Biz geleneğin içinde dünyanın içinde bulunduğumuz gibi bulunuruz. Onu bir seçim konusu yapamayız ve ondan ayrılamayız.
Arap düşüncesinin gelenek meselesine dair konularla uğraşmasının üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra araştırmacıların geleneğe ait meselelere yönelik ilgileri zayıfladı gibi. Konunun peşini bırakmayanlara böyle gelmekte… Peki, bu durum gelenek sorunsalının çözüldüğü anlamına mı gelir?
Hakikaten de bir dönem İslam ilim ve düşünce geleneği üzerine çalışmak epeyce yoğundu, o denli ki zirveye ulaşmıştı. Fakat bu çalışmaların gittikçe azaldığının görülmesi, ne gelenek meselesinin nihai çözüme kavuştuğunu ne de insanlar nezdindeki öneminin azaldığını gösterir.[1] Müslüman Arap, zihninde kimlik veya kişilik kaygısı taşıdığı müddetçe geleneğine müracaat etmek durumundadır. Zira kimliğinin inşası veya tahkimini sağlayacak dinamikleri ancak orada bulur. Tahkik ehli olmayan bazı araştırmacıların gelenek hakkında verdikleri menfi hükümler, Arap bireyi kendi kimliğini koruyacak az veya çok sayıda unsuru talep etmek üzere geleneğe başvurmaktan alıkoyamaz. Keza onu kendi geleneğinden yabancı bir kimlik edinmeye de yöneltemez. Çünkü onun geleneğiyle ilişkisi, aklıyla yetinip zihinsel çaba sonucu geliştirdiği nazari bir ilişki değil, bilakis tüm benliğiyle yaşadığı amelî ve içsel bir ilişkidir. Bu ilişki, istediği zaman dâhil olacağı, istemediği zaman da haricinde kalacağı ihtiyari bir yapıda da değildir. Bilakis zorunlu bir ilişkidir, ona dâhil olma veya ondan çıkma hususunda insanın hiçbir dahli yoktur. Zaten hep görülen bir husus değil midir ki, [Müslüman şahsiyetin] kimliği pratikte tehdit altında veya imkânları bakımından bir tıkanıklığa maruz kalır kalmaz o tereddüt etmeksizin, gecikmeksizin tevarüs ettiği engin geleneğine başvurur. Orada kimliğini tespit ve tahkim edecek dinamikler arar.
Aslında geleneğe duyduğumuz ihtiyaç kadar onun içinde kaybolmamak zorunda olduğumuzu da hissediyoruz. Bunu açıkça fark etmekteyiz. Fakat bu tarz bir dengeyi tutturmak epeyce zor_Peki neden?
Gelenekle ilgilenmenin faydasız bir geçmişle ilgilenmek olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı bizi içinde bulunduğumuz zamana önem vermekten alıkoyacak şekilde onda kaybolmaktan belki korkabilirdik. Farz edelim ki bir kimse kendi öz geleneği ile ilgilenmeyi bıraktı, bu durum hiçbir şekilde onun her türden gelenekle kopuş yaşadığı anlamına gelmez. Bilakis onun başkasının geleneğine yöneldiği anlamına gelir. Çünkü o, meselenin tabiatı icabı behemehâl bir payandaya muhtaçtır. Söz geli- mi modemite adına geleneğe başvurmayı terk etmeye ve Batı’nın ortaya koyduğu modern bilgiye tutunmaya çağıran bir kimsenin bu çağrısı, hiç şüphesiz ki kendi öz geleneği yerine yabancı bir gelenekle ilgilenmeye davet eden bir çağrıdan ibarettir. Zira modern bilginin temeli, bilindiği üzere, Batı geleneği üzerine kuruludur, onun niteliklerini ve etkilerini mütemadiyen taşır. İstedikleri kadar onlara nesnellik, bilimsellik ve rasyonellik gibi vasıfları atfetsinler. Çünkü bizzat bu kıstaslar söz konusu yabancı geleneğin ürettiği değerlerden ibarettir. Bu yüzden en fazla Batılı gelenek kadar kapsamlılık ve evrensellik arz edebilirler. Ne acayiptir ki, bu değerlere çağıran Arap ve Müslüman düşünürler, onlardaki izafi ve yerel tarafı görmekten hâlâ acizler. Peki, durum bu olduğuna göre anılan değerleri eleştirip düzeltmelerini onlardan nasıl bekleyebiliriz? Zira öyle bir dürümdalar ki, bu değerlerin alternatiflerinin olabileceğini düşünebilmeye bile hayli uzaklar. Oysa bilmekteyiz ki, bu değerler nicedir bizzat onlan üretenler tarafindan şüpheye konu edilmekte ve sınırlılıkları gün yüzüne çıkarılmaktadır.
Hakikat o ki, yetilerimize güvenimizi tazelemek ve ilham kaynaklarımızı asli hâle getirmek istediğimiz müddetçe kendi asli geleneğimize müracaat etmemiz geçmişteki gibi bugün de, gelecekte de önemli bir irade olarak varlığını koruyacaktır. Gelenekle kalıcı şekilde bağ kurmanın anlamı, onda yer alan her şeyi olduğu gibi, geçmişin ve günümüzün gereklerini dikkate almaksızın korumak demek değildir. Esasen böyle bir şey mümkün de değildir. Hiç kimse içinde yaşadığı zamanla ilişkisini tamamen koparamaz. Keza, geçmişe gidip o günün değerleriyle tıpkı atalarının yaşadığı gibi yaşayamaz. Bunu iddia eden ya müfteri ya da gafildir. Çünkü içinde yaşadığı zamanın muhtelif etkilerini, beden ve ruhundan çıkarıp atması hiçbir şekilde onun gücü dâhilinde değildir. Velev ki bakır bir testinin içine girsin ve kapağını üzerine kapatsın. En sonunda o, bu bakır testiyi de kendi çağının usulü ve yaşadığı zamanın tecrübesiyle yapmak durumunda kalmayacak mıdır?
Düşünsel pratiğimiz içinde geleneği etraflıca ve iyice düşünmeye yönelik metodolojiler ve yollar nelerdir?
Geleneği eleştirme hususunda seçilen metodolojilerin ve teorilerin doğru kabul ettiklerinin çoğunu uygun bulmak zor. Bunlardan bazılarını, tartışmaya elverişli bir iklim sağlamak için razı olsak, onların sonuçlarının çoğunu uygun görsek ve yine diğer bazılarının da teorik sonuçlarını kabul etsek bile uygulamalarının ekseriyetini benimsemek hayli güç. Bu zorluk, mezkûr metodoloji ve teorilerin geleneğin içerdiği bilgi müktesebatı hususunda açık hatalara düşmesinden ileri gelmektedir. Onları uygulayanlar geleneğin içerdiği bilgiler hususunda aceleci hükümler vermişler. Oysa ilk görevleri, mezkûr bilgileri hakikati üzere bilmeyi talep etmeleridir. Söz konusu zorluğun bir diğer sebebi de bu kimselerin geleneği eleştirmede sarıldıkları gerek rasyonel ve gerekse ideolojik olsun metodolojik araçlara hâkim olmamalarıdır. Doğrusu geleneğe yönelik en sahih ve faydalı teoriler, araştırmacının kullanımına yönelik güçlü bir meleke elde ettiği menkul teorilerdir. Bu teoriler, aynı zamanda geleneği teşkil eden metinlere başvurup muhtevası hakkında düşündüğü ve içerdiği meseleleri hakkıyla kavramak istediği zaman okura özgün fikir üretimi, içtihat ve tecdit yapabileceği bir yeti kazandırmalıdır. Bu yeti de onların bu metinlere ve geleneği üretenlere güvenlerini zayıflatarak sağlanamaz. Ne var ki fikrî sahada geleneği okumaya yönelik geliştirilen metodoloji ve teorilerin birçoğu bunu yapmakta. Kalkıp geleneği sadece yabancıdan nakledilene hasredecek denli indirgemekte2 veya geleneği inşa eden, dönemlerindeki düşünsel üretimin öncüsü âlimleri itibarsızlaştırmaktadır. Oysa alınan mirasa ve onu bırakana güvenmek — velev ki ürettikleri bilgilerin günümüze uygun olmadığı düşünülsün- vârisine yeniden verimli bir üretimde bulunma ve inşa etkinliğine kaldığı yerden başlama hususunda kendi yetilerine güvenme duygusu kazandırır.
Geleneğe yönelik okumalar, inceleme ve araştırma yöntemlerinde farklı referanslara sahip hareket noktalarının belirlenmesinden dolayı çeşitlilik ve farklılık arz etti. Öyle ki kendimizi materyalist, rasyonel, manevi birçok gelenek karşısında buluyoruz. Peki sizin geleneğin anlamını açığa çıkaran aynı özelliği taşıyanların hepsini içine alan, taşımayanları dışarıda bırakan tarifiniz nedir?
Çokluk arz eden, geleneğin hakikati değil, bilakis ona yönelik düşünme biçimleridir. Buna gelenek okumaları da diyebilirsiniz. Geleneğe bakış ve onu okuyuş hep böyle çokluk gösterecektir. Hatta yeni metodoloji ve teoriler ihdas edildikçe bu okumalar daha da artacaktır. Kaldı ki, tabiatı icabı her vaktin kendine özgü bakışı ve okuma biçimi vardır. Daha doğrusu bakışları ve okuma biçimleri… Sahipleri, okuru sadece kendi okumasının doğru olduğu kanaatine itmedikçe bu bakış ve okuyuş çokluğunun geleneğe bir zararı yoktur. Ama elbette ki bu bakış ve okumalar, geleneğin muhtevasındaki bilgilerin özelliklerini tespit edebilme açısından birbirinden farklılık taşır. Bundan dolayı bilinen olgular toplamı olması itibarıyla gelenek tektir, çokluk arz etmez. Ama bu olgulara ulaştıran yollar, gerek tasvir ve gerekse eleştirme şeklinde olsun gelenekle ilgilenen düşünürler sayısınca çoktur.
Geleneğe yönelik kapsayıcı bir tanım getirmek gerekirse, onu geleneğin kapsamına giren iki kavramla mukayese etmek böyle bir tanım için hayli yerinde ve isabetli bir yol olacaktır. Bunlar kültür ve medeniyet kavramlarıdır. Açık olduğu üzere gelenek, kültür ve medeniyetten daha genel bir kavramdır. Zira kültür canlı, diğer bir ifadeyle rağbet gören ve uygulanması istenen millî değerlere dayanan söylemsel ve davranışsal üretim demek iken gelenek – kültürün içerdiği bu canlı millî değerleri kapsamanın yanı sıra- toplumun artık rağbet etmediği veya uygulamak istemediği, eş deyişle ölü değerleri de içerebilir. Keza eğer medeniyet canlı insani değerlere dayanan söylemsel ve davranışsal üretimden müteşekkilse gelenek -bu canlı insani değerleri kapsamasının yanı sıra- ölü, başka bir ifadeyle artık insanlığın rağbet etmediği ve uygulamadığı insani değerler de barındırabilir. Bu karşılaştırmaya binaen İslam-Arap geleneğine şöyle bir tanım getirmek mümkündür: Gelenek, Müslüman Arap’ın üretimse! varlığını, gerek ölü ve gerekse diri olsun birtakım millî ve insani değerlere bağlılığı içinde belirleyen muhtevalar ve araçlar toplamından ibarettir.
Eserlerinizde geleneği yeniden okumanın imkânını gündeme taşıyorsunuz. Bu okumanın ana hatlarını nasıl belirliyorsunuz? Size göre geleneği nasıl okumamız gerekir? Sizin okumanızı diğer okumalardan ayıran husus nedir?
Birden fazla kitabımda sadece geleneği okumada uyulması gereken kuralları ortaya koymaya değil, aynı zamanda bu okuma biçimini bizzat uygulamaya da çalıştım. Bu kurallara gelince, onları dört maddede toplayabilirim:
Birincisi: Geleneğe yönelik okuma, geleneği oluşturan metinlerin inşasını sağlayan asli araçlara en azından geleneğin muhtevalarına gösterdiği önem kadar önem vermeli, bu muhtevaları anlama hususunda adı geçen araçlara uymalıdır. Söz konusu önem ve riayeti gerekli kılan sebep, tslam-Arap geleneğinin büyük oranda bu araçların özellikle kelimelerle ve mantıkla ilgili olanlarının etkisi altında teşekkül etmesidir.
İkincisi: Yöntem meselesinde ortaya çıkan yenilikleri dikkate almak gerekir. Fakat bu yenilikler geleneğin metodolojik araçlarını ortadan kaldırmak veya özgünlüklerini perdelemek için kullanılmamalıdır. Tam aksine onlardan geleneğin araçlarının yapısını belirgin hâle getirmek ve işlemselliklerini (icrâiyye) yenilemek yönünde yararlanılmalıdır. Ayrıca gelenekten bu araçları ayırmakla yetinilmemeli, onları modern metodolojik yeniliklerle güçlendirmekten kaçınılmamalıdır. Zira bu tarz bir ayırma, eski olanı eski hâli üzere tekrarlamaktan ibaret olur ki, böyle bir çifte eskilikten asla bir yenilik çıkmaz.
Üçüncüsü: Yabancı bir gelenekten alman her metodolojik araç, İslam-Arap geleneğine uygulanmadan önce yeterli derecede tenkit ve tetkik faaliyetine tabi tutulmalıdır. Zira ancak bu suretle onların geleneğe uygulanma hususunda tasvir ve tefsir etmeye elverişlilikleri belirgin hâle getirilebilir. Örneğin rasyonalite aracını ele alalım. Biz kendi geleneğimizde rasyonalitenin bulunup bulunmadığına, ancak bu aracın Batılı kültürden alınan muhtevasının, bizim geleneğimizi değerlendirip düzeltmeye uygun olup olmadığına dair zihinsel bir netlik ve kesinlik elde ettiğimiz zaman hükmedebiliriz. Benim bu konuda ulaştığım hakikate göre bu kavramın Batılı muhtevasıyla kendi geleneğimizin değerlendirilip düzeltilmesine uygun olmadığı yönündedir. Çünkü Batılı rasyonalite, esasen nazarı bir soyutlama üzerine kuruludur. Oysa bizim geleneğimize hükmeden rasyonalite, amelî olanın istikamet üzere yerine getirilmesi şeklindeki temel üstünde yükselir.
Dördüncüsü: Okuma araçları hususunda yapılacak ayıklama ve tashih, başka bir tabirle aşılama faaliyeti tek yönlü olmamalıdır. Diğer bir ifadeyle sadece İslami araçların Batılı araçlara uyarlanması şeklinde yapılmamalıdır. Aksine adı geçen karıştırma ve aşılama etkinliğinin her iki yönden icra edilmesi gerekir. Batılı araçlar, Arap-İs- lami araçlarla aşılanmalı, zira bu tür çift yönlü bir aşılama, ayıklama ve tashih, Arap düşünürün önünde özgün üretim yolunu açacaktır. Çünkü bir taraftan asli araçları verimli hâle getirecek ve ona hayat verecektir, diğer taraftan da modern araçlarda sahiplerinin bile düşünemediği ufuklar açacaktır.
Bu dört ilke, benim ısrarla uyguladığım ana ilkeleri teşkil etmektedir. Bunları sadece geleneği okumada işletmiyorum, aynı zamanda İslam-Arap bilgi müktesebatına yenilik katmak üzere mütemadiyen sürdürdüğüm düşünsel çabalarımda da takip ediyorum.
Tecdîdü’l-menhec fi takvîmi’t-türâs [Geleneği Okuma ve Düzeltmede Metodu Yenilemek] isimli eseriniz, gelenek içinde Arap-İslam merkezli yeni bir metodoloji geliştirmeye katkı sağlamaktadır. Bu yeni metodolojinizin ana unsurları ve temel hatları nelerdir?
Bu kitapta geleneği okuma yönteminde sadece bir dönemeç değil, bilakis hakiki [epistemolojik] bir kopuş gerçekleştirmeye çalıştım. Burada size bu kopuşun üç tezahürünü zikretmek isterim.
Birincisi: Geleneğe yönelik önceki okumalar, konjonk- türel, kültürel ve siyasi saiklerin baskısı altında aceleyle geleneği modernize etmeyi, rasyonalizasyona tabi tutmayı, günün şartlarına uyarlamayı veya gelenekte bir ayıklama yapmayı amaçlıyordu. Benim geleneği araştırmaya yönelirken gözettiğim hedef bunlardan hiç biri değildi, bilakis tüm amacım geleneği salt ilmi düşünüş gereğince nesnel belirleyicileri ve özsel kurucu unsurları vasıtasıyla bilmekti. Çünkü bana göre rasyonalizasyona tabi tutmak, günün şartlarına uyarlamak veya bir ayıklama yapmak şeklindeki diğer hedefler ancak geleneğin sahip olduğu belirleyici ve kurucu unsurlara dair kapsamlı bir bilgi ve bilinç elde edildikten sonra söz konusu olabilir.
İkincisi: önceki gelenek okumaları, geleneğin bilgi muhtevasını önemli yegâne unsur görüp onu esas alırken, benim geleneğe yönelik araştırmam onun bu muhtevasını inşa eden, bildiren ve düzelten [metodolojik] araçlara eğilmeyi esas alır. Çünkü geleneğin muhtevası üzerine verilecek hükümlerin doğruluğu, öncelikli olarak anılan muhtevanın, onlar vasıtasıyla vazedildiği ve nakledildiği araçların araştırılmasına bağlıdır. Gelenek hakkında bu türden bir araştırma üzerine inşa edilmeksizin verilen her hüküm, bizim nazarımızda eksik veya yanlıştır.
Üçüncüsü: Önceki okumalar geleneği çoğunlukla çeşitli kısımlara bölüp bu kısımlar arasında bir üstünlük ve düşüklük hiyerarşisi kuruyorlar, bu hiyerarşiden hareketle geleneğin epeyce az bir kısmının korunması gerektiği sonucuna varıyorlardı. Bu ayıklamanın gerekçesi olarak da yalnızca muhafazaya değer addettikleri o az kısmın modernitenin gereklerine cevap verebilecek nitelikte olduğunu ileri sürüyorlardı. Benim çalışmam ise geleneği taksim etmez ve bir üstünlük hiyerarşisine tabi tutmaz. Bu yüzden de geleneğin bir bölümünün ortadan kaldırılması veya istisna tutulması şeklinde bir neticeye ulaşmaz. Çünkü ben peşinen teslim ederim ki, bizim için gelenek- teki hatalar da onda yer alan doğrular kadar öğreticidir. Yeter ki sebeplerini kavramaktan geri durmayalım.
Bundan dolayı ister yeni ister eski olsun başka geleneklerden nakledilen araçları, kendi geleneğimizi inşa eden metinlere uygulamama titizliği gösterdim. Bunun yerine geleneği okuma araçlarını bizzat geleneğin içinden kendim tespit ettim. Çünkü “yöntem, uygulanacağı konudan çıkarılmalı, hariçten getirilip ona uygulanmamalıdır” şeklindeki mantıksal gerekliliğe uymak bunu gerektirir. Gelenekten çıkardığım bu araçları, menkul araçların mukabilinde “asli araçlar” diye isimlendirdim. Fakat bu, asla benim her menkul aracı yerilmeye şayan ve elverişsiz saydığım anlamına gelmez. Ben esasında nakledilen aracın nakledilmeden önce yeterli derecede eleştirilmesini ve böylelikle menkul aracın faydasının ve uygulanacağı geleneksel muhtevaya uygunluğunun belirgin hâle getirilmesini şart koşuyorum. Keza bu durum, zayıflığı ve kusuru belirgin hâle gelmiş asli araçlarda ayak direyerek donup kalmaya çağırdığım anlamına da gelmez. Ben asli araçların, İlmî araştırmalar alanında ortaya çıkan yeni metodolojilerin gerekleri uyarınca tenkide tabi tutulmasını da önemsiz saymıyorum. Örneğin gelenekten çıkardığım ve işlemsel taraflarını modern metodolojilerin gereklerine göre yenilediğim çıkarımlardan biri münazara araçları diye adlandırdığım yöntemdir. Bu yöntemi, geleneğin muhtelif alan ve yönelimlerinin uygulamasını, farklı geleneksel mezheplerin ve İlmî, fikrî, edebî ve itikadi ekollerin öncülüğünü yapan âlimlerin onları kullanmasını esas alarak inşa ettim.
Geleneğin araştırılıp incelenmesinde gerekli mantıksal ve metodolojik araçları eleştirip inşa etmek üzerine bütünlüklü ve özgün bir perspektifle çalıştınız. Öyle ki Tecdîdü’l-menhec fî takvîmi’t-türâs adlı kitabınız, geleneksel metodolojinin canlı bir uygulaması mesabesinde görülüyor. Evet, ama bu araçları ortaya çıkaran tarihsel etkinin ve sosyo-kültürel şartların kitabınızda kendisine yer bulamadığını düşünüyor musunuz?
Her olgunun tarihsel sebepleri, sosyal şartları, ekonomik ilişkileri ve siyasi saikleri üzerine konuşma hususunda bir ifratın, hatta israfın vuku bulduğunu söylersem doğruya uzak düşmüş olmam. Bu durum, 19. asrın sonlarında olguları değerlendirmeye yönelik kurulan bazı materyalist metodolojilerden beri böyledir. öyle ki bu metodolojilere, tıpkı bazı vakıalara yönelik dinî hüküm belirleme yoluna atfettiğimiz meşruiyeti, hatta kutsiyeti atfetmek eşiğine kadar gelmiş bulunuyoruz. Ama bu materyalist metodolojiler, incelemeye konu edilen olguların son derece önemli bazı yönlerini açığa çıkarmaya fayda sağlıyorsa da çeşitli bazı itirazlara açıktır. Bu itirazlardan bazılarını zikredelim:
Sözü edilen metodolojiler inceleme konusu olguyu, içsel yapısının gerekleri cihetinden değil, bilakis yalnızca dışsal ilişkileri yönünden araştıran bazı inkâr edilemez kabuller üzerine kuruludur. O derece ki, bahse konu olgu bu materyalist metodolojileri kullanan kimseler nezdin- de sadece tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasi itibarlardan ibaret hâle gelir. Bu araştırmacılardan birine ilgili olgunun mahiyetine dair bir soru yöneltsen sana Bu olgu şu şu dışsal sebeplerden müteşekkildir!” şeklinde cevap verir. O olguyu tarih, toplum, ekonomi ve siyasetten ayrı olarak başlı başına bir gerçeklik kılan içsel sebeplere gelince, onlara dair bir bilgiye sahip değildir. Bunun da ötesinde belki onun böyle bir mahiyetinin varlığının imkânı aklına bile gelmez.
Denilebilir ki, her olguya ilişkin sebepler muhtevaya ilişkin dışsal sebepler ve içsel araçsal sebepler olmak üzere başlıca iki kısma ayrılır. Görülen o ki, şimdiye kadar İslam-Arap geleneğini araştıranların çoğunluğunun üzerine etraflıca düşündüğü sebepler, ilk türdekilerdir. Onlar ikinci türdeki sebepleri ya büsbütün unutmuş ya da unutmayı tercih etmiştir. Dikkatini sadece muhtevaya yönelik sebeplere teksif eden bu meşguliyette, gerekçesiz ır yersizlik ve hamlık var. İlginin yalnızca muhtevaya yöneltilmesi gerekçesiz ve yersizdir, zira [araştırmaya konu ettiklerij gelenek, kendi metinlerini vazederken ve naklederken [istidlal ve inşa] araçlarına özel bir önem vermiştir. Hatta adı geçen araştırmacılardan bazıları, geleneğin dışsal sebeplerden başka düşünülmesi gerekli sebepleri yoktur, görüşünü ileri sürmüşlerdir. Böylece diğer araştırmacılarla ortak oldukları unutma veya görmezden gelme hatasına bir de yanlış hüküm vermeyi eklemişlerdir. Oysa geleneği araştıran bir kimsenin yükümlülüğü, tabii eğer nesnellik şartını yerine getirme iddiasındaysa, anılan her iki sebep türünü de dikkate almasıdır. Geleneğin, her ikisi üzerine kurulduğu ortaya çıkmışken kalkıp iki sınıfı tek sınıfa, iki sebebi tek sebebe irca eden bir kimsenin nesnelliğinden bahsedilemez. Ben kendi payıma geleneğin içsel araçsal sebeplerini, özellikle mantıksal ve dilsel araçlara yoğunlaşarak araştırmaya koyulduğumda geleneğin muhtevaya yönelik dışsal sebepleri bulunduğu hususunu hep hatırımda tuttum. İçsel araçsal sebepleri incelemenin muhtevaya ilişkin dışsal sebeplere gerek bırakmadığım iddia etmedim. Bu hususta savunup ispatladığım husus, araçları ve içsel sebepleri tetkik ve tahkik etmenin, muhtevalar ve dışsal etkenlere eğilmeye önce- lenmssi, keza muhteva üzerine düşünmenin de araçları düşünme üzerine bina edilmesi gerektiği şeklindedir. Zira ancak bu suretle bozukluk içermeyen neticelere ve isabetsizlikle malul olmayan hakikatlere ulaşılabilir. Bu yüzden de benim geleneğe yönelik incelemem, daha önceki çalışmalara nazaran yenilikçi bir yapıdaydı. Çünkü geleneğin içsel araçlarını tahlil etmeyi üstlendi. Bu araçlarda büyük bir zenginlik ve eşsiz bir kuruculuk olduğunu ortaya koydu ki biz esasında geleneğin muhtevayla bağlantılı hakiki sebeplerini keşfetmekte bu araçlara çok muhtacız.
Her olguda tarihsel eylemden bahsetmek -ki bu olgu her ne olursa olsun- delil olmaksızın bir tahsiste bulunmak demektir. Çünkü bahse konu edilen olgu bağlamında tarihsel eylemi sorgulamak, ondaki mantıksal eylemi araştırmaktan daha iyi değildir. İlgili olgunun tarihsel sebepleri üzerinde etraflıca düşünmemiz ne kadar yerinde ise tarihsel muhtevanın uyduğu mantıksal eylem üzerine düşünmemiz de o kadar yerindedir. Mantığın bir tarihi olduğu gibi tarihin de bir mantığı vardır. Şu da var ki, bir şeyin tarihinin mantığını bilmedikçe onun mantığının tarihini bilemeyiz. Her şeyin tarih mantığı, onun mantık tarihine takaddüm eder. Bundan dolayı, her olgunun tarihi ve mantığı olmak üzere iki tarafı vardır. Burada hemen belirtmek gerekir ki, olgunun mantıksal tarafı, düşüncenin tabiatı icabı, onun tarihsel tarafından önce gelir. O derece ki, bir olgunun tarihini, dayalı olduğu mantığı bilmeksizin kavrayabilmenin bir yolu yoktur.
Araçsal yönün hakikatlerinden biri de onun bazı veçhelerden tarihsel eylem soruşturmasına hiç ihtiyaç duymamasıdır. Buna dönüştürme mekanizmasını örnek verebiliriz. Bilindiği üzere bu ilkenin uygulanması, belli bir terkipteki unsurların yerini, sonu başı, başı da sonu hâline gelecek surette değiştirmek şeklindedir. Bu ilkenin tarihselliğini sorgulamak geleneği araştırma hususunda pek bir fayda sağlamaz. Çünkü dönüştürmenin anlamı, zamandan zamana, milletten millete farklılık göstermeyen belli bir işlemin adlandırılması konusunda uyuşmaya dayanan bir kararı ifade eder. Bu işlemin İslam-Arap geleneği içindeki kullanımı, diğer geleneklerdekilerle aynıdır. Dolaysıyla dönüştürme mekanizmasının tarih- selliğinin belirttiği kısmi fayda, ancak bir çocuğun veya genelde insan aklının gelişimi bağlamında gerçekleşir. Bu duruma bir çocuğun zihinsel faaliyetlerinin gelişimine yönelik araştırma yaparken dönüştürmenin, çocuğun zihinsel gelişiminin ancak geç evrelerinde meydana geldiği bulgusuna varmamızı örnek verebiliriz. İnsan aklının gelişimini de buna kıyaslayabilir ve insanoğlunun dönüştürme faaliyetini ancak ait olduğu iddia edilen hayvansal aileden ayrıldıktan on binlerce yıl sonra idrak edebildiğini ileri sürebiliriz. Benim gelenekten çıkardığım araçların genel yapısı bu kabildendir. Bu yüzden bu araçların tarihselliğini araştırmamız, ancak dönüştürme işleminin özelde İslam geleneği bağlamında değil, bilakis genelde insanlık tarihi bağlamında araştırmamız şeklinde olabilir.
Kitabınızın bazı bölümlerinde Modern Arap düşüncesi içinde Muhammed Abid el-Câbirî tarafindan yapılan gelenek okumasından bahsediyorsunuz. Câbirî’nin gelenek okumasının eksikleri veya hataları nelerdir?
Meslektaşım üstat Câbirî’nin düşüncesine yönelik eleştirimin bazı detaylarım zikretmeden evvel dikkatleri iki hususa çekmek istiyorum.
Birincisi, benim Câbirî’nin düşüncesini eleştirmem bilgiyi tashih etmek, düşünsel üretimi çeşitlendirmek ve hakikat arayışına ortak olmak babmdandır. Unutmamak gerekir ki, Câbirî’nin kendisi de başkalarım eleştirmiştir. Mesela geçen asrın yetmişli yıllarında meslektaşımız Abdullah el-Arevî’yi yermiştir. Câbirî’ye yönelik eleştirimde karşılıklı konuşan iki kimsenin, birbirilerine yönelttikleri itirazlar hususunda genel geçer hâle gelmiş münazara adabına en üst seviyede bağlı kalmayı ilke edindim. Ayrıca ben kendime başkasını eleştirme hakkım tanırken başkasının beni eleştirme hakkım da ikrar ediyorum. Mühim olan, bu eleştiride İlmî şartlara ve ahlaki ilkelere bağlı kalınmasıdır. Herhangi bir kimsenin yaptığım eleştiriyi, doğruluğunu deliliyle görmedikçe kabul etmesini şart koşmadığım gibi, başkasının ileri sürdüğü iddiaları da doğrulukları benim nezdimde delille sabit olmadıkça kabul etmiyorum.
İkincisi, bazı kimseler ihtilaf ilkesini yanlış anlamaktadır. İhtilaf, insanın dilediği gibi görüş belirtmesi anlamında değildir. Aksi takdirde ihtilaf, keyfîlik ve kural tanımazlık (teseyyüb) anlamına gelir. Zira keyfî ve kuralsız söz, sahibinin başkasını bağlayan tüm yükümlülüklerden kendisini muaf tutmasından ibarettir. Hâlbuki ihtilafın hakikati, kişinin söylemek istediğini söylemesi ve fakat makbul bir delil olmaksızın söylediğini başkasına dayat- mamasıdır. Benim Dr. Câbiri’nin görüşlerini eleştirmem, hem onun hem benim görüşlerimizin bir keyfîlik ve kuralsızlık değil, bir ihtilaf çerçevesi içinde yer almasından ötürüdür. Görüşlerime yöneltilebilir saydığım itiraz olgusu, onun görüşleri için de geçerlidir.
İlgiyi bu hususlara çektikten sonra sadede dönersem, benim gelenek okumam daha öncekilerden farklılık taşıdığı için araştırmanın usulü gereği, kendi okumamı tesis etmeye, muhalif okumaları eleştirmekle başlamam gerekti. Aksi takdirde muhalif okumalardan hiç bahsetmemem yanlış yorumlanabilirdi. Bu da benim okumamın İlmî değerine halel getirirdi. Kaldı ki, tarih, yanlış gördüğüm bir şeyi eleştirmekten imtina etmem hususunda beni mazur görmezdi. Diğer bir ihtimal de benim muhalif okumalara tenkitte bulunmaktan imtina etmemin, hakikat arayışındaki bir kimseye yakışmayacak şekilde siyasi konjonktürel sebepleri gözetmemden kaynaklandığı şeklinde yorumlanacak olabilmesidir.
Metodolojik bir yönelimin etkisiyle, tenkide tabi tutmak için muhalif okumaların en iyi örneğini seçtim Bu örneği de Dr. Câbiri’nin Biz ve Gelenek, Arap Aklının Oluşumu ve Arap Aklının Yapısı isimli eserlerinde buldum.
Bilindiği üzere Câbirî bu eserlerinde geleneğe yönelik epistemolojik bir eleştiri (eş deyişle geleneğin epistemolojik temellerine yönelik bir tenkit) yaptığını ileri sürmektedir. Bu yüzden bu iddianın fikrî takibini ve bu epistemolojik okumanın değerlendirmesini ve eleştirisini yapmam gerekti. Bu peşini bırakmama ve eleştiri sonucunda benim için şüpheye mahal kalmayacak şekilde açığa çıktı ki, Dr. Câbirî’nin epistemolojik okuması yöntem bakımından kusurlar, malumat bakımından da eksikliklerle maluldür. Öyle ki, bu iki husus onun geleneğe yönelik okuması için iddia edilen İlmî değeri ondan kaldıracak ve bu okuma neticesinde ulaştığı sonuçların geleneği araştırma konusunda faydalı olması ihtimalini şüpheli hâle getirecek mahiyettedir.
Adı geçen kitabımda bu metodolojik kusur ve bilgi eksikliklerinden bir bölümünü, ele almadıklarım hakkında da fikir verecek şekilde zikrettim. Şu da var ki, bilimsel bilgiye hizmet veya gelenek hakkında verilen yargıları tashih etmek, başka yerlerde bu kusur ve eksiklikleri daha fazla beyan etme gereği ortaya çıkarabilir.
Vardığımız bu hüküm için şu yeterli kanıtı zikredebiliriz. Câbirî’nin kendi teorisini kurarken dayandığı ilk temel, İsviçreli çağdaş bir bilgi kuramcısının şu sözüdür: “Mantık her konunun fiziğidir.” Her konu derken konu ne olursa olsun manasını kastetmektedir. Fakat Câbirî kendi okuması için ilk ilke edindiği bu sözü, tam tersi bir şekilde tercüme etmiştir. Zira bu sözü şöyle nakletmiştir: “Mantık belirli bir konunun fiziğidir.” Kalkıp epistemolojik sistemlerin çoklu olduğu şeklindeki iddiasını bu yanlış tercüme üzerine bina etmiştir. Bu yüzden onun bu bozuk tercüme üzerine İnşa ettiği hükümlerini onaylamak makul değildir.
Câbirinin metodolojisini parçacı diye nitelemiş ve kullandığı araçları da dışsal araçlar saymışsınız. Bize bu hususu biraz izah edebilir misiniz?
Dr. Câbirî’nin geleneği araştırmada benimsediği araçlar; epistemolojik kopuş, epistemolojik sistem, yapı, ras- yonel-dışı, aksiyomatik ve dışarıdan nakledilmiş daha birçok araçtan ibaretti. Böyle olduğu için de adı anılan araçları geleneğe zorla giydirmek kaçınılmaz olarak bütünü itibarıyla geleneğe yapısal bakımdan uymayan yönler arz etti. Bilindiği üzere bu araçlar, gelenekten farklı bir muhteva için ve onun şartlarından ayrı şartlar uyarınca vazedilmiştir. Bu yüzden onları hayli sıkı bir eleştiri süzgecinden geçirmeksizin geleneğe uygulamak, geleneğin gerekli hükümlerinin dışına çıkarak onda tasarrufta bulunmaya sebebiyet verir. Bu tarz bir tasarruf da geleneğin, kendi parçalarının iç içeliği ve unsurlarının birbirine bağlılığı yönünden yapısını korumayan bir hüviyete bürünmesi sonucunu doğurur. Hatta belki bu parçaların ve unsurların birbirlerinden tam bir şekilde kopması, karşıt ve çatışacak hâle gelmesi bile söz konusu olur.
Bu parçacı bakış yerine siz bütüncül okumayı teklif ettiniz. Önerdiğiniz bu okuma tarzının unsurları ve belirleyicileri neler, kısaca arz eder misiniz?
Geleneğe yönelik önerdiğim bütüncül okuma tarzı, geleneği -araçları ve muhtevaları itibarıyla- olduğu hâl üzere kavramak için araştırmaya yönelen bakıştır. Bu bakışın esas aldığı görüşe göre gelenek mütekâmil bir bütünden oluşur, parçaları arasında yapılacak bir ayırma kabil değildir. Keza bağımsız bir birimdir, başkasına tabiiyete elverişli değildir. Dr. Câbiri’nin okumasına yönelttiğim eleştirinin, okuyucuyu benim gelenekle ilgili okumamdaki yenilikçi ve köklü yöne vâkıf olmaktan alıkoymamasını umarak kendi okumamın bazı belirleyicilerini çıkarmaya ve özgül kurallarını ortaya koymaya gayret sarf ettim. Ayrıca bu bütüncül okumadan yüz çevirmenin yol açacağı büyük felaketleri açıkladım. Bu belirleyicilerden üçü çok önemlidir:
Birincisi, edim bilimsel belirleyicidir (el-muhaddi- dü’t-tedâvûlî) ve şunu gerektirir: Gelenekteki üretim- selliğin her tezahürü -ki bu ister itikadi, ister dilsel, ister bilgisel olsun- amel özelliği taşır. Bu amel de herhangi bir amel değil, bilakis belli bazı vasıflara sahip ameldir. Zira söz konusu bu amel kişiye yarar sağladığı gibi başkasma da fayda verir. Keza bu dünyayı gözettiği gibi ahireti de gözetir.
İkincisi, iç içelik belirleyicisidir (el-muhaddidü’t-te- dâhülî) ve şunu gerektirir: Geleneği teşkil eden bilgiler; muhtevalarının inşa olması, nakledilmesi ve eleştirilmesi yönünden sıkı bir ortaklık içindedir. Bunun yanı sıra ilgili bilgilerle amel etmek bakımından da müşterektirler. Öyle ki bizim gelenekteki bilgi muhtevaları hakkındaki yargılarımız bile ancak eğer bu bilgilerin bildirişsel ve pratik araçları hususunda elde ettiğimiz sonuçlar üzerine kurulursa doğru olabilir.
Üçüncüsü, uyarlama belirleyicisidir (el-muhaddi- dü’t-takribî) ve şunu gerektirir: Başkasından nakledilenler [kavram ve metodolojiler] gerek içerik gerek form cihetinden çeşitli tashihlere tabi tutulmak suretiyle dönüştürülmelidir. Zira ancak bu şekilde geleneğin edim bilimsel gereklerine uygun hâle gelebilirler. Bunun yanı sıra bahse konu menkul kavram ve metodolojiler, nakledildikleri edimsel alanlara -ki bu ister Yunan ister Pers ister Hint olsun- kıyasla Îslam-Arap edimsel alanında gerçekleşmiş bilimsel bilgi müktesebatının ilerlemesinin gereklerine göre de bir dönüştürmeye tabi tutulmalıdır.
Kitabınızda yer verdiğiniz bir cümlede mühim bir netice arz eden temel bir düşünce üzerinde durmuşsunuz. Bu düşünce şöyle ifade edilebilir: Eski gelenek üzerinde donup kalmanın yerine yeni bir gelenek oluşturmak gerekir. Bu düşüncenizi açıklayabilir misiniz?
Bütün kitaplarımda yeni bir geleneğin inşasına katkı yapmaya büyük bir özen gösterdim. Ne var ki, bazı okurların bu hususu gözden kaçırdıklarını görünce bu katkıyı, mezkûr inşada takip ettiğim yolları ve adımları açıkça görürler umuduyla, el-Lisân ve’l-mîzân [Dil ve Mantık] isimli eserimde apaçık belirttim. Bu hiçbir şekilde modem bilimleri inkâr eden bir kimsenin gelenek taraftarlığı yapması olmadığı gibi, miras alınan ilim ve düşünce geleneğinin faydasını inkâr eden kimsenin modern bilim savunuculuğu yapması da değildir. Bilakis onlardan her birinden yek diğerini etkileyecek kadarını almaktır. Aralarında her iki taraf için de geçerli olmak üzere fayda verme ve yararlanma ilişkisi kurmaktır. Hakikat şudur ki, modern bilimde Batıklar kadar sağlam bilgi sahibi olmadıkça içtihat yapmanın bir yolunu bulmak imkânsız dahası içtihat yeteneğini kazanmak da ihtimal dâhilinde değildir.
Kişinin gelenekle nasıl bir ilişkisi vardır? Zira “gelenekle tekâmül etmedikçe kişinin yetkinliğinden bahsedilemez” demişsiniz.
Aşikârdır ki, asli geleneğine dayanmaksızın kişinin kimliği olmaz. Olsa olsa kendi kimliği yerine, kendi öz geleneğinden ayrı bir geleneğe dayanan başka bir kimlik ikame edebilir. Yine aşikârdır ki, varlık ve verimlilik olmaksızın da kimlik olmaz. Demek ki gelenek, kişinin varlığının da, verimliliğinin de şartıdır. Kişinin yetkinleşmesi ancak bu iki hususun, varlık ve verimliliğin gerçekleşmesi ile mümkün olduğundan kişinin kalkıp gelenekten ayıklama ve seçme yoluyla dayanacağı parçalar belirleyip yalnızca onları esas alması onun sadece varlığını gerçekleştirebilir. Peki ya verimlilik? Verimliliğin gerçekleşmesi için geleneğin -şekil ve mertebece farklılık taşısa da – bütün parçalarını, [istidlal] araçlarının iç içeliği ve muhtevalarının birbirine geçmişliğiyle kucaklamak gerekir. Çünkü özgün ve estetik üretim gücü, sadece bir parçayla yetinmekle değil, bilakis bütünü kapsayacak denli özümsemekle elde edilir. Çünkü aslolan, küllün bütünlüklü ruhuna tutunmaktır. Yoksa bu ruhun dağınık bazı tezahürlerini aceleci bir tutumla yutuvermek değildir. Geleneğin bu bütünlüklü ruhunu gereğince idrak etmeye ne çok muhtacız! Zira ancak o zaman tıpkı selefimizin düşünsel verimliliği gibi verimli olma gücüne ereriz. Aksi takdirde başkalarının orijinal olarak ürettiklerinden arta kalan kırıntıları, o da onların istediği kadar ve istediği şekilde, azık edinenlerden oluruz. Hâl bu olunca açığa çıkar ki, kişinin varlığı bir tarafa, yetkinliği bile ancak verimliliğe istidatlı duruma gelmesiyle mümkündür. Verimli olmanın imkânı da geleneğin bütünlüklü ruhunu, onun her parçasıyla tam bir iletişim içinde olarak özümsemekle söz konusu olur. Öyleyse “kişinin yetkinliği, geleneğin bütününe yakından ve sıkı bir tarzla bağlantılıdır” şeklindeki yargının sıhhati kesin surette ortaya çıkar.
Taha Abdurrahman – Hakikat Arayışı,syf:17-36
Dipnotlar:
[1] Müellif burada düşünce dünyasının, modern çağın mütemadiyen ortaya yeni meseleler çıkartan hızına ayak uyduramadığını, bu sebeple onun bir meseleyi bırakıp diğer bir meseleye geçmesinin ilk meseleyi bir sonuca bağlamak, ona dair incelemeyi olgunlaştırmaktan kaynaklanmadığım, bilakis ilk meseleden ilk hevesler alındıktan sonra onların terk edilmesi şeklinde olduğuna dikkatleri çekmektedir. Bu durumun modern dünyanın taklitçisi konumundaki geleneksel medeniyetlerin aydınlarına da sirayet ettiğini işaret etmektedir. Bu yüzden modern dönemde bir meselenin terk edilmesi, zorunlu olarak o meselenin artık ehemmiyet taşımadığı veya düşüncenin sıhhati için gerekli olmadığı anlamına gelmez, [çev.]
2 Burada müellif, Câbirî nin geleneği oluşturan beyan ve irfan bilgi sistemlerinde yer alan bilgilerin terk edilip sadece burhan sistemindeki felsefi müktesebatın dikkate alınmasına yönelik çağrısına göndermede bulunmuştur, [çev.]
0 Yorumlar