Cumhuriyeti kuran sivil ve asker seçkinler, planladıkları bireysel ve toplumsal değişimi on yılı aşmayan bir süre içerisinde büyük oranda gerçekleştirirler. Türkiye peş peşe gelen devrimlerle kı­lık ve kıyafetinden siyasal sistemine, alfabesinden hukukuna uzanan tüm alanlarda hızlı bir değişim süreci yaşar. Fakat bûtûn bu devrimler, Osmanlı dönemi batılılaşma sürecinde olduğu gibi, halktan gelen bir is­tek doğrultusunda değil, halkın isteksizliğine ve hatta tepkisine rağmen, “halka rağmen halk için” formûlasyonunda anlam kazanan bir yaklaşıma uygun şekilde gerçekleştirilir. Takrir-i Sükûn kanunuyla kıskaca alınan toplum, oradan oraya koşturan İstiklâl Mahkemelerinin de marifetiyle(1), çok uzun yıllara ve hatta belki de yüzyıla uzayacak bir değişimi, 8-10 yıl içerisinde yaşar.

Devrimin sivil ve asker liderleri, devrimlere karşı halkta gözlenen is­teksizlik ve tepkileri, halkın kendi menfaatine olan şeyleri bilemeyecek kadar cahil oluşuyla açıklayıp, planladıkları devrim sürecini ısrarla ve ve yoğun bir şekilde devam ettirirler. Toplumsal değişimde “jakoben” yaklaşımı benimsemiş seçkinler düşünmektedirler ki; halk nasıl olsa za­manı gelince gerçekleri anlayacak, bütün gerçekleştirilenlerin kendi yararına şeyler olduğunu görecek ve böylelikle toplumsal değişimi gerçekleştirenlere karşı müteşekkir olacaktır. Aynen, iğne olmaktan veya diş çektirmekten korkan bir hastanın, tedavi sonrasında doktora teşekkür etmesi gibi. Bu örnek, hasta korkuyor, tedaviyi istemiyor diye doktorun işini sürdürmekten vazgeçmemesi gerektiğini göstermesi açısından da önemli bulunur ve yapılanlara meşruiyet sağlaması için sık sık ifade edi­lir.

 

İdealler ve Gerçekler: 1930’un Türkiyesi

Ancak, tarihler 1930’u gösterdiğinde, durum hiçte sivil ve asker seçkinlerin düşündüğü gibi değildir. O günlerin bir tanığı olan Şevket Süreyya’nın tespitleri, halkın o yıllardaki durumunu ifade etmesi açısından son derece önemlidir: “1930 sıralarında CHP halktan kopmuştu. Halkın dışında, dar; basit bir bürokrat hizbi ile, bu hizbe, ancak seçim ve menfaat bağıntıları olan mahallî fakat dar bir taşralı taraftarlardan ibaretti. Partiyi vilayetlerde yüksek kademelerde temsil eden mutemetler” (inanılanlar) aşın tahakküm ve menfaat yollarına pek sapmamakla beraber, ne merkezin, ne de halkın benimsediği insanlardı. Parti genel başkanı olan İsmet Paşa ise, bütün partiye ve teşkilatına, sadece emir ve kumanda bekleyen, disiplini , hatta ürkek havasını yayıyordu. Merkezde veya taşralarda partili olmak demek, gelecekten bir şey, bir menfaat veya kariyer bekleyen insan demek olmuştu. Hülâsa inkılâp partisi, bir klik haline gelmişti. Kapalı dar bir klik… Halk ise tedirgindi. Bilhassa ihracat malları yetiştiren uyanık bölgelerde: Karadeniz, Ege, Akdeniz mıntıkalarında İktisadî buhran bütün şiddetiyle hükmünü sürdürüyordu… Orta ve Doğu Anadolu’nun yalnız hububat ve hayvancılık yapan köylü ve şehirli halkı ise, gerçi uysal, sessiz, ama bitkindi… Fakat halk homurdanıyordu. İktisadî buhran, vilayetlerde tam bir çaresizlik havası yaratmıştı”.(2)

Şevket Süreyya’nın tanıklığı önemli olmakla birlikte, topluma daha çok ekonomi penceresinden bakan birisinin tespitleri olarak anlam ka-zanır. Halbuki birde ve belki de daha çok siyasi, yasal, sosyal hayatı kapsayan, kişi onur ve inançlarını etkileyen olumsuzluklar vardı. Zira, Ankara yönetimi bir dizi devlet aygıtının yardımıyla, savunduğu dünya görüşünü, dokunulmazlık zırhına büründürerek, bir “resmi ideolojiye”(3)dönüştürmeye başlamış ve bu şekliyle de toplumun bütün değerlerini, hayat tarzının bütün temel dayanaklarını yerle bir etmişti.

Halkın iradesini ifade eden “Cumhuriyet kelimesi yalnız dudaklarda kalmış ve kalplere girmemişti”(4). Bizzat iktidar partisinin milletvekilleri dahi düşüncelerini açıklayamamaktan, baskı altında olmaktan yakınır olmuşlardı.(5) Doğu İsyanı gerekçe gösterilerek çıkarılan “Takrir-i Sükûn yasası gelenekçi, liberal ya da ileri ayrımını yapmaksızın, Resmi ideolojinin dışındaki tüm siyasal örgütlenişle birlikte, direnen basını ve yığınsal iletişim kanallarını da kapatmış[tı]”(6). Devrimlerin gerçekleştirilmesi ve başarıya ulaştırılması için ülkede uygulanan yönetim biçimi, daha başka bir deyişle de özgürlüklerin kısıtlanmış olması, devrimlere karşı yöneltilecek eleştirileri engellemiş, ne var ki bununla birlikte halkın sorunlarının dile getirilmesini ve hatta yapılan bazı yolsuzlukların açığa çıkarılmasını da önlemişti.(7) Toplum, “Tek Parti cenderesine”(8) alınmış bir haldeydi, sessizdi, kinle doluydu; kinini ise ilk bulduğu fırsatta açığa vuracak durumdaydı. Ancak ne var ki, ne Çankaya ve ne de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mensupları sıfatıyla Türkiye’nin işlerini ellerinde tutanlar bu olup biteni görecek veya değerlendirecek konumda değillerdi. Bilhassa da Çankaya’nın, ülkede olup-bitenler konusunda doğru haber alması mümkün görünmüyordu. Yakup Kadri’nin ifadesiyle “beylik bir kaside edebiyatı”biçiminde sunulan “resmi ideoloji” gerçekleri gizleyen bir perde idi ve o perdenin arkasını Çankaya’dan görmek mümkün değildi.

Çankaya’dan görünen şey; “kaside edebiyatı”(9) yapanların tasvir ettiği ve her şeyin iyi, güzel olduğu bir dünya idi.(10)

Cumhuriyetin ilanından on yıl sonra “on yılda yeni baştan yaratılan bir Türkiye”den söz edilmişti. Fakat bu “yeniden yaratım”, zannedildiğinin aksine, toplumun beklentilerine cevap verememişti. Ekonomik yapının değiştirildiği ve düzeltildiği söylenmişti. Ancak, insanlar hâlâ ekonomik nimetler içerisinde değillerdi. Yasalar değiştirilmişti, ancak insanlar hâlâ yasal bir güvenlik duygusuna kavuşamamışlardı. Takrir-i Sükûn yaşanan gerçeğin teorik, İstiklâl Mahkemeleri ise pratik yüzünü teşkil ediyordu.(11) Toplumda bir denge oluşturulduğu ve toplumun bütünüyle eşitlendiği söyleniyordu; ancak toplumda hâlâ “ağalar”, “beyler”, “paşalar” halkı sömürmeye devam ediyorlardı. Zira, bu kesim Cumhuriyet kadrolarının en önemli destek gördüğü kesimi teşkil ediyordu. Baskı yönetimi olarak tanımlanıp insanları kul yapmakla suçlanan saltanat idaresinin yerine özgürlükleri ve bireysel iradeyi geçekleştirmek için ilan olunan Cumhuriyet idaresi bir türlü özgürlük rejimi olarak gerçekleşmemiştir.(12) Mustafa Kemal’in bizzat kendisi dahi şunları demekten  kendisini alamıyordu: “Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün [1930’lar kastediliyor] idare şekli Cumhuriyet midir, diktatörlük müdür şahsi hükümet midir, belli değil’.(13)

Değişen sadece zaman ve şahıslardı. Bunu ise o günlerin devrimci kadrosuna mensup şahsiyetlerin kendi ifadelerinden bile kolaylıkla tespit edebiliyoruz. Şevket Süreyya bunlardan birisidir ve bazı tespitlerini yukarıya aldık. Ondan daha da önemlisi Falih Rıfkı Atay’dır. O, devrimci kadronun merkezinde bulunan bir şahsiyetti; aynen Ahmet Hamdi Başar gibi. Önce, Falih Rıfkı’nın temsilcisi olduğu seçkinlerin otokritiği sayılabilecek tespitlerini okuyalım: “Bir gün Ankara Adliyesinin koridorları köylü ve kasabalı, kadın erkek, bir yığın halk ile dolu idi. Niçin toplandıklarını sordum: “Hapis olacaklar” cevabını aldım. Ağalar yüzde iki yüz bin bu kimseleri borca boğmuşlar, şüphesiz sermayelerini ve üstünü almışlar, ihtikâr payının bir kısmını da koparmak için hapse yollamışlardır. Bir iki asır evvel olsaydı kendi samanlıklarına kapayacaklardı. Şimdi o zahmetleri de yoktur… Bir adam niçin ödemez? Ya parasız olduğu için, ya parası olup da batakçı olduğu için… Bugün üstünde çalışılacak iş, ancak kanunun bu ikinci sınıfı cezalandırıp cezalandırmadığını, bu çeşit adamları nasıl takip ettiğini gösterir maddelerdir. Bir gün “Medeni olduğumuz için vazgeçeceğimiz” bir maddeyi, bugün kanuna koymak için bulacağımız mazeret ne olabilir? Medeni olmadığımız mı?”(14)

Serbest Fırka denemesinden sonra, 1930 yılında, Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’nun büyük bir kısmını kapsayan bir tren gezisine çıkarak, toplumun problemlerini bizzat yerinde gören Ahmet Hamdi Başardın tespitleri ise şöyledir: “Vakıa şimdiye kadar bir çok işler yapılmış; Şapka giyilmiş, tekke ve medrese kalkmış, Lâtin harfleri ve Garp muaşeret âdabı ve saire kabul olunmuş: Ankara’nın imarına başlanmış; işte şu üzerinde ilerlediğimiz raylar döşenerek memleketi demir ağlarla örme programının ilk maddeleri tatbik olunmuş… Fakat, işte, görülüyor ki, bütün bu yapılanlar halkın ıstırabını gidermiş, memleketin davâlarını halletmiş değildir. Vergi eskiden olduğu gibi yine mükellefe dehşet vermektedir. Köylü, sır-tında giyecek ve boğazına sokacak bir şey bulamıyor, Memleketi kalkınmaya götürecek manivela henüz hareket etmemiş duruyor, Acaba daha ne yapmalı? Yapılanlar eksik ve yanlış mıydı?… Köylüyü kurtarmak, onu efendi haline getirmek sırf temennilerden, hayallerden öteye geçmediğini ve sosyal ,davalar ve münasabetler edebi ve hissi görüşler altında mütalaa olunduğu Hükümetçe de yasak çerçevesinde kaldığı müddetçe memleketin bu derin derdine çare bulunacağına inanmak çok güçtür”.(15)

Şu ifadeler ise, güdümlü muhalefet tecrübesinden sonra Anadolu’yu gezerek toplumun gerçekleriyle yüz yüze gelmek isteyen “Ebedî Şefin gördükleri, duydukları ve yaşadıklarını yakınlarından birisine itirafı olacaktır; “Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddî manevi perişanlık içinde”.(16)

 

Modern Çağda Bir Lâle Devri

Cumhuriyet bürokratları sadece siyasî kararları uygulamakla yetinmemişler, siyasi kararların alınmasını sağlayan tüm yetkileri de ellerine almışlardı. Tamamıyla halkın olduğunu söyledikleri ve söylemekten büyük bir zevk duydukları otoriteyi, halk adına ve halka rağmen” ellerine alıp, derin bir “iman” ile kabullendikleri laik/pozitivist felsefeyi ve buna dayanan hayat tarzını topluma dayatarak bir dönüşüm sağlamaya çalışmışlardı. Görünüşte bu dönüşüm de sağlanmıştı. Artık insanlar şapka giyiyor, Latin harflerinden oluşan Türkçeyi okuyor ve yazıyorlar, Batı kanunlarına göre yönetiliyor ve yargılanıyorlar, padişaha değil Cumhuriyet seçkinlerine boyun eğiyorlar… fakat ne var ki mutlu olamıyorlardı. Seçkinlerin halk adına gerçekleştirdikleri, halkı memnun etmeye yetmemişti.

Ülkede tüm bunlar olup-biterken acaba “seçkinler” ne durumdaydı. Bu sorunun cevabı olabilecek bazı tespitlere Falih Rıfkı’da rastlıyoruz; “Bir gün, mütarekede küçük bir alacağı için bir tanıdığını denize atmakla tehdit eden küçük maaşlının Floryadaki evi önünde otomobili, denizde de kotrası duruyordu.”(17) Dönemin tek ve devrimlerin partisi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Genel Sekreteri ve aynı zaman da İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya ise “seçkinler”le halk arasındaki kopukluğu bizzat kendisi gibi “seçkinler”e şöyle açıklar; “Anadolu ortasında bir mâmure içinde bulunuyoruz. Fakat bundan beş kilometre uzakta kendi ırkımızdan, kanımızdan -tertemiz bir cevher gibi- olan Türk çocuklarının ne halde olduğunu görürsünüz… vatandaşlarımızın köylerdeki hali, maddî hayatı bizim hayatımızın ve bilgilerimizin çok dünundadır…”. (18)Fakat bu sözler gereken yankıyı bulamaz. Çünkü, sivil ve asker seçkinler, Ankara’da inşa ettikleri bir dünyaya kapanmış durumdadırlar. Kapandıkları dünyadan dışarısını, hemen birkaç kilometre ötedeki sefaleti göremeyecek haldedirler.(19) Gerçi sayıları birkaçı geçmeyen bazı şahsiyetler gerçekleri görürler, bel ki de sadece hissederler; ancak onlar da kaside edebiyatına dönüştürülen” resmi ideolojiye muhalif görünme tedirginliğiyle gerçekleri çoğu zaman dile getiremezler.(20) Yakup Kadri bunlardan birisidir. “Heyhat! Dünkü kahraman inkılap önderleri bile bugün ipekli ropdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kaşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez oldular“(21) sözleriyle içinde bulunduğu seçkinlerin durumunu özetleyen Yakup Kadri, bu seçkinlerin dünyasını şöyle tasvir eder:

‘Bu saatte hükümet dairelerinden veya boşalan başka devlet müesseselerinden ileri sınıf memurlar küme küme, Taşhan’ın otobüs duraklarına doğru seğirtirler Bunların kimi, Bahçelievler’de oturur; bazısı da Kavaklıdere’de, Güven’de Küçük ve Büyükesat’ta köşkleri vardır. Bunların hepsi de pırıl pırıl asri mobilyalarla döşeli yepyeni evlerdir. Kilerler, balık yumurtasından taze havyara kadar en nadide mezelik erzaklarla tıklım tıklımdır. Bir Altınbaş rakı şişesi buzdolabında buğulanmaktadır. Salonda bayanlar, şimdiden “vidolu” bezik oyununa başlamışlardır”.(22) Ankara’dakiler böyledir de, peki taşradaki “seçkinler” ne haldedir? Yakup Kadri’nin tanıklığıyla öğreniyoruz ki, onların durumu da Ankara’dakilerden farklı değildir: ““Lüküs Vali güya memlekette halledilmesi gereken başka bir mesele yokmuş gibi, yol paralarını vererek getirttiği birtakım yabancı ustabaşılara, bezgicilere oturduğu binaya lüzumsuz yere birtakım süsler yaptırmakla ve Avrupa’dan mobilyalar getirtmekle meşguldür”.(23)

Halk açlık, yokluk, sefalet içinde iken, Cumhuriyet seçkinlerinin durumu bu idi. Daha da kötüsü, seçkinlerin bir çoğu, yaşadıkları dünyanın dışını göremedikleri için, halkı da kendileri gibi zannediyorlardı. Bu nedenle de halka bahşettikleri nimetler nedeniyle hiç zorlanmadan övünüyorlardı. Üstelik bir Bakan Meclis kürsüsünden şunları söyleyebiliyordu: ”Ordumuzu kuş sütüyle besliyoruz, Cumhurbaşkanının sofrasında ne yeniyorsa, köydeki sığırtmaç da onu yiyor. Bu bize Cumhuriyetin sağladığı bir nimettir. Bunu tarihe karşı görev olarak söylemeliyim”.(24)

Kısacası, 1930’larda, halk yoksullukla, yıllarca süren savaşların bıraktığı yaraların acılarıyla uğraşırken; toplumu çağdaşlaştırmakla övünen devrimci kadro, XX. yüzyılda yeni bir Lâle Devri oluşturma çabası içerisinde birbirleriyle yarışmaktaydılar. Küçükömer tespitiyle, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen kesintisiz sürecin gereğine uygun bir durumu yansıtıyordu bütün bu yaşananlar:

“Bu defa kaplumbağaların mum taşıdığı lâle bahçeleri yerine» saraylar, elçilik binaları seçiliyordu. İstanbul’da elçiliklerde verilen balolarda,bürokratlar batılı dostları ve levantenlerle beraber eğlenirken işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması son derece süratle devam ediyordu. Bu baloların benzerlerini, hatta devamı daha sonra C. H. Fırkası döneminde, tüketim mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında, Anadolu kasabalarında, halkın nefreti altında verilen cumhuriyet balolarında görmek mümkündür”.(25)

Turan Güneş ise, 1930’lu yılları devrimci kadroları ile halkın durumunu değerlendirdiği “CHP Halktan Nasıl Uzaklaştı?” başlıklı yazısında, “baIo”lara değinerek, balolarda oluşan dünyanın mensuplarını şöyle açıklar: “Batılılaşma ameliyesine en yakın zümreler, CHP’nin kurulduğu senelerde, mahalli eşraf ve memurlardı. Atatürk, inkılâbını yaymak için, devlet teşkilatı olarak memurları, parti teşkilatı olarak da mahalli eşrafı kullanmıştır. Bir kere, Cumhuriyetin kuruluş senelerinde Türkiye’nin nispeten aydın zümresini bunlar teşkil ediyorlardı. İkincisi, memurlar, devlet makinasının çarkları olarak, tabiatıyla devlet icraatına bağlıydılar; eşraf da devletle ve bineanaleyh iktidarda bulunanlarla en sıkı teması bulunan zümre teşkil ediyordu.’‘(26)

 

Güdümlü Muhalefet: Serbest Cumhuriyet Fırkası

Paris Büyükelçisi Fethi (Okyar) Bey, 1930 yılının 22 Temmuz’unda, iznini geçirmek üzere İstanbul’a gelir. Mustafa Kemal’in Yalova’da olduğunu duyunca, saygılarını sunmak için hemen ertesi gün Yalova’ya gider. Kendisinden bir müddet Yalova’da kalması istenir. Sekiz gün Yalova’da kalır, sonra Mustafa Kemal’le birlikte İstanbul’a geçer ve bir gün daha birlikte olurlar. İki eski dostun beraberliği gibi görünen bu günler Türk siyasi yaşamında yeni bir perdenin açılışına gebedir. Mustafa Kemal, Yalova’daki ilk beş gün, Fethi Bey’den Fransa hatıralarını dinler ve Türkiye’nin siyasi durumuyla ilgili düşüncelerini öğrenir. Altıncı gün ise, Fethi Bey’e Türkiye’nin siyasi hayatında başlatılacak yeni süreçte rol almasını teklif eder: “Memlekette muhalif bir fırka kurmak lazımdır. Böyle bir fırka vücuda gelirse Mecliste münakaşa daha serbest olur. Meselâ siz böyle bir fırkanın başına geçerseniz, bildiklerinizi Mecliste serbestçe söylettiniz. Bu suretle uygulamada görülen bir çok hatanın da önünü almak mümkün olur”.(27)

Fethi Bey kendisine biçilen rolü Yalova’da öğrenmiş olmakla birlik , ikinci bir partinin inşa edilmesi düşüncesi başta Mustafa Kemal olmak üzere iktidar kadrosunun çoktandır düşüncesinde yer alan bîr konudur.(28)Konu daha önce bir çok kez düşünülüp, konuşulmuş ve ikinci partinin   kurulmasının ııygun olduğuna karar verildikten sonra Fethi Bey’e bildirilmiştir.Yeni partiyle ilgili düşüncelerden Fethi Bey hariç bir Çok kimsenin haberi vardır. Bunlardan birisi Mustafa Kemal’in akrabası da olan Rize Milletvekili Fuat (Bulca) Beydir. Fethi Bey, Yalova’ya geldiği ilk gûn, bir muhalefet partisi kurulmasının kararlaştırıldığının ve kendisinin de bu partinin başkanı olarak düşünüldüğünün haberini Fuat Bey den alır.(29) Asım Us ise Haziran ayında, Fethi Bey’in Fransa’da bulunduğu sırada, muhalefet partisi düşüncesinin iktidar kadrosu arasında konuşulduğunu ve gelecek seçime muhalefet partisiyle girmenin uygun bulunduğundan bahsedildiğini belirtir.(30) Cumhuriyet gazetesinin 13 Ağustos 1930 tarihli sayısında yer alan “Yeni firkanın teessüsü evvelden malûm muydu?” başlıklı yazı da, önceden konunun düşünülüp kararlaştırıldığının bir başka delilidir.

Acaba neden siyaset arenasında ikinci bir partinin varlığına ihtiyaç hissedilmişti?” Bu sorunun cevabını kesin olarak verebilmek pek mümkün görünmüyor. Belki bir değil birkaç nedenden bahsetmek gerekiyor. Bunlardan birisi doğru olabileceği gibi, farklı düzeylerde olmak üzere hepsi de doğru olabilir. Mevcut bilgilerden ve dönemin şartlarından hareketle anlaşıldığına göre, yeni partinin kurulması gerektiğine karar verilmesinin başlıca nedenlerini şunlar oluşturur:

Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor ki, yeni parti kurulması fikrinin Mustafa Kemal in düşünce veya amaçlarıyla birinci dereceden ilgili olduğu kesindir. Zira muhalefet partisinin teorisyeni de, mimarı da, isim babası da Mustafa Kemal’in bizzat kendisidir.(31) Bu nedenle yeni parti düşüncesinin şekillenme nedenini daha çok Mustafa Kemal’e bağlı olarak ele almak gerekmektedir. Bazı tanıkların ve araştırmacıların kanaatine göre,(32) Mustafa Kemal’in muhalefet partisine ihtiyaç hissetmesinin öncelikli nedeni “toplumun siyasal eğilimlerini saptamak” arzusudur. Bu araştırmacılardan Mikusch, ülkede sessiz sedasız büyüyen muhalefeti legal hale getirerek gerilime azaltacak bir vana oluşturmanın amaçlandığını belirtir.(33) Mikusch’unki ile aynı doğrultuda olmak üzere Karpat’da “Muhalif bir partinin kurulmasından maksat, birikmiş hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak ve hükümeti, hem kusurlarını düzeltmeye hem de ekonomik vaziyete yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemi yaratmaktan ibarettir” tespitinde bulunur.(34)

Tunçay ise, Mustafa Kemal’in şahsında, muhalefet partisine ihtiyaç hissedilmesinin öncelikli nedeninin “dış dünyaya kendimizi beğendirmek”(35) olabileceğini ifade eder. Çünkü “Ebedî Şef’ muhalif bir partinin Türkiye’nin modern ülkeler açısından değerini yükselteceğine inanmaktadır. Bunu gerekli bulmaktadır, zira Meclis Reisi Kâzım Paşa (Özalp) Viyana’ya yaptığı seyahatte gazetecilerin Türkiye’deki rejime ilişkin sorularından rahatsızlık duymuş ve ülkeye dönüşünde bundan söz etmiştir. Bu da göstermektedir ki, Türkiye’nin Batı’da çok fazla itibarı yoktur.(36) Halbuki o günlerde, her zaman olduğu gibi, Batı’nın gözünde itibarlı olmaya büyük önem veriliyor ve İngiltere ve Fransa’ya yakınlaşmak isteniyordu. Bu ülkeler ise çok partili sistemi önemsemekteydiler. Bütün bu nedenlerin yanı sıra, yeni parti ile Cumhuriyet Halk Fırkası’nın iç denetimini sağlamanın da arzulandığı ileri sürülmüştür.(37) Ayrıca, başta İsmet İnönü olmak üzere Cumhuriyet Halk Fırkası’nın diğer bazı önde gelenlerine karşı muhalif bir parti ile bir güç gösterisi yapmanın arzulandığından da söz edilmiştir.(38)

Muhalefet partisine ihtiyaç hissedilmesini Mustafa Kemal’in kişisel düşünce ve arzularına bağlayan görüşlerin yanı sıra, konuyu daha genel bir bakış açısıyla değerlendirip tüm sivil ve asker seçkinlerin genel arzularının bir ürünü olarak ifade edenler de mevcuttur. Bunlardan birisi olan Keyder’e göre, halkın Tek Parti yönetimine karşı duyduğu hoşnutsuzluğun farkında olan iktidardaki bürokrat kanat, gerçekten liberal bir muhalefete izin vererek halkın menfî duygularını istediği yere kanalize etmeyi düşünür.(39) Ancak, bu yeni girişim İktisadî değil, siyasî olacaktır. Siyasî yönden bir sondajla halkın duygularının daha iyi kanalize edileceği düşünülür. Bunun için de yeni ve ılımlı muhalefet yapan bir parti ise yegâne çözüm olarak görülür. Yani “bir vesayet partisi… Yani ip uçları elde tutulan, kontrol, hatta yönetim altında bir parti“.(40) Zira, Türkiye’nin tek partisinin mensupları olan devrimci kadrolar, iki partili sistemin siyasal gerilimi yatıştıracağı ve acil ihtiyaç duyulan mali ve ekonomik reformları kolaylaştıracak bir konsensüs yaratacağını ummaktadırlar.(41)

Muhalefet partisinin kurulmasına yönelik kararda asıl etkili olan neden her ne olursa olsun, şurası açık ki, Türkiye’nin yönetimini muhalifsiz bir şekilde üstlenmiş olan Cumhuriyet Halk Fırkası yöneticileri(42) halktaki gerilimi tespit ve kontrol edebilmek için ikinci bir partinin kurulması özlemini taşırlar.(43) Fakat bu, demokratik bir sistemin gerektirdiği gerçek bir muhalefet degıl, güdümlü bir muhalefet olmalıdır.(44) Bu nedenledir ki, iktidar partisi çevrelerinde oluşan muhalefete izin verme eğiliminden cesaret alan bazı şahısların kurmayı istedikleri partilere sıcak bakılmaz. “Cumhuriyet Fırkası”, “Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi”, “Sosyal Demokrat Fırka” isimlerini taşıyan girişimler sonuçsuz bırakılırlar.(45) Şevket Süreyya’nın açıklamaları, arzulanan ve arzular doğrultusunda kurulmasına müsaade edilen Serbest Cumhuriyet Fırkası-’nın konumunu ifade etmesi açısından önemlidir: Ona göre Türkiye’nin siyasal tarihini araştırırken Serbest Fırka’ya değinmenin pek önemi yoktur. Çünkü bu parti, “Mecliste veya halk içinde, toplum yapısından gelen normal bir gelişmenin ve buna dayanan siyasî bir gruplaşmanın eseri değildir. Serbest Fırka teşkilatı şartları bakımından tamamen sunî, köksüz bir teşekküldü ve aslında bir fırka değildi. Gazi’nin düşünce ve teşebbüsünden doğdu. Yani Serbest Fırka’nın kurulmasını kendi başına Gazi düşündü. Gazi istedi ve ortaya bir kaç şahsiyetle birkaç figüran atarak fırkayı o kurdu ve tabiî o yönetmek istedi”.(46)

Yalova’daki görüşmeler sırasında ikinci ve muhalif bir partinin kurulması karara bağlanır. Ancak, muhalefet partisiyle ilgili olarak ilk problem, bu partinin siyasî eğiliminin ne olacağı konusunda açığa çıkar. Kendi güdümlerinde muhalefet arzulayan iktidar mensupları, muhaliflerine siyasi bir çizgi bulmakta zorlanırlar. Bu problem Fethi Bey’e teklif götürmeden önce de zihinleri uzun bir süre meşgul eder. Ağaoğlu’nun bildirdiğine göre, bir gün Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’dan ikinci parti kurulacağını işitir. Fakat Şükrü Kaya’nm bazı tereddüt ve sıkıntıları vardır. Ağaoğlu, Şükrü Kaya’dan tereddüt ve sıkıntılarının nedenini sorar. Şükrü Bey, ülkede muhafazakârların çokluk olduğunu ve bunların kontrol edilemeyeceğini, bu nedenle de muhalif partinin sosyalist eğilimli olmasını arzuladığını bildirir.(47) Liberal ideolojiye taraftar ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nın solunda yer alan bir partinin kurulmasına karar verilir.(48)

Mustafa Kemal, Yalova’da Fethi Bey’i dinler ve sonra kendi düşüncelerini açıklar. Ancak, söyledikleri, muhalif partinin kurulmasıyla ilgili bütün düşünceleri değil, daha çok ve hatta sadece Türkiye’ye demokrat görünüm kazandırmayla ilgili düşünceleridir.(49)Yeni partinin siyasal yelpazedeki yeri Muştala Kemal ile Fethi Bey arasındaki ikili görüşmelerde konuşulup kararlaştırılır. Partinin adı “Serbest Cumhuriyet hırkası” olacak ve ”Serbest” isminin çağrıştırdığı anlama uygun olarak liberal düşünceleri dile getirecektir. Partinin örgütlenmesi için gerekli mali kaynak da Mustafa Kemal tarafından karşılanacaktır. Ayrıca yeter sayıda milletvekili Cumhuriyet Halk Fırkasından istifa ettirilerek Serbest Cumhuriyet Fırkası’na transfer edilecektir.(50) Bütün bunlara rağmen, ilginçtir, Fethi Bey bir teminat ister. Muhalifi olacağı İsmet İnönü’den(51) ve/veya Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan çekinmektedir.(52) Onun bu çekinceleri karşısında Mustafa Kemal hem güvence verir ve hem de muhalif olarak nasıl bir konumda olacağının altını çizer: “En çok kavgalı gibi olduğunuz geceler, sizi soframda birleştireceğim. O zaman tekrar, ayrı ayn her birinize soracağım: “Sen ne dedin ve sen ne için dedin? Senin cevabın ne idi ve neye dayanıyordu?” Bugünden itiraf ederim ki, bu benim için pek yüksek bir zevk olacaktır”.(53) Fethi Bey sözlü güvenceyi yeterli bulmaz ve yazılı güvence ister. Yazılı güvence basın aracılığıyla verilir. Anlaşma gereği, Fethi Bey’in parti kurmak için izin isteyen bir mektup yazarak basında yayınlatacak, Mustafa Kemal de bu mektuba olumlu cevap vermek suretiyle partiyi ve mensuplarını koruması altına aldığının teminatını verecektir.

Fethi Bey, 9 Ağustos 1930 tarihli gazetelerde yer alan “Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine” hitabıyla başlayan açık mektubunda Mustafa Kemal’e yeni bir fırka kurmak istediğinden söz eder: “Paris’te bulunduğum beş buçuk sene müddet zarfında hariçten memleketimiz ahvalini takip ve tetkik ettim. Hemen her sene mezuniyet alarak vatanımda geçirdiğim kısa müddetler esnasında müşahedelerimin verdiği intibalarla tetkiklerimi tahkik etmekten hâli kalmadım… Memleketimiz, Lozan andlaşmasından beri her türlü kapitülasyon kuyudatından âzade olarak geçirdiği sulh devresinde köylülerimizin şükrana layık çalışmasına ve bütün halk sınıflarının memleketimizi yükseltmek için iftihara şayan gayretlerine rağmen hâsıl olan netice memnuniyet verici olmaktan pek uzaktır kanaatindeyim… [Bunun sebebini] Büyük Millet Meclisinin bir fırkadan müteşekkil olmasında buluyorum. Filvaki, fırka azasının kendi kabinelerini tenkitten sakınmaları sebebiyle Millet Meclisinde serbest münakaşa azalmış ve hükümet gayri mesul denecek bir halde kalmıştır… Cumhuriyet aşıkı olmak sıfatıyla… tam ve hakiki cumhuriyetçi ve bütün manasiyle laik ve fakat Cumhuriyet Halk Fırkasının mali ve iktisadi ve dahili ve harici siyasetlerinin birçok noktalarına aykırı bulunan ayrı bir fırka ile siyasi mücadele sahnesine atılmak arzusundayım… Cevabı devletlerini bekler ve en derin muhabbeti kalbiyemle beraber hürmet ve tazimlerimi takdim ederim efendim”(54)

Mustafa Kemal’de 12 Ağustos 1930 tarihli yine basında yayınlanan açık yanıtı ile, Ali Fethi Bey’e bu girişimi için izin/teminat verir(55): ”Azızim Fethi Beyefendi… Büyük Millet Meclisinde ve millet önünde, millet işlerinin serbest münakaşasını ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir… Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük Meclis’te aynı temele dayanan yeni bir fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini cumhuriyet esaslarından sayarım. Bu itibarla, görüşlerinizi takip için siyasi mücadeleye girmenizi bittabi hüsnü telakki ederim. Reisicumhur bulunduğum müddetçe Reis-i cumhurluğun bana verdiği yüksek ve kanuni vazifeleri, hükümette olan ve olmıyan fırkalara karşı adilâne ve tarafsız ifa edeciğime ve laik cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her nevi siyasi faaliyet ve cereyanlarının bir maniaya uğramayacağına emniyet edebilirsiniz efendim”.(56)

Serbest Cumhuriyet Fırkası 12 Ağustos 1930’da siyaset sahnesinde yerini alır. Takip eden günlerde, önceden kararlaştırılanların yerine getirilmesine geçilir. Mustafa Kemal yeni fırkaya oldukça önemli miktarda para verir.(57) Serbest Cumhuriyet Fırkası’na katılacak milletvekili sayısı ise pazarlıkla belirlenir. Fethi Bey’in belirttiğine göre Mustafa Kemal, başlangıç için 40-50 kişi vereceğini söyler ”şimdilik onlarla işe başlarsınız” der. Fethi Bey ise o günkü milletvekili sayısının üçte biri olan 120 milletvekili ister, fakat İsmet İnönü’nün tepkisiyle karşılaşır. Sonunda yetmiş kişide karar kılınır.(58) Ayrıca, anlaşma gereği, seçimler sırasında milletvekili adaylarını Mustafa Kemal belirleyecek ve bu adaylar seçilecektir.(59)

Parti kurulur, fakat henüz programı yoktur. Bu nedenle gazeteciler Fethi Bey’den partisinin siyasi eğilimini ve programını sorarlar. Fethi Bey Serbest Cumhuriyet Fırkasının kuruluş amacını şöyle açıklar: ‘‘Teşkil edeceğim yeni fırkanın çehresi tam bir laiklik ve samimi Cumhuriyetçilik tir. Neşredeceğim program şimdiye kadar emsali çok söylenen, fakat hep temenniler sahasında kalıp da maalesef tatbikat sahasına girmeyen usun vaidler ve nazariyelerle dolu değildir. Bugün mîlletin en çok ıstırap çektiği sıkıntılara çare bulmak, fikrimce neye bağlı ise anlan ihtiva edecektir. Her şeyden evvel İktisadî ve mali buhranı bugünkü müzmin halden kurtararak ve memleket dahilinde iktisadi faaliyetlere yol açmak için düşündüğüm tedbirleri arz edeceğim. En başta kalem ve fikir hürriyeti programımızda yer alacaktır.(60) Partinin programı daha sonra Ahmet Agaoglu tarafından hazırlanır. Buna göre Serbest Cumhuriyet Fırkası,”cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik esaslarına bağlıdır. Bu esasların millet bünyesinde ebedîleşmesi gayedir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunundaki hürriyet ve masuniyet haklarını bilâistisna herkes için meri tutacak ve hiçbir arızaya uğratmayacaktır”.(61)

 

İktidarın Yanılgısı

Vakit gazetesinin 8 Ağustos 1930 tarihli sayısında manşetten duyurduğu yeni bir parti kurulacağı haberiyle tûm Türkiye dikkat kesilir. 12 Ağustos’ta Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulur ve vakit geçirmeden il ve ilçelerde teşkilatını kurmaya başlar. Ancak, bütün bunlar olurken, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı düşünen ve kurulmasına karar verenlerin büyük bir yanlışlık içerisinde oldukları, hiçte uzun sayılmayacak bir süre içerisinde anlaşılır. Şok dalgalan peş peşe gelir, ilk şok, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu takip eden birkaç gün içerisinde yaşanır. Türkiye’nin sivil ve asker seçkinleri şaşkınlık içerinde kalırlar. Çünkü, Serbest Fırkanın kurucu lideri olan Fethi Bey, Yalova’da Cumhuriyet Halk Fırkası ileri gelenleriyle birlikteyken, Yalova PTT’sini ek hizmet birimi oluşturmaya sevk edecek bir olay yaşanır. Türkiye’nin her bir yanından olmak üzere Fethi Bey’e, tahminlerin ötesinde çok sayıda tebrik mektubu, kart ve telgraf gelir. Neredeyse her bir yerleşim merkezinden, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kendi bölgelerinde teşkilatlandırma görevini üstlenmeyi arzulayanların istekleri ulaşır. Bütün Türkiye hareket halindedir; her bir yanı umut havası sarar.(62) Öyle ki, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu takip eden ilk 13 gün içinde Partiye 130 bin kişi kaydolur.(63) Bu, o günün şartları dikkate alınırsa, olağanüstü bir oranı ifade eder. İkinci ve en sarsıcı şok ise Serbest Fırka’nın İzmir mitingi ve takip eden toplantılar dolayısıyla yaşanır.

Fethi Bey, Mustafa Kemal’den izin alarak İzmir’e gitmeyi ve parti teşkilatını ziyaret edip, propoganda faaliyetlerine oradan başlamayı arzular. izin verilir. Ancak o günlerde Mustafa Kemal, halkın Serbest Cumhuriyet Fırkası’na olan ilgisinin Cumhuriyet Halk Fırkası idaresinin bazı başarısız uygulamalarına bağlamakta, Fethi Bey’in, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın politikasına muhalif bir politika takip etmekle devrimler ve liderini can-ı gönülden benimsemiş halkın tepkisini çekeceğine inanmaktadır.(64) Hatta inancına göre, belki de Serbest Fırka önemli bir görevî yerine getirecek ve halkın devrimlere daha da bağlanmasını sağlayacaktır, Mahmut Esat (Bozkurt)’un özel olarak çektiği telgrafta Fethi Bey’in İzmir’e gelmemesini, gelirse tepkilere neden olup zarar görebileceğini belirtmesi,(65) Fethi Bey’in tepki göreceğine yönelik kanaatleri iyice kuvvetlendirir. Bundan dolayı Mustafa Kemal, Fethi Bey’den İzmir’e gitmesini, ancak dikkatli olmasını ister. Bu arada başta İzmir valisi olmak üzere emniyet görevlilerine Fethi Bey’e yardımcı olmaları emrini verir.

Fethi Bey deniz yoluyla İzmir’e gider. Yolculuk büyük bir tedirginlik ve korku içerisinde devam eder. Başta Fethi Bey olmak üzere Serbest Fırka ileri gelenleri, muhalefeti temsil etmeleri nedeniyle, halkın kendilerine düşman kesileceğini düşünmekte ve karşılaşacakları tepki nedeniyle ne yapacaklarını kararlaştırmaya çalışmaktadırlar. İzmir’e yaklaştıkça korkuları iyice artar. Yolculuğun bu son anlarını Serbest Fırka Genel Sekreteri Ahmet Ağaoğlu şöyle anlatıyor: “Vapur ilerliyordu. Uzaktan şehir gözükmeğe başladı. Dürbünlerle baktık. Bütün sahil halkla dolmuştu! Acaba Mahmut Esat Beyin haberi doğru olmasın? Doğrusu ikimiz de [Fethi Bey ve Ahmet Ağaoğlu] söylemeksizin içimizden endişeye düştük. Vapur yaklaşıyor, şehir tarafından yüzlerce kayık ayrılarak vapura doğru geliyor! Hayır mı, şer mi? Biz kafalarımızda bu sualler ile meşgul iken bize doğru gelen kayık kafilesinden muazzam bir “hurra!”, “Yaşasın Gazi, yaşasın Fethi Bey!” nidaları yükseldi. Müsterih olduk. Şimdi emniyetle şehri seyrediyorduk”.(66) Aynı anları Fethi Bey ise şöyle anlatır: “Liman, küçük vasıtalarla, ana-baba günü, mahşer numunesi halinde idi. Bütün şehir, çevresi ile beraber ayağa kalkmıştı”.(67)

Serbest Fırka’nın lideri, yaklaşık 50 bin kişilik bir kitle tarafından büyük bir coşkuyla karşılanır. “Fethi Bey, Halkın kucaklamaları arasında baygınlıklar geçirdi. Ama cereyana kimse hakim olamıyordu. Rıhtımla şose arasındaki 20-30 metrelik mesafe ancak yarım saatte sökülebildi. Bu sefer de, güç belâ girilen bir otomobil yürüyemiyordu. Araba havada gibiydi. Ama durduğu yerden bir adım ilerleyemiyordu, “yüzbin başlı dev” garip bir hiddetle hareketteydi”.(68)

Fethi Bey dinlenmek için otele gider; program ertesi gün başlayacaktır. Ertesi gün kalabalık daha da artar. Halk ile polis arasında gerçekleşen itiş-kakış sırasında 12-14 yaşlarında bir çocuk ölür. Bu üzücü olayı takiben hiç beklenmedik bir olay yaşanır. Yaslı baba, ölen çocuğunu kucağına alıp Fethi Bey’in ayakları dibine bırakır: Bu sırada dudaklarından dökülen sözler halkın durumuna ayna olur niteliktedir: “İşte size bir kurban! Başkalarım da veririz! Kurtar bizi kurtar.” Herkes üzüntüden ağlamakta, fakat öfkeden de patlamak üzeredir. “Bu hazin bir manzaraydı. Ama kim, kimden kurtarılacaktı? İzmir’in düşmandan kurtarılışı ise henüz sekiz yıl olmuştu. Kurtaran da milletin başındaydı. O halde ya bu galeyan? Ya bu kurban? Hulasa anlaşılıyordu ki, hükümet halkı galiba biraz ihmâl etmişti”.(69)

Fethi Bey halka bir konuşma yapar. Niyeti, devrimlerle gerçekleştirilen toplumsal dönüşümün bekçisi olduklarını ilan etmektir. Bu niyetle başındaki şapkasını göstererek “Bizim bunları çıkaracağımızı”.der demez, bütün dinleyiciler, binlerce kişi başından şapkasını çıkarıp ayağının altına atar. Fethi Bey’in cümlesi henüz tamamlanmamıştır; halbuki o, “Bizim şapkayı çıkaracağımızı söylüyorlar, bu bir iftiradır, inkılaplarla aynı fikirdeyiz” diyecektir.(70)

İzmir’de gerçekleşenler, devrimci kadro için tam anlamıyla bir hayal kırıklığı olur.(71) Ahmet Ağaoğlu şahidi olduğu gelişmeleri değerlendirirken, yaşananların özeti olmak üzere şöylesi bir tespitte bulunur: “Biz, ince bir psikolog olup, Gazinin yüzünden içindekileri anlamağa muktedir adamlar olsaydık, yeni fırkanın muvaffakiyetlerinden Gazi’nin son derece müteessir olduğunu kolaylıkla sezebilirdik. Fakat diğer taraftan Gazi hakikaten bir fırkayı samimi olarak kurmak istedi ise, kendi hesaplarında aldanmış olduğunu kabul etmek lazım gelir. O, halkın bu derece yeni fırkaya akın edeceğini asla düşünmemişti”.(72) O günlerde devrimci kadroda hakim olan havayı ifade etmesi açısından “İkinci Adam”ın anlattıkları da önemlidir; “Köşkten çıkarken Atatürk otomobile kadar geldi. “Yahu hiç aldırmıyorsun” dedi. “Ne var dedim” “Yanıyoruz”, dedi. “Yok canım” dedim. “Mübalağa ediyorsunuz” dedim. Böyle ayrıldım. Atatürk bu haldeydi. Sonra bir gün gene sabahleyin gittim. Yeni uyanmıştı. Oturduk, konuşmaya başladık. “Bana bak karışmıyorsun, ama bir şey söyleyeyim sana” dedi. “Yeniden başlayacağız bilesin, her şey bitti, yeniden başlayacağız biz bu işe” dedi. “Gözün tutuyor mu, var mısın, yeniden başlayacağız” dedi”.(73)

Yaşananlar basit bir durum değildir. “Halka rağmen halk için” yapılan devrimlerin tutmadığı, halkın, kendisini kurtarandan kurtulmak için kurbanlar vermeye hazır hale geldiği anlaşılmıştır. Çağlar Keyder’in tespitine göre “1950 hareketi gibi, Serbest Fırka da hükümetin militan laisizmi karşısında duyulan hoşnutsuzluğun ifade edilmesine imkân vermistir.(74) Peki bu yanılgıya nasıl düşülmüştü? Halkın durumu ııeden anlaşılamamış ve güdümlü muhalif bir partinin bile gizliden gizliye büyüyen bir kinin sığınağı olabileceği neden görülmemişti? Agaoğlu Ahmed’e göre bunun nedeni Mustafa Kemal’in çevresindeki kişilerdir; Ona göre Mustafa Kemal, ”Başında bulunduğu fırkanın memleketteki vaziyetinden tamamen habersizdi. Aldanan, iğfal edilen ve istismar edilen odur! Etrafında kendisine, içinden, gıllügişsiz bağlı kaç adam vardı? O doğru malûmat alamıyordu. O zannediyordu ki memlekete bunca hizmet etmiş, memleketi esaretten kurtarmış, istiklâlini temin etmiş olan fırka, halk nazarında eskisi gibi aziz ve kıymetlidir.”(75)

 

İktidarın Tepkisi

İktidarın seçkinleri Serbest Fırka’nın bir anda bütün bir Türkiye’de kabul görmesini şaşkınlık içerisinde izlerler. İzmir mitinginin ertesinde vaziyeti anlamak için Mustafa Kemal tarafından görevlendirilen Kazım (Özalp) Paşa’nın raporu, yaşanan paniğin bir tezahürü olarak anlam kazanır: “Fethi Bey’in İzmir’e gelişiyle Halk Fırkası erimiştir. Ve Fethi Bey seyahatine İzmir’den Balıkesir’e doğru devam ederken her geçtiği yerde Halk Fırkası’nı söndüre söndüre git[miştir]”.(76) Halk düzeyinde gerçekleşen bu gelişmelerin yanı sıra, bilhassa Halk Fırkası ileri gelenlerinin kabul edemedikleri bir başka durum daha vardır. O güne kadar hiç muhalifleri olmadan Türkiye’yi istedikleri gibi yöneten bu insanlar, güdümlü bir muhalefet dahi olsa Fethi Bey’in politik eleştirilerini kabullenemezler. En basit şekliyle bile olsa eleştirilere hoşgörü gösteremezler. Gerçekleşen eleştirilerin çok partili sistemi öngören modern siyasetin bir parçası olduğunu dikkate alamazlar. Fethi Bey’in şu sözleri o günün havasını yansıtması açısından önemlidir: “Benim, artık alışılması şart doz içinde ve en hâlis niyetlerle yaptığım bu ilk tenkitler bile, Halk Fırkası hükümet çevrelerinde büyük bir teessür, hatta taşkınlık yaratmıştı. Buna hem hayret ettim, hem de çok üzüldüm, hattâ ümitsizlendim”.(77) Daha da ilginç olanı, bir gazetecinin “İktidar mevkiine geçmek arzusunda mısınız?” sorusuna siyasi bir partinin başkanı sıfatıyla “Elbette” diyen Fethi Bey’in bu cevabı ‘’Devlet partisi” haline dönüşmüş olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nda kıyametleri koparır. Bu arzu hiçbir şekilde kabullenilemez. Konu Mecliste tartışma konusu haline gelir ve Serbest Cumhuriyet Fırkası başkan ve üyelerine karşı sert bir tavır takınılır.(78)

Mahalli seçimler siyasal gerilimi, daha doğrusu iktidar partisinin tedirginlik ve öfkesini daha da artırır. Serbest Cumhuriyet Fırkası, henüz Türkiye genelinde tam teşkilatlanamamasına rağmen seçimlere katılır.

Fakat, yoğun bir şekilde iktidar partisine üye olan yerel idarecilerin ve memurların tepkileriyle ve engellemeleriyle karşılaşır.(79) Serbest Cumhuriyet Fırkası adayları “sudan bahanelerle tevkif edilirler”, “baskı altına alınırlar”.(80) CHF’lılar gelenekleşmiş “irtica” suçlamasıyla kitlelerin Serbest Fırka’ya akışını engellemeye çalışırlar. Fethi Bey dayanamayıp, irti-canın anlamının çarpıtıldığını, asıl irticanın iktidar partisi mensuplarının yaptığı şey olduğunu Millet Meclisi’nin kürsüsünden söylemekten kendisini alamaz.(81)

Seçimler son derece gergin şartlarda gerçekleşir. Cumhuriyet Halk Fırkası mensubu yerel yöneticilerin bütün engellemelerine rağmen, halkın Serbest Fırka adaylarına ilgisi büyük olur. Bunun üzerine Cumhuriyet Halk Fırkası yönetimi gelenekselleşmeye başlayan seçim hilelerinden birisini daha devreye sokar. Serbest Fırka adaylarının kazandığı yerler noterlerle tespit edilmesine rağmen, mazbatalar Cumhuriyet Halk Fırkası adaylarına verilir.(82) Bu nedenledir ki, Serbest Fırka yönetimi seçim sonuçlarının gerçeği yansıttığını hiçbir zaman kabullenmez. Hatta Fethi Bey yıllar sonra bile “aslında seçimleri biz kazanmıştık”(83)iddiasını devam ettirir.

Fethi Bey, partisinin seçimler sırasında yaşadığı sıkıntıları, engellemeleri ve seçim hilelerini Mustafa Kemal’e şikayet eder. Fakat aradığı hakemliği bulamaz.(84) Bunun üzerine Meclis’te yaptığı konuşmayla özellikle içişleri balanı Şükrü Kaya’mn dikkatini konuya çeker ve yürütülen olumsuz davranışların, hilelerin engellenmesi için harekete geçilmesini ister. Görevinin gereklerini yerine getirmesi için kendisine yapılan davet üzerine bir konuşma yapan Şükrü Kaya, olaylara müdahale etmek yerine gerçekleşenleri onayladığı anlamına gelen sözler sarf eder; “gericilerin, saltanatçıların ve adı suçluların Serbest Fırkada yuvalandıklarını”, bu kimselerin “yıkıcı propagandalar” yaptıklarını ve “31 M art hadiseleri göz önünde iken bir dahiliye vekilinin hadisata seyirci kalması kadar büyük gaflet olama[yacağını]”(85)belirterek yaşananlar karşısındaki konumunu dile getirir.

Seçimlerin hangi şartta gerçekleştiğini göstermesi açısından yabancı bir gözlemcinin Trakya bölgesindeki seçimlerle ilgili raporu önemlidir:

“Trakya’nın öteki şehirlerinde olduğu gibi Edirne’de de 17 gün süren bu seçimler özgür olmamıştır. Örneğin, muhalefet partisinin kırmızı oy pusulalarını taşıyan seçmenlerin oylarını kullanmalarına, adlarının kütükte yazılı olmadığı gerekçesiyle izin verilmemiştir. Suçlu ve cezaevi kaçkını tipinde adamlardan oluşan çeteler, Yıldırım, Kayık, Kirişhan ve Karaağaç bölgelerini geceleri dehşete salmışlardır. Kargaşalıklar baş gösterdiği haber verilmiştir. Seçimler sırasında, muhalefet partisinin adayları ve etkili üyeleri, geceleyin evlerinden çıkamamışlardır. Edirne’de seçim, belediye binasının önünde, polis müdürü ile yardımcısının gözü önünde yapılmıştır. İlk kez, bu seçime kadınlar da katılmıştır…

Seçim özgür koşullarda yapılsaydı ve oy kullanmada yolsuzluklar olmasaydı, Edirne’de ve Trakya’nın her yerinde SCF kazanırdı.

Köylüler olsun, Edirne ve Trakya şehirlileri olsun, İsmet Paşa hükümetinden memnun değildirler ve bu idarenin Trakya için hemen hiçbir şey yapmamasından ötürü, değişmesini istemektedirler. Trakya’nın her yerinde sokak ve yollar yok gibidir, şehir ve kasabalar yüzüstü bırakılmıştır. Ekonomik planda ve sağlık konularında hiçbir şey yapılmamıştır. Yoksulluk içinde yaşayan kırsal nüfusla ilgilenilmemektedir. Vergiler çok yüksektir ve yöneticiler vergilerin ödenmemesini umursamamakta, vergi vermeyenlerin ellerinde ne kaldıysa alıp onları hapse atmaktadırlar. Trakya halkı hükümetin değişmesini istemekte ve ülkenin bu kesiminde yeni hükümetin herşeyi düzelteceği umulmaktadır”.(86)

Muhalefet partisinin kontrollerinde tutamayacaklarını anlayan üst bürokratlar büyük bir gerilim içerisindeyken, Mustafa Kemal, Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi’ye kendisine hitabeden yayınlayacağı bir mektup dikte ettirir.(87) 9 Eylül günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve Mustafa Kemal’i duruma müdahale etmeye çağıran yazıya, Mustafa Kemal, ertesi gün, kendisinin Cumhuriyet Halk Fırkası ile bağını vurgulayan bir cevap verir. (88)Mustafa Kemal’in iktidar partisini tutacağını ifade eden açıklaması Serbest Cumhuriyet Fırkası için sonun ilanından başka bir anlama gelmez. Mustafa Kemal’e rağmen siyaset yapılamayacağı bilinmektedir. Bu durumda Serbest Fırka’nın kendisini feshetmesinden başka çare yoktur. Ve 12 Ağustos’ta başlayan ve 17 Kasım’a kadar devam eden 99 günlük bir siyasî hayat sona erer.(89) Kongar’ın değerlendirmesiyle; “devletçi-seçkinler” in güdümlü demokrasi yoluyla “gelenekçi-liberal” düşünceleri denetleme çabasının ürünü olan Serbest Cumhuriyet Fırkası, “devletçi-seçkinler”in güdümlü bir muhalefeti bile kabul edememesinin kurbanı olmaktan kurtulamaz.(90)

 

2.Yazı için bkn:

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce