıktı. Bu mektupta Nadi Bey, Gazi’ye meydan okuyordu. Serbest Fırkaya karşı vaziyet almadığı için Halk Fırkasının kendi başının çaresini kendisi arayacağını söylüyordu… Bu cesareti Yunus Nadi nereden alıyordu? Gazi’yi bilenler için bu suale tek bir cevap vardı: Gazi’den! Filhakika, mektubun çıktığı günden önceki gece, Gazi’nin huzurunda toplanmış olan Fırka reisleri ve kodamanları, hal ve vaziyeti uzun uzadıya mütalea ettikten sonra, Gazi’nin kendi teklifi ile, ertesi günü çıkacak olan bütün fırka gazetelerinde Gazi’ye hitaben… bir mektubun neşrolunmasını karar altına almışlardı (Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s.74).
88. Nadi, Perde Aralığından, s.48.-51; Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 502. 503
89.Fesih kararının Mustafa Kemal’e bildirilmesini Fethi Böy şöyle anlatır; “Gazi’nin yanında İsmet Paşa vardı. Bu bulunmanın sadece tesadüf olmadığını söylemek isterim. Bizim hazırladığımız fesih beyânnamesi, Nuri Bey’in el yazısı idi ve şöyleydi: “Tebellür eden (beliren) son vaziyete göre fırkamız, Büyük Gazi Hazretleri’ne karşı siyasî sahnede mücadele edecek bir mevkiiye getirilmiştir. Fırkamız doğrudan doğruya Gazi hazretlerinin teşvik, ısrar ve tasvibleriyle vücuda gelmiş ve büyük reisimizin her iki fırkaya karşı eşit yardım muamelesine mazhar olacağı teminatını almıştı…” İlk itiraz İsmet Paşa’dan geldi: “Gazi’nin ısrar, teşvik ve tasviblerinin konulmasına lüzum var mı?” dedi. Hemen şu cevabı verdim: “Hepsi doğrudur ve yerinde kullanılmıştır. Hakikat budur.” Gazi bir hal sureti bulmak istedi: “Israr kelimesine kesinlikle lüzum var mı?” “Israr tabiri de yerindedir. Hatırlarsınız ki çok ısrar ettiniz. Fakat madem ki arzu buyuruluyor bu kelimeyi çıkaralım, fakat teşvik ve tasvib muhakkak kalmalıdır.” İsmet Paşa, yardım kelimesinin de, muhtelif tefsirlere sebep olacağından bahsetti. Kelimeler üzerinde durmak istemiyordum. Gazi’ye baktım, susuyordu, onu da kabul ettim”(Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s.528,529).
90.Kongar. imparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, s. 177
91.Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, s. 1481
92.Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 107
93.. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 108
94. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 110
95. TBMM ZC. C. XXII, 3. devre, 4. içtima, inikat 5,1. celse, s. 18 ;’^|İ8
96. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. XIV .
97.İnönü,Hatıralar, C.II,s.232
98. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 378 ^
99.Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 409
100. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 25
101. Okyar, Ûç Devirde Bir Adam, s. 449
102. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 42
103. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, s. 115
104. Hakimiyet-i Milliye, 29 Teşrinisani 1930)
105. Ediboğlu, Falih Rıfkı Atay Konuşuyor, s.81
106. Vakit, 14 temmuz 1931
107.Hakimiyet-i Milliye, 24 Kânunuevvel 1930
108. Cumhuriyet, 28 Teşrinisani 1930
109. Vakit, 3 Kanunusani 1931
110. Vakit, 10 Kanunusani 1931
111. Vakit, 17 Kanunusani 1931
112. İlmen, Dört Ay Yaşamış Olan Zavallı Serbest Fırka, s. 75
113.Başar, Atatürk’le Ûç Ay, s. 36-39; Ayrıca bkz: Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.lll,s.404,405 :
114. Hakimiyet-i Milliye, 27 Teşrinisani 1930
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…