Gayr-ı Müslim Ülkelerde Doğanların Suçu Ne?…
Paylaş:

imgelestirme2-1280x720-1-300x169 Gayr-ı Müslim Ülkelerde Doğanların Suçu Ne?...

 

Gayr-ı Müslim Ülkelerde Doğanların Suçu Ne? Müslüman Beldelerinde Doğanlar Müslüman Oluyor. Bu Kâfir Beldelerinde Doğanlara Bir Haksızlık Değil Mi?

Bu soruyu soran kişiler İslâm’ın hangi durumlarda ki­şiyi mükellef kabul ettiklerini araştırmadan sorabiliyor­lar. Zira meselenin “Kâfir beldelerinde doğanların suçu ne?” şeklinde sorulması tamamen bu noktayı ele vermek­tedir. Soran kişiler kişiyi Allah katında mesul tutan şeyin “kâfir beldesinde doğmak” olduğunu düşünmektedirler. Oysa mesele gerçek yönüyle kavrandığında bu noktayla ilgili bir durumun olmadığı görülecektir.

Şöyle ki, Allah tüm kullarını “fitrat” üzere yaratmış­tır. Nitekim Hz. Peygamber bu durumu “Bütün doğan­lar o fıtrat üzere doğarlar”284. veya “o millet üzere doğarlar”285

buyurarak ifade etmektedir. Bu hadiste yer alan ‘fitrat’ şu manadadır: Her bir çocuk yaratılışının başlangıcında ve cibilliyetinin aslında hak dini kabul edecek bir kabiliyetle doğar. Bu çocuk eğer hali üzere bırakılacak olsa hak din­den ayrılmayıp o istikamette devam edecektir. Çünkü bu dinin güzelliği insanların içlerine yerleştirilmiş ve harikalığı da kalplerine konulmuştur. Eğer bir kişi bu dini bırakıp başkasına geçiyorsa bu harici bir şer veya taklit vasıtasıyla olur. Hz. Peygamber de bunu açıklama bağlamında Yahudi veya Hristiyanların çocuklarını misal vererek, on­ların anne- babalarına uyup hak yoldan sapmalarını yara­tılışlarındaki dosdoğruluktan nasıl bir kayma ve sapmaya maruz kaldıklarını ifade buyurmuştur.286

İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretleri de bu durumu şöyle izah etmektedir: “Allah Teâlâ mahlûkâtı küfür ve imandan salim olarak yaratılmıştır. Sonra onları muha­tap alarak (bir kısım şeyleri) emretmiş ve (bazı şeyleri de) yasaklamıştır. Doğruyu inkâr ettiği için Allah’ın onu mahrum etmesiyle birlikte kâfir olan kendi fiiliyle küfre girmiş, mümin olan kişi de fiili, ikrarı ve tasdiki sebebiyle Allah’ın kendisini muvaffak kılması ve yardım etmesiyle beraber iman etmiştir.

Âdem’in zürriyetini sırtından çıkartmış onları akıllılar kılmış, kendilerini muhatap alarak onlara imanı emredip küfrü yasaklamıştır. Onlar da Allah’ın rabliğini kabul et­miş ve bu olay da onların iman etmesi anlamına gelmiştir. Bu sebeple doğan kişiler bu fıtrat üzere doğmaktadırlar. Her kim bu noktadan sonra kâfir olursa sözünü değiştir­miş olmakta ve kim de iman edip tasdik ederse sözüne sadık kalıp devam etmektedir”[287] 

Buraya kadar aktardıklarımızdan da anlaşılacağı üze­re Cenab-ı Hak, -deliler dışında- her kulunu hakkı kabul edebilecek kabiliyette yaratmıştır. Yani her kul, hakka tabi olabilecek bir akıl, zekâ ve fıtratta yaratılmıştır. Ku­lun sonraki tercihleri ise ya yaratılışındaki bu kabiliyeti korumak ya da çeşitli faktörlerin etkisiyle bu kabiliyetten uzaklaşmak yönünde olmaktadır. Dikkat edilirse bura­da tercih kulundur ve Allah  kulunu bu tercihine göre ödüllendirmekte veya cezalandırmaktadır. Buna göre her insan aslında kendi iç dünyasına dönecek ve fıtratının yönlendirmesine göre hareket edecek olsa zaten doğru yolu bulacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: “Biz onlara (insanlara) hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak ol­duğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şâhid olması kafi değil mi?”288

Demek ki insanlara Kur’ân’ın ve onun öğrettiği düs­turların doğru olduğu hem dışardaki deliller üzerinden hem de kendi iç dünyalarında gösterilmektedir. İnsana verilen akıl nimeti ve fıtrat delili onun İslâm’a inanmakla yükümlü olması için yeterli bir sebeptir. Ayrıca peygam­berlerin hak olan yola davet etmek için gelmiş olmaları da ayrı bir delildir. Bu deliller sabit olduktan sonra bir in­sanın çıkıp da hakka tabi olmamasını masumlaştırmaya çalışması nasıl mümkün olsun? öyleyse, kafir bir belde­de doğan veya kâfir bir âilede büyümüş olan bir insanın ahirette suçlu olup ceza alması doğup büyüdüğü aileyle ilgili değil, kendisine verilen delillere tabi olmaması ile ilgilidir. O halde, soruda yer alan ‘kâfir beldesinde doğup büyüyenin suçu ne’ ifadesinin bir karşılığı olmadığı da ortaya çıkmış olmaktadır.

İnceleyin:  Evrende Kaos Mu Var Düzen Mi?

Gelelim adâlet meselesine… Bu mesele ile ilgili ada­letsizliğin akla gelebilmesi için Allah ’ın imkân verme­diği kulunu cezalandırması gerekiyor. Yani şayet Allah İB deli bir kulunu vermediği akıl üzerinden hesaba çekip cezalandıracak olsa o zaman böyle bir soru akla gelebi­lir.[289] Oysa böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü bu ümmette uyanıncaya kadar uyuyan, akıllanıncaya kadar deli ve büluğa erinceye kadar çocuk mesul tutulmamak­tadır.[290] Veya Allah peygamber göndererek emir ve ya­saklarım bildirmeyip bir kişi yahut topluluğu bu emir ve yasaklardan sorumlu tutmuş olsaydı bu soru akla gelebi­lirdi. Halbuki bu konuda da Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.”291 Demek ki insan hidayetini de, sap­kınlığını da kendisi tercih etmiş oluyor ve Allah «B yeter­li delilin ulaşmadığı kimseleri de emir ve yasaklarından mesul tutmuyor. Bu noktada sadece İmam Maturîdî gibi bazı âlimler peygamberin tebliği kendisine ulaşmamış olan bir insanın kendisine verilmiş olan ‘akıl’ delili ile Al­lah’ın varlığını, birliğini bilmek sorumluluğu olduğu­nu söylemektedirler.[292]

Bu durumda şu gerçek karşımıza çıkmaktadır: Allah  gayr-ı müslim beldelerde doğmuş bir kişiyi hakkı bu­lup kabul edebilecek bir fıtratta yarattığı gibi ona hakkı anlayabilecek bir akıl da vermiştir. Bu iki delil onun Allah’ın varlığını, birliğini bilmesi açısından yeterlidir. Bu iki delili kullanıp bu neticeye ulaşmazsa sorumlu olacaktır. Fakat bu sorumluluk doğduğu büyüdüğü çevreyle ilgi­li olmayıp bizzat kendisine verilen imkânı kullanmayışı sebebiyledir. Bu kişiye bir de Peygamber (a.s)’in tebliğleri ulaşmışsa o zaman İslâm’ın emir ve yasaklarıyla da yü­kümlü olacaktır.

Bunu okuyan kişi şöyle düşünebilir: Avrupa’nın göbe­ğinde doğmuş olan ve İslam ile, Peygamber ile ilgili sade­ce kötü şeyler işitmiş olan, hiçbir şekilde doğruyu öğre­nebilme imkânına sahip olamayan bir kişi nasıl sorumlu tutulabiliyor? Bu soruya cevaben şunu söyleriz: Bugün bir insan dünyevi menfaatleriyle ilgili konularda nasıl ki doğru olan tercihlerin peşine düşüp araştırıyorsa hayatı­nı doğrudan ilgilendiren din ile ilgili konularda da araş­tırma yapmalı ve hakikati öğrenmeye çalışmalıdır. Glo­balleşen günümüz dünyasında, teknolojik iletişimin bir hayli hızlı olması İslâm’ın tebliğ ettiği esasların dünyanın neredeyse her yerindeki insanlara ulaşmasını kolay kıl­maktadır. Bu nedenle bugün bir gayr-ı müslimin İslâm’ın esaslarını öğrenmemiş olması kendi kusuru sayılabilir.

Fakat İmam Gazzâlî hazretleri, gerçekten bu tebliğlerin hiçbir şekilde ulaşmadığı, İslâm adına hiç iyi bir şey duy­ma imkânına sahip olamamış, Peygamber ^’i sadece yalan söyleyen biri olarak tanımış bir gayr-ı müslimin ‘mazur sa­yılacağını’ düşündüğünü beyan etmektedir.[293] Bu durum­da böyle bir kişinin de kendisine tanınmamış bir imkân üzerinden sorumlu tutulmadığı ortaya çıkmış olmaktadır.

Peki, Müslüman bir coğrafyada ve ailede doğan ço­cuk? Ona ne diyeceğiz? Bunun cevabı da şudur: Allah bazı kullarının gayr-ı müslim coğrafyalarda, bazılarının ise Müslüman coğrafyalarda doğmasını takdir etmiştir. Bunu belirleyebilmek hiçbir kulun elinde değildir. Ancak Allah her iki kulunu da hakkı kabul edebilecek fıtratta yaratmış, her iki kuluna da hakkı anlayabilecek akıl ver­miş ve her iki kuluna da peygamber göndermiştir. Her iki coğrafyada doğmuş olan kul da bu hususlarda eşittirler. Zaten sorumlu tutulmaları da bu hususlar üzerinden ola­caktır. O halde ortada sorumlu tutulmak için gerekli olan temel şartlar açısından bir eşitsizlik yoktur. Fakat Müslü­man coğrafyada doğan bir çocuğa ise Allah fazlından ihsan etmiştir. Bu ise tamamen onun iradesinde olan bir şeydir ve kimsenin itiraz edebileceği bir husus değildir.

İnceleyin:  İlim Adamının Vasf-ı Lâzımı; Güven

Meseleyi daha iyi kavrayabilmemiz için basit bir misal verelim: Bir patron işçilerine vermesi gereken miktarda­ki maaşı verdikten sonra bir işçisine içinden öyle geldi­ği için fazla para vermesi adaletsizlik midir? Asla değil. Zira para onundur. Kimsenin hakkım yemedikten sonra, herkese hak ettiği maaşı ödedikten sonra dilediği işçisi­ne fazla para verebilir. Yahut sokakta dilenen birkaç di­lenciye para veren adam hepsine eşit dağıtmak zorunda mıdır? Değildir elbette. Çünkü para onun parasıdır. Dile­diğine istediği miktarda verebilir.

Bahsinde olduğumuz meselede de Allah sorumlu tutmak için temel olarak gerekli saydığı şartları kullarına verdikten sonra bazılarına daha fazla imkân verebilir. Bu tamamen bazı kullarına lütfudur ki onu dilediğine vere­bileceğini Kur’an’da beyan etmektedir.[294] Bizim asıl odak­lanmamız gereken nokta ise şu ayettir: “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellefkılar?[295] Bir şahsın, kendisine verilen akıl delilini ve fıtrat delilini kullanmak- sızın, peygamberin tebliğine kulak vermeksizin sadece gayr-ı müslim beldede veya ailede doğup büyümüş ol­ması sorumluluktan kurtarabilmesi için mazeret olamaz. Diğer faktörlerin devreye girmesi durumunda hükmün ne olacağını ise yukarıda izah etmeye çalıştık. Öyleyse bu meseleyle ilgili herhangi bir haksızlık; adaletsizlik söz konusu değildir.

Ömer Faruk Korkmaz – Sorun Kalmasın,syf:319-325

Dipnotlar:

284Malik, Muvatta, Cenâiz, No: 521, 823, Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 7181, Buhârî, Cenâiz, No: 1319, Müslim, Kader, No: 6926, Ebû Dâvud, Sünne, No: 4716, Nesâî, es-Sünenul-kübrâ, No:8567, İbn Hibbân, İmân, No: 128, Beyhakî, es-Sünenul-kübrâ, No: 12498, Ebû Ya’lâ, Müsned, No: 942, Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, No: 4941, Müs~ neduş-şâmiyyîn, No: 110.

285Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 7443, lîrmizi, Kader, No: 2138, Bey- haki, el-Kada vel-kader, No: 595.

286.İbnu’l-Esîr, Cami’u’l-ilsûl fi ehâdîsi’r-Resûl, Mektebetu’l-halvânî, Mektebetu dâri’l-beyân, Beyrut, 1969, B.1,1/268, H. No: 56.

[287] Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-ekber, (eş-Şerhu’l-müyesser ile), Mektebe- tu’l-furkân, 1999, B.l, s. 31.

[288] Fussilet, 53.

289. özellikle bu ifadeyi kullandım. Zira böyle bir durumda da -farz-ı mu­hal- Allah ‘ın kuluna ceza vermesi zulüm olmayacaktır. Zulmün tarifini hatırlayalım: Başkasına ait bir mülkte tasarruf yapmak. Oysa her şey Allah ’a aittir ve o ne yaparsa yapsın kendi mülkünde tasar­ruf yapmış olacaktır.

[290] Hakim, el-Müstedrek, No: 8170; Taberânl, el Mu’cemu’l-Kebîr, No: 11141; İbn Huzeyme, Sahih, No: 1003.

291. îsrâ, 15.

[292] Ebu Mansur el-Maturîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, Daru’l-Kütübi’l-İl-miyye, Beyrut-Lübnan, 1426, Baskı: I, III/421.

[293] Ebû Hâmid el-Gazzâlî, Faysalu’t-Tefrika beyne’l-İslâmi ve’z-Zendeka, 1993, Baskı: I, s. 84.

294.Hadid, 21.

295.Bakara, 286.