Oryantalizm’in Genelleştirme ve Karşılaştırmacı Yöntemi-2

35_oryantalizm_the_bazaar-300x200 Oryantalizm'in Genelleştirme ve Karşılaştırmacı Yöntemi-2

ORYANTALİZM-NEDİR-KÖKENİ-VE-TARİHSEL-GELİŞİMİ-1 Oryantalizm'in Genelleştirme ve Karşılaştırmacı Yöntemi-2Oryantalist söylem

Edward Said, bu bölümün başında verdiğimiz üç Oryantalizm ta­nımının ardından, Oryantalizmin, bir söylem olarak incelenmedikçe, Aydınlanma sonrasında Avrupa kültürünün Şark’ı siyasal, sosyolojik, askerî, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak çekip çevirebilmesini -hatta üretebilmesini- sağlayan o müthiş sistemli disiplinin anlaşılmasının olanaksız olduğunu söyler. Çünkü Şarkiyatçılığın öylesine yetkin bir konumu vardı ki, Said’e göre “Şark’a ilişkin yazan, düşünen, eyleyen hiç kimse, bu işleri, Şarkiyatçılığın düşünce ile eyleme dayattığı sınırlamaları hesaba katmaksızın yapamazdı.” Daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz: “Şark, Şarkiyatçılık yüzünden bağımsız bir düşün­me ya da eyleme nesnesi olamadı (hâlâ da değil). Bu, Şarkiyatçılığın Şark hakkında söylenebilecekleri tek yönlü olarak belirlediği anlamına gelmiyor; bütün çıkar ağının, ‘Şark’ denen özel bütünlüğün söz konu­su olduğu her durumda etkili (dolayısıyla bağlayıcı) olduğu anlamına geliyor.48

Said, Avrupa kültürünün bu gücünü ve kimliğini, kendini Doğu karşısında konumlandırarak nasıl gerçekleştirdiğinin ifadesi olan Or­yantalizmi anlamak için Michel Foucault’nun çeşitli kitaplarında ta­nımladığı “söylem” kavramını kullanmanın işe yarayacağını düşün­müştür.

Oryantalist söylemin özü, Doğu’nun yalnızca dinlerinin değil, dil­lerinin, ırklarının, etnik kökenlerinin, psikolojilerinin, duygu ve dü­şünce biçimlerinin, toplum yapılarının, olay ve eşya karşısında etki ve tepkilerinin, kısacası her şeylerinin Batılılardan farklı ve onlarla asla uzlaşmaz olduğunun ortaya konulmasıdır. Sonuçta Doğu, Oryanta­list söylem sayesinde bütün bu “normal olmayan” farklı özellikleriyle kalmaya mahkûm edilmiştir. Doğulu, Avrupalı araştırmacının kendisi için belirlediği sınırlar içinde şimdiki aşağılanmış, sömürgeleştirilmiş ve geri konumundan, kendim Batılı modernlikten koparan Samilikten, Araplık, Türklük veya Hintlilikten kurtulamayacak bir çember içine sokulmuştur. Doğu’nun bu olağanın dışındaki farklılaştırılmış farklı­lığı, Batı’nın kendini özerk bir özne olarak kurgulamasının önkoşulu olarak (çünkü Batı kendini bu farklılığa dayalı karşıtlık içinde kurar) yapay biçimde yaratılmıştır.

Burada Foucault’nun, iktidarın uygulanmasını başkalarının eylemle­ri üzerinde eylemde bulunmak olarak tanımladığını49 hatırlamakta fayda vardır. Böylece “eylem” değil, “başkalarının eylemi üzerinde eylem”in önem kazanması gibi, burada da asıl dikkat edilmesi gereken şey “farklılık” değil, “farklılığın farklılaştırılması” olmaktadır. Böylece do­ğal olan farklılık, kendi içinde yeni bir farklılaştırma işlemiyle olumlu bir özellik, ya da İnsanî bir çeşitlilik olmaktan çıkarılmıştır. Eğer Batılı­larca yapılan araştırmalar zaman zaman içlerinde sınırlı olarak olumlu bir farklılık ve çeşitlilik özelliği barındırıyorsa, bunları bugüne dokun­mayacak şekilde geçmişe ait birer nitelik olarak kavramalıyız. Böylece modernlikten soyutlanarak ortaya konulan araştırmalardaki “bu çeşit­lilik, geriye ve geçmişe doğru, genelliğin köksel bitim noktasına doğru” sıkıştırılmış ve kısıtlanmıştır hep. “Her modern, yerli davranış örneği, süreç içinde gücü artan bir kökensel bitim noktasına geri gönderilecek bir akış olup” çıkmıştır; işte “bu ‘havale etme’ biçimi, Şarkiyatçılık di­siplininin ta kendisiydi. “[50

Örneği Renan’ın, Samileri “kesintiye uğramış gelişim örneği” diye anmasının nedeni budur; “işlevsel açıdan bakılacak olursa bu söyle­nen, Şarkiyatçı için, modern olduğuna ne kadar inanmış olursa olsun hiçbir modern Saminin kökenlerinden gelen zorlamaları aşamayacağı anlamım taşıyordu. Bu işlevsel kural hem zamansal hem uzamsal düz­lemde işliyordu. Hiçbir Sami, zaman içinde, bir ‘klasik’ dönem geli­şiminin ötesine geçemedi; hiçbir Sami, çadırının ve kabilesinin kırsal ortamının dışına biraz olsun çıkamadı. Halihazırdaki ‘Sami’ yaşamının her tezahürü, ilkel döneme dair açıklayıcı ‘Samilik’ kategorisine geri gönderilebilirdi, gönderilmeliydi de.51

Said, Batı’nın Doğulu Öteki’yi bilme arzusunun nasıl onun iktidar arzusuyla iç içe geçmiş olduğunu başarıyla göstermiştir. O, Oryantalist söylemin ortaya çıkışının, sömürgeciliğin dorukta olduğu döneme rast­ladığını hatırlatarak, “Batı’nın ürettiği bilgi ile iktidar arzusu ve öteki kültürler üzerindeki hakimiyeti arasındaki içsel bağı gösterir. “[52] Bilgi ve iktidar bağlantısını temellendiren Foucault’ya göre güç, çok geniş bir dil ve kurumlarda yerleşiktir ve biz bu dil ve kurumlarla dünyayı tanımlar, anlar ve kontrol ederiz. Onun “eserlerinde yer alan bilgi/ güç analizi, Said’in meşhur oryantalizm çalışmasında, içinde tarafsız Occident/Orient (Batı/Doğu) karşılaştırmasının bir güç ilişkisi olarak ifade edildiği farklılık söylemi ile taban oluşturmuştur. Oryantalizm, egzotik, erotik, tuhaf Orient’i; kategoriler, tablolar ve kavramlarla aynı anda tanımlanan ve kontrol edilen, anlaşılabilir ve kabul edilebi­lir bir fenomen haline getirmiştir.

Bilmek hakim olmaktır. Oryantalist söylem sonuç olarak, teoloji, edebiyat, felsefe ve sosyoloji aracılığıyla ifade edilen önemli ve sürekli bir analiz çerçevesidir ki, bu çerçeve yal­nızca emperyalist ilişkilerin ifade edildiği bir alan değil, aynı zamanda gerçek bir siyâsî güç alanı olmuştur. Oryantalizm, gerçekçi Batılı ve tembel Doğulu arasındaki zıtlık etrafında organize edilen bir karakter tipolojisi oluşturmuştur. Oryantalizmin görevi, Doğu’nun sonsuz kar­maşıklığını, belli tipler, karakterler ve kurumlar haline dönüştürmekti. Egzotik Orient’i, ulaşılabilir bilgi sistematik tablosu içinde sunan anla­tılar, bu nedenle Batı hâkimiyetinin tipik bir kültürel ürünü idi. “[53]

Said’in çözümlemesine göre Oryantalist söylemin gerçeği, onlar kendilerini anlamaya çalışmadıkları ve Batılılar hakkında konuşmadık­ları halde, Batılıların Doğulular hakkında ne bildikleri ve ne söyledik­leriydi. Böylece Oryantalizm, zıtlıklar esasına dayalı, gerçekliği olma­yan bir Doğu kuruyordu. Burada karşılaştırma yapılacak toplum, diğer toplumların yetersizliği ve geri kalmışlığına karşın, akılcılık, gelişme, demokratik kurumlar ve ekonomik kalkınma gibi bir dizi zorunlu ve üstün özelliklere sahipti. Oryantalist söylem bunları, Batı toplumunun kendine özel karakteri haline getiriyor, karşı sosyal biçimlenmelerin de kusurları ve eksiklikleri olarak açıklıyordu. Said’e göreyse Doğu, gerçeklikte karşılığı olmayan uydurulmuş bir dünya değildir ve ken­disi için kurulan söylemden daha büyük, yalm bir gerçekliği vardır. İşaretlenmiş bir Doğu ile gerçek Doğu arasındaki farktır bu.

Foucault, kelimelere düşünceyi temsil etme görevi ve gücünün yüklendiğini belirtir. Temsil etmek, “tercüme etmek, göze görünür bir aktarım yapmak, düşünceyi bedenin dış kanadı üzerinde, tamlı-ğı içinde yeniden üretebilen maddi bir ikiz imal etmek anlamına gel­mektedir: dil düşünceyi, tıpkı düşüncenin kendi kendini temsil ettiği gibi temsil etmektedir.”[54] Dilin bu gücünün, bir örüntü olarak fikirlere dayattığı ve Foucault tarafından ‘söylem olarak adlandırılan kavra­mı açıklamak için Loomba, Oxford English Dictionary’ye başvuruyor: Sözlük, “Latince cursus ya da ‘gidip gelme, sağa sola koşuşturma’dan gelen ‘gidimli’nin/’söylem’in (discourse) birkaç anlamı olduğunu bil­dirir -ileri doğru gitme, süreç ya da zamanın, olayların, eylemlerin art arda gelmesi; akıl yürütme yetisi ya da rasyonellik; düşüncenin söz ya da söyleşiyle iletilmesi; bir anlatı, öykü ya da açıklama; aşinalık ve bir konunun uzunca ele alındığı ya da işlendiği sözlü ya da yazılı analiz. Sözlük, bu son anlamın sözcüğün bugün geçerli olan anlamı olduğunu bildirir bize. Michel Foucault’nun çalışmasındaysa daha önceki anlamların bazıları yeniden gündeme getirilir ve sözcüğe başka anlamlar ilave edilir. “[55]

İnceleyin:  Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Özgürleşmesi

‘Söylem’ kavramı, Said’in Şarkiyatçılık adını taşıyan kitabında ve Foucault’nun adı anılarak kullanılmasından sonra daha çok tanınıp yayıldı ve üzerinde önemle durulmaya başlandı. Said bu kelimeye ne kadar şey borçluysa, kelimenin Said’e daha fazlasını borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu geniş anlamıyla artık “söylem”, eleştirel teorinin ve postkolonyal eleştirinin merkezinde yer almaya başlamış, özellikle ko­lonyal çalışmaların mutlaka anmadan geçemeyecekleri bir karakter ka­zanmıştır. Loomba bu gerçeği dile getirdikten sonra şu bilgileri veriyor:

Foucault’nun söylem kavramı, delilik üzerine yaptığı çalışmadan ve özne üzerine içten bir perspektifi ya da başkalarının onlar hakkında söyledikle­rine karşın akıl hastası (insane) insanların sesini canlandırmayı istemesin­den doğdu. Bu zorlu bir görevdi -toplumsal dolaşıma sokulmaya değmez addedilmiş olan sesleri nasıl yeniden gün ışığına çıkartabilirdiniz ki?

Fou­cault bu seslerin işitilebileceği nadir yerlerden birinin edebi metinler oldu­ğunu gösterdi. Bir insan kimliği kategorisi olarak deliliğin çeşitli kurallar, sistemler ve yordamlar tarafından nasıl üretildiğini ve yeniden üretildiği­ni, yine bunların ‘normallik’i nasıl yaratıp delilikten ayırdığını araştırmaya başladı. Bu sistemler bilginin oluşturulduğu ve üretildiği ‘söylem düzenini’ ya da bütün bir kavramsal bölgeyi biçimlendiriyordu. ‘Söylem düzeni’ yalnızca düşünüleni ya da söyleneni içermekle kalmaz, aynı zamanda ne­yin söylenip neyin söylenemeyeceğini, neyin rasyonel kabul edilip neyin dışlanacağını, neyin delilik ya da itaatsizlik olarak görülüp neyin hastalık ya da toplumsal açıdan kabule şayan sayılabileceğini düzenler.[56]

İşte Oryantalizm, gücün dil sorunsalı içinde maddîleşmesi anla­mında bir söylem olarak, Batı emperyalizminin hegemonik olduğu andır. ‘Söylem düzeninin’, aynı zamanda söylenip söylenemeyecek veya rasyonel kabul edilip edilmeyecek şeyleri de belirlemesi, Said’in Oryantalist metinlerin sadece bilgi üretmediğini, ona ilişkin gerçek- ligi de yarattığını söylediği şeydir. Batı’nın kurduğu hegemonya ile gerçekleşen bu düzen, tersinden bir kurguyla, önce bilginin kendisini oluşturur, sonra da bu bilgiye uygun nesneyi yaratır. Çıkış noktası ve­rili hale getirildiği için, sonuç da zorunlu olarak buna uygun olacak­tır. Burada verili olan şey, Doğu’nun Batı’nın karşıtı, onun aynadaki ters görüntüsü olduğudur. Daha önce Balfour örneğinde belirttiğimiz gibi, Doğu’nun tarih boyunca kendi kendini yönetmesinin izine bile rastlanmamasının bir veri olarak ortaya konulması, onu yönetmek için Batılı sömürgecilerin yönetimini meşrulaştırıyordu.

Hatta Balfour, sır­tını kendinden Önce geliştirilen Oryantalist bilgiye dayayarak “onların yönetiminin bizim tasarrufumuzda olması, onların tüm dünya tari­hi boyunca idaresine girdikleri diğer yönetimlerden çok daha iyi bir yönetim altında olduklarını, bunun yalnız onlar için değil kuşkusuz tüm uygar Batı için bir kazanç olduğunu gösteriyor” diyebilmişti. Said Oryantalizmin, sadece sömürge yönetimim aklîleştirmenin bir yolu ol­madığını, sömürge yönetimim her şey olup bittikten sonra değil, daha baştan temellendirdiğini söylerken buna işaret ediyordu.[57] Yıllar, hatta yüzyıllar boyunca keşif yolculukları, ticaret ve savaş ilişkileriyle oluş­muş deneyimler sonucu, “bağımlı ırklar”ın nasıl elde edilecekleri ve yönetilecekleri konusunda yeterli birikim sağlanmıştı. Sömürgecilik, toplanan bu bilgilere uygun gerçekliğin kurgulanmasından sonra or­taya çıktı.

Kısacası Doğu, sürekli olarak Batı’nın sahip olduğu şeylerden yok­sunluğu içinde tanımlanır. “‘Doğu’ her zaman için Batı’dan başka bir şeyle, Batı’nın basitçe sahip olduğu düşünülen şeylerle kıyaslanarak Batı’nın ‘Öteki’si haline gelir. Batı ile Doğu arasındaki ayrım Doğunun işaretlenişi, damgalanışıdır. Oryantalizmin dışına çıkarak, Doğulu toplumların kavramsallaştırılmalarını tersine çevirmeyi, tarihlerini, üretim biçimlerini, politik yapılarını yeniden yazmayı denediğimiz­de, muazzam güçlüklerle karşılaşmamızın nedeni budur. Çünkü bize tarihsel olarak verili olan, zaten ‘hegemonize’ edilmiş bir farktır. Birçok durumda, yazılmaya çalışılan Doğunun tarihi değil, Batının tarihinin bir tersi, ya da onun Doğu’daki suretidir. Oryantalist söylem açısından baktığımızda, Batı kendi tarihini, zamanını ve kısaca kendini, Doğu ile arasındaki farka dayanarak, yani Doğu’yu tarihten,sivil toplumdan, kentsel yapılardan, bireysellikten vb yoksun diye damgalayarak kurmuştur.,/58

Bir kez daha Foucault’ya dönerek ve onun birey konusunda söy­lediklerini topluma uyarlayarak şöyle diyebiliriz: Böyle bir hege­monya veya iktidar biçimi, toplumu kategorize ederek, farklılığı içinde belirleyerek, bir kimliğe bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, toplumları nesneleştiren bir iktidar biçimidir; denetim ve bağımlılık yoluyla baş­kasına boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi.[59

Batı hegemonyasının kurulmasında ve sürdürülmesinde önemli rol oynayan Oryantalizmin asıl önemli işlevi, siyasal, ekonomik ve kültü­rel bir birlik olarak Batı’yı ve Batılı özneyi hâkim bir evrensel norm ve merkez olarak kurmasıdır. Bunun nasıl sağlandığı konusunda “kilit nokta, Batı’nın kendinden farklı toplumları ve kültürleri bir karşıtlık­lar dizgesi, bir karşılaştırmak ölçek içine yerleştirerek temsil etmesidir. Bu söylemsel dizge dilin ayrımsal (differential) yapısına yerleşiktir, dil ile çalışır. Karşıtlığın bir kutbu hep bir “yokluk” ya da “eksiklik” ile işa­retlenir, böylelikle diğer kutbun üstünlüğü hiç ifade edilmeksizin açık hale gelir.60

Karşıtlığın olumlu kutbu olarak kabul edilen Batı’da var olan bir özelliğin (örneği sivil toplum), olumsuz olarak gösterilen kut­bunda bulunmadığı söylenerek Doğu, eksildi bir toplum haline getiril­miş olur. Burada önemli olan, herhangi bir özelliğin gerçekten Doğulu toplumlarda bulunup bulunmadığı değil, niçin Batılı toplumlara özgü bir özelliğin esas alındığıdır. “Yani bu karşılaştırma bir yargı içermek­tedir, hem de savarım aynı zamanda yargıç olduğu bir yargı: örtük evrensel norm (…) Batı toplumudur. (…) Bu karşıtlıkçı (oppositional) yapı aracılığıyla, Batı’nın dışında kalan toplumlar özel bir farklılık sis­temi içine yerleştirilir, “ötekileştirilirler, radikal olarak başka hale geti­rilirler. Örneğin zamansal olarak geriye itilirler ve Batı sistemi insanlı­ğın ulaştığı en son aşama olarak kurulur, ya da aynı bağlamda değişik fanteziler işlemeye başlar (örneğin “ilkel” siyah Afrikalının “aşırı cinsel gücü”, vb.). Böylece “başka” toplumlar ancak bu evrensel Batılı norma uzaklık veya yakınlıklarına göre tanınabilir hale gelir…[61]

Batı’nın hâkim bir evrensel norm ve merkez olarak kurulmasında, bilgi ve güç İkilisinin sıkı işbirliği hemen her zaman ön plandadır. Do- ğu’ya ilişkin bilgi, hem sömürgelerde kurulan ilişkilerle, hem de geli­şen etnoloji, karşılaştırmak anatomi, dilbilim ve tarihin kendi yararına kullandığı, yabana olana, olağandışı görülene yönelik yaygın ilgiyle pekişen bir bilgiydi.

İnceleyin:  Kitaplar ve Kütüphaneler

Romancılar, şairler, çevirmenler ve gezginlerce üretilen geniş bir edebiyat bütünü de bu bilgiye eklenmişti. Bunlar Av­rupa’yı üstün bir konuma getiriyordu. Batılılar, doğal bir hak olarak Doğulularla ilişkilerini, güçlü tarafla zayıf taraf arasındaki bir ilişki olarak görüyorlardı. Zayıf taraf olan Doğulular mantıksız, ahlâksız, çocuksu ve “farklı” dır. Buna karşılık Batılılar aklı başında, erdendi, olgun ve “normal”dir. Doğu artık bu şekilde düzenlenmiş, olumsuz­lukları içinde bir anlama kavuşturulmuş, Batı’nın Doğu’nun kimliğini saptamakta kullandığı karmaşık bilgisel tahrifler dizisiyle “bu şekilde” anlaşılması kolaylaştırılmış bir dünyadır. Doğu bilgisi Batı’nın gücün­den kaynaklandığı için, bir bakıma Doğu’yu, Doğuluyu, Doğulunun dünyasını yaratır.[62]

Oryantalist söylem yine bu çerçevede, sürekli şablonlarla (stereo- tip) çalışır. Bu basmakalıp imgeler -örneği 19. yüzyıla ait, günümüzde de değişik biçimlerde süren harem, odalık ve Doğulu despotun sınır­sız cinsel özgürlüğü efsanesi- “gerçek bilgilerden çok, Batılı (ve çoğu kez erkek) öznenin psişik dünyasına ait korkuların, arzuların ve fanta- zilerin ifadesidir. Bir kez kültüre girdikten sonra, psişik ve toplumsal bir temel bulabilen bir imge bir metinden ötekine alıntılama yoluyla yeniden-üretilir ve pekişerek, kültürel bir tortu haline gelerek ‘gerçek­lik’ kazanır. “63

Bu düşüncelerin oluşturulmasında kimlerin payı yoktur ki? Maxi­me Rodinson, Oryantalist kurumların kurulduktan sonra kısa zaman içinde işlemeye başladığını, 1829 yılının Ocak ayında Les Orientales adlı eserine yazdığı önsözde Victor Hugo’nun “Doğu ile ilgili araştırmalar hiçbir zaman bu kadar ileriye götürülmemiştir. XIV, Louis döneminde herkes Helenist’di. Şimdi Oryantalist olduk hep. Hiçbir zaman bu kadar aydın Asya denen uçununa bu kadar eğilmemiştir bir arada. Bu­gün Çin’den Mısır’a kadar doğunun her dilini inceleyen birer âlimimiz var”[64] dediğini aktarıyor. Artık bilginler, edebiyatçılara ve sanatçılara yol gösterirler. Hugo’nun danışmanları Emest Fouinet ile baron d’Eckstein, Goethe’nin danışmanları Friedrich von Diez ve daha birçoklarıdır:

Edebî ve artistik oryantalizmi Müslüman şarka ait her türlü olay teşvik eder. Bilhassa 19. asırda Avrupa politikasının büyük problemlerinden biri olan “Şark Meselesi”. Romantik egzotizmin kalkış noktası şark meselesi­dir. Konu Yunan savaşından itibaren büyük bir önem kazanır. Byron’u kendine çeken Doğu (1824’de burada ölür) Oryantalist resim için bir ilham kaynağı olur. Delacrobc’nun “Sakız adası katliamı” aynı yıl sergilenir.

Ro­mantiklerin Doğusu, geniş yığınların hafızasında uzun zaman yaşayacak olan imajı ile baştanbaşa bu tabloda ve “Les Orientales”dedir. Hugo eseri­nin ilk şiirlerini 1825’te yazmış; bir renk, bir debdebe, barbarca bir vahşet cümbüşü, haremler, saraylar, kesilen kelleler, çuval içinde denize atılan kadınlar, filikalar, hilâlli sancaklarla süslü kadırgalar, lacivert kubbelerin yuvarlaklığı, beyaz minareler, odalıklar, harem ağaları, vezirler, hurma ağaçları altındaki çeşmeler. Bu renkli tablolar keyfi yerinde batı burjuva­larının derin içgüdülerini, bulanık şehvaniyetlerini, şuuraltı mazoşizm ve sadizmlerini tatmin eder, hem de ucuzca. Heine’nin de söylediği gibi, ba­tılılar doğuya gittikleri zaman bile, orada bu imajı arayacak, gördüklerini insafsızca ayıklayacak, yerleşmiş bulunan görüşe uymayan ne varsa gör­mezlikten gelecektir.[65]

Günümüzde de merak, egzotizm ve ayıplama nesnesi, kültürel ve politik hasım, Avrupa’nın Aydınlanma ile birlikte geride bırak­tığı bütün karanlıkların somut temsilcisi olarak Batı’nın bütün bilin­çaltını tatmin eden Doğuyla ilgili aynı söylemler, değişik biçimlerde geçerliliğini koruyor: Siyasî despotluk, kültürel durgunluk, bilimsel cehalet, yüzeysellik, savsaklama alışkanlığı vs. vs. “Bu sebeple, egzotik ve erotik fantezilere meyyal bir âlem olarak algılanan İslâmî Şark, Av­rupa’nın kolektif kâbusu halini aldı. Batılı düşünürler için Müslüman­ları, Arapları, Türkleri ve Acemleri içine alan ‘Şarklılar’ sadece ‘gidimli bir alan’ işgal ediyordu. Onlar Rousseau’nun ideal ‘soylu vahşi’ tipi ve Montesquieu’nün Lettres persanesinde (İran Mektupları) uydurma Paris gezginleri görevini gördüler. Rousseau onları nostaljik olarak tabiatla uyum içindeki geçmiş bir çağın mümessilleri olarak gördü, Montesquieu ise devrindeki Avrupa hayatını tenkidinde onları sembolik bir söz­cü olarak kullandı.

Her iki durumda da Garplı benliğin kendisi üzerine metaforik yansımaları olarak hizmet gördüler.”[66] Bunlar Batı toplum- larında olduğu kadar, suçlamaya ve aşağılamaya maruz kalan Doğu toplumlarında da kültürel katmanlarda öylesine yerleşmiştir ki, artık kaynağının Oryantalizm olduğu neredeyse unutulmuş, âdeta tartışıl­maz imgelere dönüşmüşlerdir. “Örneğin Orta Doğu’daki herhangi bir gelişme (Irak savaşından tutun da Gaziosmanpaşa olaylarına kadar) hemen oryantalizmin sunduğu bir dizi hazır, el altında bulunan imge, kam ve kurgu ile anlamlı kılınmakta, anlaşılabilir hale gelmektedir.”[67]

Yüksel Kanar – Batı’nın Doğusu,syf.50-65

Dipnotlar.

[40] Bkz. Edward Said,Şarkiyatcılık, s. 42-43.

41] Age., s. 95.

[42]   Bkz. age., s. 160.

[43]   Age., s. 161.

[44]       Age,, s. 240.

[45] Age., s. 243.

[46]        Charles Lindholm, İslami Ortadoğu, s. 33.

[47]        Age., s. 34.

48-Edward Said, age., s. 13.

49-Michel Foucault, Özne ve iktidar, s. 75.

[50]         Edward Said, age., s. 246.

[51]      Age., s. 246.

[52]        Meyda Yeğenoğlu, “Peçeli Fanteziler: Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark”, s. 109.

[53]     Bryan S. Turner, Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm, s. 45.

[54]     Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, s. 127.

[55]     Ama Loomba, Kolonyalizm/Postkolonyalizm, s. 58.

[56]       Age., s. 59.

[57]     Bkz. Edward Said, age., s. 49.

[58]      Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı İslâm”, s. 44.

[59]      Bkz. Michel Foucault, özne ve İktidar, s. 63.

[60]     Keyman, Mutman, Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 11.

[61 Age., s, 11-12.

[62]    Bkz. Edward Said, age,, s, 49-50,

[63]    Keyman, Mutman, Yeğenoglu, age., s. 8-9,

[64] Maxime Rodinson, Batiyı Büyüleyen İslam, s. 63.

[65] Age., s. 64.

[66]    Mehrzad Boroujerdi, İran Entelektüelleri ve Batı, s. 32-33.

[67]      Keyman, Mutman, Yeğenoğlu, age., s. 9. “The Guardian ve Economist gibi tanın­mış ve saygın Batılı yayın organları, İstanbul’daki Gaziosmanpaşa olaylarını fanatik İs- lama bir grubun laiklere saldırısı olarak anlatmıştı! Bu yayın organlarının, dolayısıyla Batı kamuoyunun Türkiye’de olan herhangi bir olay, anlatmayabilmesi ancak bu ste­reotipi kategoriler sayesinde mümkün gözükmektedir sanki…” Age., s 9 dipnot 2

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir