Futuhat-ı Mekkiyye’den Bazı Fıkhi Hükümlerin Zahir-i ve Batın-i Yorumları -1

fc3bctc3bchat Futuhat-ı Mekkiyye'den Bazı Fıkhi Hükümlerin Zahir-i ve Batın-i Yorumları -1

 

Fıkhi Hükümlere Başlamadan Önce İbn Arabi ve Futuhat-ı Mekkiye Hakkında Bazı Uyarılar 

Muhyiddin-i Arabi, eserlerini herhangi bir müellif gibi düşünüp yazmadığını ve eserlerinin Allah’ın bir ihsanı ve ilhamı olduğunu belirtir. Verdiği bilgilerin, bazı eserlerden derlenip aktarılan türden olmadığını, başkasına ait olan sözleri tekrarlamadığını, sadece Cenab-ı Hakk’ın kendisine keşif yoluyla ihsan ettiği bilgileri ihtiva ettiğini kaydeder. Marifetullahı ilimler dairesinin merkezine alarak hareket eder. Yazdığı şiirlerin, medhiye ve hasbihallerin hangi isim altında olursa olsun (ırmak, yer, kadın ismi vs.), hepsinin arkasında İlahi maarif olduğunu dile getirir.

Düşünce ve fikirleri belli bir doktrine bağlamak ve bazı akımlarla irtibat kurmak hemen hemen imkansızdır. Onu tam olarak anlamak isteyenlere, filozofların kitaplarında kayıtlı bulunan hükümlerle kendisine yaklaşmamalarını tavsiye eder. Çünkü, bir çok açıdan kendinden önceki düşünürlerle aynı görüşte olmadığı gözden kaçmamaktadır.

Muhyiddin, araştırmacı-muhakkik sufilerle felsefecileri karşılaştırırken; sufilerin nebevi yolunu takip ettiklerini, felsefecilerin ise kendi nazarlarına dayandıklarını belirtir. Bu sebepten dolayı bu iki sınıf arasında fikir ayrılıklarının olmasının normal olduğunu belirtir. Kendilerini akıllı zannedenlerin dini hafife aldıklarını, Allah’a ibadet eden kulları küçümsediklerini, kalplerini dünya sevgisi, makam-mevki hırsı bürüdüğünü ve dolayısıyla hakikatten saptıklarını ifade ettikten sonra, Allah’ın da bu insanları zelil ederek idarecilerin kapısına ve cahillerin idaresine muhtaç duruma düşürdüğünü sözlerine ekler.

Yeryüzünün halifesi olarak insanın görevlendirilmesini, bütün mertebeler içinde Hakk’ın tecellisinin en fazla insanda kemale ulaşmasına bağlar. İnsan küçük bir alem olup bütün alemin özü, hülasası olarak görülür. Dolayısıyla arzın halifesi insandan başkası olamaz. Kainatın yaratılışı insanla son bulmuştur. Vücut mertebeleri insanla tamamlanmış olup, Allah’ın yaratmış bulunduğu bütün varlıklar dairenin çevresindeki noktalar gibidir. Vücut dairesinin merkezinde insan yer almaktadır.

Muhyiddin, İlahî isimleri alemin varoluşunun sebebi olarak açıklar. Hayatı veren Allah’tır. Hareket ettiren de O’dur. Bütün eşyanın başlangıcı olan Vücud-u Hakiki’de hayat bulunmasaydı, eşyadaki hareketin olması için bir sebep olmazdı. Hareket eden yerde bir hareket ettiricinin olması gerekir. Allah, ademden vücuda getirmek suretiyle eşyayı yaratır. İnsanı idrak edemediği bir vücuttan idrak edebileceği bir vücuda çıkarır.

Muhyiddin, Vahdet-i Vücut düşüncesinden hareketle, Allah’ın varlığının yanında mevcutların sözünün bile edilemeyeceğini belirtmiştir. Bütün dikkatini Cenab-ı Hakk’ın vücudunda toplayarak, O’ndan gayrısını adeta görmez. Nazar-ı dikkatini, mevcutlardaki ilahi tecellilerde yoğunlaştırır. Bu düşüncenin temelinde, Cenab-ı Hakk’ın sanatlarındaki isim ve sıfatlarının tecellilerine yönelme fikri vardır. Kainattaki güzellikte Cemalullahı, yeraltı ve yerüstünde bulunan en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılara rızıklarının gönderilmesinde Rezzak, Rahman, Rahim isimlerinin tecellilerinin görülmesi gibi…

Risale-i Nur, Vahdet-i Vücut konusunda çok önemli ikazlarda bulunur. Günümüz insanlarına bu meselenin telkin edilmesinin ciddi sakıncalarına işaret eder. İlmi konuların ehil olmayan ellerde zarara yol açması, bazı benzetmelerin hakikat zannedilmesi tehlikesine dikkat çekilir. Bu meseleden kaynaklanabilecek üç önemli tehlike sıralanır.

Birincisi; bu görüşü savunan alimlerin, düşünürlerin gayesi Cenab-ı Hakk hesabına adeta kainatı inkar etmek iken, ilimden yoksun ve gafillerin özellikle de maddeci fikirlerle mübtela olanların fikirlerine girdikçe, bu sefer kainat ve maddiyat hesabına Uluhiyeti inkar şeklinde karşımıza çıkar.

İkincisi; söz konusu fikir Allah’ın varlığının dışındaki tüm mevcudatı inkar edip müstakil her bir şeyin vücudunu görmemek iken, tabiat fikirleriyle zihinleri bulanarak gurur ve kibire kapılan, nefsi kabararak kendini adeta küçük bir firavun gibi gören, nefsini mabud olarak gören insanlara telkin edilmesi, nefislerinin daha da kabarmasına sebep olabilir.

Üçüncüsü; Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatına uygun düşmeyecek tasavvurlara yol açarak batıl telkinlere medar olur. Vahdetü’l-Vücuttan bahseden; fikren yerden göğe doğru çıkarak ve kainatı arkasında bırakacak şekilde nazarını doğrudan arş-ı alaya yöneltir. İman kuvvetiyle her şeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliğinde bilir. Aksi takdirde kainatın arkasında durup gökten yere doğru nazar edip, sebepleri görme ve bu sebepler içinde boğulup tabiat bataklığına düşme tehlikesi vardır. Dolayısıyla, bu tehlikelere maruz kalmamak için olgun bir iman sahibi olup yerden göğe kadar yükselen her şeyde, mevcudatta Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına ayinedarlık özelliğini görmek gerekir. Bunun dışındaki tasavvur ve benzetmeler hakikate aykırı ve batıl olur. (Lem’alar, s. 271, 272)

Muhyiddin-i Arabi’nin büyük şahsiyeti konusunda en ufak bir tereddüt yoktur. Ancak, eserleri ve umumun istifadesi konusunda çok temkinli olmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri, “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?” deyip, sahabelere neden yetişilemediğinin hikmetini açıklarken verdiği isim rast gele değildir. (Sözler, s. 452) “Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır…” (Lem’alar, s. 272, 273) Bu ifadeler alim ve veliliği konusunda net bilgiler verdiği gibi eserlerinin okunmasına ayrı bir açıklama getirmektedir. Netice itibariyle de “Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.” (Lem’alar, s. 273) denilerek, yanlış anlama ve anlaşılmalara karşı ikaz vazifesi ifa edilmektedir.

Muhyiddin-i Arabi ve diğer bazı zatların arzın yedi tabakası, Kaf Dağı, Meşmeşiye vs. dünyada göremediğimiz ve onların manen gördüklerini söylemleriyle ilgili olarak da şu ifadeler yer almaktadır: “Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.” (Mektubat, s. 82) Bu ifadelerin devamında verilen temsillerle önemli izahlar yapılmıştır.

 Kaynak:www.risaleinurenstitusu.org

 

————————————————————————————————————————————-

Kıyamet Durakları

 

’ Kıyametin duraklarıyla ilgili Ebu Bekir en-Nakkaş’tan aktarılan ve tamamım zikredeceğimiz bir hadiste Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘Allah şöyle der: Kullarım selam olsun size! Merhaba! Allah size hayat versin! Rahman ve Rahim’den, el-Hay ve el-Kayyum’dan size selam ol­sun! ‘Ne güzel davranışlarda bulundunuz! Sonsuza değin giriniz cennete’ Cennet size helal-i hoş olsun. Siz de, ebedi nimet, el-Kerim’in ödülü ve sürekli kalmayla nefislerinizi hoş tutunuz. Siz, iman etmiş [ve eman al­mış] müminlersiniz! Ben de, el-Mümin ve el-Müheymin olan Allah’ım. İsimlerimden birine sizi ortak ettim. Size hiçbir korku olmadığı gibi siz mahzun da olmayacaksınız. Sîzler benim dostlarım, komşularım, septik­lerim, özel adamlarım ve sevdiklerimsiniz. Evimde, size selam olsun!’

‘Ey benim müslüman kullarım! Siz müslüman, ben ise es- Selâm’un! Evim ise, selâm evidir [darül-selâm, esenlik evi]. Sözümü duyduğunuz gibi, yüzümü de göstereceğim size. Size tecelli edip yü­zümden perdeleri kaldırdığımda, bana hami ediniz! Benden perdelen-eksizin, esenlikle ve güvenle evime giriniz! Bana doğru gelip etrafım­da oturunuz ki bana bakasınız ve beni yakından göresiniz! Ben de size hediyeler vereyim, sizi ödüllerle ödüllendireyim, size nurumu tahsis edeyim, güzelliğimle sizi kuşatayım, size mülkümden vereyim. Gül­memle neşelenin, sizi ellerimle sarayım ve size kokumu duyurayım.’

 

‘Ben, beni görmediğiniz halde taptığınız, sevdiğiniz ve korktuğu­nuz Rabbinizim! İzzetim, celâlim, yüceliğim, büyüklüğüm, güzelliğim ve nezihliğime yemin olsun ki, hepinizden hoşnutum ve hepinizi sevdi­ğim gibi sevdiklerinizi de seviyorum. Benim katımda, canlarınızın çek­tiği ve gözlerinizin haz aldığı şeyler vardır. Peşinden gittiğiniz ve arzu­ladığınız her şey, benim nezdimdedir. Siz neyi isterseniz, ben de onu isterim. Artık benden isteyiniz! Korkmayın ve utanmayınız! Çekinme­yiniz! Kuşkusuz Ben cömert, bol bol veren, sözünde vefalı (sözüne sa­dık) ve doğru sözlü Allah’ım!’

 

‘İşte sizi evime yerleştirdim, cennetimi size helâl kıldım, size kendi nefsimi gösterdim. İşte cömert ve koruyucu elim açıktır ve size uzatıl­mıştır, onu sizden çekmeyeceğim. Size bakıyorum, gözümü sizden ayırmam. Artık, neyi dilerseniz ve arzularsanız benden isteyiniz. Kuşku­suz size yakınlık gösterdim. Ben sizinle oturuyor ve size yoldaş oluyo­rum. Artık, ebediyen ne bir ihtiyaç ne bir yoksunluk ne bir ümitsizlik ne bir yoksulluk ne bir çaresizlik ne bir yaşlılık ne bir öfke ne bir güçlük ve ne de hallerin değişmesi vardır.’

 

‘Nimetiniz, ebedidir. Siz, güvenli bir şekilde [cennete] yerleşenler, [beni görmeyi] bekleyenler, ikrama mazhar olanlar ve nimetlenenlersiniz. Bana itaat etmiş ve yasaklarımdan kaçınmış şerefli-efendilersiniz. Artık, ihtiyaçlarınızı bana bildiriniz ki, onları sizin için benden bir cömertlik ve nimet olarak karşılayayım.’

 

Onlar şöyle derler: ‘Rabbimiz! Ne böyle bir şey ummuş ne de beklemiştik. Fakat tek dileğimiz, sonsuza değin senin saygın yüzüne

bakmak ve senin bizden razı olmandır.’Yücelerin Yücesi, Mülkün Sa­hibi, Cömertlerin Cömerdi Allah Teala da şöyle buyurur: ‘İşte yüzüm! Ebediyen ve sonsuza kadar size görünecektir. Ona bakınız ve sevininiz! Çünkü ben sizden razıyım. Artık nimetleniniz! Eşlerinize gidin, birbiri­nize sarılın ve birleşin. Evladınızla mutlu olun. Odalar anıza girin, bah­çelerinizde gezinin! Bineklerinize binin! Döşeklerinize uzanın! Cennet­lerdeki cariye ve odalıklarınıza akşın! Rabbinizden size gelen hediyele­rinizi kabul edin! Elbiselerinizi giyin! Meclislerinize gidin ve sohbet edin!’

 

‘Sonra, bir süre istirahat edin (kaylûle)! Bu istirahat esnasında ne uyuklama ne kendinden geçme söz konusudur. İstirahat, gölge sahibi­nin gölgesinde, dinlendirenin sağladığı güvenlikte ve el-Celîl’in yakınlı­ğında dinlenmeden ibarettir. Sonra, kevser nehrine, kafura, temizleyici suya, serinlik verene, içilmesi serbest ve serin suya gidiniz! Orada yıka­nınız ve nimetlenin. Ne mutlu size! Sonunuz ne güzeldir! Sonra dinle­niniz. Yeşil koltuklara uzanınız! Uzatılmış gölgede yükseltilmiş döşek­lerde ve serin suda ve bol meyveler içinde dinleniniz. Bunlar ne biter ne de onlardan engellenirsiniz.

 

Ardından Hz. Peygamber şu âyeti okudu: ‘Cennetlikler o gün iyi bir meşguliyet içindedir. Onlar ve eşleri kanepeler, sedir üzerinde uzanmıştır.’ Sonra da şu âyeti ekledi: ‘Cennet ehli o gün en iyi yerde ve en güzel din­lenme yerindedirler.’

 

Ebu Bekir en-Nakkaşın hadisi burada sona ermiştir. Bu hadisin se­net kayıtlarını daha önce kıyamet bölümünde duraklar bahsinde vermiş­tik.

 

Allah bu hitaptan sonra perdeyi kaldırır ve kullarına tecelli eder. Bu tecelliyle birlikte hepsi secdeye kapanır. Allah onlara şöyle der: ‘Başları­nızı kaldırınız! Burası secde yeri değildir! Kullarım! Sizi, beni görmekle nimetlendirmek için davet ettim.’ Allah dilediği bir süre onları tutar ve ardından şöyle der: ‘Başka bir dileğiniz kaldı mı?’ Kullar karşılık verir: ‘Rabbimiz! Daha ne kalmış olabilir ki? Bizi ateşten kurtardın, hoşnut­luk mekânına soktun, yakınına yerleştirdin, cömertliğinin nişanı olan elbiseler giydirdin, yüzünü gösterdin.’ Hak şöyle der: ‘Kalmıştır!’ Kul­lar cevap verir: ‘Rabbimiz! Ne kaldı ki?’Alah şöyle der: ‘Sizden hoşnut­luğumun sürmesi. Ben de, hiçbir zaman size öfkelenmeyeceğim.’

 

Bundan daha hoş bir kelime ve daha tatlı bir müjde olabilir mi? Al­lah bizi yaratmaya söz ile başlayıp ‘ol’ demiştir. Bizim adımıza ilk mey­dana gelen şey ise, [ol sözünü ve emrini] işitmekti. Allah, başladığı şey­le bitirdi ve bu sözü söyledi, duymakla sona erdi. Duyulan şey ise, bu müjdeydi, insanlar Hakkı görmede derece derece olacağı gibi bu gör­mede de bilgilerine göre farklılaşırlar. Herkes kendi bilgi derecesine gö­re Hakkı görür.

 

Sonra Allah, meleklerine şöyle der: ‘Onları köşklerine götürünüz.’ Çünkü [bu müşahede sonrasında] kullar, iki nedenle yollarını bulamaz­lar: Birincisi, kendilerini etkisi altına alan görme sarhoşluğu iken diğer neden, yolda karşılaştıkları iyiliklerdeki artıştır. Bu nedenle köşklerini tanıyamazlar. Melekler göstermeseydi konakladıkları yerleri bilemeye­ceklerdi. Yerlerine ulaştıklarında ise, oradaki huriler ve odalıklar kendi­lerini karşılar . Sahip oldukları her şeyin yüzlerinden bir güzellik, sevinç ve ışık kazandığım görürler. Bu ışığı, bizzat kendileri sahip oldukları şeylere yaymıştır. Onlara şöyle derler: ‘Işığınız, parlaklığınız ve güzelli­ğiniz artmış! Sizi böyle bırakmamıştık!’ Köşklerinde bulunanlar şöyle karşılık verir: ‘Siz de öyle! Sizin de güzelliğiniz ve parlaklığınız artmış. Bizden ayrılırken böyle değildiniz.’ Böylece hepsi birbirlerinden nimetlenir.

 

Bilmelisin ki, rahatlık ve rahmet, cennetteki herkesi kuşatır. Gerçi rahmet, [dışta] var olan bir şey değildir. Rahmet, rahmete kavuşan şe­yin haz almasını ve nimetlenmesini sağlayan bir [kendisi değil, etkisi var olan bir] şeydir. Var olan ise, [rahmetle nimetlenen] bu şeydir. Cennette bulunan herkes nimetlenen olduğu gibi oradaki her şey de bir nimettir. Onların cennetteki hareketleri yorgunluk vermediği gibi amel­leri de bitkinlik vermez. Şu var ki, onlarda uyku rahatlığı yoktur. Çün­kü onlar uyumaz. Dolayısıyla onlarda herhangi bir şekilde uyku rahatlı­ğı bulunmaz. Uyku, özellikle cehennemliklerin mazhar olduğu bir ni­mettir. Binaenaleyh uyku rahatlığının bulunduğu yer, [cennet değil] cehennemdir.

 

————————————————————————————————————————————–

Allah’a ve peygamberine iman etmek, peygamberin Allah katından ve kendi katından getirip sünnet ve şeriat olarak ortaya koyduğu her şe­ye inanmayı içerir. Onun sünnet yaptığı şeylere inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı içerir. Böylece [bir yandan] şe­riat ve [öte yandan] sabit hükmü geçersizleştirmeyen teşvik edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar sürer.

Bu hüküm, bu ümmete özgüdür. Hüküm derken, bu ümmeti şe­reflendirmek için ortaya konulan şeyin sünnet diye isimlendirilişini kas­tetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde ise, ruhbanlık diye isimlendirilirdi. Allah şöyle buyurur: ‘Onların icat ettiği ruhbanlık.’  (el-Hadîd 57/27) Bu ümmetin yaptıkları hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye ‘bidat’ di­yen kimse, sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise farklıdır.

[Sünnete] uymak bir şey üretmekten daha iyidir. Uymak ile bir şey üretmek arasındaki fark bilinir. Bu nedenle Şari onu ‘bidat’ diye isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye isimlendirme eğiliminde olmuştur. Bir şey üretmek, aslı olan bir örneği olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak demektir. Allah kendisini şöyle niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz yara­tandır.’ Yani Allah, önceki bir örnek olmaksızın onları var edendir.

İnsan şeriatta aslı olmayan bir adet uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul etmemiz de doğru olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine sünnet lafzını kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e peygamberlerin [kendile­rine değil] rehberliğine uymayı emretti.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)

 

—————————————————————————————————————————————-

Temizliğin Sırları

 

Allah şöyle buyurur:’Temiz toprağa teyemmüm ediniz’ Yani, bu ibadet­te kullanımı için pislik gibi bir engel içermeyen toprağa yöneliniz. Suyla temizlenirken ise kasıttan söz etmedi. Çünkü âyet, genel anlamda suya yönlendirdi, yoksa göreli suya yönlendirmedi. Göreli su, Araplarda iza­fe edildiği şeyle belirlenmiştir. Bir Arab’a “bana su ver’ dediğinde, sana göreli olmayan genel bir su getirir ve bundan başka bir şey de anlamaz. Her peygamber kavminin diliyle gönderildiği gibi her kitap da gönde­rildiği topluluğun diliyle indirilmiştir. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Kur’an benim dilimde indirilmiştir.’ Kastedilen, açık bir Arapçadır. Allah şöyle buyurur: ‘Biz onu Arapça bir Kur’an yaptık, umulur ki anlayasanız.’

 

Bu nedenle Kur’an suya yönelmekten söz etmedi. Çünkü su, haya­tın sırrıdır. Toprağın aksine su, kişi niyetli olsa da olmasa da, özü gere­ği hayatı verir. Teyemmüm eden kişi ise, ‘temiz toprağa’ niyetlenmese bir yarar sağlayamaz. Çünkü toprak, katı bir cisimdir, yayılmaz. Onun ruhu niyettir. Çünkü kasıt [niyet], ruhsal bir anlamdır. Bu nedenle te­yemmüm eden kişi, toprak ve aradaki görüş ayrılığına göre yere [yer­den ayrılmamış toprağa] yönelirken özel bir niyete muhtaçtır. Su ile abdest alan ise, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın niyete muhtaç değildir.

Bu nedenle Allah ‘yıkayınız’ demiş, ‘temiz suyla teyemmüm ediniz’ de­memiştir.

 

Şöyle denilebilir: ‘Ameller niyetlere göredir ve niyet de kasıt de­mektir. Abdest de bir ameldir.’ Buna karşı deriz ki: Söylediğinizi kabul ederiz. Biz de o kanaatteyiz. Fakat niyet burada suyla değil, amelle ilgi­lidir. Su ise amel değildir. Kasıt, toprağa aittir. Hadise göre abdest, suyla amel olması bakımından değil, ‘amel’ olması bakımından niyete muhtaçtır. Dolayısıyla burada su amele uyar. Niyetle yapılmak istenen şey ameldir. Burada kasıt temiz toprağa aittir. Onunla amel etmek ise, (dinde) fiile başlarken başka bir niyete gerek duyan doğal bir iştir. Ni­tekim abdestte, yıkanmada ve meşru bütün amellerde suyla amel etmek de ihlasa muhtaçtır. İhlas da [niyet gibi] emredilmiştir. İhlas hiçbir gö­rüş ayrılığı olmaksızın niyet demektir. Allah şöyle buyurur: ‘Onlar dini sadece Allah’a halis kılmakla memur oldular’Âyette bir sır vardır. İhlas, inceleme ve hakikatini saptamada fakihlerin bizim takip ettiğimiz yön­teme göre incelemedikleri bir konudur. Anla!

 

Kur’an su için ‘suyla teyemmüm ediniz’ dememiştir. Öyle deseydi, abdest alan kişi bir ruha ihtiyaç duyardı ki ruh niyettir. Su ise, kendili­ğinde ruhtur. Çünkü o, kendi zatından hayat verir. Allah şöyle buyu­rur: ‘Her şeyi sudan canlı yaptık’ Her şey canlıdır. Çünkü her şey, Allah’ın övgüsünü tesbih eder. Su da şeylerdeki hayatın aslıdır. Bu neden­le abdestte niyetin abdestingeçerlilik şartı olup olmadığı konusunda şe­riat bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır ki bunun nedeni belirttiğimiz sırdır.

 

Şöyle iddia edilebilir: ‘Abdestte niyeti [şart] saymayan bilgin, cünüplükten temizlenirken [geçerlilik şartı] saymaktadır. Her iki ibadet ise sayla yapılır. Su her ikisinde de hayatın sırrıdır.’ Bu iddiaya şöyle karşılık veririz: Cünüblük bir su olduğu için [sudan kaynaklandığı için], içerdiği hükmî kirlenme nedeniyle şeriat ondan temizlenmeyi dikkate almıştır. Kirlenmenin nedeni, cünüb yapan suyun [bedendeki] ahlat[-ı erbaada] bulunan suyla katışması ve cünüblüğün kandan dönüşmüş bir su olmasıdır. Böylelikle cünüblük, hayat sırrında suyla ortak olmuş, do­layısıyla birbirlerine karşı koymuşlardır. Belirttiğimiz nedenle su, tek başına, cünüblük kirini gidermeye güç yetirememiştir. Bu nedenle cünüp, yıkanırken suyu destekleyen bir ruha muhtaç kalmıştır. Dolayısıyla niyetin yardımına gerek duymuştur. Niyetin etkisiyle -ki o manevi bir ruhtur- suyun hükmü birleşmiş, yıkamayla hiçbir kuşku olmaksızın cünüblük kirini ortadan kaldırmışlardır. Ebu Hanife ve bu meselede onun görüşünü benimseyenler, böyle düşünür.

 

—————————————————————————————————————————————-

 

İki el, [aynı zamanda] cimrilik ve eli sıkılığın bir gereği olarak tut­ma ve engelleme yeridir. Bu nedenle, cömertlik, ihsan ve bağış yaparak açma ve infak eylemiyle onları temizlemelisin. Gece uykusu, kendi gayb âlemini bilmekten gaflet halidir. Gündüz uykusu ise, şehadet âlemini bilmekten gaflet halindir. İşte bu, [Hakka] izafe edilmiş en güzel isim­lerden gayb ve şehadet âlemiyle özdeşleşmenin ve ahlâklanmanın ta kendisidir.

 

Bundan sonra suyla (istinca) ve taşla temizlenme (isticmar) gelir. Bunların ikisini bir arada yapmak, tek yapmaktan daha iyidir. Bunlar iki ayrı temizliktir; nur içinde nur. Sünnette ve Kuran’da bu temizlikler teşvik edilmiştir. İstinca, kendilerinde bulunan dışkı (eza, acı) nedeniyle suyla cinsel organları temizlemektir. Dolayısıyla iki cinsel organ dışkı­nın çıktığı yer olduğu gibi aynı zamanda örtülecek ve gizlenecek iki yerdir. İnsanın içindeki acı (dışkıya benzetilerek eza) ise, gönle ilişmiş çirkin düşünceler, saptırıcı kuşkulardır. Sahih bir hadiste şöyle bildirilir: ‘Şeytan insanın kalbine gelir ve ona der ki: Şunu kim yarattı? Bunu kim yarattı? En sonunda sorar: Peki Allah’ı kim yarattı?’ Kalbin böyle bir acıdan temizlenmesi, Hz. Peygamber’in söylediği gibi, Allah’a sığınma ve soruya son vermekten ibarettir.

 

Bu ikisi, [ön-arka cinsel uzuvlar], avrettir. Başka bir ifadeyle bun­lar, insanın kendisine vesvese vermesine yol açan şeylere meyillidir, in­san, asıl ve ayrıntı konularında dindarlığına zarar veren şeylerle kendisi­ne vesvese verir. Arka, asıl dışkı (eza) yeridir. Zaten bunun için var ol­du. Kadın ve erkekteki diğer iki cinsel uzuv ise (kadın ve erkeğin ön uzuvları) ise bu aslın feridir. Onların iyiliğe dönük bir yönü olduğu gi­bi kötülüğe dönük bir yönü de vardır. İyilik ve kötülük, evlilik ilişkisi ve zinadır.

 

Bakınız! Az bir suya pislik bulaştığında onu etkiler ve artık o su kullanılmaz. Su da, pisliğin üzerine döküldüğünde onun hükmünü or­tadan kaldırır. Tıpkı bunun gibi kuşkular, zayıf imanlı ve düşünceli kalplere geldiğinde, onlara etki eder.

 

—————————————————————————————————————————————-

Ağza Mazmaza Yapmak

Çirkin zikrin ortadan kaybolması için güzel zikirle ağzına su ver [mazmaza]! Çirkin zikir, kovuculuk, dedikodu, kötü sözü açığa vurmak demektir. Ağzına su vermen tilavet, Allah’ı zikretmek, araları düzelt­mek, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak olmalıdır. Allah şöyle buyurur: ‘Allah kötü sözün açıktan olmasını sevmez.’ Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Kovuculuk yapan.’ Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Onların sözlerinin büyük kısmında hayır yoktur. Bir sadaka veya iyilik em­reden veya insanların arasını düzelten kimse müstesna.’Bu gibi örnekler sayılabilir.

 

İşte ağzının temizliği budur. Sana kapıyı açtım. Sen de abdestinde, guslünde ve teyemmümünde böyle devam et. Bunu senden Hak iste­mektedir. Biz bu temizlik hakkında et-Tenezzülâtül-mûsuliyye isimli kitabımızda nesir ve şiir tarzında geniş açıklama yapmıştık, oraya baki­niz. Böylece seni yola yönlendirmiş olduk.

 

Bu temizliği sorumlu bütün organlarında eksiksiz olarak uygula! Çünkü sorumlu her uzuv, bütün ibadetlerle sorumludur. Bu ibadetler temizlik, namaz, zekât, oruç, hac, cihat vb. dince belirlenmiş amellerdir. Sen de sorumlu her uzvu kendi hakikatinin gerektirdiği tarzda bu ibadetlere yönlendirirsin. Allah verdiğinden başkasıyla kimseyi sorumlu tut­muş. Allah her şeye yaratılışını vermiş, sonra yolu göstermiştir. Başka bir ifadeyle verdiği şeyi nasıl kullanacağını açıklamıştır.

 

İnsanın sorumlu organları, sekiz tanedir. Bunların sayısı artmasa da bazı şahıslarda azalabilir. Bunlar göz, kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalptir. İnsanda bunlara ilave bir şey yoktur. Fakat insan türü­nün bazı fertlerinde bunlar eksilebilir. Örnek olarak kör, sağır, dilsiz ve özürlüleri verebiliriz. Böyle bir durumda,hangi organa sahipsen teklif ona yönelir.

 

Bu organların her biriyle ilgili bütün teklifler, Şari’nin hitabından öğrenilir. Organlar, bedeni yönetmekle sorumlu ve [şeriatın hitabıyla] muhatap olan nefsin araçları gibidir. Sen de, kendilerinde adaleti uygu­lamakla sorumlusun. Hz. Peygamber, ‘ayakkabının bir bağcığı koptu­ğunda, iki ayağı arasında adaleti gerçekleştirmek için diğerini de çıkarır ve tek nalınla yürümezdi.

………..

 

Yalancı İblis bir keresinde doğru söylemiş! İblis, peygamberle kar­şılaşmış, Hz. Peygamber de ona şöyle sormuş: ‘Ne haber?’ İblis cevap vermiş: ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Bilmen gerekir ki Allah seni hidayet için yarattı. Buna rağmen hidayette bir katkın yoktur. Allah beni sap­tırmak için yarattı. Saptırmada da benim bir etkim yoktur.’ Bu konuda Hz.Peygamber İblis’in sözüne bir şey eklemeyip ayrılıp gitmiş. Ardın­dan melekler İblis ile Hz. peygamber (sav.) arasına perde olmuştur.

 

VASIL

Namaz için  Temizlik

Herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın bütün müslümanlar, vakti girdiğinde namaz kılması gereken bir insana temizliğin farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. Ayrıca temizlik, büluğ çağma ulaşmış-akıllı yetişkine farzdır. İnsanlar, müslüman olmanın temizliğin şartı olup ol­madığı konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu konuda, zahirin hükmü budur.

 

Meselenin bâtınına gelince -ki söz konusu olan bâtını temizliktir-, şöyle deriz: Namazın bâtını ve ruhu, Hak ile karşılıklı konuşmadır. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm.’ Ardından ‘Kul şöyle der, Allah da bunun üzerine şöyle der’ifadesiyle karşılıklı konuşmayı zikretti. Kul bir davranışında Rabbiyle karşılıklı konuşmak isterse, kendisini Rabbiyle konuşmaktan alıkoyan her türlü şeyden kalbini temizlemesi gerekir. Hak ile konuşma esnasın­da böyle bir temizliğe sahip olmadığında ise, Hakka münacat etmemiş ve saygısız davranmış olur. Böyle bir insan, [konuşmak yerine] kovul­mayı hak eder. Allah’ın izniyle, temizliğin fiillerinde bu temizliğin kı­sımlarını zikredeceğim.

 

Bilginlerin temizlik yetişkin akıllıya farzdır görüşü, [bütün bilginle­rin görüş birliğianlamındaki] icmayla sabittir. Müslümanlığın şart olup olmadığında ise, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bize göre de sözünü ettiğimiz bu temizlik akıllıya farzdır. Akıllı, Allah’ın emir ve yasaklarını bizzat Allah’tan öğrendiği gibi Allah’ın sırrına aktardığı şeyleri öğrenen [akleden] kişidir. Bunun yanı sıra akıllı insan, kalbine gelen düşüncele­rin hangisinin Allah’tan, hangisinin nefsinden veya melek veya şeytan güruhundan geldiğini ayırt edebilen kişidir. İşte, [kâmil] insan budur. insan, bilgi ve ayırt etmede bu dereceye ulaşıp Allah’ın kendisinden is­tediği şeyleri bizzat Allah’tan öğrenerek Allah’ın ‘Beni kulumun kalbi sığdırdı’ sözünü duyduğunda, kalbinde ve onunla ilgili bütün organla­rında meşru ölçüde bu temizliği kullanması farz olur.

 

Gözün bâtını temizliği, söz gelişi, eşyaya ibret gözüyle ve değer­lendirmesiyle bakmaktır. Böyle bir insan, gözünü anlamsız yere kul­lanmaz. Böyle bir davranışı ise, dince belirlenmiş temizliği ilgili yerler­de tam olarak kullanabilen kimse yapabilir. Allah şöyle buyurur:’Bunda göz sahipleri için ibret vardır.’ Burada ibreti gözlerin fiili yapmıştır, [ib­ret alarak bundan başka bir sonuca ulaşmak anlamında] İtibar ise, kalp gözlerinin eylemidir. Allah âyette baş gözünü zikretti. Çünkü onlar, kalp gözünün fiili olan itibarı yapabileceği veriyi bâtına ulaştıran araç­lardır. Bütün organlar böyle ele alınmalıdır.

 

Bilginlerin temizliğin farz olma şartı olarak müslümanlık hakkındaki görüşleri ise, onların başka bir görüşüyle irtibatlıdır. Bu ise, kâfir­lerin şeriatın feri meseleleriyle sorumlu olup olmadığı hakkındaki gö­rüşleridir. Bir münafık abdest aldığında, bir farzı yerine getirebilir mi, getiremez mi? Bu konu, bütün dinî hükümleri içeren bir görüş ayrılığı sorunudur.

 

Bizim görüşümüz şudur: Mümin, kâfir, münafık, kısaca bütün in­sanlar, dinin feri meseleleriyle ve asıllarıyla muhatap ve sorumludur. Onlar, kıyamet günü şeriatın asıl konularıyla olduğu gibi feri meselele­rinden dolayı da hesaba çekilecektir. Bu nedenle münafık ‘Cehennemin en derin yerinde olacaktır/ Burası ateşin içidir ve münafık ‘kalplere eri­şen’ ateş ile azap görecektir. Çünkü münafık, dünyada dinî hükmün bi­çimsel yapısını yerine getirmişti. Bunlara örnek olarak kelime-i şehadeti telaffuz etmek, peygamberi açıktan doğrulamak ve zahirî amelleri yap­mayı verebiliriz. Ancak onların kalplerinde imanın zerresi bulunmaz. Bu kadarıyla onlar, kâfirlerden ayrılır ve kendilerine ‘onlar İki yüzlüler­dir’ denilir. Allah şöyle buyurur: ‘Allah bütüniki yüzlüleri ve kâfirleri Cehennemde toplayacaktır.’ Böylece Allah mekânı zikretti. Münafıklar, ‘Cehennemin en aşağısında azap görür.’ Kâfirler ise, daha yukarıda ve aşağıda azap görür.

 

Allah Cehennem ateşindeki azap için bir takım mertebe ve tabaka­lar düzenlemiştir. Bunlar, belirli organlarla yapılan amellere bir ölçüye göre -ki onu aşamazlar- tespit edilmiştir. Bu bağlamda ateş müminin iman mahalline (kalp) kesinlikle ulaşamaz. Dolayısıyla, müminin ‘kalp­lere nüfuz eden’ ateşte payı yoktur. Gerçi orada iman kendisinden çık­mıştır. Fakat imanın inayeti, insandaki iman mahalline nüfuz etmiştir, iman kendisini korumak ve azaptan Allah’ın dilediği kadarını uzaklaş­tırmak için kendisinden çıkar. Nitekim iman, günah işlendiğinde dün­yada da insandan çıkar.

 

Hz. Peygamber şarap içen, hırsızlık yapan ve zina eden mümin hakkında şöyle buyurur: ‘Bir mümin mümin iken böyle günah işlemez.’ Yani, söz konusu günahı işlerken mümin değildir. Başka bir hadiste ise şöyle buyurur: ‘İman bu esnada -yani o fiili işlerken- kendisinden çıkar.’ İnsanlar, bu hadisi gerçek anlamının dışında yorumlamıştır. Çünkü on­lar, Şari’nin maksadını anlamamış, imanı ameller ile yorumlayarak şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber, burada iman derken ameli kastetmiştir. Halbuki Hz. Peygamber, bu ifadeyle kastettiği şeyi başka bir hadiste açıklamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Kul zina ettiğinde, iman kendisinden çıkar ve bir gölge gibi üzerinde dolaşır. Zina fiilinden uzaklaştığında ise iman tekrar kendisine döner.’

 

Bu konudaki İlâhi hikmet şudur: Allah bilir ki kul, günah ve itaat­sizlik olduğuna inandığı bir itaatsizliği işlemeye başladığında bizzat bu fiiliyle nefsinin Allah’ın azabına maruz kalmasına ve cezalandırılmanın gerçekleşmesine yol açar. Söz konusu fiil, Allah tarafından bir belanın kula ulaşmasına neden olur. Bu kez kalbindeki iman çıkar ve adeta bir gölge gibi üzerinde kalır. Allah’tan inen bela kulu aramaya başladığında ise, [kuldan çıkmış] imanı o belayı karşılar ve belayı uzaklaştırarak Al­lah’ın bir rahmeti olarak kula ulaşmasını engeller. Çünkü imana hiçbir şey karşı koyamaz. Peygamberin hadiste vaat ettiği şey bir açıklamadır.

 

Bu nedenle şöyle dedik: Mümin, itaatle karışmayan saf bir günahı kesinlikle işlemez. Günahtaki itaat, onun günah olduğuna inanmasıdır. Mümin, ‘salih ameli ve kötü ameli katıştıran’ kimselerdendir. Allah şöyle buyurur: ‘Belki Allah onların tövbelerini kabul eder.’ Tövbe, dönmek demektir. Kastedilen şey, Allah’ın rahmet etmek üzere kullarına dön­mesidir. Çünkü Allah âyeti ‘Allah bağışlayan ve rahmet edendir’ ifade­siyle genelleştirdi. Bilginler şöyle der: Umulur ki Allah bakımından zo­runluluk ifade eder. Çünkü Allah’ı engelleyen bir şey yoktur.

 

İman, gönlün ve için temizliğidir. Bu nedenle, ince bir noktanın dışında, dış temizlikte olduğu gibi bir görüş ayrılığı imanda düşünüle­mez. Görüş ayrılığı bulunabilecek ince noktada, batının hükmü de zahir temizliğin hükmü gibidir. Görüş ayrılığı bulunan bu yönden şöyle de­riz: İçin imanla temizlenmesinin şartı onu sözle ifade etmek midir? Bu durumda dil, kalbin inandığı şeyle örtüşmüş olur. Yoksa sözle söylemek şart değil midir? Böylelikle bâtında inandığı şeyi izhar etmediğinde, şehadet âlemindeki zâhir münafık gibi gayb âleminde iki yüzlü olmuş olur.

 

Çünkü söz gelimi mümin, namazın farz olduğuna inanır, fakat namaz kılmaz ve temizlenmez. Münafık ise, kalbiyle bunların farz oldu­ğuna inanmaz ve inanmadığı halde namaz kılar, temizlenir veya bu gibi ibadetleri kendisine farz kılan peygamberin sözü nedeniyle yapmaz. Derinden incelediğinde, meselenin anlamının bu olduğunu görürsün. Böylece, görüş birliği ve ayrılığına göre hüküm, zahirde olduğu tarzda zâhire ve bâtına yayılır. Bunu bilmelisin!

 

 

Elin Abdest Kabına Sokmadan Önce Yıkanması

 

Şeriat bilginleri, abdest alınmak istenen kaba sokmadan önce elleri yıkamanın farz olup olmadığı konusunda dört görüş ileri sürmüştür. Bazı âlimlere göre, ellerin yıkanması her halükârda sünnettir. Bir gruba göre temizliği hakkında kuşku duyan insanın ellerini yıkaması müstehaptır. Bazılarına göre abdest almak istediği kaba sokmazdan ön­ce eli yıkamak, sadece uykudan kalkana farzdır. Bir gruba göre ise gece uykusundan uyanan kimseye eli yıkamak farzdır.

 

Bildiğim kadarıyla bu meselede bilginlerin görüşleri böyle sınıfla­nabilir. Herkesin kendi düşüncesini dayandırdığı bir kanıtlama tarzı vardır, fakat bu kitabımız onların kanıtlarının ortaya konulacağı bir yer değildir.

 

TAMAMLAMA

 

Meselenin bâtındaki hükmü şudur: Eli yıkamak, Şari’nin terk edilmesini emrettiği davranışlarla eli temizlemektir. Bu da iki kısma ay­rılır: Bir kısmı vacip, diğeri ise teşvik edilmiş kısımdır [mendup]. Bizce vacip ve farz eşittir ve bu ikisi aynı anlama söylenmiş iki sözdür. Binaenaleyh bize göre, ‘Allah farz kıldı’ demek ile ‘vacip kıldı’ demek arasın­da fark yoktur.

 

Terki vacip olan fiil, işlendiğinde şeriatın gasp, hırsızlık veya hain­lik yapılmış olacağına hükmettiği bir şeyden elin çekilmesidir. Kısaca, şeriatın din kullanımını uygun görmediği her şey bu kapsama girer. Bu hallerdeki farklar açıktır. Bütün bunlardan elin ‘temizlenmesi’ vaciptir. Neyle temizleneceği ise, Allah izin verirse, ilgili bölümde belirteceğiz. Öyleyse din böyle temizlenmesi tarzdır.

 

Teşvik edilmiş temizlik ise, elde bulunup tutulması serbest bırakıl­mış dünyalığın terkidir. Şeriat, Allah katindakini arzulayarak böyle bir malın elden çıkarılmasını teşvik etmiştir. İşte zühd budur ve o bir tica­rettir. Çünkü sahip olunan malı elden çıkarmanın karşılığında Allah ka­tında bir bedeli vardır. Terk etmek, elde tutmaktan daha üstündür [kâr­lıdır]. Zühd, her dinde ve inançta din ve akıl bakımından kabul edilmiş bir husustur. Çünkü bütün akıl sahipleri, dünyaya karşı zahit davranıp dünyalık toplamayı bırakmanın ve insanın sahip olduğu malları elden çıkarmasının üstün bir davranış olduğunda görüş birliğine varmıştır. İş­te bu, din temizlenmesi hakkında teşvik edilmiş kısımdır. Bu kısımdaki temizlik sünnettir.

 

El temizliğinde müstehap görüşe gelince, bu görüş, dinin temiz olup olmadığında kuşku duyan insanın sahip olduğu malı dinden çı­karmasıdır. Bunun nedeni, malın helalliğini zedeleyen bir kuşkunun malda bulunmasıdır. Bu durumda malı dinde tutması uygun değildir. Bu ise zühd değil, veradır [kuşkulu şeylerden uzak durmak]. Malda ha­ram kuşkusu bulunsa bile, onun helale dönük bir yönü de vardır. Müstehap olan, böyle bir malın mutlaka terkedilmesidir. Çünkü haramı dikkate almak, [helali dikkate almaktan] daha üstündür. Çünkü insan, şüpheli bir şeyi elinde tuttuğunda sorumluyken kendisine göre maldaki kuşku nedeniyle onu elinden çıkardığında ise sorumlu değildir. Hatta bu davranışı karşısında insan, ödüllendirilmeye daha yalandır. Teşvik edilmiş temizlikte böyle yapmak daha iyidir. Mübah malın terkinin ise mübah sayılması daha doğrudur.

 

Bilginlerin uykudan uyanıklığında elleri yıkamanın genel anlamda farz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına düştüğünü, bazı âlimle­rin bunu özellikle gece uykusuyla sınırladığını belirtmiştik. Bilmelisin ki, gece, gaybdır [görünmez]. Çünkü o, örtünme mahallidir. Allah ‘ge­ceyi bir örtü yaptı.’ Gündüz ise şehadettir [görünen]. Gündüz, hareket ve ortaya çıkma zamanıdır. Bu nedenle Allah gündüzü Allah’ın ihsanı­nı, yani rızık aramak için geçinme vakti yaptı. Gündüz aranılan ihsan ve rızık, [başka vakittekinden] fazla ve üstündür. Bu, erdemlerin artması­dır. İnsan gündüz, kendisi için rızık olmayan şeyleri de toplar. Bu kısım fazlalıktır, çünkü insan onu varisleri veya başka insanlar için toplar. Halbuki insanın rızkı, topladıkları değil, beslendiği şeylerdir.

 

Bilmelisin ki uyuyan, hiç kuşkusuz gayb âleminde bulunur. Gece uykusu söz konusu olduğunda ise, bu uyku gayb içinde gayb sayılır. Dolayısıyla onun etkisi daha güçlüdür. Gündüz uykusu ise şehadet içindeki gaybdır. Dolayısıyla bu uykunun hükmü daha zayıftır. Bakınız! Allah ‘uykuyu dinlenme’ yaptı. Dinlenme, hiç kuşkusuz bir istirahattir. Geceleyin uyku daha şiddetlidir. Çünkü gece uykusunda insan gündüz- dekinden daha çok kendisinden geçer. Gayb asildir. Öyleyse asıl olan gecedir. Şehadet âlemi ise bu aslın feridir. O zaman gündüz de, ferdir.

 

‘Onlar için bir delil gecedir. Gündüzü ondan çıkarırız’ Çünkü gündüz, geceden çıkarılmıştır. Gece, eşyayı örter ve onların dış varlıklarının ha­kikatlerini görmeyi engeller. Bu nedenle gece, bilgisizliğe benzer. Çün­kü bir şeyi bilmemek, onun hükmünü açıklamaz [açıklamayan bir şey­dir]. Bir konuda şeriatın cahili olan insan, şeriatın o konudaki hükmü­nü de bilemez.

 

Uyuyan kişi, görülür âlemdeki insanların herhangi bir işini bileme­diği için, uyku sırf bilgisizlik sayılmıştır. Ne var ki uyku ‘gözü uyuyup kalbi uyumayan’ için bilgisizlik değildir. Örnek olarak Allah’ın pey­gamberini ve günümüzde de Allah’ın dilediği peygamber varislerini ve­rebiliriz. Gündüz, eşyayı ayan beyan ortaya koyar ve onların zatlarının dış varlıklarım gösterir. Bunun yanı sıra insana çekindiği zararlı şeyleri gösterdiği gibi çekinmediklerini de gösterir. Bu nedenle gündüz, bilgi­ye benzer. Çünkü bilgi, şeriatın eşyadaki hükmünü açıklayan şeydir.

 

Gündüz uyuyan insan, uyuması nedeniyle bilgisizlikle nitelendiği için -çünkü uyku bilginin zıddıdır- bazen farkında olmaksızın elini veya ayağım uzatıp uyanıkken bozmaya yeltenmeyeceği bir şeyi bozabilir Bu nedenle şeriat, uyandığında bilgiyle bilgisizlik uykusundan temiz­lenmeyi ona farz İtildi. Uyuyan insan, uyanmasıyla bu konudaki şeriatın hükmünü öğrenir. Çünkü o, bilgisizlik uykusunda uyurken, ‘elinin nerde gecelediğini bilmiyordu: Acaba kendisine mübah bir malda mı, yok­sa daha önce zikrettiğimiz gibi, çalınmış vb. gibi mülkiyeti kendisine mübah olmayan bir şeyde mi [geceledi]? Farklı düşünen kimse, Hz. Peygamber’in ‘elinin nerede gecelediğini bilemez’ hadisini dikkate alır ve bilgisiz ile uyuyan kişi, uykuda ortak olur.

 

Şari ‘geceleyeni’ zikretti. Çünkü uyku genellikle geceleyene hâkim­dir. Şari, her zaman daha yaygın olanı dikkate alır. Böylelikle bu hük­mü gece uykusuna bağlamıştır. Mutlak anlamda uykuyu dikkate almak, gece uykusunu dikkate almaktan daha üstündür. Gece uykusunu dikka­te alan kişi, geceleyeni zikretmiş olur. Çünkü insan gündüz uyuduğun­da, yarımda bir insan veya toplum bulunabilir. Onlar uyuyan kişinin elini veya ayağım hareket ettirip bir testiyi veya başka bir şeyi kırmaya neden olduğunu görebilir. Veya uyuyanın eli, süt emen küçük bir ço­cuğun ağzının üstüne gelir ve ona eziyet verir veya onun soluk alıp vermesini engeller ve ölümüne yol açabilir. Bu gibi hadiselere tanık ol­duk. Bu durumda uyuyan insanın yanında bulunan uyanık kişi, gündü­zün ışığı ve uyanıklık bu durumu kendisine gösterdiği için, yakınındaki küçük çocuğu veya testiyi uzaklaştırmakla ortaya çıkacak zararı engeller. Bilgisiz insan karşısında bilgin de böyledir. Bilgili, cahilin şeriatın hük­münü bilmediği bir şeye yeltendiğini gördüğünde, onu uyarır veya şe­riat onunla bu fiil arasına girer.

 

Bize göre eli yıkamak, bâtını işlerde gafil -ki gafil gündüz uyuyan kimsedir- ve cahile -o da gece uyuyan kimsedir- farzdır ve bu zorunlu­dur. Temizlenmeyi eli kaba sokmazdan önce dikkate almamızın nedeni ise, hem amel ve hem de bilgiyle sorumlu ve muhatap olmamızdır. Bil­gi [zahirî anlamıyla] sudur. Amel ise, yıkanmaktır. Her ikisiyle birlikte temizlik gerçekleşir. Abdest suyunun bulunduğu kaba sokulmazdan ön­ce ellerin yıkanması, insanın içinden bu fiile başlarken Hakkın mertebe­sine -ki insanın mutluluğu oradadır- yönetme niyetinin ortaya konul­masıdır. İşte abdest kabına sokulmazdan Önce eli yıkamanın bâtını te­mizlikteki anlamı budur.

 

 

VASIL

[Ağza ve Burna Su Vermek]

 

Ağza ve burna su vermek (mazmaza ve istintak), şeriat bilginlerinin üç görüşe ayrıldığı bir konudur. Bazı âlimler, her ikisinin de sünnet olduğunu, bir kısmı tarz, bir kısmı ise ağza su vermenin sünnet, burna çekmenin font olduğunu kabul etmiştir. Ağza ve burna su vermenin za­hirdeki hükmü budur.

 

Ağza ve burna su vermenin (mazmaza ve istinşak) bâtındaki hü­kümlerine gelince, bunların bir kısmı fora, bir kısmı sünnettir. Ağza su çekmede farz olan, Allah’tan başka ilâh yoktur’u  söylemektir. Bu keli­meyi söylemekle dil ve gönül şirkten temizlenir. Çünkü bu cümlenin harfleri göğüs [sadr, gönül] ve dil harfleridir. Allah’ın sana söylemeyi farz kılıp başkasının senin adına yerine getiremeyeceği -ki böyle olsaydı farz-ı kifaye gibi senden düşmüş olurdu- bütün ibadetleri söylemek de böyledir. Örnek olarak, çukura düşmek üzere olan bir âmâyı uzaktan gören adamı verebiliriz. Âmâ çukura düşmekle ya acı çekecektir veyaölecektir. Bu nedenle, kendisine yetişemeyeceği için, adamın âmâyı düşmekten engelleyecek şekilde anlaşılır bir dille ona bağırması farzdır. Bir insan bu konuda kendisini geçerse, üzerinde belirlenmiş farz kendi­sinden düşer. Buna rağmen âmâyla konuşursa, bu davranış, yine de iyi­dir, fakat farz değildir.

 

İnsan bu ve benzeri şeylerle bâtınında ağzına su verirse [temizler­se], hiç kuşkusuz, bir iyilik elde etmiş ve hayır söylemiş olur. Hayır söy­lemek ve dilin doğruluğu, yalandan temizlenmektir. İyi sözü söylemek, kötü sözü söylemekten arınmak demektir. ‘Zülüm eden ise…’âyetine göre bir karşılık olsa bile, bu konuda susmak daha üstündür» İyiliği em­retmek ve kötülükten alıkoymak, o ikisinin zıddı olan şeylerden temiz­lenmektir. Böyle bir şey, ağza su almanın fara ve sünnetidir. Aynı şey, burna su çekmek için geçerlidir.

 

Bâtında burna su çekmeyi anlamak için şunu bilmek gerekir. Arap örfünde burun, izzet ve büyüklük organıdır. Araplar beddualarında ‘Al­lah burnunu sürtsün’ ‘burnu toprağa sürtünse bile’ derler. Burada ‘top­rak’ denmiştir. Bunun anlamı, Allah’ın [beddua edilen inşam] büyüklük ve izzetinden horluk ve küçüklüğe düşürsün demektir. Bu küçültme ‘toprak’ kelimesiyle anlatıldı. Çünkü Allah yeri mübalağa kalıbında ‘çok zelil diye isimlendirdi. Çünkü en zelil şey, bir zelilin ayağıyla çiğneye­bildiği şeydir. Kullar zelil yaratıklar olduğu halde üzerinde yürüyerek yeryüzünü çiğner. Bu nedenle Kur’an, yeryüzünü mübalağa kalıbıyla isimlendirmiştir.

 

İnsanın içindeki büyüklük, kulluk, horluk, zillet ve muhtaçlık hü­kümlerini uygulamadan ortadan kalkmaz ve silinmez. Bu nedenle burna su verirken sümkürmek gerekti. Kişiye şöyle denilir: Burnuna su çek, sonra sümkür! Burada su, kul olduğunu bilinendir. Büyüklüğünün temsil eden organında [burun] onu kullandığında ise, büyüklük o yer­den çıkar. ‘Sümkürme5 budur. Bunun bir kısmı farzdır. Bu kısmın ba­tında kullanılması ise, hiç kuşkusuz ki farzdır.

 

Sümkürmenin sünnet olmasının anlamı, onu yapmadığında abdestinin geçerli olabilmesidir. Bu noktadaki karşılığı ise şudur: Kölene veya emrinin altında bulunan kimselere [amir olarak] veya elinin altında bulunana kimseye tevazuyla davranmayı terk edip ŞariTeala’nın sana mübah kıldığı bir gerekçe ne­deniyle üstünlüğünü, başkanlığım göstererek davranırsın -ki burada [kölenin efendiye söylediği] ‘Efendi! Bana falan şeyi ver’ ifadesinin içerdiği bir sır vardır-. Bu durumda [mübah bir gerekçe nedeniyle] tevazuyu terk etmeye rağmen, tevazu yapmadan temizlenme gerçek­leşmiş olur. Bununla birlikte, tevazünün gösterilmesi daha üstün bir davranıştır. İşte bu da, burna su çekmenin [batanda] farz olmaktan çık­tığı bağlamdır.

 

Bu nedenle ‘burna su çekmek bazen sünnet, bazen faizdir’ dedik. Çünkü biliyoruz ki, bir şehir halkı tek bir sünneti terk etmede görüş birliğine varırsa, onlarla savaşmak farz olur; fakat bir kişi sünneti terk ederse öldürülmez. Hz. Peygamber ‘gece vakti ulaştığı bir şehre sabah oluncaya kadar savaş açmazdı. Sabah olduğunda ise ezan sesi duyarsa durur, yoksa saldırıya geçerdi.’ Ezan sesi duymadığında ise ‘Öyle bir topluluğun bölgesine girdik ki! Korkutulanların sabahı ne kötüdür’âye­tini okurdu.

 

BÂB

Yüzü Yıkamanın Sınırı

Yüzü yıkamanın farz olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bunun bâ­tındaki hükmü ise, murakabe (kontrol, gözetleme) ve Allah’tan her du­rumda utanmaktır. Bu ise, Allah’ın sınırlarını aşmamakla gerçekleşir.

 

Şekilci bilginler, abdestte yüzü yıkamanın tanımlanmasında üç yer­de görüş ayrılığına düşmüştür: Birincisi, kulakla yanak arasındaki be­yazlık hakkındaki görüş ayrılığıdır. İkincisi, sakalın örttüğü kısımdaki görüş ayrılığıdır. Üçüncüsü ise, sakalın yıkanmasıdır. Zikredilen beyaz­lığa gelince, bazı bilginler onun yüzden olduğunu, bazıları ise yüzden olmadığım iddia etmiştir. Sakalın örttüğü kısım hakkında ise, bazı alim­ler suyun o kısma gir dirilmesini, bazıları ise bunun zorunlu olmadığım iddia etmiştir. Sakalın hilallenmesine gelince, bazı bilginler bunun zo­runlu, bazıları ise, zorunlu olmadığım iddia etmiştir.

 

VASIL

Zikredilenlerin Bâtındaki Hükmü

 

Bu konuda işi sınırlamaksızın, genel anlamda yüzün yıkanmasının bir kısmı farz iken bir kısmı farz değildir. Farz olan kısım, yasakladığı yerde seni görüp emrettiği yerde bulmayışında Allah’tan utanmaktır. Bu konuda sünnet olan utanma, yalnız başınayken ayıp yerlerini açmak­tan utanmaktır. Her parçam gördüğünü bildiğin halde Allah’tan utan­mak daha yerindedir. Fakat sorumlu olman bakımından senin fiillerindeki hükmü, zikrettiğimiz şeydir. Rivayetler bunu getirmiştir. Sana mübah kılınsa bile, eşinin avret yerine bakmak da böyledir. Mübah olsa bile, bu konuda hayâ etmek, daha üstün ve yerinde bir davranıştır. Böy­lelikle utanma duygusunda Allah hakkı söylemekten utanmaz’ gibi ifa­delerde farzlık düşer. Bundan ortaya çıkan şey ise üzerine farzdır. Senin üzerine belirlenmeyen ise, sünnet ve müstehaptır. Dilersen yaparsın -ki üstün olan budur- dilersen de yapmazsın.

 

İnsan zâhir ve bâtın olarak fiillerini ve fiillerini terki gözettiği gibi Rabbinin, kalbindeki eserlerini de gözetir. Çünkü kalbinin ‘yüzü’ mu­teberdir. İnsanın ve her bir şeyin yüzü, onun hakikati, zatı ve kendisi­dir. ‘Bir şeyin vechi,’ ‘meselenin vechi’, ‘hükmün vechi’ denilir ve onun­la sözü edilen şeyin hakikati, kendi ve zatı kastedilir. ‘Allah Teala şöyle buyurur: ‘O gün yüzler vardır parıldar, Rablerine bakarlar. O gün yüzler vardır, kararmıştır. Kendilerinin, bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacağını sezeceklerdir.’Öyleyse insanların önündeki yüzler, zanlarla nitelenmez. Zan insanın hakikatine aittir. Binaenaleyh ‘hayâ bütü­nüyle hayırdır’, ‘hayâ imandandır’ ve ‘hayâ ancak iyilik getirir.’

 

Kulak ve yanak arasındaki beyazlık -ki o kulak ve yüz arasındaki sı­nırdır-, insanın yüzünde sorumlu olduğu amelle kulağında sorumlu ol­duğu amel arasındaki sınırdır. Bu konuda yapılması gereken şey, sınırı sınırlanana sokmaktır. Başka bir ifadeyle insana yaraşan şey, hayâ duy­gusunu gözüne olduğu gibi kulağına da yönlendirmektir.

 

Allah’ın yas akladıklarına bakmamak, hayânın bir parçasıdır. Allah peygamberine şöyle hitap eder: ‘Müminlere söyle, gözlerini haramdan uzak tutsunlar.’‘Mümin kadınlara da gözlerini sakınmalarını söyle.’ Bu iki âyetin bâtını anlamında kast edilenler, nefs ve akıldır. İnsanın işitil­mesi helal olmayan şeyi duymaktan da utanması gerekir. Örnek olarak dedikoduyu ve bir insanın söylemesi veya duyması uygun olmayan kötü sözü dinlemeyi verebiliriz. Çünkü bu beyaz, kulak ve yanak arasındadır. Orası, kuşku mahallidir. Kuşkunun nedeni, bu konuda şöyle demektir: ‘Ben karşı çıkmak ve gıybeti yapılan kişiyi savunmak için ona kulak vermiştim.’ Bu ise, kişinin anlayışından kaynaklanır. Onun bu sözü, [yanak anlamındaki izar’ın aynı zamanda mazeret anlamına gelmesiyle ilgili olarak] izar’dan kaynaklanır. Izar ise, mazeret demektir. İnsan bu konuda azarlandığında, zikrettiğimiz tarzda mazeret beyan eder ve der ki: Sözünü tam olarak kulağıma yerleştirmek için ona kulak verdim ki bilgiye dayanarak onu öyle konuşmaktan engelleyeyim. Bu durum ‘izar’ kelimesiyle ifade edilir. Bu ifade, izarı (ya da mazereti) olmayan kimse­de izarın yerini alır.

 

Bu gibi ifadeleri dinlememeyi vacip sayan kimsenin temizliği, Al­lah’ın şu âyetiyle gerçekleşir: ‘Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyar. İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir.’ Allah onlara iyilik ve kötülüğü gösterir. ‘Onlar üstün akıl (lüb) sahipleridir,’ Başka bir ifa­deyle, söylediğimiz şeyi bilen kimselerdir. Lüb, bir şeyin kabukla koru­nan özü demektir. Bunun kendisine farz olmadığım düşünen ise, dilerse yıkanır, dilerse yıkanmaz. Örnek olarak, cezalandırmasından korktuğu yetkili birinden yüzüne karşı reddemeyeceği şeyleri dinlemek zorunda kalan inşam verebiliriz. Meclisten kalkmaya güç yetirebilirse, ayrılır. Bu insanın yıkanması ve temizlenmesi oradan ayrılmaktır. Kendince kuşku­lu bir durum nedeniyle kalmayı yeğlerse oturur ve ayrılmaz. Bu da, ay­rılmanın farz olmadığım düşünen kimsenin davranışıdır.

 

Sakalın örttüğü yerin yıkanması ve sakalın hilallenmesi ise, [batanı olarak] geçici şeylere işaret eder. Sakal yüze ilişen bir şeydir. Yüzün bir parçası değildir ve yüzün tanımında bulunmaz. Bu durum, zatının dı­şında bulunup zatına ilişen şeylerin [tanımında bulunmayışına] benzer. Bu arızî şeylerde, sana ilişen şeyin hükmüne bağlısın. Bu arızı şeyden nefsini temizlemeyi gerekli görmüşsen, sakalın yıkanmasının farz oldu­ğunu benimseyen kimsenin görüşünü dikkate almışsındır. Temizlemeyi gerekli görmezsen, ya müstehap olarak temizlersin veya hükmü kesin olmadığı için bırakırsın. Fakat böyle yapmak, diğerlerinin içinde bir ek­sikliktir. İşte bu, ‘zorunlu değildir’ diyen bilginin görüşüdür ve o, di­ğerlerinin mezhebidir.

 

BÂB

Abdestte Elleri ve Kollan Dirseklere Kadar Yıkamak

Şeriat bilginleri, abdestte elleri ve kolları yıkamanın zorunluluğunda görüş birliğine varmış, dirseklerin yıkamaya dahil edilmesinde ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bizim mezhebimiz, fiilde icma’ derecesi­ne çıkmaktır. Çünkü hükümde icma(‘nın gerçekleşmesi) düşünülemez. Bazı bilginler, dirseklerin yıkanmaya dahil edilmesi, bir kısmı ise bunu farz saymamak görüşündedir. Farz olmadığını söyleyenler arasında ise dirsekleri yıkamaya katmanın müstehap olduğunda görüş ayrılığı yok­tur.

 

VASIL

[Bu Konuda Bâtının Hükmü]

 

Allah’ın bizi sorumlu tuttuğu zâhir hükmünü ortaya koyduktan sonra, şöyle deriz: iki eli ve iki kolu -ki o ikisi bilektir- kerem, cömert­lik, ihsan, başkasını tercih, bağışlar, emanetleri sahiplerine vermek fiiliy­le yıkamak gerekir. Bu, başkasını tercihin geçerli olmadığı husustur. Aynı zamanda, dirseklere dayanmakla onları dirseklerle beraber tevek­kül ve sığınma duygusuyla yıkamak gerekir. Çünkü mümin ‘kardeşiyle çoktur.’ Hz. Peygamber abdestte dirseklerini yıkadığında, pazularına kadar yıkardı. Bu ve benzeri şeyler, ellere ait özelliklerdendir. Ellerin sı­nırı konusunda görüş ayrılığı vardır. En çoğu, koltuk altlarına kadar olan kısımdır. En azı ise ‘dirsek’ diye isimlendirilen ayrıma kadardır. Geride dirsekleri katıp katmamak kalır.

 

Bâtında dirsekler, kulun yararlandığı [dirsek kelimesiyle aynı kök­ten irtifak] ve nefsini alıştırdığı sebepler demektir. Çünkü insan, özün­de ‘aceleci yaratılmıştır.’ Mümkün bir varlık olması bakımından, haki­katinin verdiği yoksunluktan korkar. Bu nedenle, dayanacağı ve meyle­deceği şeye yönelir. Abdestte dirsekleri yıkamaya katmanın farz oldu­ğunu düşünen kimse, kendisinden bir hikmet olarak Allah’ın yarattığı şeylere sebepleri yerleştirdiğini gören kişidir. Çünkü Allah, yaratıklarının inançlarındaki zayıflığı bilir. [Dirsekleri yıkamanın bir parçası yap­makla] Böylelikle, sebeplere güvenerek Allah’ın hikmetinin işlevsiz kalmamasını ister. Çünkü böyle bir şey, insanın Allah’a itimadına zarar verir.

 

Dirsekleri yıkamanın farz olmadığım düşünüp nefsin sebeplere yö­neldiğini gören kimse, nefsin sebeplere itimat edip sebepleri görmekle hal olarak Allah’a güvenmenin tam anlamıyla gerçekleşmediğini gör­müş demektir. Dirsekleri yıkamanın farz olmadığını kabul eden herkes, onları yıkamaya katmanın müstehap olduğunu düşünür. Haklarındaki hükümleri değişse bile, sebepleri görmek herkese göre müstehaptır. Çünkü Allah, hikmeti sebeplerin varlığına bağlamıştır.

 

BÂB

Başı Meshetmek

 

Şeriat bilginleri, başın mesh edilmesinin abdestin farzlarından ol­duğunda görüş birliğine varmış, başın ne kadarının zorunlu olduğunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı âlimlere göre başın tamamını mesh etmek farzdır. Bazıları da başın bir kısmım mesh etmenin farz olduğu­nu iddia etmiş, ‘bir kısmı’nı tanımlamada görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı ise, başın üçte birini mest’in farz olduğunu ileri sürmüş, bir kısmı üçte ikisini, bir kısmı çeyreğini mesh etmenin farz olduğunu id­dia etmiş, bir kısmı ise sınırın belirlenemeyecğini söylemiştir. Bazı bil­ginler ise, mest’in elin ne kadarıyla yapılması gerektiğinden söz etmiştir. Bazdan meshin en az üç parmakla yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise ‘bir kısmı’ deyiminin ne mesh edilen yer ne de par­maklar için belli bir tanıma sahip olduğunu deri sürmüştür. Görüş ayrı- lığının kaynağı, abdesde ilgili ‘başlarınız’âyetinde ‘b’ [ile] harfinin geçmiş olmasıdır.

 

 

Başı Mesh Etmenin Bâtındaki Hükmü

 

Meshin [zahirdeki hükmünden] bâtındaki hükmüne geçersek, ön­celikle baş [re’s], başkanlıktan gelir. Başkanlık yükseklik ve üstünlük demektir. Kavmin başkanı, yani kavmin yetki sahibi olan efendisi ifade­si buradan gelir. Gözle bakıldığında baş, bedendeki en üst taraf olduğu ve bütün beden onun altında bulunduğu için ‘baş’ diye isimlendirildi. Başkan yönetilenden mertebe bakımdan üstündür ve üst yön ona aittir. Allah, şeref sahibi olması nedeniyle, kendisini üstte olmakla nitelemiş­tir: ‘Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.’ Başka bir âyette ise şöyle buyu­rur: (0 kullarının üzerinde hâkimdir.’ Böylelikle baş, üst yön ilişkisi ne­deniyle bedende Hakka en yakın organdır.

 

Başın bedenin bütün parçalarım yönetmesini sağlayan başka bir üs­tünlüğü daha vardır. O da başın duyulur-akledilir ve manevi bütün güç­leri taşıyan ve toplayan bir yer olmasıdır. Baş bu yönden de bu üstün­lüğe sahip olduğu için baş diye isimlendirildi. Allah insandaki en şerefli şey yaptığı akim bulunduğu yeri de başın en üst tarafı yapmıştır. Burası başın üst tarafıdır [yafuh]. Allah onu üst yöne bakan yer yapmıştır.

 

Baş, zâhirî ve bâtını tüm güçler için bir yerdir. Her gücün bir oto­ritesi, hükmü ve övüncü vardır ki bunlar bir güç için diğer güçlere karşı üstünlük sağlar. Bu durum, hükümdarın sarayının çarşıdaki diğer ev­lerden yüksek olmasına benzer. Allah, o güçlerin baştaki yerlerini farklı farklı yapmış, böylelikle üstü, önü, ortası ve sonuyla başın tümünü kap­lamışlardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, her gücün kendiliğinde bir iz­zeti, otoritesi, büyüklüğü ve başkanlığı vardır. Bu nedenle başın tümü­nün tevazu ve Allah’a boyun eğme duygusuyla mesh edilmesi gerekir. Bu yorum, farklı mekânlara yerleşmiş bu güçleri taşıması bakımından bütününe yayılan bu başkanlık nedeniyle başın bütününün meshinin farz olduğunu düşünen insanın görüşüdür. Mesh bütüne yayıldığında, her gücün kendi iddiasıyla ilişkili özel bir mesh gerçekleşir. Böylece in­san, başın her parçasına özgü mesh ile o parçayı kendisine ait taşkınlık­tan alıkoyar. Böylelikle insan, meshi bütün başa yayar [bütün parçaları taşkınlıktan alıkoyar].

 

Valilerin işleri hükümdara döndüğü gibi, başın da üstünde bir baş olduğu düşünülebilir. Hükümdar valileri yöneten kişidir. Böylece her vali, üzerinde kendisinden daha üstün ve kendi otoritesi üzerinde otori­tesi olan bir yönetici bulunduğunu görür. Söz gelimi musavvire gücü­nün hayal gücü üzerinde bir otoritesi vardır. Dolayısıyla o, hayal gücü­nün başkanıdir. Bununla birlikte hayal gücünün de bir başkam vardır. Bilginlerden böyle düşünen kimseler, başın bir kısmının mesh edilmesi gerektiği görüşüne varmıştır. Bu da başın en üst tarafım meshetmektir.

 

Arkadaşlarımız, [başın bir kısmım meshi kabul ederken] bu kısmın sınırı üzerinde görüş ayrılığına düşmüştür. Her arif, Allah’ın bu güçle­rin mertebesi hakkında kendisine verdiği algıya göre konuşur. Dolayı­sıyla, gördüğü ve dikkate aldığı şeye göre hareket ederek bu ibadette meshi kabul etmiştir. Mesh zelil olmak, büyüklüğü ve haşmeti, kulluk ve tevazuyla gidermek demektir. Arif, ibadet temizliğinde, Rabbine ka­vuşmak ister. Çünkü namaz kılan kişi, Rabbiyle karşılıklı konuşma ma­karamda bulunur. Bu konuşma ise, temizlenmeyle amaçlanan kavuş­madır [vuslat].

 

İzzetli başkan, bu izzeti ve başkanlığı kendisine veren [büyük] baş­kanın huzuruna girdiğinde, başkanlık konumundan aşağı iner, huzuru­na girdiği kimsenin -ki o kendisini yaratan efendisidir- izzeti karşısında hor ve zelil olur. Onun önünde, [ibadetleri karşısında] ücret talebiyle kendilerini yabancı konumuna yerleştiren diğer kullar gibi durur. Bu kul, orada gevşek [şımarma, naz] bir şekilde değil, horluk makamında durur. Güçlerinden birinin diğerine üstün olduğu fikri kendisine hakim olan insan, bu ibadetle talep ettiği vuslat nedeniyle o tarafı mesh etmesi gerekir.

 

Bu nedenle teyemmümde başın mesh edilmesi farz olmadı. Çünkü başa toprak sürmek, ayrılık belirtisidir ve büyük musibet [ölüm] de­mektir. Çünkü ölümle sevdiğini kaybeden insan, başına toprak saçar. Bu ibadetle ayrılık değil kavuşmak istenildiği için, teyemmümde başa mesh farz olmamıştır. Artık zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz tarzda başını mesh et! Kuvvetlerin başkanlığının ayrıntıları sufilerce bilinir, bu nedenle onları zikretmeye gerek duymuyoruz.

Elin hangi tonuyla meshin yapılacağı hakkında bilginlerin görüş ayrılıklarını değerlendirmede, [başın] mesh edilen konuyla ilgili hareket ettiğin gibi hareket edebilirsin. Çünkü bu başkanlığı, farklı güçlere sa­hip olan sebepler giderir. Bunun yeri ise, eldir. Başkanlığın bir kısmı, kahır [ezme] özelliğiyle kaybolur ve bir kısmı da yönetim ve tqvik özelliğiyle silinir. Söz gelişi insan, kırgınlığını gidermek için sevgi ve şefkatle öksüzün başını eliyle okşar. Bu nedenle mesh yaparken elin bü­tünü veya bir kısmının kullanılması tercih edilebilir.

 

Bilginler arasında bu görüş ayrılığının kaynağı, [abdesde ilgili âyet­te geçen] “başlarınızı’’ kelimesindeki ‘b’ harfidir. Harfin ayrıştırma bil­dirdiğini kabul edenler, meshi [bütüne değil] bir kısma yapmış; harfi pekiştirme için ilave harf sayanlar ise meshi başın bütününe yaymıştır. B harfi bu noktada yaratılmış şeyin kudretinin simgesidir. Söz konusu kudret, ya güç yetirilen şeyde bir etkiye sahiptir ya da herhangi bir şe­kilde bir etkisi yoktur. Birinci görüş doğru ise -ki o Mutezile ve başka bazı kimselerin görüşüdür- başın [ve elin] bir kısmı meshe girer, ikinci görüşe göre ise yaratılmışın kudreti zaittir. Bu da Eşarilerin görüşüdür. Bu nedenle de hükmü düşer. Yaratılmış kudret ortadan kalkınca, kadim kudret başın bütününü meshi kapsar, yaratılmış kudret ise, başın meshini kısmileştirmez. Kelimenin başındaki b harfini, pekiştirme bildiren zait harf sayan görüş bakımından pekiştirmenin sınırı, Eşarinin ileri sürdüğü iktisap [kulun kazanımı] olur. Bu da Allah Teala’nın kitabının pek çok yerinde çaba ve ameli yaratılmışa izafe eden ifadelerine işaret eder. Bu nedenle b harfinin zâit harf olarak gelmesini, vurgulama (te­kit) diye isimlendirilen bir anlamdan kaynaklandığını kabul etmişlerdir !

 

BÂB

Yeni Bir Suyla İki Kulağa Meshetmek

İnsanlar iki kulağa mesh ve meshi yaparken suyun yenilenmesi hu­susunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı âlimler, bunun sünnet, bazı­ları ise farz olduğunu kabul etmiştir. Bazı âlimler, kulaklara mesh ya­parken suyun yenilenmesi gerektiğini belirtirken bir kısmı suyun yeni­lenmesinin gerekmediği fikrindedir. İki kulak müstakil olarak mı, yoksa başla beraber mi mesh edilir? Yoksa yüz ile birlikte mi mesh edilir? Ku­lakların ön tarafı yüz ile, arka tarafları ise başla beraber mi mesh edilir? Her grup bu şekillerden birini benimsemiştir.

 

[Kulakları] Meshin Bâtınî Hükmü

 

Kulaklara meshin bâtını hükmü şudur: Kulak, temizlenirken suyun yenilenmesi gereken müstakil bir organdır. Bu nedenle abdest alan kişi, en güzel sözü duyurmak suretiyle kulağını mesh eder ki, bu gereklidir. En güzel sözde derecelenme meydana gelir. Güzel var,daha güzel var, en güzel olanı ise Allah Kuran ile zikretmektir. Böylece insan, iki güzeli birleştirir. Her âyet sadece Allah’ı gösterdiği gibi Allah’ın zikrini Kuran’dan dinlemekten daha üstün bir zikir de yoktur. Allah’ı Kuran’dan zikretmek derken kastettiğimiz şey budur.

 

Kuran’ın her âyeti Allah’ı zikretmeyi içermez. Çünkü onda fıkhı hükümler bulunduğu gibi Firavunların öyküleri, onların sözleri ve inançsızlıklarım anlatan ifadeler de vardır. Bununla birlikte salt Kufan olması bakmamdan onu okuyan veya okuyanı dinleyen kimseye büyük sevap vardır. Fakat yine de [ayetler arasındaki derecelenmeye dönersek] Kuran’da Allah’ın zikredildiği âyetler, kâfir bir insanın Allah hakkında uygunsuz şeyleri söylediğini anlatan âyetlerden daha güzel ve daha yet­kindir.

 

Kulağın önü ve arkası hakkındaki değerlendirmeler ise, [batında] Kuran’daki bu zikrin zahiri, bâtını, gizlisi, açığı, bilinen ve bilinmeyen kısmıdır. Öyleyse, Allah hakkındaki müteşabih kelimeleri Allah’a teslim et. Bunlar, bâtını yorumda kulağın arka kısmıdır. Bu gibi âyetlerin okunduğunu kulağınla duyduğunda, Allah’ın onlarla neyi kastettiğini Allah’a bırakırsın. Kuran’da anlamı bilinen -Allah hakkındaki muhkem âyetler ile O’nu gösteren varlıklar gibi- âyetler ise, [bâtınî yorumda] ku­lağın ön tarafı sayılır. Allah’ın neyi kastettiği bu âyetlerle bilinir. Bu sa­yede yargı, bilginin iliştiği duruma göre gerçekleşir. Sen de, bu açıkla­mada sana işaret ettiğimiz şeye göre amel et! En uygunu, iki kulak hak- kındaki hükmün ağza-burna su vermek ve sümkürmek hakkındaki hü­küm olmasıdır.

 

BAB

İki Ayağı Yıkamak

Ayakları yıkamanın sayısı, başı mesh etmenin sayısı kadardır. Nite­kim daha önce başı meshetmenin sayısını belirtmiştik.

Bilginler iki ayağın abdest organı olduğunda görüş birliğine var­mışken nasıl temizleneceklerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba ayaklar yıkamayla mı, yoksa mesh etmekle mi temizlenir? Yoksa, insa­nın bu ikisinden birini seçme hakkı var mıdır? Bu yoruma göre, abdest alan insan hangisini yaparsa, diğeri düşer ve farzı yerine getirmiş olur. Bu durum, ayakkabı giyilmemişse böyledir. Bizim görüşümüz, seçime bırakılmasıdır. Buna rağmen her ikisini bir arada yapmak daha üstün­dür. Her görüşün bir sahibi vardır. Öyleyse mesh kitabın zâhirine, yı­kamak ise Sünnete uygundur. Âyetin yorumu ise, âyetin zahiri anla­mından [bâtınî] anlamına geçmeyi gerektirir.

 

VASIL

Ayakları Yıkamanın Bâtınî Hükmü

 

Ayakları yıkamanın bâtınî hükmüne gelince bilmelisin ki, cemaatle­re koşmak, mescitlere çokça gitmek, zor günde direnç göstermek, ayak­ları temizleyen şeylerdendir. Öyleyse sen de ayaklarını zikrettiğimiz şey­lerle ve benzerleriyle temizle! İnsanlar arasında dedikoyu yaymak için dolaşma. Yeryüzünde büyüklenerek yürüme! Yürüyüşünde vakar sahibi ol.’ Bu fiillerin ayak ve benzeri abdest organlarım bir kez yıkamak gibi bir kısmı farz, bir kısmı sünnettir. Sünnet, farza ilavedir. Bu ise, Şeria­tın teşvik ettiği ve farz kıldığı şeye koşman demektir.

 

Farz olan, insanın ayaklarını [herhangi bir] namaz kılma yerine ta­şımasıdır; mendup, müstehap, sünnet ise -hangisini istersen onu söyle- ayakları uzaktan veya yakından mescitlere taşımaktır. Çünkü bu farz değildir. Gerçi bazı kimselere göre camiye gitmenin farz olan kısmı,belli bir camiye veya cemaate değil, herhangi bir cami ve cemaate git­mektir. Bâtınî anlamıyla ayaklarını yıkamak da buna göredir.

 

Yıkama, bir şekilde mesh etmeyi de içerir. Yıkayan kişi, yıkamaya meshi de katmış demektir. Meshin yıkamaya dahil olması, yıldızların ışığının güneşin ışığında içkin olmasına benzer. Mesh eden ise yıkamış olmaz. Bunun tek istisnası, Araplardan aktarıldığı kadarıyla, meshin sözlük anlamının yıkamak olduğunu kabul eden kimselerin görüşü­dür. Bu durumda mesh, eşanlamlı sözcüklerden biri olur. Bâtınî yo­rumunda anlam yönünden doğru olan, meshin, özel bir amel türü için, yıkamanın ise genellik gerektiren amellerde kullanımıdır. Doğru yöntem budur.

 

Bu nedenle biz, duruma göre [yıkamayla mesh arasında] tercihde bulunma görüşüne vardık. Çünkü bazen insan, bizzat bir şahsa ait olan belirli bir ihtiyaç için özel bir erdeme koşulabilir. Özel bir amaç için olan bu koşma, meshetmek yerini alır. Bazen ise insan, bütün toplumu kuşatan bir ihtiyaç ya da ihtiyaçlar için hükümdara gidebilir. Bu du­rumda şahıs, bu genel duruma girer. Bu da meshin dahil olduğu yı­kanma gibidir.

 

BÂB

Abdestteki Ardışıklık

Bazı bilginlere göre, unutma ve mazeret söz konusu değilse ardı­şıklık farzdır. Unutulursa veya handansa bile mazeret varsa, sıralama bariz bir şekilde ihlal edilmediği sürece farz yerine getirilmiş olur. Bazı bilginlere göre ise ardışıklık farz değildir. Bütün bu görüş ayrılıkları, âyetin bağlamıyla ilgili bir sebepten kaynaklanır. Âyette fiillerin sıralanı­şını bildiren ‘ve’ bağlacı, bir aralık olmaksızın öncekine eklenen şeylerde kullanıldığı gibi bazen geciktirilen şeyler onunla birbirine bağlanır. Ba­zen ise, bu bağlaç kullanılır, [fakat] iki fiil beraber gerçekleşir. Abdestte bu son şık caiz değildir. Şu var ki insan nehre daldığında veya aynı anda her organına temas edecek şekilde üzerine sular döküldüğünde geçerli olabilir.

 

VASIL

ArdışıklığınBâtınî Anlamı

 

Bâtında ardışıklık hakkındaki görüşümüz, tıpkı sıralama gibi, onun da farz olmadığıdır. İçinde bulunulan vaktin gereğine göre fiilleri, yaparız. Bu meselenin bir benzerini Risâletü’l-envârfimâyumnahusâhibe’l- halveti mine’l-esrâr [Halvet yapana bahşedilenler hakkında nurlar risale­si] isimli risalemizde belirtmiştik.

 

Bu yoldaki amellerimiz, vaktin hükmüne ve verisine bağlıdır. İnsan bazen gaflete düşebilir. Böyle bir durumda insan, fiillerdeki ardışıklığa güç yetiremez. Fakat başka bir saat gelir ve ona güç yetirebilir. İnsanın her nefesinde gizlice ve açıktan Allah’ı murakabe etmesi, yapılabilecek bir iş değildir. Öyleyse ardışıklık, genel anlamda gerçekleşmez. Ancak, bütün hallerinde bilinçli ve [Hakkı] murakabe halinde olmak için, tüm gayretini sarf etmelidir.

 

Yüce Allah şöyle buyurur: ‘Onlar ki namazlarında daimdir.’Kaste­dilen, iki namaz arasında başka işleri olsa bile, namaz geldiği vakit onu kılmak demektir. Bu nedenle, farklı vakitlere bağlı özel bir fiilde sürekli­lik gerçekleşir. Her nefes bunun olmasına gelince, böyle bir şey ‘Gece gündüz Allah’ı tesbih eden ve bıkmayan Mele-i ala’nın [Yüce Topluluk] özelliklerinden biridir. İşte ardışıklık budur. Allah adamlarından bazıla­rı için gerçekleşmiş olsa bile bu hal, nadiren gerçekleşir.

 

Hz. Aişe, ‘Hz. Peygamber her halinde Allah’ı zikrederdi’ der. Hz. Aişe bunu Hz. Peygamber’den aktarmışsa bundan kuşku duymayız; peygamberin görünür bütün davranışlarında mübah fiil işlemeyip sü­rekli vacip veya mendup fiiller işlediğini demek istemişse, bu da müm­kündür. Nitekim Hz. Peygamberin mertebesinden bu husus bellidir. Çünkü Hz. Peygamber, kendisine uyulsun diye hareket ve duruşlarıyla ümmeti için bir öğretmendir. Binaenaleyh Peygamber, sürekli zikir ha­lindeydi. Hz. Peygamberim gönlüne gelince, kendisi bildirmediği süre­ce Hz. Aişe’nin bu konuda kesinlikle bir bilgisi olamaz. Bununla bera­ber, böyle bir durumda olup da Hz. Peygamberin aynı anda -mübah olduğunu bilerek ve farkında olarak- mübah fiilleri yapması tasavvur edilebilir. Hz. Peygamberin bütün hareket ve duruşlarında şeriatın hükmünün farkında olması da böyle değerlendirilebilir. Böylece Hz. Peygamber, ibadette ardışıklığın [kesintisiz murakebe ve bilinç hali] gerçekleştiği kimsedir.

 

BÂB

Artık Sularla Temizlenme

Şeriat bilginleri, artık sularla temizlenme hususunda beş ayrı görüş ileri sürmüştür. Bir kısmına göre, artık sular genel anlamda temizdir ki, ben de bu fikirdeyim. Bir kısmına göre, erkeğin kadının artığıyla temiz­lenmesi caiz değildir. Bir kısmına göre ise, cünüb ya da hayızlı olma­dıkça, erkek kadının artığı [olan suyla] temizlenebilir. Bir kısmına göre, erkek ve kadından her biri diğerinin artığı olan suyla temizlenemez.

 

Bunların birlikte [suyu kullanmaya] beraber başlayabilirler. Kimi bil­ginlere göre, [erkek ve kadının birbirinin artığıyla] temizlenmesi kesin­likle caiz değildir. Bir kısmına göre ise, suyu boşaltmamışsa artığıyla temizlenebilir.

 

VASIL

Bu Konunun Bâtındaki Hükmü

 

Bu meselenin batındaki hükmüne gelirsek, bilmelisin ki, erkek ka­dından bir derece üstündür. Bu ikisi, sadece erkek ve kadın olmaları bakımından, Allah’ı bilmede kanıt olarak alınabilir. Erkeğin sahip oldu­ğu ilave derecenin kanıt olmada o dereceye sahip olmayana [kadın] kar­şı üstünlüğü olduğunu iddia eden, [kadının temsil ettiği] kanıtın [vere­ceği] bilgide bu ölçüde eksik olacağı görüşündedir. Artıkla temizlen­meyi caiz görmeyen kimse, erkek ve kadının erkek ve kadın, başka bir ifadeyle [erkeğin] etkin ve [kadının] edilgen olması bakımından Allah hakkında özel bir bilgiye kanıt teşkil ettiklerim dikkate almıştır. Söz konusu bilgi, etki eden ve etkilenen hakkındaki bilgidir ki, bütün etkin ve edilgenlerde bulunur. [Artıkla temizlenmeyi kabul etmeyenlere göre] Böyle bir bilginin Allah’ı bilmede esas alınması caiz değildir. Kalp, böy­le bir bilgiyle Allah hakkındaki bilgisizlikten temizlenemez.

 

[Artıkla temizlenmeyi] Caiz görenler ise, şöyle düşünür: ‘Allah hakkındaki bilginin özü, O’nun bizim ve bütün mümkünlerin Yaranası olduğunu bilmekle sınırlıdır. Biz Allah’a muhtaç, O ise bize muhtaç olmadığına göre, O’nun hakkında bilmediğimiz şeylerin bir önemi yok­tur.’ İşte, [artıklarla temizlenmeyi] kabul eden ve etmeyenlerin görüşü budur. Diğer kısımları da bu değerlendirmeye göre ele alabiliriz. Bun­lardan biri, birlikte başlamak hakkındaki görüştür. Şu var ki, ‘birlikte başlama’ bilgide ilave bir şeyi içerir. Bu ilave ise, zamanla sınırlanmamaktır. Zamanla sınırlanmamak, kanıtın yönünde durmak demektir. Öte yandan bu değerlendirme, erkek ve kadına ortak oldukları yönden bakmak demektir ki söz konusu yön, insan olmaktır.

 

[Başka bir yönden erkekle kadının birlikte temizlenmeye başlaması] Kadının erkeğin artığıyla temizlenmesinin örneğidir. Çünkü erkek [Allah’a] kanıt olmada kadının sağladığı bilginin yanı sıra ilave bir bilgi daha verir. [Birlikte başlamak] Erkeğin kadının artığıyla temizlenmesi­nin de örneğidir. Bunun koşulu, kadının kadınlık konumuna yabancı­laşmakla ‘cünüp olmamasıdır.’ Erkek edilgendir. Bu yönüyle erkek, kendisinin edilgeni olan kadınla ortaktır. Erkek, kendisini var edenin [Hak] edilgenidir. Erkeğe benzemekle kadınlık mertebesinden uzak­laşmak, kadınlığa zarar verir. [Kadının artığıyla temizlenebilmenin baş­ka bir koşulu] Kadının hayızlı olmamasıdır. Hayız, namazda Hakka ya­karışı engelleyen bir niteliktir. Allah’ı bilmekten maksat ise, Allah’a yak­laşmaktır. Hayız hali ise, kendisine yakaracağı yönden Allah’tan uzak­lıktır. Öyleyse böyle bir nitelikle [Allah hakkındaki] bilgi, el-Baîd ismi­nin perdesi bakımından perdeli bir bilgidir.

 

[Bazı bilginler] ‘kadın suyu boşaltmamışsa [onunla temizlik caizdir demişti].’ Boşaltmamışsa, o artıkla temizlenilebilir. Boşaltmışsa, temiz­lenilmez.

Bilmelisin ki, Allah’ı bilen insan, dıştaki varlığının Allah’ın fiilinin sonucunda gerçekleştiğini bildiği halde, fiilleriyle Allah’ı memnun ede­bileceğini veya kızdırabileceğini de bilmedikçe -çünkü sorumluluk bir vakadır- Allah’ı gerçek anlamda bilmiş sayılmaz. Böyle bir insan bilgi­den yoksundur. Bu durum, sahip olunan bilginin temizliğini zedeler. İnsan ‘buna dua edenin duasına karşılık veririmm gibi âyetlerde ifade edil­diği gibi Allah’ın katanda bir etkisinin olduğunu öğrenebilir. Çünkü in­sanın yaptığı dua, dua edilenin karşılık vermesine etki eder. [İlahi katta] Edilgenliğin yegâne anlamı budur. Öyleyse bilginlerin ‘suyu boşaltmamışsa’ sözlerinin anlamı da budur.

 

BÂB

Ekşi Hurma Suyuyla (Nebiz) Abdest Almak

Şeriat bilginleri, ekşi hurma suyuyla (nebiz) abdest alınıp alınama­yacağı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler abdest alınabileceğini kabul ederken, çoğunluk abdest alınamayacağı fikrindedir. Benim görüşüm de budur. Çünkü alınabileceğini savunanların kanıt saydığı hadis, sahih hadis değildir. Üstelik sahih olsa bile, hadisin ifade­si hurma suyuyla abdest almayı geçerli kılacak bir ifade taşımaz. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hurma temiz, su da temiz.’ Burada Hz. Pey­gamber, ekşi hurma suyunu (nebizi) hurmayla su arasında zikretti ve nebiz diye isimlendirdi. Su, [hurmayla] karışımdan önce temizdi. Hz. Peygamber hadiste [nebize işaret edecek şekilde] ‘temiz içecek’ deseydi, yine de hadis, nebizle abdest almada kesinlikle bir nas olmazdı. Söz ko­nusu suyla elbisenin pislikten temizlenmesi mümkün olabilirdi. Allah ise, su bulunmadığında abdest almak için sadece toprakla teyemmümü farz kıldı.

 

VASIL

Bu Konuda Batınî Hüküm

 

Bu meseledeki batın hükmü şudur: Allah’ı bilmede dince belirlen­miş kanıta -ki o asıl mesabesindeki akıl kanıtının feridir- dayanan kimse, şeriatın Allah’ı bilmede nasıl kanıt olabildiği hakkında bir bilgiye sahip değildir. Bu durumda [sahip olduğu dini] kanıt zayıflar. Bununla bir­likte şeriat, onu ‘temiz bir su ve tadı bir meyve’ diye isimlendirdi. Bu­nun nedeni, iki kanıtın karışmasıdır. Taklitçi ise, iki kamu birbirinden ayırmayı başaramaz.

Bu karışınım akıl kanıtını içermesi bakımından, dince belirlenmiş kanıt, kanıt olarak benimsenebilir. Bu nedenle bazı bilginler, hurma nebiziyle abdest almayı caiz saymıştır. Karışınım akıl kanıtını da içerdi­ğini bilmemek yönünden ise, onu kullanmak caiz değildir. Bu durumda insan, bu feri kamun nasıl ortaya çıktiğı hakkında bilgi sahibi değildir. Dolayısıyla [başka bir grup bilgine göre], hurma nebiziyle abdest almak caiz değildir. Çünkü Şari onu içecek diye isimlendirdi ve ‘su’ adım yi­tirdi. Anlayasın!

‘Allah, doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

 

 

—————————————————

 

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER BÂBLARI

 

‘Abdesti bozan şeyler,’ bâtında, Allah’ı bilmenin dayandığı akıl ve dini kamdan zedeleyen her şeydir. Akıl kanıtlarını zedeleyen şeyler kuş­kulardır. Dini kanıtlardaki zedelenme ise, onlara ulaşma yolundaki za­yıflık nedeniyle gerçekleşir. Bu ise, [haberleri aktaran] ravilerin güveni­lir olmayışı ya da metinlerin ‘garip’ olmasıdır. Bu gibi şeyler, rivayeti zayıflatan etkenlerdir.

 

Öyleyse Allah’ı, O’nun güzel isimlerini ve Allah hakkında caiz olan-olmayan ya da akıl bakımından hakkında imkânsız şeyleri bilmek­ten seni uzaklaştıran her şey, kalbin Allah’ı, O’nun birliğini ve isimlerini bilmedeki temizliğini bozan sebeplerdir. Bütün bunlar, kalbin Allah’ı, O’nun birliğini ve niteliklerini bilmekle ilgili temizliğini bozar. Bunun istisnası, Kitapta veya Sünnette inkâr edilemeyecek bir isnat zinciriyle gelen rivayederdir. Şimdi de, Allah izin verirse, bunları ayrıntılı olarak zikredeceğiz. Nitekim daha önce de dış temizlik hakkında aynı yöntemi takip etmiştik.

 

BÂB

Bedenden Çıkan Dışkı
Nedeniyle Abdestin Bozulması

 

Şeriat bilginleri, bedenden çıkan dışkı nedeniyle abdestin bozulup bozulmayacağı hakkında üç ayrı görüş ileri sürmüştür. Bazı bilginler, nereden ve ne tarzda çıkarsa çıksın, sadece çıkanı dikkate aldı. Onların arasında pek çok [ayrıntı] konuda görüş ayrılığı vardır. Başka bir grup ise, iki dışkı yerini dikkate almıştır -ön ve arka-. Onlara göre bu ikisin­den sağlıklı ya da hasta olarak hangi şekilde ve ne çıkarsa çıksın abdesti bozar. Başka bir grup bilgin ise çıkanı, çıkış yerini ve çıkış tarzını dikka­te almıştır. Ben de bu kanaatteyim.

 

VASIL

Bu Konuda Bâtınî Hüküm

Bu görüşlerin anlamlarla ilgili batındaki hükümlerine dönersek şöyle deriz: [Abdesti bozan şeylerde] Sadece çıkan şeyi5 dikkate alan bilginler, insandan çıkan sözün lafzına dikkat eden kimselerdir. Bu, imanının temizliğine etki eden şeydir. Örnek olarak insanın yemininde ‘Şöyle şöyle olursa, İslâm’dan uzağım5 demesini verebiliriz. Böyle bir insan yemininde doğru söyleyip iyilik yapsa ve yeminini bozmasa, esen­lik içinde İslama dönemez. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Bir insan nereye varacağım hesap etmeden insanları güldürmek için Allah’ı kızdıracak bir söz söyler. Bu sözü nedeniyle de cehennemde yetmiş ku­yuya yuvarlanır.5 Hz. Peygamber burada bu sözün kimden çıktığını – mümin veya kâfir- dikkate almadı.

 

Bazı bilginler ise, ‘çıkış yeri’ni dikkate almıştı. Söz konusu olan ise, ikiyüzlü ve kuşkulu insandır. Bunlardan çıkan sözler, ahirette kendileri­ne hiçbir yarar sağlamaz. Çıkan şey pis bir şey olabileceği gibi -örneğin inançsızlığı söylemek gibi- bazen iman gibi pis olmayan bir şey de ola­bilir. Böyle çıkış yerleri münafık ve kuşkulu kimsenin örneği olunca – çünkü iki çıkış yeri de pistir- pis olmayan şey de onlara yarar vermemiş­tir. Pis olmayana örnek olarak, kalpte kendisinden bir şey bulunmadığı halde imanın çıkışım verebiliriz. Bu durum Allah’ın kendileri hakkında söylediği şu ifadede geçer: ‘[Kitabın] Bir kısmına inanır.’Bu kısım, te­miz, başka bir ifadeyle pis olmayan şeyin [iki yüzlüden] çıkmasına ben­zer. ‘Bir kısmını inkâr eder.’ Bu ise, pis şeyin çıkmasına benzer. Allah onlar hakkında şöyle der: ‘Onlar gerçekten de kâfirlerin ta kendisidir.’ Böylelikle ikiyüzlülük, temizliği etkilemiştir.

 

[Abdesti bozan şeylerde] Dışkıyı (çıkan), çıkış yerini ve çıkma nite­liğini dikkate alanlar da vardı. Daha önce çıkan şeyi ve çıkma yerlerini [bâtını anlamlarıyla] öğrenmiştin. Geride, çıkış kalmıştır. Temizlikte çıkmanın niteliği, hastalık söz konusuysa inançsızlıkta taklitçi kimsenin örneğidir; sağlıklı söz konusu olduğunda ise, doğruyu ve gerçeği bilip de inkâr eden ve inanmayan insanın durumuna işaret eder. Allah gerçe­ği bilip kendilerini gerçeğe ulaştıran kimseyi inkâr edenler hakkında şöyle der: ‘Onlar onu inkâr ettiler ve kendilerini buna inandırdılar’ Sonra da nedeni zikredip şöyle der: ‘Taşkınlık ve haksızlık yaparak. Bozguncula­rın akıbetinin nasıl olduğuna bakınız.’

 

Kadınlara Dokunmanın Hükmü

 

Şeriat bilginleri, kadınlara elle veya elin dışındaki duyu organları­nın biriyle dokunma hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazılarına göre, arada bir perde olmaksızın eşine dokunan ya da onu öpen insanın abdest alması [yenilemesi] gerekir. Bu noktada haz alıp almaması farketmez. Bu görüşteki bilginler, dokunulan kadın hakkında da görüş ayrılığına düşmüştür. Bazen [bazı bilginler], abdesti gerektirmesi husu­sunda kadınları eşit saymışken, bazen de onları ayırt etmişlerdir. Bunun yanı sıra bu görüş sahipleri, mahrem ve evli kadınlara teması da ayırt etmiştir.

 

Bilginlerin bir kısmına göre, kendisine haz bitiştiğinde kadına do­kunmak abdesti gerektirir. Bu görüş sahipleri meselenin pek çok ayrın­tısını ele alır. Kimi bilginlere göre ise kadınlara temas abdesti bozmaz ki ben de bu kanaatteyim. Güvenli olan ise, dokunma ve dokunulan şey hakkındaki görüş ayrılığı nedeniyle, abdest almaktır.

 

VASIL

Dokunmanın Batındaki Hükmü

 

Dokunmanın kalpteki hükmüne gelirsek, kadınlar simgesel olarak arzuları ifade eder. Arzu kalbe dokunur ve temas ederek kalbi bir elbise gibi ya da kalp onu bir elbise gibi giyinir. Bu durumda arzu, kalp ile kalbin yapmak zorunda olduğu arzusunda Allah’ı gözetme fiilinin ara­sına perde olur. Böyle bir durumda kalbin abdesti bozulmuş demektir. Kalp ile kalbin arzuda Allah’ı gözetmesi arasına bir engel teşkil etmezse, kalp temizliği üzerinde kalır. Çünkü kalbin temizliği, Allah karşısında bilinçliliktir. Bu noktada arzunun helalle mi yoksa haramla mı ilgili ol­duğu önemli değildir: İnsan helalin helal, haramın har aralığına inanırsa arzu, kalbinin temizliğini etkilemez.

 

Arzusunun etkisiyle, helalliği nasla belirlenmiş bir helalin haram veya haramlığı nasla saptanmış bir haramın helal olduğuna inanılırsa, böyle etkili bir arzu temizliği bozar. İnsan, [arzunun etkisiyle örneğin] söz konusu haramın helal olduğunu düşünen imamın görüşüne dön­mekle helali haram sayar [ya da bunun tersi]. HalbukiŞari’nin [kendi­sine uyduğu] müçtehidın hükmünü geçerli saydığım ve o hükümle amel ettiğinde kalbin amelini kabul edeceğini onayladığını biliyordu. İnsan, arzusundan önce o imamın hükmünü biliyor ve ona göre dav­ranmıyor veya onu benimsemiyordu. Bu görüşe sadece arzu kalbine dokunduğu için yönelmiştir. Böyle bir arzu temizliğe etki eder. Dolayı­sıyla böyle bir arzu sahibinin ‘abdest alması’ zorunludur. Bu konuda kalp ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Zahiri düzeyde ise, sorunundeğerlendirmeye açık olduğunu söylemeliyiz. Bu konuda biz şekilci bilginlerle ters düştük.

 

Cinsel Uzva Dokunmak

 

Şeriat bilginleri, bu konuda üç görüş ileri sürmüştür. Bir kısmına göre cinsel organa dokunan kimsenin abdest alması gerekmez ki, ben de bu görüşteyim. İhtiyatlı davranış, görüş ayrılığı bulunan her konuda [olduğu gibi bu konuda da] abdest almaktır. Çünkü ihtiyat, imkân öl­çüsünde, görüş birliği ve ittifakın bulunduğu noktaya yönelmektir. Ki­milerine göre, cinsel organa temastan sonra abdest almak gerekir. Bazı kimseler ise, haz alarak cinsel organa temas etmekle elin içiyle veya avu­cun dışıyla veya haz almaksızın temas etmeyi ayırt ederek bu konuda ayrıntılı görüşler ileri sürmüşlerdir.

 

VASIL

Bu Konuda Bâtınî Hüküm

 

Bilinmelidir ki, Allah mümkün varlıkların yaratılış sebebini irade ve ilahi emir yaptı. Bu nedenle bazı insanlar, iradeyi emrin tanımına almış­tır. Allah şöyle buyurur: ‘Bir şeyi yaratmak istediğimizde ona sözümüz ol­dur, o da olur.’ Burada Allah irade ve emri getirdi. Fakat ‘kudret’ diye isimlendirilen üçüncü sebebi ise zikretmedi. Böylece ‘Allah her şeye ka­dirdi’âyeti, kendilerini yaratmak istediğinde eşyaya ‘ol’ demesinin ta kendisi olur.

 

Elin güç mahalli olduğu kesindir. Birleşme ise, doğan şeylerin doğma sebebidir. Daha önce ortaya çıkan mümkünün hakikatinde -ki o erkeğe elle temas etmek demektir- kudreti Allah’a nispet eden kimse, ya ‘ol’ sözündeki ilahi iktidardan habersizdir veya değildir. Habersizse ço­cuğun varlığını birleşmeye nispet ettiği için temizliği eksiktir; habersiz değilse temizliği kalır.

 

Ateşin Temas Ettiği Şeyi [Yemek]

Sebebiyle Abdest Almak

 

Hz. Peygamberin sahabesi, ateşin temas ettiği şeyden [yemek] do­layı abdest almanın gerekip gerekmediği hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. İlk müslüman olan neslin dışındakiler, böyle bir şeyin ab- desti gerektirmediği hususunda görüş ayrılığına düşmemiştir. Bunun istisnası, deve etidir. Ateşte pişmiş deve eti yedikten sonra abdest al­mak, [kişisel bir] ibadet olarak benim benimsediğim görüştür. Bu, bana özgü bir ibadettir. Bununla beraber, deve eti yemek nedeniyle insanın abdesti bozulmaz. Öyleyse önceki abdestle namaz kılmak caizdir. Deve eti yediği için abdest almazsa sadece hatalıdır.

 

Bu görüşü, bilebildiğim kadarıyla, daha önce kimse ileri sürmedi. Abdest alan kişi abdestinde engeli kaldırmaya niyet ederse, bu daha gü­venilir bir iştir. İmamlar deve etinden dolayı abdestin gerekip gerekme­diğinde görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı bundan dolayı abdest almanın gerektiği, bir kısmı ise gerekmediği fikrindedir.

 

VASIL

Bu Konuda Bâtının Hükmü

 

İnsanın içinde bulduğu ateş -ki bu ateş insanın ciğerini kavurur- in­sanın doğal amacına uygun olmayan şeylerin kendisine göre gerçekleş­tiği haldir. İnsan bu gibi şeyleri teslimiyetle, hoşnutlukla ya da Allah karşısında sabrederek kabullenirse, [ateş mesabesindeki] bunlar temizli­ğini etkilemez. Sabır konusuna dönersek, ‘Allah’a ve peygamberine eziyet edenle’âyetindeki ifadesinden dolayı Allah da çok sabreden ismiyle isimlendirilmiştir. Allah, kendisine eziyet edenlere mühlet vermiş ve on­ları [hemen] cezalandırmamışlar. Hz. Peygamber de şöyle buyurur: ‘Allah’tan daha satalı kimse yoktur.’ Kastedilen şey, hoşgörülü olmaktır.

 

İnsan öfkelenirse, başta ‘deve etleri’ olmak üzere bu durum, temiz­liğine etki eder. Çünkü Şari, develeri ‘şeytanlar* diye isimlendirdi. Öy­leyse onlar, temizliği bozan ‘kalpteki şeytan güruhudur. Çünkü bu gü­ruhun yeri kalptir. Nitekim kalp onlardan ‘melek topluluğu’ sayesinde temizlenir. Deve ederini şeytan güruhu saydık. Çünkü şeytan dumanlı ateşten (maric) yaratıldı ki merc, ateşin alevi demektir. Daha önce be­lirttiğimiz gibi Şari, develeri şeytan diye isimlendirdi ve develerin din­lenme alanlarında namaz kılınmasını yasakladı. Bunun nedeni olarak ise, sadece onların şeytan olmasını gösterdi. Onlar, [Allah’tan] uzak varlıklardır, namaz ise yakınlık ve yakarma halidir. Biz de, batında deve etinden dolayı abdest hükmünü ve bu nedenle abdestin bozulacağım kabul ettik. Onun güruhu hayırlı olsaydı, bu iyilikte kötülük gizlerdi. Bunu ise, muhakkik bilgin farkına varabilir. O, ilahi şeylerin kalbe nasıl geleceğini bilen insandır.

 

BÂB

Namazda Gülmek Abdesti Bozar

 

Bilmelisin ki, namazda gülmek, bazı bilginlere göre abdest almayı gerektirirken bazıları bunu gerekli görmemiştir. Ben de bu görüşteyim. Bu konudaki batan hükmü şudur: İnsan, Kuran’ı iyice düşünen Allah ehlinden biriyse, namazında [ayet] okurken Allah karşısında farklı hal­ler yaşar. Bir âyet onu hüzünlendirir ve o ağlar. Bir âyet sevindirir ve o güler. Bir âyet onu susturur ve o ne ağlar ne de güler. Bir âyet ona bilgi verir. Bir âyet onu mağfiret istemeye ve dua etmeye zorlar. Öyleyse bü­tün bu durumlarda insanın abdesti yerli yerinde kalır.

 

Namazda veya namazın dışında hali sürekli olarak gülmek olan kimseleri gördük. Bunlara Örnek olarak es-Sülâvı ve benzerlerini -Allah bizi kendilerinden yararlandırsın- verebiliriz. Başka bir örnek ise, Ebu Yezid Tayfur b. İsa b. Şerûşân el-Bistâmî’dir. Ebu Musa ed-Deybulî onun şöyle söylediğini aktarır; ‘Bir zaman güldüm, bir zaman ağladım. Bugün ise, artık ne ağlıyorum ne gülüyorum.’

 

İnsan, ticareti, meşgalesi vb. gibi kendisini namazda Allah karşısın­da bilinç halinden çıkaran sebepler nedeniyle okuduğundan, okuduğu­nu düşünmekten, Rabbine yakarmaktan habersiz kalabilir. Kimi bilgin­lere göre, namazdaki böyle bir gülme batını olarak insanın ‘temizliğini bozar.5 Böyle bir haldeki insanın temizliği bozulmuştur. Dolayısıyla bir kez daha kalbinin temizliğini yenilemesi gerekir.

 

 

BÂB

Mushafa Dokunmak İçin Abdest

 

Bilginler, mushafa dokunurken abdestin gerekli olup olmadığı hu­susunda görüş ayrılığına düşmüştür. Çünkü delil, delilliye zıttır. Dola­yısıyla bu ikisi bir araya gelmez. Delile saygı gösterilirse, başka bir şey­den dolayı mı gösterilir, yoksa delilden dolayı mı saygı gösterilir? Bir grup, bunu zorunlu saymışken bir grup reddetmiştir ki, ben de bu fi­kirdeyim. Şu var ki Mushafa abdestliyken dokunmak, daha üstündür.

 

Bu meseledeki bâtını hüküm şudur: Acaba delilli saygın olduğu için delile de saygı gösterilmeli midir? Bize göre [sorunun cevabı] ‘evet!’ Delilli saygın olduğu için delil de saygı görmelidir. Başkalarına göre ise, [sorunun cevabı] hayırdır. Yani saygın bir şeye delil olduğu için delile saygı göstermek gerekmez. Mushaf, Allah’ın kelamına delil­dir. Bize, kendisi saygın olduğu için, ona da saygı göstermemiz ve ab­destliyken dokunmamız emredilmiştir.

 

Bilmelisin ki, bazen âlemi Allah’a delil sayarız. Bu durumda âlem denilen şeyin içerdiği övülmüş ve kınanmış şeyleri bir yana bırakırız. Kendisi de bir yaratık olduğu için, Firavun vb. büyüklenenleri, yarata­lım varlığına delil sayarız, fakat ona saygı göstermek gerekmez. Aksine öylelerinin cezalandırılması ve saygı görmemesi gerekir. Bu noktada Fi­ravun örneği, özel anlamda bir delildir. Bazen ise, kendisi de bir yara­tılmış olan Musa’yı Allah’a delil sayarız. O da özel anlamda delildir. Musa’ya ise, sırf delil olması bakımından değil, başka bir yönden saygı göstermemiz ve hürmet etmemiz gerekir. Bu nedenle biz de Mushafı yücelttik. Bu saygının nedeni ise, onun sadece bir delil olması değil, Şari’nin bize onu yüceltmemizi ve saygı göstermemizi emretmiş olma­sıdır. Sonra, delil olması bakımından başka bir saygınlığı daha vardır. Bazen onun saygınlığını böyle gerekçelendiririz. Çünkü o bağlamda şöyle deriz: Onu ellerimizle kendimiz yazsak bile, Mushaf Allah’ın kelamıdır.

 

BÂB

İhrama Girmek İçin Boy Abdesti Almak

 

İhram giymek için yıkanmak, organları ihramlı insanın yapamaya­cağı davranışlardan, gönlü ise arkada bıraktığı her şeyden temizlemek şeklinde yorumlanır, insan aile, mal, çocuk gibi dünyalıkları duyusal olarak ardına bırakıp bedeniyle Allah’ın evine geldiği gibi kalbiyle de [bunları bırakıp] kendisine yöneldiği kimseye dönmelidir. Kalbine ge­ride bıraktığı şeylerden birinin girmesini veya aklına gelmesini tövbe ve Allah’a yönelmekle engeller. Bu nedenle ihram yıkanması diye isimlen­dirildi. Çünkü ihram, insana bedeninde ve gönlünde [bu gibi] fiilleri yasaklar, insan böyle olmazsa, gönlüyle ihrama girmiş değildir.

 

Kapıcı uyuyup kendinden geçmiş, kapı bekçisiz kalmıştır. Nefs ve şeytanın düşünceleri, kalbe girmelerini engelleyecek kimse bulamaz. İnsan diliyle /buyur’ (lebbeyk!) der ve Rabbinin çağrışma [Kabe’ye] gelerek olumlu yanıt verdiğini zanneder. Halbuki o, kalbinde kendisi­ne ‘ey falanca’ diye bağıran nefsinin ve şeytanın verdiği düşüncenin nidasına karşılık verip ‘buyur5 der. Bu düşünce, sahibi olan nefsin veya şeytanın kendisini neyle göndermişse ve düşünce de insana, bu du­rumda kendisine yönelmesi emredilmeyen neyle gelmişse, ona göre hitap eder. İnsan ‘Buyur, Allah’ım, buyur’ dediğinde, düşünceyi gön­deren [nefs veya şeytan] şöyle der: ‘Hoş geldin! Sana mahrumiyet, başarısızlık ve apaçık bir hüsran verecek eve hoş geldin!’ Bu düşünce sahibi [nefs veya şeytan], insanın kendisini ilah sayıp ‘buyur’ (leb- beyk) demesi nedeniyle sevinir.

 

İçin ve halin diliyle ‘Allah’ın rahmeti ve ihsanı olmasaydı’ ve bun­dan önce niyet bulunmasaydı, ‘kendisine daldığınız konuda size büyük bir azap temas ederdi.5 Kastedilen şey, [hacca giden insanın] duyusal olarak geriye bıraktığı şeylere kalbiyle yönelmek ve onları kalpte bul­mak demektir. Allah, içlerinden söyledikleri ve o esnada şeytanın getir­diği düşünceleri ‘örter [bağışlar].’ Bunun nedeni -başka bir şey değil- sadece dille söyledikleri telbiye’nin bereketidir. Başka bir neden ise, ih­rama girenlerden iç temizliği yapanlara verdiği şeyleri onlara da vermiş olmasıdır.

 

Cuma Namazı Kılmak için Boy Abdesti Almak

 

Bu yıkanmanın batındaki yorumu, Rabbiyle bir araya gelmesi için kalbi temizlemek demektir. Bunun yanı sıra, kalbinden perdenin kalk­masıyla kendisine yakarmak için bütün güçlerini Allah’a yönlendirmekle kalbi temizlemektir. Bu nedenle, bazı bilginlere göre Cuma namazı iki kişinin bulunmasıyla geçerli olur ve kılınır. Ben de bu görüşteyim. Al­lah şöyle buyurur: ‘Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm.’ Burada üçüncüyü zikretmedi. ‘Kul şöyle der, ben de ona şöyle derim…’

 

Böyle bir halin istenildiği kimsenin Cuma namazı için özel bir şe­kilde temizlenmesi bir gerekliliktir. Hatta şöyle diyebiliriz: Kulun Allah karşısındaki hallerinden her birine özgü bir temizlik vardır. Çünkü na­maz, kavuşma yeridir. Bu nedenle Cuma namazı iki rekat farz kılındı, ilki, söylediği şeylerle kuldan Allah’a dönüktür, ikinci ise, kulunun söy­lediklerine karşılık vermek hakkındaki bildirimine göre, Allah’tan kula dönüktür. Ya da, kulun namazda söylediklerine göre, Yüce Topluluk onu bildirir. Gerçi insan Cuma namazında belirlenen duruma göre açıktan okur. O açıktan okuyunca Allah Yüce Topluluğa ‘Kulum beni övdü’ der. Kul, emre uymak, sena, tevekkül, yüceltme gibi her neyi dile getirirse Allah Yüce Topluluğa bunu bildirir.

 

BÂB

Cuma Günü İçin Boy Abdesti Almak

Cuma günü için yıkanmanın bâtını yorumu, haftanın günleri olan yedi gün karşılığında günlük zaman için ezelle temizlenmektir. Allah kula her hafta yıkanmayı zorunlu bir ödev olarak emretti. Öyleyse Cu­ma günü yıkanmak namaz için değil, gün içindir. Böylece Cuma nama­zı için yıkanmak hal temizliği, bu temizlik ise, zaman temizliğidir. Çünkü bilginler bu yıkanmanın hükmü hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bir kısmına göre yıkanmak Cuma gününe aittir. Bizim görü­şümüz de budur. Cuma namazından önce temizlik yapılırsa ve [günle birlikte] Cuma namazı için yıkanmaya da niyetlenilirse daha iyidir. Bir kısmına göre ise, bu temizlik Cuma günü Cuma namazı içindir. Bu ise hiç kuşkusuz, daha üstün bir davranıştır. Öyle ki, insan namazdan önce yıkanmazsa, güneş batmadıkça yıkanması zorunlu olur.

 

Kulun bütünüyle Hakka yönelmesi, zamansal olarak bu günde ger­çekleşir dedik. Bu nedenle, bu günün Hakkın katma nispeti, Hakkın önce, sonra, şimdi gibi edatların eşlik ettiği farklı zamanlarda varlıkları yaratmaya yönelmesiyle ezelin girdiği zamansal takdirler gibidir. ‘Önceden ve sonradan emir Allah’a aittir.’ Bu meseleyi öğreniniz! Çün­kü son derece hassas bir konudur.

 

Cuma namazı için yıkanan kimse ise, hal için yıkanmayla namaz için yıkanmayı birleştirmiş demektir. Namazdan sonra Cuma günü için yıkanan ise, tekleştirmiştir. Bu ise, Cuma denilen şeye zarar verir. En güçlü yorum, bu günde yıkanmanın hem Cuma günü hem de Cuma namazı için emredildiğidir. Şari’nin bu konuda maksadının bu olması, uzak bir ihtimal sayılmaz.

 

BAB

HAYIZDAN DOLAYI BOY ABDESTİ ALMAK

 

Hayız şeytanın dürtmesidir. Bu nedenle ondan yıkanmak gerekir. Allah şöyle buyurur: ‘O şeytanın amelinden bir pisliktir.’ Öyleyse gelip kendisine temas ettiğinde kalbin şeytanın verdiği düşünceden temiz­lenmesi gerekir. Şeytanın verdiği düşünceden ise melek kaynaklı düşün­ceyle temizlenilir. ‘Beyaz parça’, insanın kalbinden şeytanın dürtüsünü kovup uzaklaştırmakla kalbi temizlediğinin belirtisi ya da belirtilerinden biridir. Kalp bu esnada meleğin verdiği düşünceyi kullanır ki kalbin temizlenmesi budur. Bu iki düşünce, iki parmakla da [ya da iki elle] simgesel olarak anlatılabilir. Parmakların her ikisi de, rahmet parmağı­dır. Çünkü Şari onları kendisine izafe etti. Şeytan kaynaklı düşünce ne­deniyle de Allah’ın kuluna rahmeti olmasaydı, meleğin verdiği düşün­ceyle şeytanın düşüncesine karşı amele dönmek nedeniyle sevap gerçekleşmezdi. Öyleyse [şeytanın dürtüsünden yüz çeviren] bu insanın iki ödülü vardır. Bu nedenle, Allah iki parmağı Rahman’a nispet etti dedik.

 

İnsan, kendisini ayartan şeytanın yönlendirdiği işi yapmamak için nefsiyle ‘cihat’ eder ve bu nedenle [nefsiyle] cihat eden insanın sevabını alır. Nefsiyle cihaddan sonra [başarısız kalıp] ezeli kader kula karşı şey­tana yardımcı olabilir ve insan [şeytanın yönlendirdiği] işi yapar. Söz konusu günah fiili, kendisinden meydana gelir. İnsan ise, inanarak ve doğrulayarak fiilin şeytandan olduğunu görür. Nitekim Hz. Musa şöyle der: ‘0 şeytanın amelindendir, şeytan apaçık bir düşmandır’ Böyle bir fiilin ardından tövbe ederse, şehit sevabı alır. Tövbe derken pişman ol­mayı kastediyorum. Çünkü pişmanlık, tövbenin en önemli öğesidir. Bir rivayette ‘Pişmanlık tövbedir’ denilir. Şehit ise ölü değil, diridir.

 

Hangi fiilde olursa olsun kalplerin Allah karşısındaki ‘hayatımdan [huzur, bilinç hali] daha büyük ve yetkin bir hayat düşünülebilir mi? Günah işlerken imanı akılda tutmak, o günahı bilinçlilik hayatıyla can­landırır. Böyle bir amel ise, kıyamet günü sahibinin bağışlanmasını di­ler. İşte bu, iki parmağın kendisine izafe edildiği er-Rahman isminin inayetinden kaynaklanır. Öyleyse şeytan, farkında olmaksızın, kulun iyi­liklerinin artışı için çalışmaktadır. Çünkü hırs, şeytanı köreltir. İşlenen günahın vebali ise, şeytana döner. İşte bu, Allah’ın İblis’i aldatmasının bir yönüdür. Çünkü İblis, Allah’ın, kulu şeytandan kaynaklanan bu dürtüyle özel bir şekilde mutlu yapacağını bilseydi, kendisine herhan­gi bir şey aktarmazdı. Allah’ın kendisiyle İblis’i aldattığı bu tuzağa kimsenin dikkat çektiğini görmedim. İblis’i tanımasam, onun bilgisiz­liğini ve kulu günaha teşvikle ilgili hırsını bilmeseydim, ben de buna dikkat çekmezdim [bu konu benim de dikkatimi çekmezdi]. Çünkü ben, bu engel olmasaydı itaatsizlik dürtüsünden uzak kalacağımı bili­yordum. Bu durum, beni bu meseleyi zikretmeye sevk etti. Şeytan ise, kulu bedbaht yapma hırsı ve Allah’ın kula döneceğini [tövbesini kabul edeceğini] bilmemekle perdelendiği için, onu öğrenemez. Her tuzakla aldatan -farkında olunmaksızın- Allah’tır. Aldatılmayan kimse ise, bu­nun farkına varabilir.

 

BÂB

Haz Almaksızın Çıkan Meniden
Dolayı Boy Abdesti Almak

Bazı bilginlere göre bu nedenle yıkanmak vaciptir, bazılarına göre ise değildir ki ben de bu kanaatteyim. Bu meselenin bâtını yorumu şu­dur: Cünüp olmak, gurbette olmak demektir. Gurbet ise, vatandan ay­rılmakla gerçekleşir. İnsanın vatanı ise, kulluğudur. İnsan vatanından ayrılarak rablığın sınırlarına girer ve herhangi bir haz almaksızın kendi hemcinslerine karşı efendilik özellikleriyle nitelenirse, efendiliğin niteli­ğinin hakkım vermemiş demektir. Çünkü yetkin bir insana göre hiçbir haz yetkinliğin hazzıyla mukayese edilemez. Yetkinlik nedeniyle duyu­lan sevinç, başka hiçbir sevinçle karşılaştırılamaz. İnsan niteliğe hakkını vermezse, [o nitelikten] ‘yıkanması’ bir yükümlülük olur. Bu nedenle yıkanmak, o ilahi nitelikteki eksikliğini itiraf etmek demektir. Bir in­sandan, uyanıkken haz almaksızın meni çıktığı için yıkanmasını farz sa­yan bilginler bu nedenle farz görmüştür. Kul vatanından [kulluk] uzak­tayken özü gereği varlığı zorunlu olana ait yetkinlikle nitelenirse, bu nireliğin onda bir hükmünün -çünkü kul bu niteliğin mahalli değildir- bulunması gerektiğini düşünen kimse ise, kulun yıkanmasını zorunlu görmez.

 

BÂB

Kandaki Hüküm

Bilmelisin ki kan üç türdür: Hayız kanı (adet kanaması), istihaze kanı (özür kam) ve nifas kanı (lohusalık). Bunların hepsi kadınlara öz­güdür ve bunlarda erkeklerle ilgili bir hüküm yoktur. Öyleyse bunlar [bâtını yorumda] nefse ait olmalıdır. Çünkü nefse ait özellik, dişiliktir. Allah nefs [türlerinden] söz ederken, levvame [kınayan], mutmainne [tatmin olmuş] [gibi dişilik bildiren] ifadeler kullanmıştır. Bu kelimelerle Allah nefsi dişi yapmıştır. Ne kalbin ne de ruhun bu kanlarda bir payı yoktur.

İnceleyin:  Tasavvuf Dine Aykırı Mı? ve İslamcılık

 

Şöyle deriz: Tasavvuf yolunun ilk nesilleri ile riyazet ve nefs terbi­yesi yöntemlerinde onlarla müşterek hareket eden akılcı bir grup, yala­nın nefsin hayız hali olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu yorumda doğru sözlülük ise, nefsin o kandan temizlenmesi olmalıdır. Öyleyse hayız kam sağlıklı bir şekilde çıkan kan iken istihaze kanı ise hastalıkla çıkan kan demektir. Çünkü istihaze kanı bir hastalık nedeniyle çıkar. Hayız kanının bir hükmü olduğu gibi istihaze kanının da bir hükmü vardır. Bunun bâtını anlamı, kanın nefsin hayızı sayılmasıdır ki, o da yalan demektir. Bu kan, daha önce belirttiğimiz gibi, sağlıklıyken çıkan kandır.

 

[Bâtınî anlamıyla] Yalan ise, Allah hakkında yalan söylemektir. Allah kendisi hakkında yalan söyleyen kimse için şöyle der: ‘Allah’a ya­lan yere iftira edenden ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmezken bana vahiy geliyor diyen kimseden daha zalim kim vardır?’ Hz. Peygamber ise şöyle buyurur: ‘Kim kaşıdı olarak bana iftira ederse, ateşteki yerine hazırlansın.’ ‘Kaşıdı’ ifadesi, yalanın sağlıklıyken söylendiği anlamına gelir. [Hz. Peygamber’in bir şey söyleyip söylemediği hakkında] Kuşku duyan ise bu hükmün dışındadır. Birinci şahıs, yalan söylemekte ve ya­lan söylediğini de bilmektedir. Kuşku sahibi ise, gerçekte yalan olsa bi­le, kendince doğru olduğuna inandığı bir şeyi söylemektedir.

 

İstihaze kanının bâtını yorumu, bir nedenle [illet, hastalık] yalan söylemektir. Böyle biri, namaz kılmaktan veya cinsel ilişkiye girmekten men edilmez. Bu durum, söz konusu kanın bir sıkıntı olmadığım göste­rir. Hayız kam ise, sıkıntı demektir. Erkek, eşi hayızlıyken cinsel ilişkiye girerse sıkıntı çekerken hastalıktan kaynaklansa bile istihaze kam nede­niyle ilişkide sıkıntı çekmez. Çünkü bu yalan, bâtılı -ki yokluk demek­tir- gösterse bile, onun varlıkta bir mertebesi vardır. Bu ise, kendisini telaffuz etmektir. Kastedilen, söylenen yalanla engellenmesi gereken bir zararın giderilmesi ya da böyle bir yalanda veya yalanla ortaya çıkıp Al­lah’a yakınlık olabilecek bir yararın elde edilmesini temin etmektir. İn­san o bağlamda doğru söylerse, doğru sözlülük, Allah’tan uzaklaşmaya yol açardı. Dikkat ediniz! İstihaze kanı, kan akarken bile namaz kılmaya engel olmaz .

 

Nifas kanı ise, hayız kanıyla aynıdır. Hayız zamanının süresine ek­lendiğinde veya hayız kanına ait bu nitelikle çıktığında, hayzın hükmü­ne sahip olarak çıkar. Nifas kanına dönük [ilahi] ilgi, nifas olmaksızın hayız kanına ilgiden daha açıktır. Çünkü sırf anneye olan şefkati nede­niyle Allah onu çocuğun çıkış yolunu kayganlaştırmak için rahimde tu­tup dışarı çıkardı. Bu kan sayesinde kadının çocuğu doğurması kolayla­şır. Çocuğun doğması ise, Allah’ın fıtratı ve zerreler âlemindeyken in­sanlardan alman O’nun rablığını onaylama üzere dışa çıkan temiz yara­tılıştır. Böylece nifas kanı bu amaçla özel bir nitelik ve ayrıcalığa sahip­tir. Bu durum, özel bir yönden, zikredeni baki kılmakla Allah’ın zikrini baki kılmaya benzer. Nifas kanının ise, tıpkı hayız kanı gibi, şeriatta be­lirlenmiş bir müddeti ve zamanı vardır. Istihaze karımın ise, sınırında durulacak herhangi bir müddeti yoktur.

 

BÂB

Temizlik Bakımından Hayzın
En Uzun ve En Kısa Süresi

Şeriat bilginleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre sürenin en çoğu on beş gün, bir kısmına göre on gün, bir kısmına göre ise hayzın en uzun süresi on yedi gündür. Hayız süresinin kısalığı hakkında da görüş ayrılığı vardır. Kimi bilginlere göre en az sürenin sı­nırı yoktur ki, ben de bu kanaatteyim. Bize göre hayzın en kısa süresi, bir defa olmasıdır. Bilginlerin bir kısmına göre ise, en azı bir gün ve gece, bir kısmına göre ise üç gündür. Temizliğin en kısa süresi ise, bazı bilginlere göre on, bir kısmına göre sekiz, bir kısmına göre ise onbeş, bir kısmına göre onyedi gün, bir kısmına göre ise bir saattir. Ben de bu kanaatteyim. Sürenin çokluğunda ise sınır yoktur.

 

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Nefsin yalan söyleme zamanı, ni­yet [etme zamanıdır]. Bu süre, nefsin niyet ettiği şeye göre uzar [veya kısalır]. En sonunda tövbeyle yalan [pisliğinden] temizlenir. Öyleyse en uzun veya en kısa sürenin sınırı yoktur. Temizlenme zamanının da bü­tün olarak bir sınırı yoktur. Çünkü doğru söylemenin bir sının yoktur. Şu var ki, övme veya yerme bakımından şerî bağlamlar doğruluk hakkında hüküm verir. Doğruluk söz konusu olduğunda asıl olan övgüdür [övgü şeklinde hüküm vermektir]. Yalan hakkında da [söylendiği] bağ­lamlar övgü veya yerme tarzında söylenen söz hakkında hüküm verir. Bunda da asıl olan yergidir. Öyleyse insanın yapması zorunlu şey, için­de bulunduğu hal hükmetmedikçe, sürekli doğru sözlü olmaktır. Başka bir zorunluluk ise, herhangi bir hal zorlamadıkça, sürekli olarak yalan söylemekten uzak durmaktır. Söz konusu hal, bir nedenle yalan söyle­mektir. Bu anlamda yalan söylemek, istihaze kanma benzemiştir.

 

 

TEYEMMÜM BÂBLARI

Teyemmüm, ister toprak, ister kum ister taş ister kerpiç olsun yer [arz, toprak] diye isimlendirilen temiz toprağa/yere yönelmek demektir. Bunlardan biri veya tümü yerden ayrılabilir. Özellikle toprağın dı­şındakilerden yerden ayrılmış olan şeylerin hiç biriyle teyemmüm ya­pılmaz. Toprakla teyemmüm hakkında ise nas vardır. Onun yerden ay­rılıp ayrılmaması birdir.

 

Meselenin batındaki yorumu şudur: Hor ve zelil olması bakımın­dan yere yönelmek, mutlak anlamda kulluğa yönelmek demektir. Çün­kü kulluk, horluk anlamına geldiği gibi ibadet de ondan türetilmiştir. Öyleyse kulun temizlenmesi horluk, yoksunluk, efendisinin sınırlarında ve kurallarında durmak, emirlerine bağlanmak gibi kulun üzerindeki sorumlulukları tam olarak yerine getirmekle gerçekleşebilir. İnsan top­rak olduğunu göz ardı ederse, toprakla teyemmüm eder. Çünkü, oğul­ları olduğumuz kişi topraktan yaratıldığı gibi toprak yoksunluk ve ihti­yaç anlamına gelir [bu özellikler onda bakidir]. Araplar bir insan yok­sullaştığında şöyle der: ‘Adamın eli toprak oldu.’

 

Toprak, unsurların en aşağısındadır. Yaratılışı bakımından insanın hakikatinin farkına varması, kendisini bu makamdan çıkaracak her türlü pislikten temizlenmek demektir. Teyemmüm, su yoksa yapılır ve su, bilgi demektir. Yeryüzünün canlılığı suya bağlı olduğu gibi kalplerin canlılığı da suya bağlıdır. Teyemmüm, Allah’ı bilmede taklitçinin du­rumudur. Bizce Allah’ı bilmede taklitçi, Allah’ı bilmede düşünce gücü yönünden aklım taklit eden insan demektir. Teyemmüm eden su bu­lunca ya da suyu kullanma gücüne erince onun teyemmümü bozulduğu gibi şeriat da Allah’ı bilmeyle ilgili bir bilgi getirdiğinde, akün o konu­da teorik gücünü taklit etmesi anlamsız hale gelir. Bilhassa aklın kanın dinin getirdiği bilgiye uymazsa, aklın kamuyla şeriata dönmek gerekir. Böyle bir dutumdaki insan, o meselelere hem akıl hem de şeriat kamu­na sahip kimse demektir. Bunu bilmelisin!

 

BÂB

Su Bulamayan Yerleşiğin Hükmü Nedir?

 

Kimi bilginlere göre su bulumayan yerleşik teyemmüm edebilir ki ben de bu kanaatteyim. Bazı bilginlere göre ise, su bulamadığında sağ­lıklı yerleşik insanın teyemmüm etmesi caiz değildir.

 

Meselenin batındaki yorumu şudur: Yerleşik, atalarından ve eğit­menlerinden öğrenerek bağlandığı bir akideye yerleşmiş kimse demek­tir. Bu insan, akıllanır ve kendine dönerek [Allah hakkındaki bilgide] bağımsız hareket etmeye başlayabilir. Böyle bir insan, daha önceki inancına bağlı mı kalmalıdır, yoksa Hakkı öğreninceye kadar kanıtları mı incelemedir? Bazı bilginlere göre ebeveyninin ve eğitmenlerinin kendisine öğrettiği inanç yeterlidir ve [inanç meselesini soruşturmak yerine] onun yapması gereken şey amelle ilgilenmek olmalıdır. Çünkü teorik inceleme, insanı şaşkınlığa düşürebilir. Dolayısıyla böyle bir araş­tırmaya güvenilemez. Böyle bir durum, su bulunmadığında teyemmüm edilebileceğini söyleyen görüşün [batındaki] yorumudur. Daha önce, hayatin sebebi olmadaki ortaklık nedeniyle, suyun bilgi olduğunu be­lirtmiştik. Bu yerleşik kişi ise gerçekte bir kanıta sahip değildir. Çünkü o, Allah ile yaratıkları arasında herhangi bir ilişki görmemektedir. Do­layısıyla yaratıklar, Hakkın zatım bilmede doğru bir kanıt olamaz. Öy­leyse böyle bir insanın nezdinde [su olmayınca sağlıklı insanın da te­yemmüm edebileceğini söyleyen kimsenin] taklit üzerinde kalması, da­ha yerinde bir davranıştır.

 

Bazı bilginler ise, su bulamasa bile sağlıklı bir insanın teyemmüm etmesinin caiz olmadığı görüşündedir. Bu görüş sahibi [batindaki an­lamıyla] şöyle der: (İnsan) Kanıtı incelemese bile, başkasını taklit ede­mez. Çünkü iman, kalplerin taşıdığı kuşkularla karışabilir ve onlardan dönmesi imkânsız olabilir. Bunların nasıl ortaya çıktığım bilemeyeceği gibi keyfiyetlerini de bilemez. Bu, kalpteki zorunlu bir bilgidir. Böyle bir insan, taklidin hükmünden çıkar. Bununla beraber, kanıtı inceleme­diği halde delil sahibi de değildir. İnsanların büyük kısmı inançlarında böyle hareket eder. Bu yerleşik için suyun bulunmayışı, teorik araştır­manın imandan çıkaracak bir kuşkuya düşürmeyeceği hakkında kendine güvenmemektir.

 

 Allah’ın Bu Temizlikte Zikrettiği Ellerin Sınırı

Allah şöyle der:’Temiz toprağa teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve elle­rinize meshediniz.’ Allah onlardan razı olsun,, bilgi sahipleri, teyem­mümde ellerin sınırı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı­na göre teyemmümde ellerin sınırı abdestteki sınırın aynıdır. Bir kısmı­na göre, avuçları mesh etmek yeterlidir. Bir kısmına göre, müstehap olan dirseklere kadar mesh etmekken, avuçlara mesh farzdır. Bir kısmı­na göre farz, omuzlara kadar mesh etmektir. Bence, Arapça’da ‘el’ deni­len en küçük birim, meshin farz olduğu kısımdır. El denilen bu en kü­çük birime eklenen kısma mesh ise, bana göre müstehaptır.

 

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Toprak ve yer, insanın yaratılış il­kesidir. Kulluk ve horluğun gerçek anlamı budur. Ardından insan, bir iddiaya maruz kalır. Bu iddianın sebebi, peygamberin insanın ilahi su­rete göre yaratılmış olduğu hakkındaki bildirimidir, ilahi surete göre yaratılmanın anlamı, bizim kanaatimize göre insanın, Allah’ın onu ken­disine göre yarattığı ilahi isimlerle ahlâklarıma yeteneğine ve yatkınlığı­na sahip olmasıdır. [Bizim kanaatimize göre dedik] Çünkü [Allah in­sanı kendi suretine göre yarattı hadisinde] suretin anlamı ve zamirin kimi gösterdiği hakkında görüş ayrılığı vardır. Dolayısıyla hadis bu ko­nuda [açık] bir nas değildir. İnsan bu nispet nedeniyle gururlanmış, ka­barmış ve büyüklenmiştir. Bu büyüklük duygusundan nefsini toprak ve yerle temizlemesi emredildi. Bu ise, insanın kulluk hakikatidir. İnsan, kendisinden yaratıldığı şeyin aslına bakarak temizlenir.

 

Allah, böyle bir insanda büyüklenme duygusunun yol açtığı hasta­lığın tedavisi bağlamında şöyle der:’İnsan hangi şeyden yaratıldığına bak­sın.’ Muhataplar [beşeri türdeki] oğullardır. ‘Fışkaran bir sudan yara­tıldı.’ Kastedilen, kokmuş sudur. Çünkü o da, güç yetirmenin ve insa­nın iddia ettiği şeylerin arasında bulunur. İnsan, acizlik ve cimrilik özel­liğinde yaratıldı. Bu nitelikler ise, ellerin nitelikleridir. Bu iddia ve ken­disinden ortaya çıkan güç yetirebilme, cömertlik ve ihsan esnasında in­sana şöyle denilir: ‘Kendisinde yaratıldığın acizlik ve cimrilik özellikle­rine bakarak nefsini bu niteliklerden temizle!’ Allah şöyle buyurur:’Nef­sinin cimriliğinden sakınan kimse.’ Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Kendisine iyilik temas ederse cimri kesilir.’ İnsan aslına baktığında ise, nefsi arınır ve iddia [kirinden] temizlenir.

 

BÂB

Teyemmüm Eden Kişinin
Toprağı Organlarına Ulaştırması

 

Bilginler bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre farz iken bir kısmı farz olmadığı görüşündedir. Onlara göre farz olan, elleri toprağa veya yere vurduktan sonra teyemmüm organlarına ulaş­tırmaktır. Güçlü görüş, ulaştırmaktır. Çünkü Allah ‘ondan’ demiştir.

 

Meselenin bâtını yorumu şudur: Nefisi [ilahi surete göre yaratıldı­ğını bilmeyle] kazandığı üstünlük iddiasından horlanarak -ki horluk nefsin aslıdır- temizlemek kabul edildiğinde, [toprağı uzva] ulaştırmak farz değildir. Çünkü horluğu, üstünlük duygusu bulunan mahalle ak­tardığımızda, o mahalde horluğun bulunması imkânsız hale gelir. O yerdeki şey [büyüklenme], kendisini ortadan kaldırmak için gelenden daha güçlüdür. İkisi de aynı anda orada bulunsalardı, iki zıddın bir ara­ya gelebileceğini kabul etmiş olurduk. Biri diğerini gidermede diğerin­den daha öncelikli olmazdı.

 

Bu hususta doğrusu şunu demektir: Nefsin yüzü izzete çevrilmiş­tir. Böylece, izzet nurundan kendisini iddia ettiği şeye ulaştıracağı şeyle­ri kazanır. Bunun üzerine kendisine şöyle denilir: ‘Yüzünü kendisinden yaratıldığın horluk ve zayıflığına çevir. Bu izzet duygusunun nurlan üzerinde kalırsa, o zaman sen sensin!’ Böylece insan ayağa kalkar ve bu nurlar kendisinde kalabilir. Yüzünü horluk ve zayıflığına çevirdiğinde ise, özü gereği izzetin nurları kendisinden kaybolur gider ve böylece Yaratanına muhtaç hale gelir, onun otoritesi altında zelil olur. Bu ne­denle kimi bilginler, teyemmümde toprağı organa ulaştırmanın gerek­mediğini söylemiştir.

 

Ayette geçen ‘ondan’ kelimesinin parça anlamına geldiğini kabul eden ve toprağı organa ulaştırmayı gerekli görenler ise şöyle der: ‘Nitelik kendi başına bilfiil var olamaz. Dolayısıyla onun kendisiyle bilfiil varlık kazanacağı bir şeyde bulunması gerekir. Bu ise, insanın hakikatinden başkası değildir. Öyleyse onun niteliğinin horluk olması gerekir. Bu durumda onun temizlenmesi sahih olabilir.’ Bu da teyemmüm eden kişinin toprağı organına ulaştırmasını kabul edenlerin görüşüdür.

 

Necaset Türleri Sayımı

 

Şeriat bilginleri, necaset sayıları şeylerin dört tür olduğunda hemfi­kirdir: Birincisi, su canlısı olmayan kan taşıyan hayvan ölüsüdür. İkinci­si, nasıl ölürse olsun, domuz etidir. Üçüncüsü, su canlısı olmayan canlı veya ölüden ayrılmış bol miktarda hayvan kamdır. Dördüncüsü ise, be­beklerin dışındaki insanların küçük-büyük dışkısıdır. Bunun dışındaki hususlarda ise görüş ayrılığı vardır.

 

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Kan taşıyan kara canlılarının ölü­sü hakkındaki görüş ayrılığına gelirsek, bilmelisin ki ölüm iki türdür: Birincisi, ölümle nitelenmiş kimsede önceki bir canlılığın ardından ger­çekleşmeyen aslî ölümdür. Bu ölüme şu âyette işaret vardır: ‘ÖIüidiniz, Allahfı nasıl inkâr edersiniz?’ Burada söz konusu olan aslî ölümüdür. Başka bir ifadeyle bu ölüm, mümküne ait olan yokluktur. Çünkü mümkün, kendiliğinde varlığı yok iken Allah tarafından hakikati bilinen bir şeydir. Sonra Allah şöyle buyurur: ‘Sonra size hayat verdi.’ ikinci ölüm ise, ‘arızî ölüm’dür. Bu ölüm, canlıya ilişen ve onun canlılığını or­tadan kaldıran şeydir. Buna ise şu âyette işaret vardır: ‘Sonra sizi öldürür’ Bu konuda, anlatılmak istenen arızî ölüm budur.

 

Ardından başka bir nitelik ekledi ve şöyle dedi: ‘Kanı olan.’ Bunun anlamı, akışkan bir kam olan canlı demektir. Kastedilen, akışkan bir ca­nı, başka bir ifadeyle bütün parçalarına yayılan bir canı olan hayvandır. Burada, bütün varlıklarda olduğu gibi, hayatı kendisi olan şeyleri kastetmemiştir. Ardından başka bir nitelik ekleyip şöyle dedi: ‘Su canlısı olmayan.’ Burada ise deniz hayvanlarım değil, karasal hayvanları, yani karada yaşayan hayvanları kastetti. Deniz, bilgi demektir. Adeta şöyle der: ‘Hayvan derken Allah’ın ilmindeki mevcudu kastetmiyorum.’ Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Ben, dış varlığı ortaya çıkan ve canlılığı havaya bağlı olan hayvanı kastetmekteyim. Bütün bu koşullarla, hiç kuşkusuz, hayvanın necisliği gerçekleşir. Bunların içinden bir şart eksil­diğinde ise, görüş birliğiyle kastedilen şey olmamış demektir.

 

Kulun hayatı özünden kaynaklanmayıp ona ilişen bir şeydir. Bu nedenle hayat sahibi olmak nedeniyle böbürlenmesi ve iddia gütmesi uygun değildir. Kul, ‘ben’ demekle [benlik davası] iddia edip kendisine hayat vereni görmeyince, arızî ölümle karşılaşmıştır. Başka bir ifadeyle kula ‘aslın budur’ [denildi]. Böylece ölüm onu aslına döndürdü. Fakat, [benlik] iddiası ve kendisine hayat vereni unutması nedeniyle insan as­lına temiz olmayarak dönmüştür. Sonra, bu iddiaya yol açan sebebe baktık, şöyle dedi: ‘Onun karasal canlı olmasıdır.’ Biz de, ‘Onun karasal olmasının anlamı nedir?’ diye sorduk. Bu kez ‘canlılığı havadandır’ de­di. Böylelikle inşam kaplayan şeyin hava olduğunu anladık. Nitekim Al­lah şöyle buyurur: ‘Nefsi hevadan [arzudan, hava ile heva arasındaki an­lam ilişkisine dikkat çekerek] alı koydu.’ İki hava arasında gidip gelen herkesin yok oluşu kaçınılmazdır. Nitekim arkadaşımız Ebu ZeydAbdurrahman el-Kâzâzî [ra.] şöyle demiştir:

 

Sağlıklı bir hava ve hastalıklı bir hava

Halimin o ikisiyle iyi olması imkânsızdır

 

Arkadaşım [bu mısraların bulunduğu kasideyi] Tilimsan şehrinde beş yüz doksan (590) senesinde bana okumuştu.

Bu koşullar kendisinde toplanan her kulun necis olduğuna dair bil­ginler görüş birliğine varmıştır.

 

Bu bağlamda domuz etinin yorumuna gelirsek, onun eti kandan kaynaklanan canlılığın yayıldığı yerdir. Çünkü et, donuk kan demektir.

 

Domuzluk niteliği, nefislerin tiksindiği pisliklere -ki onlar kötü huylar­dır- tutkunluktur. Bu et canlılığını yitirince, necis hale gelir. [Bunun batındaki karşılığı] Kötü ahlâk sahibi bir insanda şeriatın hükmü -ki onun ruhu demektir- kaybolduğunda, onun için ölüm gerçekleşmiş demektir. Allah şöyle buyurur: *Kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülük­tür.’ Ayetin devamında ‘kötülük gibi’ der. Böylelikle onu herhangi bir yönden sınırlamayıp kötü ahlâklara katmıştır. Sonra Allah, onu yapma­yan kimse hakkında şöyle demiştir: ‘Bağışlayan ve barış isteyen.’ Allah, kötülüğe karşılık vermemenin iyi huylardan olduğuna dikkat çekmiştir. Bu nedenle ‘hangi şekilde hayatım kaybederse etsin’ dedik. Çünkü tez­kiye onu temizlemez.

 

Hz. Peygamber, velisi olduğu bir insanın öldürülmesi nedeniyle katile kısas yapılmasını isteyen bir adama affetmesini veya kan parası almaşım teklif etmiş ve ‘diyet al’ demiştir. Adam diretince Hz. Pey­gamber şöyle demiştir: ‘[Diyet almak yerine] Onu öldürürse, öldüren gibi olur.’ Burada Hz. Peygamber ‘Kötülüğün karşılığı kendisi gibi bir kö­tülüktür’âyetine gönderme yapmaktadır. Bu söz adama ulaşınca, Hz. Peygamberin yanına gelmiş ve katili öldürmekten vazgeçmiştir. İyilik ve kötülük meselesi de buna dayandırılabilir. Bu konu, insanların ilgilene geldikleri büyük bir sorundur. Bu konuyu bu kitapta zikretmiş olsak bile, meselenin ayrıntılı olarak ele alınacağı yer burası değildir.

 

Görüş birliğine varılmış necasetin üçüncüsü ise, karasal hayvanların kamdır. Bu kan, canlı veya ölü bir hayvandan akıp bol, yani görünecek miktarda olduğunda [görüş birliğiyle] necis sayılmıştır. Daha önce be­lirttiğimiz gibi, kara hayvanı Allah’ın bilgisinde değil, dışta var olan şeydir Deniz canlısı ise, Allah’ın bilgisinde var olandır. Karasal hayvan, hava sayesinde canlılığını sürdürür. Kan ise, canimin hayatının kendi­sinden meydana geldiği bu buharın sıcaklığından çıktığı asildir, Söz konusu şey, hayvani ruhtur. Kan bu pislikte asıl olunca, kendisinden meydana gelen şeye göre necaset hükmünü taşımada daha öncelikli olmuştur.

 

Kulun benlik sahibi olmasına yol açan şey, kendisine sahip olarak yaratıldığı izzet duygusudur. Çünkü insan, âlemin toplamı ve genel anlamda  bütün varlıkların bir benzeri olarak var oldu. İnsan, bu konuda Allah’ın kendisine dönük inayetinden ve Allah’ın ‘Siz ölü idiniz’ ‘Sen bir şey değilken biz seni yarattık’ ve ‘Zikredilen bir şey değildi’ gibi âyetlerde belirttiği aslî ölümden habersiz kalınca, bilginler ‘insanın’ necis olduğunda hemfikir olmuştur. ‘İnsanın’ necis olması ise, gözük­mesi, bu makamdan habersiz kaldığının çoğalması şartına bağlıdır. Bu durum çoğalmazsa, bu hükmü vermede görüş birliği gerçekleşmez.

 

Dördüncü necaset ise, insanoğlunun idrar ve dışkısıdır.

 

Meselenin batındaki yorumu şudur: Bir şeyin mertebesi ve konu­mu yükselirse, onun küçük hataları büyür. Konumu ve mertebesi değersizleşen kimsenin ise büyüklüğü küçülür. İnsan şerefli bir konumda­dır, mertebesi yüksek, Hakkın vekili ve meleklerin öğretmenidir. Öy­leyse insanın, oturup kalktığı kimseyi temizlemesi ve içli dışlı olduğu kişileri nezihleştirmesi. gerekir [bunu yapabilecek bir durumda olması gerekir]. İnsan hakikatinden habersiz kalırsa, doğasıyla ilgilenmeye baş­lar. Temiz yiyecek, içecek ve [giyecekler] ona eşlik eder, insan bunların temizlerini -hakikatiyle değil- kendi doğasıyla aldığı gibi, kötülerini de – hakikatiyle değil- doğasıyla çıkarır. Böylece [çıktıktan sonra] temizler necis -kan- olduğu gibi pisler de necis olur. Bunlar ise, dışkılardır. En uygunu kokuların pisliğinin kazandırmasıdır. Çünkü o, nefesler âlemindendir. Böylelikle necislik doğası bakımından meydana gelir. Bütün canlılarda böyledir.

 

Şu var ki, hayvanların hakikat ve ruhları yükseklik ve konum bakı­mından insanın hakikati gibi değildir. Onların horluk ve zelillik yönleri daha büyüktür. Bilginler, bu gibi şeylerin necisliğinde görüş birliğine varmıştır. Diğer canlıların idrar ve dışkılarında ise farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bununla birlikte, bütün bunlar [kan, idrar ve dışkı] doğa­dan meydana gelir. Doğayı dikkate alan kimseler, tümünün necis oldu­ğunu söylemiştir. Üstün konumu ve düşüşü dikkate alan kimseler ise, insan idrarının ve dışkısının necis olduğunu söyleyip insanın konumu­nun büyüklüğü nedeniyle onu görmezden gelmez. Diğer canlılarda ise, görmezden gelir [çünkü mertebe büyükse küçük şeyler de büyür].

 

Böylece bilginlerin görüş ayrılığına düşmeleri ve görüş birliğine varmalarının sebebini açıklamış olduk. Allah’a hamd olsun. ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

BÂB

Bütün Hayvanların, İnsanlardan ise
Bebeklerin İdrarının Hükmü.

Bilgi sahipleri, bütün canlıların idrarları ve dışkıları hususunda gö­rüş ayrılığına düşmüştür. Bunun tek istisnası, bebekleri göz ardı eder­sek, insanın idrar ve dışkısıdır. Bir kısmına göre tümü necistir. Bir kıs­mı ise, genel anlamda hepsini temiz saymıştır. Bir kısmına göre ise, on­ların hükümleri ederinin hükümlerine göre değişir. Etinin yenilmesinin helal olan hayvanların idrar ve dışkıları da temiz olduğu gibi yenilmesi haram olan hayvanların idrar ve dışkıları da pistir. Yenilmesi mekruh sayılan hayvanların idrar ve dışkıları da mekruh sayılmıştır.

 

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Eşyada temizlik asıl, necislik ge­çicidir. Biz, bu geçici durum gelmediği sürece, asılla beraberiz. Bizim mezhebimiz budur. Bu bağlamda kul, kulluğunda asıl bakımından temizdir. Çünkü o, fıtrata göre yaratılmıştır. Fıtrat, Rab için kulluğu ikrar etmek demektir. Allah şöyle buyurur: ‘Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp kendilerine karşı tanık tutmuş ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti, onlar da evet diye cevap vermişti.’ Hz. Peygamber bu âyetle ilgili olarak şöyle buyurur: ‘Allah Âdem’i yarat­tığında, avucunu beline vurmuş, tıpkı zerrelere benzeyen şeyleri çı­karmış ve onları kendilerine karşı tanık tutmuştur.’ Bilgi de, bilineni­ne ilişirken temizdir. Öyleyse Haktan bir konuda veya bir bilgide bir engelleme olunca, onun sınırında dururuz. Hayât da özü gereği temiz ve temizleyicidir. Allah’ın dışındaki her şey de canlıdır. Öyleyse her şey, asıl bakımından temizdir. Çünkü Allah, bütün alemi el-Kuddus ismiyle yarattı.

 

‘Allah’ın dışındaki her bir şey de canlıdır’ dedik. Çünkü en genel ifade olan ‘her bir şey’, [ayette bildirildiği gibi] Allah’ın övgüsünü tesbih eder. Tesbih etmek ise, ancak canlıdan meydana gelebilir. Bu­nunla birlikte Allah, kulaklarımızı donukların (cansızlar), bitkilerin ve akılsız canlıların tesbihlerini duymaktan engellediği gibi gözlerimizi de donukların ve bitkilerin hayatlarını görmekten engellemiştir. Bunun is­tisnası, Allah’ın kendisi için âdeti aştığı kimselerdir. Bunlara örnek ola­rak Allah’ın peygamberlerini ve kendilerine taşların tesbihini duyurur­ken yarımda bulunan sahabesini verebiliriz. Binaenaleyh bu olayda âde­tin aşılması taşların tesbih etmesi değildi. Adet, kulaklarının kendisine ilişmesinde aşılmıştı. Biz de, başlangıç dönemimizde taşların tesbihini ve Allah’ın zikrini söyleyişlerini duyardık.

 

Varlıkların bir kısmı iki hayat ile canlıdır: Birincisi duyuyla algıla­nan hayattır, İkincisi ise, duyuyla algılanmayan hayattır. Bir kısmı ise, genel olarak duyuyla algılanamayan tek bir hayatla canlıdır. Bir kısmı ise, üç hayat türüyle canlıdır. Bu tür, insandır. İnsan, aslî hayat ile canlı olduğu gibi -ki o genel olarak duyuyla algılanamayan hayattır- aynı za­manda hayvanî ruhuyla da canlıdır. Hayvanı ruh, sayesinde duyumsa­manın gerçekleştiği şeydir, insan, son olarak düşünen nefsiyle canlıdır.

 

Öyleyse âlem bütünüyle temizdir. Âleme [ya da âlemin bir parçası­na] Hak kaynaklı ‘necis’ denilen bir durum ilişirse, o yerin necis olduğu hükmünü veririz. Bu hüküm, söz konusu özel nispette dince belirlen­miş ölçüye göre verilir. Eşyada necislik, nispetlerin ilişmesinden kay­naklanan bir durumdur. En büyük necislik ise, Allah’a ortak koşmaktır. Allah şöyle buyurur: ‘Müşrikler necistir. Hiçbir necis, bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasın.’ Öyleyse şirk koşan kimse, özü gereği necistir. İman ettiğinde özü gereği temiz olur. Başka bir ifadeyle şirk necislik demek olduğu gibi iman da temizlik demektir. Anla! Çünkü el- Kuddûs’ten ancak nezih olan çıkabilir. Bu nedenle necasetin ‘nispetlerin ilişmesinden kaynaklanan bir durum’ olduğunu söyledik. Nispetler, var olmayan durumlardır. Öyleyse necisliğin dışta bir ilkesi yoktur. Çünkü dıştaki varlıklar, kendisinden çıktıkları asıl bakımından temizdir.

 

Meninin Hükmü

Şeriat bilginleri, meni hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Aca­ba temiz midir, necis midir? Bazılarına göre temizken bazılarına göre pistir.

Meselenin batındaki yorumu: Yaratmanın bir kısmı doğaldır, bir kısmı doğal olmayandır. Bu ikisinin arasında fark vardır. Dilersek bu farkı dikkate alırız, dilersek almayız. Çünkü bize göre, doğal yaratmayla doğal olmayan yaratma arasında bir fark yoktur. Çünkü özel yön bakı­mından gerçekleşen doğal yaratma, Allah ehlince bilinir ve Kuran’da açıkça dile getirilmiştir. Bu yaratma, takdis mertebesinden ve el- Kuddûs isminden meydana gelmiştir. Bu özel yönden olmayan yaratma ise, bir şeyin kendi benzerinden meydana gelmesidir. Bu da, yaratma âlemi ve emir âlemi dediğimiz şeydir.

 

Yaratılmış bir sebep vesilesiyle meydana gelen şeylerin bulunduğu âlem, yaratılış âlemidir. Yaratılmış bir sebep vesilesiyle var olmayan her şey ise, emir âlemine aittir. Hepsi, gerçekte, emir âlemidir. Şu var ki sebepleri âlemden kaldırmamız mümkün değildir. Çünkü onları Allah koymuştur. Allah’ın koyduğu bir şeyi ise kaldırmanın imkânı yoktur.

 

Şöyle derim: Kendi nefsiyle Rabbinden perdelenen kimse temiz değildir. Meninin çıkışı, genellikle insanın, hatta canlının bütün varlığı­nı kuşatan bir haz verir. Böylece kişi Rabbinden habersiz kalırken bir tek kendisinden çıkan şeyin hükmünün altına girer ki o da menidir. Öy­leyse meni temiz değildir. Bu nedenle, ondan dolayı temizlenmemiz emredildi. Söz konusu temizlik, bedenin bütün parçalarını içeren genel temizliktir [yıkanma]. Çünkü meni ‘eklemler ile omurgalar arasından çıkar.’ Allah’ın doğal yaratılışı onun vesilesiyle gerçekleştirdiğini dikkate alan kimse, meninin temizliğine hükmeder.

 

Çünkü meninin hali değiş­miştir. Şöyle ki meni, mesanenin yoğunlaştırdığı sıkılmış kandır. Kan olmaktan çıktığı gibi aynı zamanda hükmü de değişmiştir ki hükmün değişmesi daha yerindedir. Öyleyse meni, bize göre temizdir. Şu var ki, kendisinden ayrıştıramayacağımız bir necislik ona bulaşırsa, bu durum­da, kendisine ilişen necislik nedeniyle meninin de necis olduğu hükmü­nü veririz. Nitekim onun aslı ve esası da kandı. Aslı bakımından kandan ibaret olan suretim korumuş olsaydı, çıktığında onun dince necis oldu­ğu hükmünü verecektik.

 

BÂB

Necisliğin Temizlendiği Üç Yer

Necisliğin temizlendiği yerler, üçtür. Bunlar elbise, beden -yükümlü olanların bedenleri- ve mescitlerdir.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Bâtınî elbiseler, niteliklerdir. Çünkü bâtının elbisesi, onun nitelikleridir. Şair Imrü’l-KaysUneyze’ye şöyle der:

 

Bir huyum seni üzmüş ise

Elbisemi elbisenden sök çıkart

 

Şair, kalbine giymiş olduğu sevgi elbisesini kastetmektedir. Allah şöyle der: ‘Takva elbisesi daha hayırlıdır.’ Kanaatimce, aradaki durum kamdan nedeniyle bu âyet‘En hayırlı yiyecek takvadır’3âyetiyle aynı bağlamda yorumlanabilir. Bu iki âyet -burada takva derken kastedilen şeyin anlamım iyice kavrarsan- anlam bakımından birdir.

 

Bedenler ise, kalpler ve ruhlar demektir, bilesin. Mescitler ise, ya­karma mekânlarıdır. Bu mekânların halleri de ilahidir.

 

BÂB

Necaset Bu Üç Yerden Neyle Temizlenir

Şeriat bilginleri, temiz ve temizleyici suyun bu üç yerden necaseti gidereceği hususunda görüş birliğindedir. Bize göre ise, taş, toprak ve sıvı gibi necasetin dış varlığını ortadan kaldıran her şey kullanılabilir. Necasetin gözle görülür bir rengi varsa, dış varlığında rengin silinmesi de dikkate alınır. Bildiğimiz başka bir bilgi nedeniyle, görünür varlığı kaybolduktan sonra kokunun kalması ise dikkate alınmaz.

 

Meselenin bâtını yorumu şudur: ‘Allah’tan sakının, Allah size öğre­tir’, ‘Allah’tan sakınırsanız, size bir furkan verir’ gibi âyetlerde geçen takvanın ürünü olan bilgi, söz konusu üç yeri temizleyicidir ve [bulu­nan necaseti] gidericidir. Bunlar, bâtıni yorumunda, nitelikler, kalpler ve hallerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi, bunlar, elbiseler, bedenler ve mescitlerdir.

 

Şeriat bilginleri, taşın necaseti ‘iki çıkış yeri’nden [ön ve ard] te­mizlediği konusunda da hemfikirdir. Bu temizleme, şeriatta ‘isticmar [taşla temizlik]’ diye isimlendirilir. Bence, tek taşla yapılırsa taşla te­mizlik gerçekleşmiş olmaz. Çünkü tek taşla yapılması, ‘isticmar’ın an­lamıyla çelişir. [Kelimenin türetildiği] ‘cemra’, çoğuldur ve çoğulun en azı ikidir.

 

Görüş birliğine varılmış meselenin bâtını yorumu şudur: Allah taş­lar ile kalpler arasında bir takım durumlarda bir ilişki saptamıştır. Bu ilişkinin ifade edildiği yerlerden biri ‘Sonra kalpler katılaştı, onlar taşlar gibi, hatta daha da katılaştı’âyetidir. Kasvet ya da kalp katılığı, her ne olursa olsun, temizlenilmesi gereken kirlerden biridir. Çünkü kalp katı­lığı, kalp kirlerinden biridir. Bunun bir kısmı sorumlu olmayı gerekti­rirken bir kısmı göz ardı edilir. ‘[Taşlardan bile katıdır, çünkü] Taşların bir kısmı parçalanır ve onlardan nehirler çıkar.’ Kastedilenler, kalpler­den meydana gelen geniş ve derin bilgilerdir. Bu bilgiler, bilinenlerin çoğunluğunu içerir. Bu bilgilerin ‘ortaya çıkması’ ise, farklı bilim dalla­rında öğretim amaçlı olarak bilginlerin dillerinde ortaya çıkmalarıdır.

Taşların bir kısmından, ‘parçalandıklarında su çıkar’ Bunlar, hal­lerin baskın geldiği kalplerdir. Böylece, görünürde, kalplerin parçalan­ması ve içerdikleri bilgi ölçüsünde mensuplarının dillerinde bilgiler or­taya çıkar, insanlar da o bilgilerden yararlanır. Taşların bir kısmı da ‘Al­lah korkusundan yuvarlanır.’ Taşlara benzeyen kalplerin düşmesi, izze­tinden kulluğuna inmeleri ve asıl bakımından sahip olduktan acizlik ve eksikliğe bakmalarıdır. Daha önce, suyun söz konusu yerlerdeki necisliği temizleyici olduğunu belirtmiştik. [Taşın temizleyici olmasının sebebine gelirsek] Suyun kaynağı olan taşların iki çıkış yerinden necase­ti gidermedeki hükmü, kendisinden çıkan suyun hükmü gibidir.

 

Bâtında bunun yorumu, sudur. Nitekim [taşların eylemi olarak zikredilen] korku da, kendisiyle temizlenilen şeylerden biridir. Korku, razı olunmuş ve Allah’tan razı olmaları istenilmiş Allah’ı bilenlerin özel­liklerinden biridir. Allah şöyle buyurur: ‘Allah’tan ancak bilginler kor­kar.’Başka bir âyette ise ‘Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuştur. Bu Rabbinden korkan içindir’ buyrulur.

 

Öyleyse bilgi, özellikle de takva duygusunun meydana getirdiği bilgi temizdir ve temizleyicidir. Başka bilgiler de temiz ve temizleyici olsalar bile, işaret ettiğimiz bu bilginin gücüne sahip değillerdir. Öyley­se taşların kendisiyle nitelendiği korku, onları düşmeye ve yuvarlanma­ya sevk eden şeydir. Bu ise [bâtınî yorumda], Allah’ın verdiği yüksek­likten aşağı inmektir. Kur’an kendilerini düşmek özelliğiyle niteleyince, dağlardaki taşlan kastettiğini anladık.

 

Dağlar, Allah’ın kendileriyle yer­yüzünün sallanmasını engellediği direklerdir. Allah onları direk sayınca, bu durum, yüksek konumları nedeniyle kendilerine bir böbürlenme ge­tirdi. Bunun üzerine söz konusu taşlar, ‘Bu ahir et yurdudur, om yeryü­zünde büyüklük taslamayan kimselere veririz, son, takva sahiple-rinindir’âyetini duyunca, Allah korkusundan düşmüşlerdir, irade de kalplerin niteliklerinden biridir. Böylece kalpler -yükseklikleri Rablerinden kay­naklansa bile- yüksekliklerinden aşağı inmiş, Allah korkusundan [aşağı] düşmüştür. Bunun nedeni, kendisine göçecekleri ahiret yurdunda na­sipsiz kalmaktan endişelenmek ve çekinmektir. Burada ahiret yurduyla mutluluk diyarım kastetmekteyim. Çünkü ahirette bedbahtlık ve mutluluk diyarı olmak üzere iki yer vardır. Bu nedenle kalpler, temiz ve te­mizleyici olmuştur.

 

Taşların, iki çıkış yerini temizlemeye tahsis edilmesine gelirsek, ‘iki çıkış yeri’ derken katı dışkı ile idrarın çıktığı yerleri kastetmekteyim. Bilmelisin ki, Hakkın kalplerde iki tecellisi vardır. Birinci tecelli, yoğun­lardadır. Söz konusu tecelli, basiret ve hayalin algıladığı suretlerdeki te­cellisidir. Örnek olarak, Hakkın rüyada görülmesini verebiliriz. Burada Hak, duyuyla algılanan suretlere benzer bir surette [kendini] gösterir. Kuşkusuz Allah şöyle buyurur: (0’nun benzeri yoktur.’Bu bilgi, uyurken veya ibadetinde tahayyül ederken tecelli ettiği suretlerden biri olan bu suretle Hakkı sınırlamayı [yanlışlığını] kalbinden giderir, [ibadette tahayyül etmeye dönersek] Hz. Peygamber, , kendi arzusun­dan değil -çünkü o kendi arzusundan konuşmaz- Rabbinden aktardığı bir hadiste şöyle der: ‘Allah’a sanki O’nu görürcesine ibadet et.’ Burada, sanki edatı gelmiştir. Bu edat, hakikatleri[‘n bilgisini] verir.

Hz. Peygamber ‘Ben gerçek bir müminim’ diyen birine şöyle de­miş: ‘İmanının hakikati nedir?’ Sahabe, ‘Sanki Rabbimin Arş’ı ortaya çıkmış, ben de ona bakıyorum’ demişti. Burada da, sanki ve görme [bakma] kelimeleri zikredilmiştir. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber kendisine ‘Bildin, öyle devam et’ demiştir. Böylece Hz. Peygamber, sa­habenin bilgi sahibi olduğuna tanıklık etmiştir. İşte bu diğer tecellidir. Çünkü hayal tecellisi, duyu tecellisinden karşılaştırılamayacak ölçüde daha latiftir. Bu nedenle, insanın iç dünyası gibi, bu tarz tecelli hızla şe­kilden şekle girer. Ahirette ise, insanın dış yönü böyle olacaktır. Bir ri­vayette, cennette bir çarşı bulunduğu bildirilir. Bu çarşıda alış veriş ol­maz. Orası, suretlerin bulunduğu bir yerdir. Kim hangi sureti isterse, o surete girer. Bu durum, dünya hayatında insanın iç dünyasının duru­muna benzer.

 

İbadet eden insan ibadet ettiği şeyi, görebileceği bir surete dönüş­türdüğünde, adeta onu kalbinden gözüyle görebileceği birinin suretine indirmiştir. Bununla birlikte, bu esnada dıştan bir suret söz konusu de­ğildir. Nitekim uykuda gerçekleşen tecellide de durum böyledir. Öyley­se bu tahayyül Hakkı sınırladığında -ki Hakkın kendisiyle sınırlanacağı bir sınırı olamaz- [ortaya çıkan kirden] temizlenmek, sınırlamalardan korkmayı bilmekle gerçekleşir. Söz konusu bilgi, daha önce belirttiği­miz taşlardır [taşlara ait bilgidir]. Öyleyse kalbin temizliği, böyle bir benzetme ve sınırlamadan korkmak demektir. Çünkü Hakkın ‘benzeri yoktur.’

 

 

Taşların iki çıkış yerini temizlediği hakkında bilginlerin görüş birli­ğine vardığı düşüncenin bâtındaki yorumu budur. Onlar, sözü geçen görüş birliğine varılmış konuların dışında, kimi konularda ise görüş ay­rılığına düşmüştür. Bunlar, belirtilen yerlerden necaseti gideren sıvı ve kan cisimlerdir. Bir kısmına göre, temiz olduğu sürede kati ve sıvı her şey her yerdeki necaseti temizler. Ben de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, su ve taşla temizlenmek gibi görüş birliğine varılmış hususların dışında­ki şeylerle temizlenmeyi genel anlamda reddetmiştir. Daha önce su ve taşla temizlenmeyi zikretmiştik.

 

 

BÂB

Istinca ve Tuvalete Girme Adabı

Bu konuda pek çok rivayet ve emir vardır. Örnek olarak, sağ elle istinca [etmeyle ilgili yasaklama] veya küçük abdestte cinsel organı sağ elle tutmamak, ihtiyacı giderirken konuşmamak ve tuvalete girerken Al­lah’a sığınmayı dile getiren rivayetleri verebiliriz. Bunlar oldukça fazla­dır. Bazı bilginlere göre, bütün bu rivayetler mendup olarak yorumla­nabilir [rivayetlerdir]. Fakihlerin çoğunluğu böyle düşünür.

 

Meselenin bâtındaki yorumuna gelirsek, bütün bunlar zorunludur. Hakkın emirleri söz konusu olduğunda bâtındaki hüküm, zahirdeki hüküm gibi değildir. Allah insanın sadece kalbine bakar. Bu nedenle kulun kalbini sürekli temiz tutması bir zorunluluktur. Kalp, Allah’ın kulda baktığı yerdir. Şeriat ise, insanın dışına bakar ve dünya yurdunda, yükümlülük âleminde insanın bâtınına değil, dışını ve zahirini dikkate alır. Ahirette ise bunun tersi gerçekleşecektir. Orada ‘sırlar ortaya çıkar.’ Bununla birlikte şeriat, dünya hayatındayken de belirli-özel fiillerde in­sanın içini ve bâtınını dikkate alır. Bu fiillerin bir kısmını şeriat farz kılmış, bir kısmım ise teşvik etmiştir; bir kısmı ise şeriatın yapılması ve­ya yapılmaması arasında serbest bıraktığı davranışlardır. Başka bir açı­dan, şeriat bu fiillerin bir kısmının yapılmasını yasaklamış, bir kısmının yapılmasını ise kerih saymıştır. Yapılmaması söz konusu olan fiillerde de aynı taksim geçerlidir.

 

Şeriat bilginleri, bu adaplar arasında, büyük-küçük abdesti yaparken kıbleye dönmekle sırt çevirmede görüş ayrılığına düşmüştür. Bu noktada üç görüş ileri sürülmüştür: Bir kısmına göre, nerede olursa olsun, büyük-küçük abdestini bozan kimsenin kıbleye dönmesi caiz değildir. Bir kısmına göre ise, genel anlamda kıbleye dönmek caizdir. Be­nim görüşüm de budur. Fakat kıbleye dönmemek, daha üstün ve fazi­letlidir. Bir kısmına göre ise, bina edilmiş tuvaletlerde kıbleye dönmek caizken boş alanlarda kıbleye dönmek caiz değildir. Her görüş sahibi­nin dayandığı bir kanıtı vardır ki şeriat bilginleri kendi kitaplarında bu hususları zikretmiştir.

 

VASIL

Meselenin Bâtınî Yorumu

Hz. Peygamber, Allah’ın namaz kılan müminin kıblesinde bulun­duğunu ve namaz esnasında kulun Rabbiyle yüzyüze (karşı karşıya) geldiğini bildirdi. Kimi bilginler, ‘Allah’ın bulunması’nın nispet edildiği kıblenin, bilinen kıble olduğunu anlamışken [bazı bilginler ise] bu k bulunmaklığın kulun namazı esnasında kıbleye nispet edildiğini anlamıştır. Kıblenin bu nispet olduğunu anlayan kimseler, saygısızlık anlamına geleceği için, ihtiyaç giderirken kıbleye dönmeyi caiz görmez.

Kastedilenin namaz kılanın hali olduğunu anlayanlar ise, ihtiyaç gide­rirken kıbleye dönmeyi caiz saymıştır. Çünkü ihtiyacını gideren insan, bilinen tarzıyla namaz kılan insan değildir [ki Rabbi karşısında bulun­muş olsun].

 

Namazın ruhunu -ki o sürekli olarak Allah karşısında huzur ve bi­linç sahibi olmak ve O’na yakarmaktır- dikkate alan kimselerin bütün davranışları namaz olur. Çünkü böyle bir insan hiçbir zaman namazın ruhundan ayrılmaz. Bunlar, sürekli olarak Allah karşısında huzur ve bi­linç sahibi olan kimselerdir. ‘Onlar ki namazlarında süreklidirler’âyeti­ninişari yorumunda bunlara işaret edilir. Başka hallerde değil de sadece ihtiyaç giderirken Allah karşısında olduğu fikri aklına gelen kimseye ge­len düşünce ise, şeytanî bir düşüncedir. Böyle bir düşünceye bel bağla­namaz. Böyle bir durumdaki insan, bize göre, zorunlu olarak kıbleye yönelmekten sakınmalıdır. Çünkü aklına gelen düşünce ‘şeytanın ame­lidir.’ Bize ise, ‘o, şeytanın ameli olan bir pisliktir, ondan sakının’âyetin­de şeytanın amelinden uzak durmak ve sakınmak emredildi.

 

Bazı bilginlerin ise, açık alanlarda değil, bina edilmiş tuvaletlerde kıbleye dönmeyi kabul ettiklerini belirtmiştik. Çünkü bina edilmiş tuva­letler ve binalar, [bâtınî yorumda] toplanmışlık ve bütünlük haline işa­ret eder. Böylelikle bu hal, ilâhı isimlerin bütünlüğüne benzer. Her şey, akledilir hale gelmesini sağlayan ilâhı bir hakikat ile irtibatlıdır. Çünkü madum [yok olan], tenzihle irtibatlıdır. Dolayısıyla, bu hal sahibi [irti­batlı olduğu] söz konusu hakikat yönünden Rabbini müşahede etmek­ten yoksun kalmaz. Çünkü bina ve yapı buna kanıttır. Böylelikle insa­nın kıbleye dönmesi ve bulunduğu mertebenin hükmüne göre [dav­ranması] caiz olur.

 

Boş alanlar ise, [batında] insanın tek başına olduğu durumdur. Dolayısıyla insanın ihtiyacını giderirken kıbleye dönmemesi için bir en­geli yoktur. Bu nedenle insan, Şari’nin sözüne hürmetin gereği olarak saygılı davranır ve kıbleye dönmez. Çünkü boş alanda -kendi seçimin­den başka- İlâhî hakikati görmekten sınırlayacak hiçbir hal yoktur. Köleye [kul] ise, efendisinin karşısında seçim sahibi olmak yaraşmaz. Allah şöyle buyurur: ‘Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.’O’nun seçtiği şeyler­den biri de yapılar ve binalardır. ‘Onların seçimleri yoktur.’ Başka bir ifadeyle, Hakkın kendileri için seçmediği bir şeyi kendileri seçemezler. Dolayısıyla onlar, seçme imkânına sahip değillerdir. Bilakis onlar, dince belirlenmiş şuurlarda dururlar. Çünkü yasayı koyan, Allah’tır. İnsan, ih­tiyaç giderirken kıbleye yüzünü veya sırtım dönmeyi onaylayan veya ya­saklayan bütün rivayetleri bu bakış açısıyla değerlendirmelidir.

Böylece temizliğin bölümlerinde ilkelerin yerini alacak hususları zikrettik. Temizliklerle ilgili toparlayıcı sözümüz şu olabilir: Anlamı akledilir olan şeylerden temizlenmek, cedelci veya burhanı [vücûdî] ka­nıtlardan pisliği giderecek her şeyle yapılır. Çünkü amaç, temizleyen şey temizlenen yere başka bir pislik bırakmadığı sürece, neyle temizleneceği değil, pisliğin giderilmesidir. Temizleme aracı başka bir pislik bırakırsa, söz konusu yer temizlenmiş sayılmaz.

Anlamı bilinmeyen şeylerin temizlenmesi ise, Allah’ın veya pey­gamberinin bu konuda belirlediği şeylere bağlıdır. Böylece, onların be­lirlediği şeylerle pislik temizlenir. Hak dilerse bunun anlamını ve [te­mizlenen şeyle] ilişkisini sana bildirir. Allah bu ilişkiyi sana bildirirse, senin için temizlenmek, kesinleşmiş bir bilgiden meydana gelir. Böyle olmazsa, yapılan şey kulluk diye isimlendirilir. Bütün sorumluluklarda geçerli olan sebep budur. Başka bir ifadeyle kulluk, bütün yükümlülük­leri ortaya çıkaran birleştirici nedendir. ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yo­la ulaştırır.’

 

Salat

 

Allah, Ruhul-kuds ile sana yardım etsin, bilmelisin ki, ‘salât’ keli­mesi, üç kişiye tamlama yapılırken iki anlamla da dördüncü bir kişiye tamlama yapılır. Birincisi genel, İkincisi ise genel olmayan [özel] an­lamdadır. Salât, Hakka genel anlamıyla tamlama yapılır. Genel anlamda salât, rahmet ve merhamet etmek demektir. Allah, kendisini er-Rahim diye nitelediği gibi kullarım da onunla nitelemiş ve erhanir-râhimîn, ‘merhametlilerin en merhametlisi’ demiştir. Hz. Peygamber şöyle buyu­rur: ‘Allah merhametli kullarına merhamet eder.’ Allah şöyle buyurur: ‘O size salât eder’’ Allah kendisini ‘yusalli’, yani salât edici olmakla ni­teledi. Allah, karanlıklardan ışığa çıkarmakla size merhamet eder. Başka bir ifadeyle, sapkınlıktan hidayete, bedbahtlıktan mutluluğa çıkarmakla size merhamet eder.

 

Salât, müminler için dua etmek, merhamet ve mağfiret dileme an­lamıyla meleklere tamlama yapılır. Allah şöyle buyurur: ‘Allah ve melek­leri size salât eder.’ Meleklerin salât etmesi, zikrettiğimiz şeydir. Allah melekler hakkında şöyle buyurdu: ‘Onlar iman edenler için bağışlanma diler.’Şöyle derler: Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları ce­hennem azabından korur.’Başka bir ayette ise, ‘onları günahlardan koru’ dedikleri bildirilir. Allah’ım! Hakkımızda meleklerin salih duasını kabul eyle!

 

Salât, insanlara rahmet, dua ve -daha sonra zikredeceğimiz üzere- dince bilinen özel fiiller anlamında izafe edilir. Böylece insanlık, salât denilen şeyin bu üç mertebesini kendinde toplar. Allah bize emrederken şöyle der: ‘Salâtı yerine getirin (ikame).’ Salât melek, insan, hayvan, bitki, maden vb. gibi Allah’tan başka bütün yaratıkların her birine, kendisine farz kılındığı ve belirlendiği üzere izafe edilir. Allah şöyle bu­yurur: ‘Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ve kuşların Allah’ı tesbih ettiği­ni görmez misin? Hepsi kendi salâtını ve tesbihini bilmiştir.’Böylece Al­lah, salâtı her şeye izafe etmiştir. Tesbih, sözlük anlamıyla salât demek­tir.

 

Abdullah b. Ömer -ki bir Arap idi- yolculukta nafile namaz kıl­mazdı. Bunun sebebi sorulunca şöyle yanıt vermiş: Tesbih ettiğimde tamamlamış oldum.’ Allah şöyle buyurur: ‘Yedi gökler, yer ve onlarda bu­lunanlar Allah’ı tesbih eder. Her şey O’nun övgüsünü tesbih eder.’Keşif sahibi olan ve bizim görmediğimizi gören Hz. Muhammed’e hitap ederken şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde olan her şeyin: güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların ve hayvanların Allah’a secde ettiğini görmez misin?’Burada Abdullah b. Ömer’in -Allah ondan razı olsun- derin anlayışına dikkat ediniz! O, yolculukta namazın yarısının düşürülmesiy­le kulunun vazifesini hafifletmek istediğini anladığında, Hakkın bu ko­nudaki maksadına uyarak, nafile namaz kılmayı uygun görmemiştir. İş­te bu, ruhsal bir anlayıştır.

 

Yolculukta nafile kılan kimse ise, Allah’ın maksadının namazı dü­şürmek değil, farzı düşürmek olduğunu kabul etmiş kimsedir. Yolcu farzı tam kılsaydı, bu durumda onun farzı iki rekât, diğer kıldığı ise, na­file olurdu. Çünkü Allah, peygamberinin diliyle, yolcuya ancak iki rekât farz kılmıştır. Yolculukta nafile kılan kişi kendisinden sadece farz ibadetin düşürüldüğünü kabul edince, yolculukta nafile kılmıştır. ‘Hz. Pey­gamber, binek üzerinde yolculukta nafile namaz kılardı.’ Böylece bu görüşü benimseyen insan, yolcudan düşürülmek istenen namazın farz namaz olduğunu anlamış, yolculukta nafile namaz kılarken de Hz. Pey­gambere uymuştur. Çünkü Allah bize, ‘sizin için Allah’ın peygamberinde en güzel örnek vardır’buyurur.

 

Farz ve nafile ile farzlar arasında bulunan müekked sünnetler ola­rak, namazlar sekiz tane olduğu gibi insanın sorumlu organları da sekiz tanedir. Çünkü sıfatlar diye ifade edilen nispetleriyle beraber zat sekiz olur. Bunlar zat, hayat, ilim, irade, kelam, kudret, işitmek ve görmektir. Sorumlu insan canlı, bilen, dileyen, konuşan, güç yetiren, duyan ve gö­ren bir zattır. Sorumlu uzuvlar, başka bir ifadeyle insanın kendileriyle yapmak veya yapmamakla sorumlu olduğu organlar da sekizdir: Kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalp. Yapılmaları farz ve müekked sünnet olarak tespit edilmiş sekiz namaz şunlardır: Beş vakit namaz, gecede vitir namazı, Cuma namazı, bayram namazları, küs uf namazı [güneş ve ay tutulmasında kılman namaz], yağmur duası nama­zı, istihare ve cenaze namazı.

 

Hz. Peygamberce salât getirmek duaya dahildir. Çünkü Hz. Pey­gamber, ona nasıl salât edeceğimizi, başlat bir ifadeyle nasıl dua edece­ğimizi bize öğretmiştir. Bu meyanda, vesile ve övülmüş makam’a ulaş­ması için kendisine dua etmemizi emretti. Allah izin verirse, bu bölüm­de şartlarıyla tamamlanmış olarak bütün bu namazların bölümlerini zikredeceğiz. Ayrıntıların içeriklerine ise girmeyeceğiz. Çünkü böyle yapmak konuyu uzatır. Biz, sadece temizlik bahsinde açıkladığımız gi­bi, ana konular yerine geçen bölümleri zikretmek istiyoruz.

 

Hz. Peygamberden gelen güvenilir bir rivayete göre namaz, İs­lâm’ın dayandığı esasların İkincisidir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ta­nıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca git­mek.’ Sahabe buradaki bağlacın [ve] içerdiği ihtimalle, peygamberin sı­ralamayı gözettiğini anlamıştır. Bu nedenle, hadisi ‘hac ve oruç tutmak’ şeklinde rivayet edenler olduğunda, meseleyi bilen sahabe buna tepki göstermiş ve ‘oruç tutmak ve hacca gitmek’ diye düzeltip orucu öncelemiştir. Böylece Hz. Peygamberin sıralamayı amaçlı yaptığını ve kendisinden ancak telaffuz ettiği şeyi aktarmamıza dikkat çektiğini anladık. Çünkü bazı âlimler, Hz. Peygamberin söylediği hadisi anlam yoluyla aktarmayı caiz görmüştür.

 

O halde namaz (salât), İslam’ın dayandığı esaslar içinde İkincidir ve yarışta ikinci gelen anlamındaki musalli kelimesinden türetilmiştir. ‘Musalli’ yarışta öndekini takip eden demektir. Dinin ilkelerinde önde giden kelime-i şehadet, ikinci ise namazdır. Allah, zekâtı namazdan sonra zik­retmiştir. Çünkü zekât temizlenme, arınma demektir. Böylece zekât namaza uygun olmuştur. Çünkü Allah namazı ancak temiz iken kabul eder. Zekât, malların arındırılmasıdır. Allah şöyle buyurur: ‘Onu arındı­ran, kurtuluşa ermiştir.’ Kastedilen, Allah’ın yaratılışım düzenlediği nefistir. Allah, nefsi Allah’ın emirlerine bağlanmakla temizleyenlerin kurtuluşa ereceğini kastetmektedir. Namazın şartlarından biri ise, elbi­senin, bedenin ve namazın kılınacağı herhangi bir yerin ya da seccade­nin temizlenmesidir. Şari, zekâttan sonra ise orucu zikretmiştir. Çünkü Allah, Ramazan orucu tamamlandığında fıtır zekâtını [fıtra] farz kıl­mıştır. Böylece geride sadece hac kalmıştır.

 

FASIL

Öğle Namazının Vakti

Allah şöyle buyurur: ‘Namaz müminler üzerine belirlenmiş ola­rak farz kılındı.’ 3Başka bir ifadeyle ister genişletilmiş ister daraltılmış

olsun, namaz belirli bir vakitte farz kılınmıştır. Çünkü vakit belirlidir ve ayette geçen mevkut kelimesi bunu zorunlu kılar. O halde, farz bir na­mazı kendisi için belirlenmiş vaktinin dışına çıkaran kimse -ki ister unu­tan, ister hatırlayan olsun aynıdır- onu asla kaza edemez ve borcunu ödemiş olmaz. Çünkü bu durumda kişi, farz namazı kalmamıştır. Çün­kü vakit, o namazın sıhhat (geçerlilik) şartlarından biridir. Dolayısıyla, tövbe ettikten sonra nafile namazlarını artırmalıdır. Yoksa bize göre, namazın sıhhat şarta olan vakit çıktığı için, kaza kılması söz konusu de­ğildir.

 

Unutanın ve uyuyanın vakti ise, unuttuğunu hatırlama ve uyku­sundan uyanma vaktidir. Böyle bir insan namazı kılarsa, dilin verdiği anlama göre değil fakihlerin yorumuna göre kaza namazı kılan diye isimlendirilmez. Çünkü dilde kaza eden [namazı vakti çıktıktan sonra kılan] ve eda eden [namazı vaktinde kılan] dilde ayırt edilmez. Dolayı­sıyla namazı eda eden herkes, üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş demektir. Şu halde o, Allah’ın eda etmesini istediği şeyi eda etmekle ka­za etmiştir.

 

Öğle namazının vaktine gelince, şeriat âlimleri kendisinden önce namazı kılmanın caiz olmadığı öğle vaktinin zeval [güneşin tepe nokta­sından batmaya yönelmesi] olduğunda görüş birliğine varmış, fakat iki konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Bu iki konu, öğlenin genişletil­miş vaktinin sonu ve namaz kılmanın en sevap olduğu vaktin zamanı­dır. Öğlen vaktinin sonuna gelince; bazı âlimlere göre bu vakit, her şe­yin gölgesinin kendisi kadar olduğu zamandır. Bu görüşü benimseyen­lerin bir kısmı, bu sürenin -ki o öğle vaktinin sonudur- ikindi vaktinin başı olduğunu iddia etmiştir. Bazı âlimler ise, bu vaktin özellikle öğle vaktinin sonu olduğunu iddia etmiştir. Onlara göre, ikindinin vakti gölgenin iki kata çıktığı vakittir ve gölgenin bir ile iki kat olduğu süre arasında öğlen namazının kılınması uygun değildir.

 

Öğle namazım kılmanın en uygun olduğu vakte gelince; bazı âlim­lere göre, namazı yalnız kılan kimse için en uygun vakit, vaktin başıdır. Bazı kimselere göre ise, hava çok sıcak değil ise vaktin başlangıcı hem yalnız hem de cemaatle namaz kılan için üstündür. Bazı bilginlere göre, yalnız ve cemaatle kılınırken, sıcakta ve soğukta, vaktin başlangıcı daha üstündür. Her görüşün burada zikredemeyeceğimiz kanıdan vardır. İs­tiva (tepe noktasında bulunma), yaptığı işte bir tercih olmaksızın, başka bir ifadeyle amelini hangi niyetle yerine getirdiğini tercih etmeksizin kulun [ameline] bakma mahallinde durması demektir: Acaba kul olması yönünden ameliyle yükümlü olduğu kulluk hakkım mı yerine getirmeyi dikkate almıştır? Yoksa bu ibadetle efendisinin ve Rabbinin hakkım yerine getirmeyi mi dikkate almaktadır? Bu durumda kul, herhangi bir tercihte bulunmaksızın, istiva halindedir. Güneş batıya döndüğünde ise, zeval bu esnada kula, rububiyetin kulluk karşısında hak ettiğinimetlendirme karşılığında Allah’a ibadet etmeyi tercih ettirir. Bu  nimetlendirme, güneşin doğumundan istiva vaktine kadar olan süredir.

 

Kul, bu nimete şükür olarak Allah’a ibadet eder.Kul, kendisinden gizlenmek ve perdelenmek isteyerek güneşin ze­valine ayrılık gözüyle bakarsa, hor, muhtaç, kırık ve müşahedeyi talep etmek üzere Allah’a ibadet eder. Bu durumda kul, batıncaya kadar gü­neşi gözler. Batışından sonra ise, akşam namazı ve şafak kaybolana ka­dar nafilelerle güneşin eserlerini gözler. Şafak batinca, güneşin eseri de kaybolur. Böylece kul, dileyerek, ağlayarak ve yakararak, gece karanlı­ğında kalır. Kul, güneşin ışığıyla aydınlandıkları için gecenin yıldızlarım gözler ve fecrin doğumuna kadar niyaz eder, Hakka yalvarır. Böylece kul, gelişin eserlerini ve duasının kabulünü görür. Bunun için de, şükür niyetiyle Allah’a ibadet eder. O, duasının kabulünün eserlerini görmüş­tür: Bu nedenle sabah namazını vaktinde kılar ve güneş doğuncaya ka­dar zikirle murakabe eder.

 

Güneş alaca karanlığından beyazlaşıp göz ile aydınlık arasına giren yerin buharlarının oluşturduğu başkalaşma ortadan kalkınca -ki bunlar doğal nefeslerdir- kul istiva vaktine (güneşin tam tepede olduğu zaman) kadar şükretmek üzere ayağa kalkar. Böylece, alaca karanlık kaybolana kadar şükür ve sevinç ibadetini sürdürür. Bundan sonra ise, sabır, yok­sunluk ve yaşadığı sürece ayrılığı bekleme ibadetine yönelir. Şu halde kul, her zaman iki ibadet arasındadır. Çünkü o, Hz. Peygamberin ‘Gü­neşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz’ buyurduğunu işitince, bunu ibadetinde, yani farz ve nafile namazlarında şükür ve yoksunluk olarak dikkate almıştır. Başka bir ifadeyle kul, nimet ve bela, sıkıntı ve rahatlık arasında ibadet eder.

 

Mümin, korkusu ve umudu eşit olan kimsedir (istiva). Dolayısıyla kul, zeval (yani, tepe noktasından batıya kaydığı) vaktinden şafağın sökme vaktine kadar ‘Rabbine korkarak dua ederken’, fecrin doğumuna kadar güneşin doğup istiva (tepe nokta) çizgisine varıncaya kadar ‘umut ederek’ dua eder. Bu umut, bundan sonra artık perde olmasın diyedir. İşte, ariflerin ibadetleri böyledir.

 

Öğle namazının geniş vaktinin sonu,bu vakte özgü ilahi ismin sun hükümleridir. Söz konusu isim» ez-Zâhir ismi olduğu gibi zevalin [gü­neşin tepe noktasından batıya yönelmesi] başlangıcında farz ibadete özgü olan da, el-Evvel (İlk) ismidir. Bu süre, her şeyin gölgesi o şeyin kendisi kadar -ki bu vaktin sonudur- oluncaya dek devam eder. Kul içinde olduğu o vakitte kendisine özgü ibadeti yerine getirip onun tam karşısında bulunduğunda bir benzeri haline gelecek şekilde ismin gere­ğini ifa ettiğinde, başka bir ifadeyle ilahi ismin o vakitte kendisine özgü bir hükmü kalmayıp bütün eseri kulda gözükünce, o ismin kuldaki hükmü de tamamlanır. Böylece öğle vakti çıkar ve ikindi vakti girer. Bu ise, iki isim arasında başka bir ismin hükmüdür. İki isim arasında bö­lünmeyen mevhum bir fark vardır ki, bu fark, dışta mevcut olmaksızın akılda vardır. Söz konusu fark, bu iki isim arasında berzahtır.

 

Hz. Peygamber sahih bir hadiste şöyle buyurur: ‘Diğerinin vakti girmeden bir namaz vakti çıkmaz.’ Kastedilen, başka bir delilden bildi­ğimize göre, dört namazdır. Çünkü sabah namazının vakti çıktığında, güneş tepe noktasından batmaya yönelene kadar öğle namazının vakti girmez. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarının vakitleri ise böyle değildir. Bunu bilmelisin. Gün, yirmi dört saattir ve dört çeyrek­ten oluşur. Her çeyrek, altı saattir. Güneşin doğumundan öğlene kadar olan günün çeyreği, altı saattir ve bu sürede tam olarak belirlenmiş farz bir namaz vakti yoktur. Tam olarak dememin nedeni, uyuyan ve unu­tan kimseleri dikkate almamdır. Çünkü vakit, namazın o vakitte gerçek­leşeceğini belirlememiştir. Aksine unutan için vakti belirleyen şey hatır­laması, uyuyan için ise, uyanmaktır. Hatırlama ve uyanma ister nama­zın vaktinde ister başka bir zaman gerçekleşsin aynıdır. Bu nedenle bu konuda ifadeyi tashih ettik ve ‘tam olarak’ dedik.

 

Çünkü yazdığım her şeyde tavrım, aynı anlamı gösteren lafızlardan belirli bir lafzı tercih ettiğimde bunun bir nedenden kaynaklanmasıdır. Bir harf ilave etmişsem, onun da bir sebebi vardır. Dolayısıyla benim maksadıma göre, sözümde herhangi bir anlamsızlık yoktur. Bir insan böyle bir zanda bulunursa, onun hata saydığı şey, bende değil, benim amacımdadır. Vakit, güneşin tepe noktasından batmaya yöneldiği an­dan ikinci gündeki doğumuna kadar, kendilerinde farz kılınmış belirli namazlara eşlik eder. Farz namazlar geldiğinde, hiç kuşkusuz kendisi için belirlenmiş vakitte meydana gelir. Gün gibi insan da, dört çeyreğe bölünmüştür. Bunların üçü, tıpkı günün dört çeyreğinden üçü gibi, özel amellerle Allah’a tahsis edilmiştir. İnsanın dört çeyreği zâhiri, bâtı­nı -ki o kalbidir- latifesi -ki o hitabın muhatabı olan ruhudur- ve tabia­tıdır. İnsanın zâhiri, kalbi ve ruhundan hiç biri, kendileriyle ilgili iba­detten asla ayrılmazlar, ya itaat ederler ya da asi olurlar.

 

Dördüncü çeyrek ise, insanın tabiatıdır. O, güneşin doğum zama­nından tepe noktasından batmaya yöneldiği vakte kadarki günün kıs­mına benzer, insan, bu sürede serbest olarak doğasıyla tasarruf eder ve ibadetlerde diğer çeyrekleri kendisine katmak istemedikçe üzerinde bir sorumluluk yoktur. Böylece mubah olan şeyleri yapar ve onların mubah olduğuna inanır. Bu durumda o, güneşin doğumundan zeval vaktinin başlangıcına, başka bir anlatımla istiva vaktine kadar namaz kılan kim­seye benzer. Dolayısıyla kul, bu vakitte namazdan engellenemez. Bu vakit, beş namazdan herhangi biri için belirli-zorunlu vakit değildir. Öğle namazının en faziletli vaktine gelince; daha önce belirttiğimiz gi­bi, bu vakit üzerinde görüş ayrılığı vardır. Alimlerin hepsi ya da büyük bir kısmı, vaktin başlangıcı olduğunda ittifak etmiş, fakat hallerinde gö­rüş ayrılığına düşmüştür.

 

Bilmelisin ki: İlk (başlangıç), eşyanın en faziletlisi ve üstünüdür. Çünkü o, hiçbir şeyden oluşmadığı gibi her şey ondan oluşur. İlk, her­hangi bir şeyden oluşsaydı, kendisine genel anlamda ilk denilemezdi. Ay­nı şekilde, kul da böyledir: Kul, kendi varlığının ilk oluşu bakımından değil, Rabbinin ilk oluşu bakımından Rabbine ibadete koşar. Çünkü ku­lun varlığının başlangıcı, kendisinden önceki pek çok ilkten sonradır. Pek çok ilk derken, sebepleri kastediyorum. Hak ise, ilk oluşunun sebebi ol­mayan İlk Sebep’tir. Arif herhangi bir başlangıcın önceleyemeyeceği bu ilklikte Hakka ibadet ettiğinde, onun ibadeti, buradan ilk yaratılmıştan kendi varlığına kadar Allah’ın bütün yaratıklarının ibadetine yayılır. Söz konusu olan, var olanların yaratılışında etkin olan ilk olmadır.

 

Arif, ister sorumlu uzuvlarından özel bir nitelikle ibadet etsin ister bütün uzuvlarıyla ibadet etsin, bu durumda Allah’a faziletli vakitte iba­det etmiş demektir. Birinciye örnek, yalnız başına namaz kılmak; İkin­ciye örnek ise, cemaat namazı ya da sıcak vakitte, başka bir ifadeyle, korku ve mücahedesinin şiddetlendiği vakitte, özleminin tutuştuğu, vecd, kendinden geçme ve külfet halinde; ya da soğukta, yani bilgisi, inancının serinliği ve soğukluğu halinde ibadet etmektir. Hangi halde olursa olsun ilk olmak, kul için daha faziletlidir. Çünkü Allah şöyle bu­yurur: ‘Koşunuz’, ‘gayret ediniz.’ Ayrıca, bu hale sahip olan kimseleri övüp şöyle buyurur: ‘Onlar iyiliklere koşanlar dır’ Binaenaleyh ibadet­lerin ilk vakitlerine koşmak, en ihtiyatlı davranış olduğu gibi aynı za­manda teklif halinde kullardan istenilen şey de budur. Bu sakınma ve ihtiyat nedeniyle, mubahlık ya da mendupluk ifade eden hal karinesin­den olmaksızın ilahi emir geldiğinde, farza yorumlanır. Aynı şekilde, mekruhluğu ifade eden bir karineden soyut olarak geldiğinde yasakla­ma, harama yorumlanır. Emirde farzlık, yasakta ise haram hükmünden kendilerini çıkaran bir karine olmadıkça, emir ve yasak ifadelerinde söy­lediğimiz görüşe aykırı bir durum yoktur.

 

Kardeşim! Genel olarak vakitlerin ve teşvik edilen vakitlerin yoru­munu açıklamış olduk. Bu açıklamayı ise, şeriat âlimlerinin bu bahisteki görüşlerini belirttikten sonra yaptık. Böyle yapmamızın amacı, duyusal varlığında zahirî ibadet ile aklındaki bâtınî ibadeti birleştirip, cem ve vücud ehlinden olmandır.

 

FASIL-VASİL

Akşam Namazının Vakti

Şeriat bilginleri, akşam namazının vakti konusunda görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba akşam namazının diğer vakitler gibi geniş [genişle­tilmiş] bir vakti var mıdır, yok mudur? Bazı bilginler, akşam namazının vaktinin geniş olmayan tek bir vakit olduğunu kabul etmiştir. Bazı bil­ginler ise, vaktinin genişletilmiş olduğunu kabul etmiştir. Bu vakit, gü­neşin batınımdan şafak batımı arasındaki süredir. Ben de, bu kanaatte­yim.

 

Bu konudaki bâtınî yorum şudur: Bu konudaki görüş ayrılıklarının kaynağı, akşam namazının tek, tekin ise aslı bakımından bir olmasıdır. Bu nedenle, birlikteki ilişkiyi gözetmenin gereği olarak, akşam namazı­nın tek vaktinin olması gerekir. Namazlar ilk kez farz kılındığında Ceb­rail Hz. Peygamberce imamlık yaparken, akşam namazını iki günde aynı vakitte kıldığı rivayet edilir. Melek tekliğe ve birliğe insanlardan daha yalandır. Hz. Peygamberin bildirdiği gibi, akşam namazı gündüz na­mazlarının vitridir [tek]. Bu ise, gece namazı vitrinin ilave edilmesinden önceydi. Hz. Peygamber, Allah namazlarınıza namaz kattı’ buyurarak vitir namazını zikretmiştir: ‘Ey Kur’an ehli! Vitir namazım kılınız’ bu­yurur. Şari, vitir namazım farzlara benzetmiş ve kılınmasını emretmiş­tir. Bazı âlimler, vitri farzın aşağısında ve sünnetin üzerinde vacip bir namaz sayarak terk edenleri günahkâr kabul etmiştir. Bu insan meseleyi ne güzel incelemiş ve ne derin kavramıştır!

 

Hz. Peygamber Allah’ın geceleyin kılman vitir namazını emredip onu içlerinde gündüzün vitir namazı olan akşam namazının bulunduğu farz namazlara eklediğini görünce, şöyle dedi: ‘Allah tektir, teki sever,’ Böylece, akşam namazı gündüzün vitir namazı olsa bile, vitir namazım gece namazının vitri diye sınırlayarak ‘Allah tektir ve teki sever’ dedi. Başka bir ifadeyle, Allah kendisinden dolayı teki sever. Bize ise, çift olanı diye, iki vitir namazını kılmayı emretti. Çünkü yaratılmış için teklik imkânsızdır. Allah şöyle buyurur:‘Her şeyi çift yarattık.’ Mutlak birlik, sadece Allaha gerekir.

 

Hz. Peygamber, ikileşmeyi kabul etmeyen teklik sırf kendisine öz­gü olsun diye, Allah’ın gündüzdeki vitir namazını çift yapmak üzere ge­cedeki vitir namazını emrettiğini görmüştür. Çünkü, gece namazının tekliği gündüz namazının tekliğini çift yaptığı gibi Hakkın tekliğini çift yapacak başka bir ilah yoktu. Bu durum ‘her şeyi çift yarattık’ ayetinin hükmüne girer. Allah, biri diğerinin tekliğini çiftleştiren iki tek yarattı. Bu nedenle Hz. Peygamber vitir namazını nafile namazlara kalmayıp ‘Allah namazınıza namaz kam’ demiştir. Kastedilen, farzlardır. Ardın­dan onları ümmetine emretmiştir.

Cebrail’in imamlığının ardından Hz. Peygamber’e namazın vakitleri sorulmuş, o da, iki gün insanlara namaz kıldırmıştır. Birinci gün vakitlerin başlangıçlarında namaz kıldırırken, ikinci gün içlerinde akşam namazının da bulunduğu beş vakit namazın son vakitlerinde namaz kıldırmıştır. Sonra soruyu soran sahabeye şöyle demiştir: ‘Vakit bu ikisi­nin [başlangıç ve son vakit] arasındaki süredir.’ Hz. Peygamber diğer namazlar gibi akşam namazı için de iki vakit belirlemiş ve onu -kendisi tek olsa bile- çift namazlara katmıştır. Akşam namazı, gece namazındaki vitri [tekliği] çift yapmak üzere tektir. Böylece akşam namazının vaktini de diğer namazlar gibi genişletmiştir. Bu rivayet, Cebrail’in peygambe­re imamlığından sonra olduğu için güvenilmesi gereken bir rivayettir. Dolayısıyla, rivayeti kabul etmek gerekir.

 

Sahabe, Hz. Peygamberim davranışlarından en yeniyi ve sonu dikka­te alırdı. Hz. Peygamber ‘namazları ilk vakitlerinde kılmaya koşardı’, doğru! Fakat bu durum, namazın başlama ve son vakti içeren iki vaktinin olmadığım göstermez. Peygamber bunu açıklamış ve tasrih etmiştir. Ona düşen, sadece tebliğ etmek ve açıklamaktır, o da görevini yerine getirmiş­tir, Allah, ona merhamet etsin ve esenlik versin. İşte bu ‘Hakka ve en doğru yola ulaştırır’ ayetinin yorumu ve değerlendirilmesidir.

 

FASILLAR-VASILLAR

Ezan ve Kamet

 

Ezan, vaktin girdiğini bildirmek ve camilerde toplanmaya çağırmak demektir. Kamet ise, ilahi münacata çağırmaktır.

Bu konudaki bâtını yorum şudur: Ezan, Hakkı müşahede etmek üzere zatların temizlenmesi için ilahi tecelliyi bildirmektir. Kamet ise, geldiğinde tecellisi için ayağa kalkmaktır. ‘O gün insanlar âlemlerin Rabbi için ayağa kalkar.’

 

FASIL-VASIL

Ezanın Özellikleri

 

Ezanın dört özelliği vardır. Birincisi, tekbirlerin çift, kelime-i şehâdetlerin dört, diğerlerinin ise çift okunmasıdır. Bu özelliği kabul edenlerin bir kısmı, iki şehâdette ‘terci [nağmeli okuma]’ olduğunu dü­şünür. Şöyle ki: İki şehâdet, önce iki kere gizli okunur, sonra bir kez de yüksek sesle iki kere okunur. Bu ezan, Medinelilerin ezanıdır.

 

İkinci özellik, ilk tekbirin ve iki şehâdetin dört, diğer kısımların iki kez okunmasıdır, Bu ezan, Mekkelilerin ezanıdır. Üçüncüsü, birinci tekbirin dört, diğer kısımların iki kez okunmasıdır. Bu da, Kûfelilerin ezanıdır. Dördüncüsü, birinci tekbirin dört, iki şehâdetin üç, davetin (hayyeale’l) üç kez okunmasıdır. Ezan okuyan kişi, ‘haydin kurtuluşa [hayyaale’l-felah]’ kısmına ulaşıncaya kadar, şehâdet ile başlar. Ardın­dan ikinci kez, sonra aynı şekilde üçüncü kez tekrarlar. Dört kelime, sı­ralı olarak üç kez okunur. Bu ise, Basralıların ezanıdır.

 

Meselenin bâtıni yortunu şudur: Tekbirin çİft okunması, el-Kebir ve el-Ekber; dört kez okunması ise, el-Kebir, el-Ekber isimleriyle için­den ve dışından büyüklenen kimseler içindir. Bu büyüklenme, (savaşta düşmana karşı büyüklenen] Ebu Dücane olayındaki gibi, dince geçerli olabileceği gibi böyle olmayabilir de. İki şehâdetteki dörtleme ise, el Evvel, cl-Ahir, ez-Zâhir ve cl-Bâtın isimleri içindir, Diğer kısımlar ise, sen ve Allah için iki kez okunur. Her defasında aynı tarzda dört keli­menin üç kere okunması ise, -ki o belirttiğimiz gibi Basralıların tarzı­dır- birinci kez şehâdet âlemini, ikinci kez melekût âlemini bildirir. Ebu Talib el-Mekkıye göre ise, İkincisi melekût, üçünciisü ceberut âlemini bildirir.

 

Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan baş ve kalp gözüyle Allah’ın ya­ratmak ve var etmek istediği şeyler için belirti ve nişan yaptığı sebep­lere bakar. [Sebeplerle yaratılacak şeyler ilişkilidir] Çünkü Allah’ın il­mi, var olan şeyleri birbirine bağlamayı takdir ettiği gibi [aklî] delil de varlığın bir kısmının diğer kısmına dayandığını gösterir. İnsan, nişan­larını (şeair) yüceltenleri Allah’ın övdüğünü ve bu davranışın kalplerin takva sahibi olmasından kaynaklandığını duyar. Nitekim ayette ‘Allah’ın nişanlarını  yüceltenlere gelince, bu durum kalplerin takvasından kaynaklanır’ denilir. Bunun üzerine insan, Allahu Ekber, ‘Allah en büyüktür’ der.

 

[Bunun anlamı şudur]: Allah’ı göstermeleri bakımından olduğu gibi Allah da kendilerini yüceltmemizi emrettiği için, sebepler kendilik­lerinde büyük olsa bile, onları var eden ve yüceltilmelerini emreden Ya­ratıcı, onlardan daha büyüktür. İşte bu, bir şeyin diğerinden üstünlü­ğünü anlatan ‘en büyük’ kalıbının anlamıdır. Bu kalıp, ‘bir şeyden daha büyük’ demektir. Bunu tamamladığında, tekbiri söyleyen bu insana se­beplerin değersizliği değil, kendiliklerindeki değersizlikleri ve yaratıcıla­rına ihtiyaçları gösterilir. Bu muhtaçlık, sebeplilerin sebeplere muhtaç olmasıyla aynıdır. Perde gözünden kalktığında, bütün sebeplerin Yara­tanı tespih ettiğini ve yücelttiğini görür ve keşfeder.

 

Allah ‘Her şey O nun övgüsünü tesbih eder.’ der. Bu tesbih, hal [di­liyle] değil, her şeye yaraşan dil tesbihidir. Bu nedenle Allah, [ayetin devamında] (siz onların tesbihi anlayamazsınız.’ buyurur. Çünkü tesbihi duyanlardan başkaları için, her bir şeyin [Allah’ı] tesbih aracı, diğerinden farklıdır. ‘Allah bağışlayıcıdır.’ Çünkü Allah bu tesbihi hal tesbihi diye yorumlayanların cezasını hemen vermez. cAllah örtendir {gafur].’Yani, kendileri için adeti yardığı [bu sayede her şeyin kendi diliyle tesbihini duyan] kimselerin dışındakilerin duymaması için, söz konusu varlıkların tesbihlerini gizleyendir.

 

Bir rivayette, yanında sahabesi olduğu halde peygamberin elinde bulunan taşların tesbih ettiği [ve bu tesbihin sahabe tarafından da du­yulduğu] zikredilir. Taşlar, şimdi de tesbih etmektedir. Allah, duyulana ilişmesi için duyanların kulaklarında adeti aşmıştır. ‘Siz onların tesbihini anlayamazsınız’, bu tesbihin hal diliyle yapılan bir tesbih olduğunu iddia edenlere karşı söylenmiştir. Bütün âlem, [Allah’a] delil olmada eşittir. Tesbihin hal diliyle gerçekleştiğini iddia edenler, hiç kuşkusuz, ‘siz anlayamazsınız’ derken Allah’ı yalanlamıştır.

 

‘Allah’ın yasaklarına saygı gösterenler için bu davranış Rabbinin katında daha hayırlıdır.’ Başka bir ifadeyle bu davranış, Allah’ın nişan­larını yüceltmekten daha iyidir. Bu yorum, ayette geçen ‘daha iyi’ keli­mesini nişanları yüceltenler ile Allah’ın yasaklarına saygı gösterenleri ayırt etmek için mukayese anlamında kabul ettiğimizde böyledir. Çün­kü Allah’a saygı asildir. Allah, yüceltilen sebeplerden farklı olarak özü gereği yüceltilmeyi hak eder. Çünkü bir delili araştıran insan için o delil özü gereği incelenen bir şey değildir. İnsan delilin gösterdiği şeye git­mek için delilden hareket eder ve ayrılır.

Bu nedenle, âlem de Allah’a bir delildir. Çünkü biz, âlemden Al­lah’a gideriz. Hakkı âleme delil yapıp O’ndan âleme geçmemiz ise uy­gun değildir ve böyle bir şey doğru olmaz. [Âlemden Allah’a gidebile­ceğimizi belirten] ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ derken peygamber sözü ne kadar yücedir! Allah ise ‘…a bakmazlar mı ‘deyip kendilerinde kal­mak için değil, Allah’a kanıt edinmemiz için yaratıkları tek tek sayar. İş­te, Allah’ın yasaklarıyla Allah’ın nişanları arasındaki fark budur.

Ardından bir kez daha Allahu Ekber [Allah en büyüktür] deriz. Bunun gayesi, üstünlük bildirmek değil, Allah’ın yasağım yüceltmektir. Bu durum dilce bilinir ve anlamı ‘Allah pek büyüktür5 demektir. Bu ikinci ifade, ‘Allah şundan büyüktür’ anlamına gelmez. Öyleyse Allah, sebepleri koyan ve onların yüceltilmesini emreden Büyük’tür. Yüceltil­mesi özünden ve kendisinden kaynaklanmayan bir şeyin büyüklüğü geçicidir ve yok olucudur. Öyleyse bir sınırlama ve mukayese olmaksızın, genel anlamda Büyük, Allah’tır.

Bu ise, ezanda şart koşulan ikinci tekbirdir ve o bu iki tarzda [yo­rumla] yapılır. Müezzin tekbir ifadesini dört kez okursa, tek bir tekbirin ikilenmesi duyu ve akıl bakımından zikrettiğimiz tarzda olur. Başka bir ifadeyle dil, üstünlük lafzıyla O’nu yücelttiği gibi akıl bakımından da O’nu büyültür. Bu durumda insan, dille ‘Allah en büyüktür’ dediği gibi akla göre de ‘en büyük Allah’tır’ der. Yani, Allah duyu ve akıl kanıtına göre en büyüktür. Ardından, diğer tekbir duyu ve akıl bakımından iki­lenir ve müezzin ‘Allahu Ekber’ der. Allah üstünlük anlamında olmaksı­zın Büyük’tür. ‘Allahu Ekber.’ Yani, Allah akıl bakımından üstünlük bildiren bir anlamda olmaksızın, dince ve saygınlığı gereği Büyük’tür. Açık olan bir şeyi bildirmek anlamındaki ezandaki tekbiri dört kez oku­yan kimsenin müşahedesi budur.

Müezzin kendisine duyuracak şekilde gizlice şöyle der: ‘Eşhedü en la-ilahe illellah, eşhedü en la-ilahe illellah [Allah’tan başka ilah olmadı­ğına tanıklık ederim].’ Bu esnada müezzin, kanıtı önce içinden düşünüp ardından onu söyleyen ve hasmının karşısında ilan ederek dile getiren ya da başkasına bu delilin bağlamım bildiren kimse gibidir. Bu durum, bu tanıklığı dile getiren müezzinin Allah’ın bilgisinden perdelenmiş ve kendilerine konuşma gücü verilmiş sebepleri gördüğüne tanıklık eder. Söz konusu sebepler, bilgisizlikleri nedeniyle kendiliğinde hakikati algı­lamaktan ya da gaflet perdesi nedeniyle her şeyi Allah’ın celaline izafe etmek gerektiğini algılamaktan perdelenmiştir.

Bilgisiz ya da hafife alan kimse ise, -ki hafife almak da bilgisizliğin bir türüdür- ‘Ben sizin en büyük Rabbinizim’ ya da ‘benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum’der. Bu kişi, gerçekte yalancı olduğunu bilen bir yalancı olabilir. Fakat o [Firavun] ‘kavmini küçümsemiş, kavmi de ken­disine itaat etmiştir.’ Bu kişi ‘ben falancayı nimetlendirdim’, ‘ben falancayı idareci yaptım’, ‘ben falancaya okumayı ve yazmayı öğrettim, ben olmasaydım hiçbir şey öğrenmeyecekti’ der. Sonra Allah’ın baratan ya­ratmayan gibi midir, düşünmezler mi?’ veya (Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin’ dediğini duyar. ‘Bizden önce­kiler’, var olmamıza -sebep değil- ‘vesile’ olan araçlardır.

 

Kur’an-ı Kerîm sebepler vesilesiyle değil de, sebepler sayesinde var olduğumuzu düşünenlere yönelik olarak şöyle der: ‘Bile bile Allah’a or- ortak koşmayın’Allah önce sebepleri, sonra onlar vesilesiyle sizi yaratmıştır. Müezzin kelime-i şehadeti okurken şöyle der: ‘Allah’tan başka  ilah olmadığına tanıklık ederim/ Başka bir ifadeyle, Allah’tan başka Yaratıcı yoktur. Böylece insan, Allah’ın dışında kendi adına ilahlık iddia- arasında bulunan herkesin ilahlığını reddederek onu kendisini hak eden için kabul etmiştir. Allah ile beraber ilahlık iddiasında bulunan bir in­san, Allah’a ortak koşan kimse gibidir. Ezanda kelime-i şehadeti okuyan kimse ise, akıl, din, duyu ve anlam bakımından [ilahlığın] Allah’a ait olduğuna tanıklık eder. Bütün bunlar, tıpkı bir kanıtı önce tasavvur eden kimse gibi, [öncelikle] kendisine yöneliktir. Ardından, öğrenen, iddiacı, ‘Rahman Kuran’ı öğretti’ veya ‘İnsanı yarattı, ona açıklamayı öğ­retti’ gibi ayetlerden habersiz olan kimselere duyurmak için yüksek sesle okur. Böylece, sebeplerin hükmünü ortadan kaldırır. Şehâdetin iki ya da dört kez okunmasının anlamı budur.

 

Aynı durum, ‘EşhedüenneMuhammedenrasulullah’, ‘Ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın peygamberidir’ ifadesi için geçerlidir. Müezzin kanıtın verisiyle birliğe tanıklık ettiğinde, [kendisini Hakka] yaklaştıracak tarzda değil, bilgi yönünden bir tanıklık etmiştir. Çünkü insan, bu ifadeyi söylemenin ve onun hakkındaki bilgiyi araştırmanın Allah’a yaklaştıracağını sadece aklıyla bilemez, insanın [aklıyla öğrene­bileceği] bilgiden nasibi, kendisinin bilme özelliğiyle bilgisinden daha üstün olacağıdır. Bu bilgiyi ve böyle bir bilgiye ulaştıran her kanıtı bil­gisize öğretmek ve inatçıyı susturmak üzere açıklamak, böyle bir nefsin bunu yapmayanın nefse karşı bir üstünlüğüdür. Çünkü akıl neyin Al­lah’a yakınlaştıracağını (öğrenme) gücü yoktur. Bu nedenle Allah ka­tından peygamber gelmiş ve Allah’a yaklaşmayı sağlayacak şekilde söy­lemeyi, gizlice ve sessizce söylediğinde ifade üzerinde düşünmeyi ya da yüksek sesle okuduğunda ise başkasına öğretme ve onu ikna etmeyi öğ­retmiştir. Böylelikle bu davranış, bilgi iken aynı zamanda [peygamber öğrettiği için] bir ibadet haline gelir. Bilgili bir mümin ezan okudu­ğunda ya da müezzin gibi ‘Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğu­na tanıklık ederim’ dediğinde, bu söz, bir bilgi ve ibadet olur. Sıradan insan ise, taklit ederek ve bilene uyarak söyler.

 

Ezanda peygamberlik hakkındakı tanıklığın iki veya dön kez okunmanın hükmü ise, tevhit tanıklığını hükmüyle belirttiğimiz merte- belerde birdir. Müezzin dürt kelimeyi de her defasında aynı tarzda ol­mak üzere Basralıların ezanı gibi üç kez okursa, birinci kerede onları bi­lerek, ikinci defada Öğreterek -çünkü ilan etmektedir- üçüncü defada ise, ibadet olarak söylemektedir. Bütün bunlar bilme. Öğretme ve iba­dettir.

 

Basralılar, Kûfetiler, Hicazlılar ve Medineliler arasındaki yegâne görüş ayrılığı, üç kez okuma ve okumanın aynı tarzda olmasıdır. Bütün bunlar, tıpkı güneş tutulması için kılman namazdaki [küsuf] görüş ayrı­lıkları gibi, hepsi sünnettir ve insan serbesttir: Dilediği tarzda okur. Bi­zim görüşümüz budur.

Allah iki şehâdetten [keiime-i tevhit ve peygamber hakkındaki ta­nıklık] sonra iki kere ‘haydin namaza’ demeyi emretti. Birincisiyle ken­dimizi, İkincisiyle başkasını davet ederiz. Bunun anlamı, Rabbiniz ile münacata yönelin demektir. Bunun için temizlenin, ilk okunuşta mes­citlere geliniz. Mescitte bulunan için bu ifade ikinci kez okunduğunda, ‘kalplerinizi temizleyin ve Rabbinizin huzurunda bulunun* denilir. Çünkü onun evindesiniz ve O’na yakarmak için kendisine yöneldiniz.

 

Aynı şey, ‘haydin kurtuluşa’ ifadesinin iki kez okunmasındaki iki yorum ve değerlendirmeye göre geçerlidir. Müezzin, mescidin dışında- kine ve mescittekine, kendisine ve başkasına ‘sizi azabından nimetine, perdesinden tecelli ve görmesine ulaştıracak şeyi yapmaya koşunuz’ der. İkinci kez okunduğunda ise, ‘sizi nimette ve müşahedenin hazzında sü­rekli yerleştirecek şeyi yapmaya yöneliniz’ der.

 

Ardından müezzin ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ der. Bunu, hem kendisi hem başkası için hem mescitte bulunup namazı bekleyen ve hem de mescidin dışında işiyle ilgilen kişi için söyler. [Kendi işiyle ilgi­lenen kimseye yönelik olarak] Müezzin ‘Allah içinde bulunduğunuz iş­ten daha büyüktür’ der. Başka bir ifadeyle Allah, ‘haydin ifadesiyle size emredilen namaza, kurtuluşa ve bekaya yönelmekten engelleyen işleri­nizden yüceltilmeye daha layıktır’ der.

Müezzin ikinci tekbiri dört kez okumaz, çünkü o birinci gibi de­ğildir. ikinci tekbir ve ‘haydin’ [hayyaale] ifadelerinin amacı, bu yakın­lıktır. Akıl ise, onu tek başına algılayamaz. Bu yakınlık, sadece şeriat tarafından bildirilebilir. Bu nedenle müezzin, ‘hayyeale’yi ya da ikinci tekbiri dört kez okumaz; kendisine ve başkasına, mescitte bulunana ve bulunmayana hitap ettiği için, iki kere okur.

 

Müezzin ‘La-ilahe illellah, Allah’tan başka ilah yoktur’ der ve ezam mutlak birlikle bitirir. Ezan, içlerinde kula ait sayılan fiillerin de bulun­duğu pek çok durumu içerir. Namaza çağrılan insanın içinde bu fiilleri sadece gerçekte kendisine ait oldukları için yapmaya çağrıldığı duygusu meydana gelebilir. Çağıran [müezzin] da aynı duyguya kapılabilir. Böylece, bazı kimselerin [Eşariler] zannettiği gibi, yaratmak bakımından fii­li kendisine nispet etmesinden korkulur. Allah ise, yaratma sadece ken­disine özgü olsun diye, bu fiili de [ya da insanı] mutlak birliğini göste­ren kanıtlardan biri yapmıştır. Nitekim şöyle buyurur: ‘Yaratan, yarat­mayan gibi midir? Düşünmez misiniz?’

 

Bu duygu, her insanın içindeki gizli ilâhlık olduğu gibi aynı za­manda Allah’ın bağışladığı ‘gizli şirktir. Böylece ezan, iki, üç ya da dört kez okunmaksızın, birlemeyle sona erdi. İşte bu, peygamberlerin Allah’dan ve Allah katandan getirdikleri mutlak birliktir. O, ‘Allah’ın pey­gamberinin ve önceki bütün peygamberlerin söyledikleri en üstün ke­limedir.’ Böylece bütün dinleyiciler, Allah’tan başka ilâh olmadığının farkına varır. Müezzin de, salt birliği istediği için, Hakkı birler. Her ezanda tevhide ilave edilen şey meşrudur.

 

Sabah ezanında sevabın belirtilmesine gelince -ki o müezzinin ‘na­maz uykudan daha hayırlıdır’ demesidir-, bazı insanlar bunu meşru ezanın bir parçası sayıp dikkate almışken, bazı insanlar onu Hz. Ömer’in bir eylemi sayarak dikkate almamış ve benimsememiştir. Biz ise, Hz. Ömer’in fiili olsa bile, din bakımından onu kabul ediyoruz. Çünkü Şari [Peygamber], ‘Kim iyi bir adet başlatırsa’ ifadesiyle onu onaylamıştır. Biz, o ifadenin dince geçerli iyi bir adet olduğundan kuş­ku duymuyoruz. Bu yorumla ‘namaz daha hayırlıdır’ ifadesi ezanın sünnet olan bir parçasıdır. Bazı kimselere göre ise, ‘sünnet, peygamber zamanında yapılmış, onun bildiği ya da onayladığıdır’ veya ‘bizzat pey­gamberin sünnet yaptığı şeydir.’ Böyle düşünen kimselere göre, bir şey bu özellikte ise ‘sünnet’ sayılabilir. Yine de, burada dikkate alınacak bir görüş ayrılığı olmadığı gibi bu değerlendirme de bizim görüşümüze za­rar vermez.

 

Ezana ‘en hayırlı amele geliniz’ ifadesini eklemeye gelince, bu da, Hz. Peygamber zamanında yapılmış ise kabul edilebilir. Bir rivayette, Hendek savaşında ezan böyle okunmuştu. İnsanlar hendek kazarken namaz vakti gelmişti. Namaz, bir hadiste yer aldığı gibi, en önemli iştir. Bunun üzerine müezzin ‘haydi en hayırlı amele, hendektekiler!’ diye bağırdı. Dolayısıyla bu ifadeyi ezandan sayan kimse hata etmemiş, bila­kis rivayet doğru ise, ‘kim iyi bir adet başlatırsa, onu işleyenlerin ödü­lünü alır’ hadisine uymuş demektir. Bunu mekruh görenler ise, sadece taassup nedeniyle mekruh saymış ve kabul edenlere karşı insaflı dav­ranmamıştır. Nefislerin tuzaklarından Allah’a sığınırız.

 

FASILLAR

Ezanın Şartları

Bazı bilginler, ezanın şartları sekizdir deyip onları saymış ve sonra şöyle demişlerdir: ‘Ezan okuyan bir insanın yerleşik olması şart mıdır, değil midir? İkincisi, ezan esnasında müezzinin konuşması caiz midir, değil midir? Üçüncüsü, müezzinin abdestli olup olmaması şart mıdır, değil midir? Dördüncüsü, müezzinin kıbleye dönmesi şart mıdır, değil midir? Beşincisi, müezzinin ayakta durması şart mıdır, değil midir? Altıncısı, binekli kişinin ezan okuması mekruh mudur, değil midir? Yedincisi, müezzinin yetişkin olması şart mıdır, değil midir? Sekizincisi, ezan karşılığında ücret alınır mı alınmaz mı?

 

Şeriat bilginleri, bu şartlarda görüş ayrılığına düşmüştür. Kıyas ve rivayetlerle ilgili tartışmalardaki kamdan ise, sağlam ya da zayıf olabilir. Bizim görüşümüz şudur: Ezan bu şartlar bulunsa da bulunmasa da, geçerlidir. Bu şartlar bulunur ve bir engel olmazsa, onları kullanmak daha üstündür.

Zikredilen bütün şartlar ile ilgili bâtınî yoruma gelirsek, bilmelisin ki: Davetçi, Hakkın kendisiyle Hakka çağırdığı ilahi isim olabilir. O, çağırdığı hangi halde bulunursa bulunsun, Hakkın Önünde ayakta duran davetçinin aynıdır. Bazen davetçi, [Hak isminden] başka bir isim olabilir. Dolayısıyla ‘ezan okuyan kimsenin [tek bir isim olmak anlamında] yerle­şik olması şart değildir.’ Çünkü bu şartın sağlanması güçtür.

 

Davetçi Hakka çağırırken, ya Allah karşısında saygının gereği ya da üzerindeki bir yükümlülükten kaynaklanarak ertelenmesi mümkün ol­mayan bir nedenle konuşabilir veya konuşmayabilir. Bu, kendisini da­vetçi olmaktan çıkaracak şekilde, dinleyen insanın anlayışına zarar ver­mediğinde söz konusu olabilir, ikinci şartın yorumu budur.

 

Davetçi bazen haliyle davet eder -ki bu [ezan okuyan insanın] te­mizliğidir-. En faziletli olanı budur. Bazen, sahip olmadığı bir özellikle davet eder. Bu ise, her bakımdan daha hayırlıdır. Allah yolunun yolcu­larından ve en büyüklerinden biri olan Haşan b. Ebi’l-Hasan el-Basri şöyle der: ‘Kendisine öğüt vermeden başkasına öğüt verilmeseydi, hiç­bir zaman kimse kimseye Öğüt veremezdi.’ Kötülük yapan insan da, kö­tülükten sakındırmakla sorumludur. Bunu yapmazsa, iki kötülük kendi­sinde bir araya gelir. Bunu bilmelisin. Üçüncü şartın yorumu budur.

 

Davetçinin çağrısıyla Allah’ın rızasını amaçlaması, en faziletli dav­ranıştır. Dünyevî bir amaç taşıması da kendisini Allah’a çağırmaktan engellemez, fakat ilki daha üstündür. Dünyevi bir amaçla Allah’a davet eden insanın çağrısıyla da bir duyanın yararlanması umulur. Ardından o kişi dua eder, bu dua sayesinde onu davet eden insan mutluluğa erer. Bu da, ezan okurken kıbleye yönelmek gibidir ki, dördüncü şarttır.

 

Davetçinin, kendisine çağırdığı kimsenin [Allah] haklarım yerine getirmek için ‘ayağa kalkması’, çağrışım yaparken ‘oturması’ndan daha üstündür. Bu da beşinci şartın yorumudur.

 

Davetçi insanları Hakka çağırırken kulluğunun ve horluğunun far­kında olmalı mıdır? Yoksa, nefsinin izzetine, büyüklenmesine ve kendi­ni beğenmesine bakar bir halde mi bulunmalıdır? Bu durum, bir binek üzerinde ezan okuyan kimsenin durumuna benzer. Davetçinin horlu­ğunun farkına varması daha üstündür. Bu ise, altına şartın yorumudur.

 

Bilgiye ulaşmazdan önce davetçinin başkasını davet etmesi uygun mudur? Yoksa, çağırdığını tanımadan [başkasını] davet etmemeli mi­dir? Bu durum, ezan okumak için yetişkinliğin şart koşulmasına benzer ve yedinci şartın yorumudur.

 

Allah’a davet eden kişi, bu çağrısından dolayı ücret almamak zorun­da mıdır? Bize göre, ücret almaması daha üstündür. Fakat ücret alırsa da, caizdir. Çünkü Allah’a davet makamı, bir ücreti gerektirir. Kavmini davet eden her peygambere şöyle denilir: ‘De ki: Davetime karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi Allah verir.’Ayet, peygamberin çağrısına karşılık ücreti onaylamış ve peygamber de, ücreti davet edilenden değil, Allah’tan istemiştir. Hz. Peygamber, davetini ulaştırmada bizden ücret olarak sadece ‘akrabayı sevmeyi’ istedi. Burada kast edilen şey, Peygam­berin ailesini ve yakınlarını sevmek, her nasıl olurlarsa olsunlar peygam­berden dolayı kendilerine ikramda bulunmaktır.

 

Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Karşılığında bir şey almaya en hak sahibi olduğunuz şey, Allah’ın kitabıdır.’ Bu ifadeyi, yılanın soktuğu bir insana Fatiha suresi okuyup onun iyileşmesine vesile olan birine söyle­miştir. Hz. Peygamber: ‘Benim içinde ondan bir pay ayırın’ demiştir. Yani bu iyileştirmenin karşılığında aldığımız ücretten bana da pay ayl­ımız. Öyleyse vaaz ve hatırlatmasıyla kullan Allah’a davet eden bir in­san bu davranışı karşılığında bir ücret alırsa, aldığı ücret onundur. Çünkü o, bütün peygamberlerin tanıklığıyla, ücret almayı gerektiren bir iş yapmıştır. Ücretini insanlardan almayıp Allah’tan isterse, bu da onun hakkıdır.

 

Peygamberlerin [tebliğ karşılığındaki] ücretlerini insanlardan değil Allah’tan istemelerinin nedeni, onları tebliğde görevlendirenin bizzat Allah olmasıdır. Bu nedenle ücret vermek, çağrılana değil, Allah’a dü­şer. Yılan sokmuş hastayı iyileştiren ise ücretini hastadan almıştır, çün­kü bu iş için kendisini kullanan bizzat hastadır. Hz. Peygamber: ‘bana da bir pay ayırın’ demiştir, çünkü yılan sokmuş kimseyi tedavi edeceği şeyi [Fatiha suresi] kendisine veren peygamberdi. Bu hadise yakın bir hadis olan Büreyre hadisinde Hz. Peygamberin ‘onun için sadaka, bi­zim için hediyedir’ demesidir. Çünkü [peygambere verilmekle] gerçek yerine ulaşmış olur. Bu da, sekizinci şartın yorumudur.

 

Bu ücret, efendinin kölesi için belirlediği ilahi bir lütuftur. Köle­nin, kendisini çalıştırdığı işte efendisine karşı bir ücret hak etmesi ya­kışmaz. Köle, efendinin malı ve mülküdür. Efendisi ise, yaptığı işe kar­şılık ona bir ücret ihsan eder. Fakat efendi, yaptığı amele karşı bir ücret belirlemekle kölesine ihsan ve lütufta bulunur. Bu işin esas nedeni, kölenin de [ilahi] “surete göre’ yaratılmış olmasıdır. Çünkü kölelerimiz de bizim kardeşlerimizidir. Anlayasın!

 

Allah’ı bilenlerin ücreti ise, Allah’ın emrettiği tebliği tamamlayıp döndüklerinde, efendilerini müşahede etmektir. Çünkü onlar, bu en yüce müşahededen ayrı kalıp var olanları görmek nedeniyle üzülmüş­lerdi. Bu nedenle Allah da, kendisine döndüklerinde müşahedelerinin artacağım taahhüt etmiş, onlar da [davetleri karşılığında] ücretlerinin Allah tarafından verileceğini insanlara bildirmişlerdir.

 

 

FASIL-VASIL

Kamet Getirmek

Kamet getirmenin bir hükmü ve niteliği vardır. Kamet hakkında insanlar görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, kametin hem cemaat hem de herkes için ezandan daha güçlü sünnet olduğu görüşündedir. Bazıla­rı ise, kametin farz olduğunu söylemiştir. Bu görüş, zahir ehlinden (fa- kihler) bazı bilginlerin görüşüdür. Farz derken kametin namazın farzla­rından biri olduğunu kastetmişlerse, kamet olmazsa namaz geçersiz olur. Bunu kastetmemişlerse, namaz geçerlidir ve kameti yapmayan kişi günahkârdır. Bu görüşteki bazı insanların kamet yapılmadığında nama­zın geçersiz olacağını iddia ettiklerini gördüm. Bazı âlimler ise, kasıtlı olarak kameti terk edenin namazının geçersiz olacağını iddia etmiştir ki, İbnKenane’nin görüşü budur.

 

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Allah için ‘kamet’ [ayağa kalk­mak, bir emri yerine getirmek]’, farzdır ve gereklidir. Allah’ın kendisini yerine getirmemizi emrettiği bir şeyde, durum kanıtlarına göre hareket ederiz. Durum kanıtı emrin vacip olduğunu gösterirse, onu vacip saya­rız. Örnek olarak: ‘Dini ayakta tutun (ikame) ve görüş ayrılığına düşmeyin’ ya da (namazı dosdoğru kılın (ikame ya da kamet’7 ya da ‘ölçüyü adaletle yapın (ikame)’gibi ayetlerde yer alan [ikame etmek anlamın­daki] emirleri verebiliriz. Vacibin tanımı budur [bu ayetlerdeki emir zorunluluk bildirir]. Öyleyse hüküm verirken ölçüyü tercih etmek, en üstün davranıştır. Çünkü bu durumda Allah’ın emrine bağlanmış olur­sun. Vacibin tanımı ve sınırı olan tam ‘doğruluk [ikamet]’ özelliği ta­şımadığı sürece, ölçü tercih edilmiş olamaz. Bundan sonra tercih edile­bilir. Tartıda hile yapan kimse, tercih edenin yaptığı gibi, vacibin ger­çekleşeceği şekilde tartıyı ‘doğruluk’ sınırına ulaştırmış olmaz.

 

Tercih edeni tercih yaptığı için değil, ölçüyü tam gerçekleştirdiği için överiz. Sonra, tercihinden dolayı da bir kez daha onu överiz. Öy­leyse, tercih yapan, iki bakımdan övülür. Teraziyi ortaya koyması ba­lonundan övülmesi daha üstündür. Çünkü bu övgü, zorunlu emri yeri­ne getirmekten kaynaklanır. [Emir olan teraziyi koyduktan sonra] Ter­cihten dolayı övülmesi ise, bu konudaki emri farza yorumlayanlardan başkası için nafiledir, ikinci durum, Hz. Peygamberin bir konuda hü­küm veren hakkında söylediği şu hadisinde dile getirilir: Tarttığında, tercih yap.’ Öyleyse Hz. Peygamber’in emri tercihle ilgili olduğu gibi söz ve fiiliyle de bunu pekiştirmiştir. Durum kanıtı nedeniyle emir zo­runluluk anlamına gelmezse, ‘tartıyı’ ortaya koymak [farz mıdır, değil midir] buna göre değerlendirilir.

 

Bu yorum, bu kitabı okuyan ve ortaya koyduğumuz görüşlere göre hareket edenlere Allah’ın dininde yarar sağlayan bir değerlendirmedir. Allah’a hamd olsun, bu kitapa dince belirlenmiş olandan başka hiçbir şey koymadık. Sözü uzatmamak için kanıdan sunmaya fırsat bulama­dık. Fakat Allah’a hamd olsun, Cüneyd-i Bağdadî’nin ‘bizim ilmimiz

 

Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ demesi gibi, Kitap ve Sünnetin dışına çıkmadık.

 

Kametin nasıl yapılacağına gelirsek, bazı bilginlere göre başlangıçtâki tekbir çift, geri kalanı bir kez, [cemaat namaza] kalktıktan sonraki tekbir ise iki kez okunmalıdır. Bazıları ise, ayağa kalkmayı bildiren ifa­denin dışındaki unsurlarda böyle düşünmüştür. Ayağa kaldırma ifadesi ise, iki kez söylenir. Bazı bilginler ise, çift ya da tek okumada serbest bı­rakmış, bazı bilginler hepsinin çift, ilk tekbirin dört kez okunacağı fik­rindedir. Bununla birlikte diğer la-ilahe illelah ifadesinin tek okunaca­ğında görüş birliği vardır.

 

Konunun bâtını yorumuna gelirsek; iki kez okumayı kabul eden, yani ilk okumaya ilave yapan kişi, ezanda zikrettiğimiz mertebelerle [kametteki dereceler] birdir. Bu nedenle, başka bir yoruma gitmiyoruz.

 

Çünkü şeriatta kamet, başka bir lafızla değil, ezanın lafzıyla yer almıştır [dolayısıyla yorumlan eşittir]. Bir tek kamet cümlesi bunun dışındadır.

Bu cümleyle kamet ezandan ayrılır ki, o da, ‘kadkameti’s-salat [namaz başlamıştır] ifadesidir. Bu ifade, geçmiş zamanı bildirir. Namaz [dua] ise, gelecek zamandır.

 

Öyleyse kamet, namazı beklemek için mescide gelen, namaza gel­mek için yolda bulunan, namaz için abdest alan veya namaz kılmak için abdeste başlamasa bile abdeste niyetlenen kullar için Allah’tan bir müj­dedir. İnsan bu hallerin birinde vefat ederse, namazı kılmamış olsa bile, kılmış gibi ödül alır. Bu nedenle Şari bu gayeyi gerçeleştirmek için geçmiş zaman lafzım kullandı. Namaz fiilen kılındığında ise, insan bilfi­il namaz kılmış kimsenin sevabım alacağı gibi aynı zamanda namaza gelmezden önce bu aşamaların birinde ölmüş kimsenin elde edeceği de ücreti alır. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Namazı beklediği süre içerisinde insan namazdadır.’ Bu nedenle Şari, geçmiş zaman lafzını zikretmiştir.

 

Bu da ‘namaz başladı’ ifadesinde yer almıştır.Namazın ‘ikame edilmesi [bilfiil kılınması]’, bütün unsurlarının tamamlanması ve yetkinleşmesidir. Başka bir ifadeyle, [kametin geçmiş zamanla ifade edilmesinin anlamı] namaz farz kılındığı gibi sizin adını­za tamamlanmış ve bitirilmiştir. Namaza girip ikinci kez ödüllendirildi-ğinizde ise, namazın bilfiil kılmışındaki bu ücret ilk ücret gibi olabile­ceği gibi böyle olmayabilir de. Çünkü namaz kılan insan, namazını yetkin kılmak yerine, eğri (eksik) kılabilir. Bu durumda ücreti de, amelin­den önce yazıldığının aksine, namazın kılmışı bakımından eğri yazılır. Allah’ın kullarına yönelik ihsanının ne kadar büyük olduğuna bakınız! Bunun nedeni ise c(de ki) Yetkin delil, Allah’a aittir’ ayetidir. Allah gerçekleşmezden önce kulun namazı eksik kılacağı hakkındaki bilgisine gö­re ücretini verseydi, kul şöyle diyebilirdi: Namazı kılıncaya kadar beni yaşatsaydın, en yetkin şekilde kılardım.’ Bu nedenle Allah, kuluna en yetkin şekilde kılmış gibi sevabını vermiştir. Bundan dolayı, övgü ve minnet Allah’adır.

 

FASIL-VASIL

Kıble

Müslümanlar kıbleye, yani Kâbe*ye yönelmenin namazın geçerlilik şartlarından biri olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu konuda ben­den önce görüş birliği olmasaydı, kıbleye yönelmeyi bir şart olarak ka­bul etmezdim. Çünkü ‘Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır’ayeti, Kabe’ye yönelme emrinden sonra inmiştir ve bu ayet, hükmü kalkma­mış muhkem (anlamı açık ve kesin) bir ayettir. Fakat Kabe’ye yönelmenin namazın geçerlilik şartı olması] hususunda görüş birliği gerçek­leşmiştir. ‘Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır’ ayetinin ise, kıbleyi bilmeyen şaşkınla ilgili olduğunda görüş birliğine varılmıştır. Söz konusu kişi, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, kendi içtihadına göre kıble sandığı yere yönelerek namaz kılar. Kıldıktan sonra başka bir yöne yöneldiğini anlarsa, bu konuda görüş ayrılığı olsa bile, namazım tekrar­lamaz. Bu durum, temizlenme imkânı bulamayan kimsenin durumun­dan farklıdır. Öyle bir insan hakkındaki görüş ayrılığı namaz kılıp kır­mayacağıyla ilgilidir.

 

İnsan Kâbe’yi gördüğünde, farz olanın gözünü Kabe’nin binasına çevirmek olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kabe’yi görmediğinde ise, bilginlerimiz bu konunun iki noktasında görüş ayrılığına düşmüştür: Birinci nokta farz olanın göz mü, yoksa yön mü olduğudur. İkinci gö­rüş ayrılığı noktası ise, farzın isabet etmekle mi yoksa içtihat etmeyle mi sınırlı olduğudur? Kastedilen şey, gözü şart koşanlara göre, gözün [Kabe’ye] veya yönün isabetidir.

 

Kimi bilginlere göre farz olan göz, kimi bilginlere göre ise yöndür. Ben ise gözün değil, yönün [Kâbe’ye dönmesinin] farz olduğu fikrin­deyim. Çünkü gözün Kabe’yi tutturmasında ve isabet etmesinde güçlük vardır. Allah ise ‘size dinde bir güçlük çıkarmadı’ buyurur. Yön derken de şunu kast ediyorum: Namaz safı uzun olup Kâbe görülemeyebilir. Böyle bir durumda, bütün insanların gözlerini Kâbe’ye çeviremedikleri halde namazları geçerli olmuştur. Bu anlaşılır bir durumdur.

 

Konunun bâtınî yorumu şudur: Kıblede sınırlama, kulu kendi se­çiminden uzaklaştırmak demektir. Çünkü kulun ve Allah’tan başka her şeyin aslı, zorunluluk ve mecburiyettir. Hatta kulun seçim sahibi olma­sı, seçiminde mecbur (zorlanan) olmasıdır. Allah ise, dilediğini yapan­dır. Bu durum ‘seçer’’, ‘dileseydik,’ gibi ayetlerden bilinir. Allah, bilgi­sinin belirlediği şeyi yapar ve bilginin değişmesi ise imkânsızdır. Allah şöyle buyurur: ‘Benim katımda söz değişmez. Ve ben kullara zulmedici de­ğilim.’’Başka bir ayette ise, ‘en güçlü delil Allah’a aittir’ buyrulur.

 

Ben, Allah’ın bu ifadesini derinden araştıran birini görmedim. Bu­nun nedeni, anlamının son derece açık olmasıdır. Çok açık olduğu için de kapalıdır. Bu kitapta ona dikkat çektik ve açıkladık. Çünkü bu konu, kader simdir. Bu meseleyi öğrenen kimse, Allah’ın kullarına karşı, kul­larında ve kullarından dolayı hükmettiği ve uyguladığı hiçbir konuda Allah’a karşı gelmez. Bu nedenle Allah şöyle buyurur: ‘Allah, yaptığın­dan sorumlu değildir. Onlar ise yaptıklarından sorumludur.’’(Bilgisini) Allah’tan öğrenen akıllı biriysen, maksadı anlatmak için bu ayet yeter!

 

İncelediğimiz meselenin bâtındaki yorumuna dönüp şöyle deriz: Namaz, Allah’ın huzuruna girmektir. Sağlam bir rivayette ‘Namaz nur­dur5’buyrulur. İnsanın dışında olduğu gibi içinde de gözü vardır. Dola­yısıyla namazda bir keşfinin olması gerekir. Namaz kılarken insana açı­lacak şeylerden biri, kendisine ait gördüğü seçiminde zorunlu olduğunu öğrenmesidir. Bütün davranışlarında zorunlulukla hareket etsin diye, Allah insan için namazında ve bütün ibâdetlerde eşyadaki sınırlılığı or­taya koymuştur. Zorunluluk, her şeyi kuşatan bir esastır ve burada hiç­bir varlığı dışarda tutmuyorum. Bu durum ‘göz sahibi ve gördüğü halde kulak veren’ kimse için böyledir. İnsan mubah konularda bile özgür değildir. Çünkü mubah için zorunluluk ya da mendup ya da haram ya da mekruh gibi mubah olmaktan başka bir hüküm verilemez.

 

Bu nedenle Şari, namaz esnasında -görüyorsa- Kâbe’ye dönmeyi, görmediğinde ise yönünü oraya çevirmeyi emretti. Kabe’yi görmedi­ğinde yapmakla sorumlu olduğu şey, gözünü değil, yönünü Kâbe’ye isabet ettirmektir. Farz olanın gözü Kâbe’ye çevirmek olduğunu söyle­yenlere göre bile durum böyledir. Çünkü kula emredilen, namazında, hatta bütün hareket ve duruşlarında Allah’tan başkasını görmeyecek şe­kilde kalbiyle Rabbine yönelmektir. Hakkın zatının ve hakikatinin bir yaratılmış tarafından bilinemeyeceğini anladık. Öyleyse kişinin kalbiyle Hakkın zatına yönelmesi de imkânsızdır. Başka bir ifadeyle, akıllı kişi­nin Allah’ı hakikati bakımından bilmesi imkânsızdır. O’nu sadece mümkün bakımından bilebilir. Bu ise, mümkünün Allah’a muhtaç ol­ması ve Allah’ın ise ondan farklı olmasıdır. Bu farklılık, Allah’ın müm­kün bir yaratığın nitelendiği tarzda yaratıkların özellikleriyle nitelen- memesidir. Çünkü ‘Allah’ın benzeri yoktur.’ Dolayısıyla akıllı kişi, Al­lah’ı ancak selbi [olumsuzlama] olarak bilebilir. İşte göz ile değil, yön ile dönmek gerekir dememizin sebebi budur.

 

Yönün [ya da gözün] Kıbleye isabet etmesi değil, içtihadın isabet etmesi farzdır [Kâbe’yi belirlemede galip zanna göre hareket etmek ge­rekir]. Bu nedenle içtihat eden insan, her durumda ücreti hak etmiştir. Bize göre, amelî konularda içtihat olduğu gibi itikadı konularda da içti­hat vardır. Bu iki alanda bir fark yoktur. Bize göre bu ve benzeri konu­larda Hz. Peygamber’in müçtehit hakkındaki ‘isabet edebilir de, yanıla­bilir de’ demesinin anlamı, müçtehidin isabet etmesi görmeyle değil, yönle ilgilidir. Bu konuda isabet eden müçtehit yönü kabul eden kimse, yanılan ise gözün Kâbe’ye isabet etmesini kabul edendir.

İnceleyin:  Şeriat'in Her Emri Manevî Anlama Sahiptir

 

Çünkü çöllerde gece ya da gündüz vakitlerinde yoğun bulut olma­dığında bile yönü tutturmak kesin bilgiyle değil, ancak tesadüfle ger­çekleşir. Gözle [kıbleyi] tutturmak, daha da güçtür. Biz, Allah’a gözet­leme (rasat yöntemi, Astronomi) ya da şehirlerin uzunluk ve genişlikle­rinin kendilerinden çıkarıldığı gözetlemeye dayanan hesaplama yönte­miyle ibadet etmiyoruz (geometri). Çünkü bunları kabul etsek bile, her durumda kesin bilgiye sahip olamayız. Böylece yükümlüye farz olanın isabet etmek değil, içtihat olduğu anlaşılmıştır. Öyleyse kıldıktan sonra öğrenmesi koşuluyla, namaz kılıp yönü tutturamayan kimsenin namazı yinelemesi gerekmez.

 

Meselenin bâtını yorumu da şöyledir: Kişi teorik araştırmanın hak­kını verdiğinde, ‘idrak edememe’ye ulaşır ve ona inanır. Ortada sadece acizlik vardır. Hak ise, gayret gösterdikten [içtihat] sonra herkesin inancındadır. Allah şöyle buyurur: cAllah ile beraber hakkında delili ol­madığı başka bir ilaha dua eden kimse.’Anlayasın! Hak, ‘kulunun ken­disi hakkındaki zanlıma göredir.’ Şu var ki mertebeler, derece derecedir. Allah ise, kullarının birinin [inancında] bulunup diğerininkinde bu­lunmamasına yol açacak şekilde kendisini zabt eden bir nitelikte sınır­lanmayacak kadar geniş, yüce ve büyüktür. Hakkın genişliği, öyle bir şeyi [bir inançta bulunup diğerinde bulunmamak] kabul etmez, çünkü Allah şöyle der: ‘Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.’ Başka bir ayet­te ise ‘Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır’ buyrulur. Bir şeyin yü­zü, o şeyin hakikati ve zatı demektir.

 

Allah bir kişinin inancında ya da onunla beraber bulunup başka bi­rinin katında ya da onunla beraber bulunmasaydı, Allah’ın inancında veya kendisiyle beraber bulunmadığı kişi Rabbine değil, vehmine iba­det ederdi. Allah ise, şöyle der: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti (kaza).’O’ndan dolayı ilahlara ibadet edildi. Dolayısıyla her­kes, ibadetiyle Allah’ı amaçlar. Allah’tan başka hiçbir şeye kendisinden dolayı ibadet edilmedi. Allah’a ortak koşan müşrik, Haklan katından belirlenmemiş özel bir yolla kendisi için bir ibadet geliştirdiği için ya­nılmış, bu nedenle bedbaht olmuştur. Çünkü onlar ortak yaptıkları şey­ler hakkında ‘Onlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’demiş, bunu itiraf etmişlerdir. Âlemde akıldan zerre miktarı nasiplen­miş hiç kimse, genel anlamda işlevsizliği’[Tanrı-tanımazlık] tasavvur edemez. İşlevsizliğe inanan kimse, [genel anlamda değil], başka birinin kabul ettiği bir niteliği reddeder.

 

Öyleyse, görüyorsa evin kendisine, görmüyorsa Kâbe’nin bulun­duğu yöne doğru yönelen kimse, -kendisine emrediidiği gibi- kalbinde, duyusunda ve hayalinde Rabbine yönelmiş demektir. Bununla beraber insan, şanına yaraşır şekilde Allah’ı bilmekten mahrum kalır. Çünkü bir rivayette belirtildiği gibi, namaz lalan kişi ‘Kıblesinde Hak ile yüz yüze gelse- bile Allah şöyle buyurur: ‘Allah arkalarından onları kuşatır’

Binaenaleyh Allah, öne geçen ve doğru yolu gösterendir. Allah, ‘herkesin perçemini tutandır’, ‘dosdoğru yola ulaştıran’, ‘günahkârları cehenne­me sürükleyen’, ‘bütün işlerin kendisine döneceği kimsedir.’ Artık ‘O’na ibadet et ve tevekkül et. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir.’

 

FASIL-VASIL

Namazda Avret Mahallini Örtmek

Bilginler, avret mahallini örtmenin namazın bir şartı olup olmadı­ğında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, avret yerlerini örtme­nin namazın sünneti olduğunu ileri sürerken, bazı bilginler, namazın farzı olduğunu iddia etmiştir.

 

Konunun nefisle ilgili bâtınî yorumu şudur: Daha önce avretin an­lamını açıklamıştık. Bu meseledeki durum ise şudur: Sahih rivayetlerde ‘Namaz kılan kişinin Rabbine münacat ettiği’ ve ‘namazın Allah tara­fından kuluyla arasında ikiye bölündüğü’ belirtilir. Kulun fiilleriyle, başka bir ifadeyle, namazda kuldan ortaya çıkan fiillerle namaz kılanın Hak olduğunu gören kimse, avret yerlerini örtmeyi namazın farzların­dan sayar. Ona göre böyle bir sır, sıradan insanlara gösterilmez. Burada bu işin sırrı ve anlamı kast edilir. Sıradan insanlar ona sadece inanır. Nitekim bir ayette ‘Onları sadece bilginler anlar’denilir. [Allah’ın ku­lun fiilleriyle namaz kılmasına] Örneğin bir rivayette, rükûdan başını kaldırırken Allah namazda kulununu diliyle ‘Allah kendisini övenin öv­güsünü işitti’ ifadesini verebiliriz. Halbuki bunları söyleyen, hiç kuşku­suz, kuldur. [Başka bir örnekte ise] Allah şöyle buyurur: cAllah’ın sözü­nü dinlemesi için onu komşu edin’’ [Kuran-ı Kerim’i] Okuyan, hiç kuş­kusuz, peygamberdi.

 

Bu konuda bilenlerle sıradan insanlar arasında bir mertebe gözet­meyip -dil sınırlarının dışına çıkmadan dinleyenleri nereye ulaştırırsa ulaştırsın- nassın ifadesini dikkate alanlar, avret yerini örtmeyi namazın -farzlarından değil- sünnetlerinden sayar. Bununla birlikte söz konusu kimselere göre bu ifadeleri anlayanların dereceleri birbirinden farklı olabilir. *Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

FASIL-VASIL

Avretin Sınırı

Bazı bilginler, erkeklerde avret yerinin ‘iki kara yer’ olduğunu iddia ederken, bazı bilginler, erkeklerde diz kapağından göbeğe kadarki kısım olduğunu iddia etmiştir. Bizce erkeklerde avret yeri, sadece ‘iki kara yerdir [ön ve arka].

 

Bu konunun nefsle ilgili yorumu şudur: İnsanda kötülenen, çirkin ve pis görülen her şey, gerçekte avrettir. Bu zikrettiklerimizin yeri ise, iki karadır. Öyleyse bunlar, [nefs için] haram gibidir. Göbekten yukarı­sı ve dizden aşağısındaki bölgeler ise, kuşkulu şeyler gibidir. Kuşkulu şeylerden de, uzak durmak gerekir. Çünkü ‘korunun etrafındaki çoban koruya girebilir.’

 

FASIL-VASIL

Kadında Avretin Sınırı

Bazı bilginlere göre, yüzü ve avuçlarının dışında kadının her yeri avret bölgesidir. Bazıları bu görüşü kabul etmekle beraber, ayaklarının avret olmadığım, bazıları ise, her tarafının avret mahalli olduğunu iddia etmiştir. Bize göre, kadında da avret bölgesi ‘iki kara’dır. Allah ‘o ikisi [Âdem ve Havva] cennet yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı’ buyurur. Böylece, avret bölgesi olan ‘iki kara’yı [ön ve arka dışkı yerleri] örtmede Adem ve Havva’yı eşit saydı. Kadına örtünmenin emredilmesi -ki mez­hebimiz budur- onun [her yerinin] avret yeri olmasından kaynaklan­maz. Bu emir, örtünmeyi dile getiren dinî bir hükümdür. Sırf ‘avret9 olduğu için bir şeyin örtünmesi gerekmez.

 

Meselenin nefsteki yorumu şudur: Kadın, nefs demektir. Nefs kay­naklı bütün düşünceler avrettir. Kadında yüzü, iki eli ve ayağı avret bölgesi saymayanlar, yüz bilgi mahalli olduğu için böyle düşünmüştür. Çünkü bir şeyin ‘yüzü’nü bilmeksizin o şeyi bilemezsin. Bir şeyin yüzü gizli kaldığı süre, o şeyi bilmemiş olursun. Halbuki o şeyi bilmek zo­rundasın. Öyleyse, kendisini bilmek zorunda olduğun şeyin ‘yüzünü’ açmak zorundasın. Binaenaleyh yüz, avret yeri olmak balonundan ör­tünmez. Çünkü yüz, avret bölgesi değildir.

 

İki el, avuçlardır. Bunlar, ihsan ve cömertlik yeridir. Senin görevin istemektir. Veren de, verdiğiyle elini uzatmalı ve avucunu ‘kapatmama­lıdır.’ Çünkü o, vermesini istediğin nimetin sahibidir ve sana nimeti ih­san ettiğinde onu alabilmen gerekir. Cömertlik ve kerem, din tarafın­dan emredilmiştir. Bir rivayette ‘Veren el, alan elden üstündür’ denilir. Böylece ifade, isteyen ve verenin elini içermiştir. Öyleyse verenin ikram etmesi, isteyenin ise alması gerekir.

İki ayağın örtülmesi de zorunlu değildir ve onlar avret yeri değil­lerdir. Çünkü iki ayak, bütün bedeni taşıyan ve onu bir mekândan baş­ka bir mekâna ulaştıran araçlardır. Özelliği hareket etmek olan bir şeyin örtülmesi ve gizlenmesi güçtür. Bu nedenle, zorunlu olarak görünmesi ve ortaya çıkması gerekir. Dolayısıyla ayakların örtülen avret yeri sayıl­ması mümkün değildir.

 

Namazda Necasetten Temizlenmek

 

Bazı bilginler, necasetten (kaba pislik) temizlenmenin namazın farzlarından olduğunu iddia ederken, bazı bilginler namazın ancak ne­casetten temizlenmekle geçerli olabileceğini, bazı bilginler ise sünnet olduğunu iddia etmiştir. Daha önce, temizlikten söz ederken buna te­mas etmiştik. Bazı bilginler, genel anlamda necaseti gidermenin farz ol­duğunu belirtmiştir. Bu görüşteki birinin şöyle söylemesi mümkün de­ğildir: Necaseti temizlemek, namazın geçerlilik ‘şartı’dır. (Şart sayılırsa) öyle bir insanın namazı geçerliyken necaseti temizlemediği için kıldığı namazda günahkârdır.

 

Meselenin nefs hakkındaki yorumu şudur: Necaseti temizlemeyi farz gören kimseye göre necaset, Allah’tan uzaklaşmayı, namaz ise ya­karmak için [Allah’a] yaklaşmayı gerektirir. Yaklaşmanın uzaklaşmaya baskın olduğunu düşünen kimseler, necasetin hükmünü ortadan kal­dırmış demektir. Uzaklaşmayı yakınlaşmaya baskın kılan ise, böyle ki­tinmiş namazı geçerli görmez. En doğrusu şöyle demektir: Kulun halle­ri çeşitlidir ve kul bütünüyle Allah’a aittir. Kul, kendisinden meydana gelen her şey ile birlikte Allah’a aittir. Allah ise kimseye zerrece haksız­lık yapmaz.’ Öyleyse ister necaset ile birlikte namaz kılsın ister kılmasın,namazı makbuldür. En doğrusu ise, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, az ya da çok olsa bile necaseti temizlemektir. Bunun anlamı şudur: insan, gaflet ve darlık özelliğinde yaratıldığı için, her durumda Allah’ın karşı­sında huzur sahibi olamaz. Bunu bilmelisin! Razı olacağı işlere erdir­mesini Allah’tan dileriz.

 

FASIL-VASIL

Oturak ve Üzerinde Oturulan Diğer Şeyler Üzerinde
Namaz Kılmak

 

Bilginler, toprak üzerinde namaz kılınabileceğinde görüş birliğine varmış, yerde üzerine oturulan şeyler üzerinde namaz kılmak hususun­da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Çoğunluk hasır vb. gibi (ana maddesi toprak olan) şeylerin üzerine secde etmenin mubah olduğunu kabul etmiştir. Mekruh olan, başka şeyler üzerinde secde etmektir.

 

Meselenin nefsteki yorumu şudur: Allah ‘Namazı kendim ile ku­lum arasında ikiye ayırdım’ buyurduğuna göre, namazda seni var say­mış, yok saymamıştır. En yüce ve nezih nitelik Allah’a ait iken, en dü­şük ve değersiz nitelik sana aittir. Öyleyse kulluk zeminine [yer, yeryü- zü] ve gereklerine doğru her türlü inişin, genelleştirmen emredilmiş şeyleri zedeler. Allah seni namazda kul diye isimlendirdi. Kulluk ise, zil­let ve horluk demektir. Allah, yeryüzünü nitelerken, onu bizim için hor ve değersiz yaratıp Omuzlarında yürümemizi sağladığını’ belirtir. Yer­yüzü ayaklarımızın altındadır. Bu durum, hor bir varlığın teması bakı­mından horluğun ve düşüklüğün son noktasıdır.

 

Yeryüzü bu kadar değersiz iken, bedenimizdeki en kıymetli orga­nımızı -ki yüzdür- onun üzerine koymak ve onu toprağa sürmek bize emredildi. Allah hor varlığın -ki kuldur- kendisine temas etmesiyle yer­yüzünün kırıklığını onarmak için bunu emretti. Böylece secde sayesinde kulun yüzü ile toprağın yüzü bir araya gelmiş, yeryüzünün kırıklığı onarılmıştır. Allah, kalbi kırık olanlarla beraberdir. Secdede kul, nama­zın diğer hallerine göre Allah’a daha yakındır. Çünkü secde ederken, kendi adına değil, başkası uğruna gayret gösterir [yeryüzünün kırıklığı­nı gidermek]. Secde, hor varlığın temas etmesi sayesinde yeryüzünün kırıklığını onarma eylemidir.

 

Namazın İçerdiği Söz ve Fiiller

Namazın şartlarına gelirsek, bunların bir kısmı sözler, bir kısmı fiil­lerdir. Namazı bozan fiiller, namazın fiili olmayan bütün mubah davra­nışlardır. Bunun istisnası, namazda akrep veya yılan öldürmektir. Çün­kü bilginler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Ancak hafif fiilin namazı bozmadığında görüş birliğine varılmıştır.

Konunun nefsteki yorumu şudur: Arzu akrebi ve şehvet yılanı, Rabbine münacat edene gelir. Acaba bunları öldürmesi mi gerekir, yoksa Şari’nin belirlediği yollarında onları serbest bırakması mı gerekir? Arif bunları öldürmenin imkânsız olduğunu bilir. Bu nedenle arzusuyla Allah katında olan şeyi [elde etmeyi] arzularken şehvetiyle de sürekli Allah’a münacat etmeyi ister. Öyleyse bu görüşteki bir insan, onları öl­dürmeyi uygun görmez. Adı geçen akrep ve yılanın Rabbiyle münacat etmenin arasına girdiğini düşünen kimse ise, onları öldürmek gerekti­ğini düşünür.

Namazı bozan sözler de, namazın sözlerinden olmayan ifadelerdir. Bilginler, kasıtla söylendiklerinde bu gibi sözlerin namazı bozdukların-

 

da herhangi bir görüş ayrılığına düşmemiştir. Şu var ki iki noktada gö­rüş ayrılığına düşmüşlerdir: Birincisi unutarak konuşma, İkincisi ise namazı düzeltmek için kasıtlı olarak konuşmaktır. Bazı bilginlere -ki bu istisnai bir görüştür- göre, bir insan namazdayken can kurtarmak veya önemli bir iş nedeniyle konuşursa, bu konuşma namazını bozmaz. O esnaya kadar kıldığı kısma [eksik rekâtları] ekler. Bu, Evzai’nin görüşü­dür. Bazı bilginlere göre ise, namazı düzeltmek için kaşıdı konuşmak namazı bozmaz. Bazı kimseler ise, unutmanın dışında, her türlü ko­nuşmanın namazı bozacağı görüşündedir. Bazı kimseler ise, unutma ol­sa da olmasa da, konuşmanın namazı bozacağı görüşündedir.

 

Meselenin bâtındaki yorumu şudur: Namaz kılan insan, Rabbine münacat eder (Rabbiyle karşılıklı konuşur). Kişi Rabbi için başkasıyla konuşursa, yine de Rabbiyle konuşmuş sayılır. Rabbinden dolayı ol­maksızın başkasıyla konuşursa, hiç kuşkusuz ki, namazdan çıkmış de­mektir. Hakka münacat esnasında unutmak, dikkate alınmaz. Bazı ar­kadaşlarımız ise, namazda münacat eden kulun [Hakkı değil] perdeyi görmenin etkisi altında olduğunu düşünmüştür. Çünkü Allah bir ku­luyla ancak perde ardından konuşabilir. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Bir vahiy ya da perde ardından olmaksızın, Allah’ın herhangi bir insanla konuşması mümkün değildir.’

 

En yalan perde, tecellinin kendisinde gerçekleştiği surettir. Perde­lerin en yakım odur. Çünkü tecelli ne surettir ne de ondan başka bir şeydir. Suretin suret olmayan bir nispetten ya da suret olan bir şeyin suret olan bir nispetten alıkoyduğu herkes, her iki durumda da [na­mazda] unutan gibidir. Onun bâtındaki hükmü de, zâhirde bilginler arasında meydana gelen görüş ayrılığı gibidir [farklı şekilde değerlendi­rilir]. Anlayasın.

 

FASIL-VASIL

Namazda Niyet

 

Bazı bilginler niyetin namazın geçerlilik şartı olduğunu kabul et­miştir. Daha doğrusu, birkaç istisnanın dışında bütün bilginler bu konuda görüş birliğine varmıştır.

 

Meselenin neftse ilgili yorumu şudur: Kul, Rabbiyle karşılıklı ko­nuşmayı amaçlayabileceği gibi bazen bu hal [farkında olmaksızın] ansı­zın kendisine gelir. Hz, Musa bir ateş bulmak için yürürken Rabbi onunla konuşmuştu. Halbuki onun böyle bir amacı yoktu. Bütün iba­detlerde ilke, bazı istisnaların dışında, yükümlülerin bir amacı ve gayesi olmaksızın kendiliğinden Allah tarafından olmalarıdır. İstisnaya örnek olarak, Ömer b. el-Hattab’ın [duası ve dileği üzerine] örtünme vb. ayetlerini verebiliriz.

 

Bâtında kasıt ve niyetin dikkate alınmadığı belirtildi. Çünkü haki­kat, Hakkın dışında bir şey olmadığı bilgisini verir. Hakkın bir şeyde bulunmayıp niyet sahibinin kendisini başka bir yerde aramaya yönel­mesi söz konusu değildir. Allah’ın her şeyle ilişkisi, tek ve aynıdır. Ne­rede olursam ve hangi halde bulunursam bulunayım, Allah benimle ise, [kendisini aramak için] nereye yöneleceğim ki? Öyleyse, Allah’a yaklaşmak için yönelmek gereken herhangi özel bir yön kalmamıştır. Yönelme ve niyetin konusu, Allah karşısında yöneldiğim özel bir hal­dir, Ben, Allah karşısındayken o halden ayrılıp başka bir hale geçmiş olurum.

 

Haller farklı farklıdır. Hallerin farklılığını gözetenler, niyetin zo­runluluğunu kabul eder. Şeriatlar buna göre çeşitlenip gelmiştir. Her an Hak karşısında olma bilincini dikkate alıp hallere bakmayan kimse ise, hal sahibidir. Böyle bir insan, bizzat hakikatte bulunduğu için, niyeti bilmez. Allah, böyle bir hal sahibine -tefsir olarak değil- işarı yorumla şöyle der: ‘Nereye gidiyorsunuz-‘ Benzer bir ayet de şudur: ‘Sizinle be­raberim. Duyarım ve görürüm.’

 

FASIL-VASIL

Namazda Tevcih [Yüzümü Sana Yönelttim Duası]

 

‘ Bazı bilginler onun (tevcih duası) vacip, bazı bilginler ise vacip olmadığını kabul etmiştir. Tevcihin şekli ise tekbirden sonra şöyle de­mektir: ‘Yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşrik değilim.’Ya da, ‘Namazım, orucum, ölümüm, hayatım âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur, bunu yapmam emredildi, benmüslümanların ilkiyim’ demektir. Bazı bilginler ise, bizzat bu lafzı söylemese bile, tespih etmesi gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise, bu iki ayet ile tesbih ve tevci­hi birleştirmesi gerektiği görüşündedir.

 

Benim kanaatim ise, tevcihin farzlarda değil, gece kılman teheccüt namazlarında olmasıdır. Farzlara gelirsek, tekbir ve sure okuma arasın­da başkası duymayacak şekilde şunu okumak gerekir: ‘Allah’ım! Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi hatalarımı benden uzaklaştır. Allah’ım! Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi beni hatalardan temiz­le. Allah’ım! Beni kar, su ve yağmur ile hatalarımdan temizle.’ Benim tercih ettiğim ‘tevcih’ ifadesi bu olduğu gibi Sünnet de onu dile getir­miştir. Bizim mezhebimiz, Sünneti benimsemek, onunla amel etmektir. Bunu farz görmesek bile -çünkü Allah onu farz kılmadı- [peygamberin sünnetine] uymak daha uygundur.

 

Allah ehline göre meselenin yorumu şudur: Tevcih (yüzümü yö­nelttim duası), bir halden bir hale ve bir halde yapılır: Allah’tandır, Al­lah iledir, Allah’adır, Allah’la beraberdir, Allah’ın (isimleri) içindedir, Allah içindir, Allah’a karşıdır. Tevcih, Allah’tan başlar; yardım ve des­teği Allah’a bağlıdır (O’nunladır); gayesi ve sonucu Allah’adır; eşlik ederek ve gözeterek Allah ile beraberdir; umarak ve isteyerek Al­lah’tadır; yakınlaşma isteyerek Allah içindir; tevekkül ve itimat ederek Allah’a karşıdır. Ardından, ‘tevcih’te yer alan lafızların batını anlamları zikredileceği gibi tekbir ve okuma arasında zikrettiğimiz dua da yorum­lanacaktır.

 

[Duada geçen] Su, hayat ve canlılık demektir. ‘Allah her şeyi sudan yarattı.’ Başka bir ifadeyle, seni zikretmem için canlandıracağın şeylerle [kalbimi temizle], organlarımı ise sana itaat etmek için canlandır. Bu durumda onlar ancak itaatte kullanılır. Çünkü organlar, kıyamette insa­nın lehinde ya da aleyhinde doğru sözlü tanıklar olacaktır. Nitekim Kur’anı Kerîm’de organların tanıklığı zikredilmiştir.

 

[Duadaki] Kar [serinlik] ise, güvenilir bir hadiste geçen ‘parmakla­rın serinliği’ gibi ‘inancın serinliği’nden gelir. Bu sayede insan, bilgide kesinliğe ulaşır. Bunun yanı sıra, söz konusu kesin bilgiyle seçilmiş kul, Allah’ı bilmeyle ilgili yüksek mertebelere duyduğu özlemin hararetin­den ‘tenzih edilen en yüce’nin katında serinliğe kavuşur.

 

Duadaki kar, ‘kalbin kan’ ifadesinden gelir. Kalbin karı, Allah’ın ik­ram ettiği tecelli ve müşahede nedeniyle kalbin duyduğu sevinçtir.


FASIL-VASIL

Namaz Kılanın Namazdaki Durmaları

Bunlardan biri, başlangıç tekbirinden sonra ve okumaya başlama­dan öncedir. Bu, birinci duraktır. İkincisi ise, Fatiha suresi tamamlandığındadır. Üçüncüsü ise, okuma bitip rükûya gitmeden öncedir. Oku­duğunu düşünmek ya da nefesini düzenlemek için her ayette durmak şeklindeki sekteler ise, bunlardan başkadır. Üçüncü sekte ise, Fatiha’dan sonra başka bir sure okuyan kimse içindir. Kişi Fatiha suresini okumak­la yetinirse, bu durumda sadece iki sekte olur. Bilesin.

 

Allah ehline göre bu meselenin bâtınî yorumu şudur: İnsanların bir kısmı imamın sektelerini kabul etmezken, bir kısmı onları hoş görür. Sektelerin sünnet olduğunda kuşku yoktur. Bunların bâtınî yorumuna gelirsek, Allah şöyle der: ‘Namazı kulumla aramda yarıya boldüm.’ Hz. Peygamber ise, şöyle buyurur: ‘Sanki O’nu görüyormuş gibi Allah’a ibadet et.’ Namaz kılan kişi, Rabbiyle konuşmak ister ve O’nu kıblesin­de gözlerinin önüne getirir. Meselenin nefsteki yorumu da böyledir. Fakat, bir sınırlama ya da tesbih olmaksızın, celaline yaraşır şekilde Al­lah’ı gözlerinin önüne getirir. Namaz kılan insan ‘kıblesinde Rabbiyle yüz yüze bulunur.’ Nitekim Hz. Peygamber’in böyle söylediği aktarıl­mıştır.

 

Münacat, mufâale [bir şeyin karşılıklı yapılması] babından bir mastardır. Bu bab, bazı durumlarda iki öznenin fiilidir ki, namaz da onlar­dan biridir. Kul namazda ‘övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır’ deyince, Al­lah kuldan bu sözü ‘dinleyen’dir. Bu nedenle ayeti bitirdiğinde kulun ‘gördüğü halde kulak vermesi gerekir.’ Kul, Hak karşısında saygının ge­reği olarak, Hakkın ne söylediğini görmek için susar. Bu esnada kulun söze karışması uygun değildir. Çünkü susmak, karşılıklı konuşmalarda saygının gereğidir. Hak ise, saygı gösterilmeye en layık olandır. Allah ise ‘kulum beni övdü’ der. Allah’ın kullarından bir kısmı, bu sözü kula­ğıyla duyar. Kulağınla duy mas an bile, inanarak bunu duymalısın. Çün­kü Allah, bunu bildirdi. Her ayette, o ayetin gerektirdiği şekilde Allah sana böyle söyler.

Karşılıklı konuştuğun kimsenin söylediğine kulak vermek, saygıdan­dır. Onun sözüne müdahale ettiğinde, yani konuşurken sözünü kestiğinde saygısızlık etmiş olursun. Bu düstur, karşılıklı konuşan herkes için ge­reklidir. Öyleyse, bir faydanın ortaya çıkması için, konuşmanın sırayla yapılması gerekir. Saygısız bir insanın hükümdarların yanında yeti ola­mayacağı gibi onu dost ve arkadaş edinmeyeceklerini de bilmelisin!

 

Namazda Kıraat (Okuma) ve Okunacak Sureler

Bazı insanlar namazda okumayı farz saymıştır ki, çoğunluk bu gö­rüştedir. Bazı insanlar [bilginler], okumayı farz saymamış, bazıları ise kimi namazlarda farz, bazılarında ise farz saymamıştır. Bana göre, na­mazda Fatiha suresini okumak vaciptir. Bu sure okunmazsa, namaz caiz değildir.

 

Bilginler, namazda Kur’an-ı Kerîmden okunacak miktar hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı ezberlenmiş ise Fatiha’yı okumayı vacip saymıştır, ki ben de bu görüşteyim. Fatihanın dışındaki surelerde ise, sınırlama yoktur. Bazı bilginler, her rekâta Fatiha okumayı vacip saymış, bir kısmı namazın çoğunda, bir kısmı namazın yarısında, bir kısmı namazın tek bir rekâtında vacip saymıştır. Bir kısmı ise, Kur5an-ı Kerîmden herhangi bir ayeti okumayı vacip saymıştır. Bilginlerin bir kısmı, kısa ayetlerden üç ayet, ya da borçlanma ayeti gibi tek bir ayetle sınırlamıştır. Bu durum, ilk iki rekâtta geçerlidir. Diğer iki rekâta gelir­sek, bir grup Kur’an-ı Kerîm okumayı değil, tesbihi müstehap saymış­tır. Çoğunluk ise, namazın bütününde Kur’an-ı Kerîm okumayı uygun görmüştür. Ben de, bu görüşteyim.

 

Allah ehlinin bu konudaki bâtını yorumu şudur: Namaz kılan Rabbiyle münacaateder.Münacaat bir sözdür.Kuranı Kerimde Allah’ın bir sözüdür. Kul, namazda Allah’ın kendisini çağırdığı münacat esnasında Rabbiyle hangi sözle konuşacağını kendi kendine bilemez. Bu nedenle “namazı kulum ile aramda ikiye ayırdım’ dediğinde Allah, kendi­siyle nasıl konuşacağını ve hangi sözle münacat edeceğini ona bildirir. Sonra şöyle der: ‘Kul övgü âlemlerin Rabbi Allah’adır’ der. Bu ifade, kula Rabbiyle hangi sözle konuşacağını öğreten bir bildirimdir. Allah ‘kulum beni övdü’ der. Allah, namaz kılan kulu hakkında kendisiyle karşılıklı ko­nuşması için kelamından başka bir şeyi zikretmedi.

 

Allah, kelamının içinden [kendisiyle konuşmak için] kulu adına Fa­tiha suresini belirledi. Çünkü kul namazda ancak Allah’ın kelamı ve ke­lamını toplayan [üm, ana] sureyle konuşabilir. Üm, toplayıcı demektir ve Fatiha suresi, ‘ümmü’l-Kur’an’, Kur’an-ı Kerîm’i toplayan demektir. Allah, bize nasıl ve neyle kendisiyle konuşacağımızı öğrettikten sonra, Allah karşısında saygılı davranan akıllı-bilgili kişi namaza girdiğinde sa­dece Fatiha suresiyle konuşur. Böylece Hz. Peygamberdin Rabbinden aktardığı bu kutsi güvenilir hadis, ‘Kur’an-ı Kerîm’den kolayına geleni oku’ ayetini yorumlayan bir hadistir. Şari önce genel bir ifade söyleyip daha sonra bu genel ifadenin yorumu olan özel bir yorum zikredebilir. Böyle bir durumda bilgili-saygılı kimselerin yapması gereken şey, sözü söyleyenin yaptığı bu yorumu aşmamaktır. Yorumlayan ise, Allah’tır ve o yorumun sınırında kalmak gerekir.

 

Allah, namazın diğer hallerinde değil, özellikle ayaktayken Hakkın sözüyle konuşmayı emretti. Çünkü kul namazda ayaktayken, kaim kıl­ma [bilfiil varlık kazandırma] niteliği ortaya çıkar. Allah ise ‘kazandığı her şeyle her nefsi gözetir.’ Kulun Rabbinin sözünü [okuyarak] ayakta durmasında büyük bir bilgi vardır. Kul ayakta olduğu sürede, sadece Rabbiyle ve O’nun sözüyle konuşur. Acaba konuşurken kime aktar­maktadır? Kimden aktarır? Aktaran kimdir? ‘Allah’ın üzerinde hakim olduğu nefs ne kazanmıştır? İlahi inayet ve ihsan olmasaydı, kul kimdir ki efendisi, ‘kul şöyle dedi, Allah da böyle dedi’ der?

Şöyle bir itiraz yöneltilebilir: ‘Kaim kılmak’ niteliği hakkında işaret ettiğin şeyi anladık. Rükûdan kalkmak da bir tür ayakta olmaktır, fakat onda okuma yoktur. Buna şöyle yanıt veririz. Rükûdan kalkmak, rükû ile secdeleri ayırt etmek için emredildi. Ayakta olduktan sonra secde edilebilir. İnsan rükûdan secdeye gitseydi, bu durum bir eğilmeden meydana gelen başka bir eğilme olurdu. Bir eğilmeden başka bir eğil­menin meydana gelmesi doğru değildir. Çünkü öyle bir şey, girilen bir şeyden çıkmanın ta kendisidir. Tevazu [alçalmak], ancak bir yükseklik­ten olabilir. Bayağı bir nefsin görünüşteki tevazusu tevazu değil, sadece nefsin zayıflığıdır. Dolayısıyla, o tevazu olmaz. Bunun bir örneği, yok­luğun yokluğudur. Yokluğun yokluğu, varlığın ta kendisidir.

 

İki secde ayrışsın diye aralarına ‘başı kaldırma’ yerleştirildi. Böyle-ce, kendilerini ayıran bir ayraç ile iki secde farklılaşır. Bu durumda, bi­çimde ortak olsalar dahi, ortada başka bir durum olduğu anlaşılır. Allah şöyle buyurur: ‘Ona benzerleri verildi.’ Biz ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ‘Allah’tan başka ilah yoktur* ifadesiyle özdeşliğinde herhangi bir kuşku duymayız. Kur’an-ı Kerîm*in otuz altı yerinde biçimsel olarak bu ifade aynı şekilde yer alır. Zevk sahibi [arif] ise, yer aldıkları bağlamın farklı­ğı nedeniyle bunların ‘tatları’nın da değiştiğini bilir. Bunu anlayabilir­sen, anla! Bu durum, namaz rekâtlarının görünüşte birbirine benzemesi gibidir. Halbuki herhangi bir rekâtın başkasında bulunmayan kendisine özgü bir tadı ve zevki vardır. Kuşkusuz, iki benzer bir zıt ile ayrıştırıldığında, farklılaşırlar.

 

Hükümdarın karşısındaki saygının gereği, selamlandıklarında eğile­rek selamlanmalarıdır. Eğilme, rükûdur. Ya da, onları yüceltmek için yüz toprağa konulur ki, bu da secdedir. Hükümdarlar övüldüğünde ve­ya kendileriyle konuşulduğunda, onları öven veya onlarla konuşan kim­se önlerinde ayağa kalkar. Oturarak ya da ayakta olmadan başka bir hal­le hükümdarlarla konuşulmaz. Bu, aşağı mertebedekilerin hükümdarın karşısında bilinegelen saygı davranışıdır. Öyleyse, özgürlük kabul etme­yecek şekilde, kölesi olunan kimse karşısında nasıl davranılmalıdır?

 

[Namazda okumanın anlamına gelirsek] Kur’an-ı Kerîm’in dildeki anlamından ve lafzın kullanımından anlaşılan şey, ‘toplayan’ olmasıdır. Namaz da, toplayla bir davranıştır. Namazda köle efendisiyle bir araya geldiği gibi aynı zamanda namaz Allah ile kulu bir araya getiren bir haldir. Çünkü Allah, namazı kuluyla arasında ikiye bölmüştür. Böylece, [toplayıcılık anlamında] Kur’an ile namaz arasında karşılıklı ilişki ger­çekleşmiş, bu nedenle namazda Kur’an-ı Kerîm’den başka bir şeyin uygun olmamıştır.

 

Ayakta durmak, yazılı harflerden Elife benzer. Elif, harflerin aslı­dır. Tüm harfler, göğüsten iki dudağa kadarki mahreçlerde kesilmesiyle Eliften ortaya çıktı. Öyleyse Elif, harflerin varlıklarım kendinde topla­yan şeydir. Harflerin varlıkları ise, onların kalpten -ki gayb âlemidir- şehâdet âlemine çıkış ve yolculuklarındaki mertebe ve menzilleridir. [Elif ile ayakta durmak arasındaki bu benzerlik nedeniyle] Ayakta dur­mak rükû, secde ve oturmak gibi namazın bütün unsurlarını kendinde toplayan bir harekettir. Gerçi [secdeden sonraki] oturuş, bir bakıma ayakta durmaya benzer. Çünkü oturmak ayakta durmanın yarısıdır.

 

Toplayıcı olması bakımından Kur’an-ı Kerîm’in ayaktayken okun­ması, daha uygundur. Çünkü ayakta olmak, doğrusal harekettir. Doğ­ruluk ise, Allah’tan istenen şeydir. Nitekim kul£bizi dosdoğru yola ulaştır’ der. Çünkü Allah, ‘sana emredildiği gibi dosdoğru ol’ buyurdu.

 

Bütün bu söylediklerimizle, dince namaz diye adlandırılan şeyin en azı olan vitir namazında olsa bile, namazın her rekâtında Fatiha’yı okumanın farz olduğu ve bu surenin Kur’an-ı Kerîm’deki diğer ayetler­den üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Rekâtları en az olan namaz vitir nama­zıdır. Nitekim Hz. Peygamber vitir namazım tek rekât kılmıştır.

 

Öyleyse namaz kılan kimse, zorunlu olarak veya uygun olanı gözettiği için ayaktayken Fatiha’yı okumalıdır. Bu nedenle şimdi, Allah’ı bilenlerin namazdaki konuşmalarında onu nasıl okuduklarını açıklayalım!

 

Tevcih Hadisinin Açıklanmasına Ek

 

Hz. Peygamber şöyle der: ‘Allah’ım, beyaz elbise kirden nasıl te­mizleniyorsa beni de hatalarımdan öyle temizle.’ Böyle bir talebin ne­deni, Allah’ın ‘ elbiseni temizle’ diye buyurmuş olmasıdır. Böylece pey­gamber, ‘ta ki bilelim’ ayetinin gereği olarak, Hakkı bilgilendirmek için duasında ‘elbiseyi’ zikretti. Bu ise, bilgisini inancına terk ettiği için saygının son noktasıdır. Başka bir ifadeyle duamın konusu, seninle ko­nuşmak için elbisemi temizlemekle ilgili yapmamı emrettiğin iştir. Öy­leyse, ey Rabbim! Sen de, benim elbisemi temizleme işimi üstlen! Çün­kü sen olmadan ne gücüm ne de kuvvetim vardır. Senin şanına yaraş­mayan her nitelik, bir hatadır.’ Bu kelime, kulun haddini aşıp kendi ye­rinden başka bir yerde bulunması, ona ait olmayan bir alanda dolaşması anlamındaki ‘tahatta’ kelimesinden türetilmiştir. Haddi aşan insan, ade­ta gasp edilmiş bir yerde geziniyor gibidir. Binaenaleyh kul, efendisinin emrettiğinin dışında bir yerde dolaştığında, bu davranış ve hareket ha­ta, kendisi de ‘hatalı’ diye isimlendirilir. O halde kul kuldur, Rabb de Rabb.

 

VASIL

Tevcih’teki En Yetkin Dua

Burada en yetkin duayı [ya da namazı] zikretmemizin nedeni, Al­lah’ı bilen kişinin zorunlu olmadığı halde söz ve fiillerinde Allah katın­da duaların en yetkinine yönelmesidir. Fakat Allah’ın velileri, ibadetlerin en yetkinine layıktır. Onlar, zorunlulukla gerçek yetkinliğe sahip olanla konuşmaktadır. Bu durum, onların üzerinde bir yükümlülük ol­duğu gibi marifet ve müşahedeleri de bunu gerektirir.

[Hakka yüzü çevirmek anlamındaki] Tevcih kulun şu sözüyle baş­lar: ‘Yüzümü çevirdim.’ Kul, O’nun karşısında bilinçle bulunmanın ge­reği olan saygı nedeniyle, Rabbinin emriyle yüzü kendisine izafe eder. Çünkü Allah kulunun ‘konuştuğu dili’ olduğunu bildirdi. ‘Namazı benimle kulum arasında böldüm’ sözü ise, kulunu yüzü kendisine izafeye davet etmiştir. Böylece Allah, kulun varlığını ortaya koymuştur. Kul ise, sadece Efendisine izafe edilir. Saygılı-arif kul, ‘efendisinin yüzü’dür. Ona bir şey izafe etmek uygun değildir. Aksine izafe edilen, kulun ken­disidir, ona izafe yapılmaz. Efendi, ‘Sizin ilâhınız’’ gibi ayetlerde oldu­ğu gibi, kendisini kula izafe ederse bu durum, kulu şereflendirme ve bildirme amacı taşır. Kul da, Allah’ın ameli kula izafe edip ‘Kul Allah’a hamd olsun der’ dediğini bildiği için, tevcihi kendisine izafe eder. Söz de, bir ameldir.

 

Öyleyse bilgili kul, sürekli Hakkın maksatlarına göre hareket eder. Nitekim Allah, ‘İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti’’ buyurdu. Böylece ku­luna mertebeleri ve orada nasıl olacağını bildirmiştir. Kulu kendi haline bıraksaydı, hiç kuşkusuz çıktığı yokluğa dönerdi. Allah ise, ona varlığı ve onun ayrılmaz özelliklerini vermiş, onunla izhar ettiği fiillerle kulda zuhur etmiştir. Allah kulu için bir ‘ilk’ yarattı. Bu yön, kulun [Tanrı’nın bilgisinde] sabit olarak bilinmesidir. Bir ‘son’ yarattı. Bu ise, kulun dış varlıkta bilinen ve belirlenim bakımından da akledilir bir varlık olması­dır. Bir ‘zahir’ yarattı. Bu yön, kuldan ortaya çıkan ve gözüken yöndür. Bir de ‘bâtın’ yarattı. Bu ise, kuldan gizli kalan yöndür.

 

Allah, kulu bu sınırlarla sınırladığında, onu bunlardan soyutlamış ve ‘sen O değilsin’ demiştir. Bilakis ‘ ilk, son, bâtın ve zâhır olan O’dur.’ Böylece kulu varlığında da imkân (olabilirlik) özelliğinde bıraktı. Kul bu halinden ayrılmaz ve ayrılması da mümkün değildir. Burada bir id­dianın geçerli olmadığı hususunda tam bir kesin inanç bulunduğu için, Allah fiilleri kula izafe etti. Allah şöyle buyurur: ‘Bütün iş O’na döner.’ Başka bir ayette ise, ‘Yaratan yaratmayan gibi midir, düşünmüyor musu­nuz?’ buyrulur. Bu nedenle bilgili insan, yüzü çevirme eylemini [çe­virdim sözüyle] kendisine izafe etti. Bir şeyin yüzü, onun zatı ve haki­kati demektir. Başka bir ifadeyle, kul şöyle der: Bana emrettiğin gibi, zatımı ayağa diktim.

 

Sonra şöyle der: ‘Gökleri ve yeri yaratana.’ Kastedilen, ‘O ikisini birbirinden ayırdı’ ayetidir. Başka bir ifadeyle ben, dışımı içimden, gö­rünmeyen yönümü görünen yönümden ayıran; gökleri birbirinden ayırdığı gibi zatındaki ruhsal güçleri birbirinden ayırt eden zat için aya­ğa kalkarım. Bu bağlamda Allah, benim göğümün güçlerinden her birine yerleştirdiği şeyle ‘Allah, her göğe variyetti.’ ‘Yere de vahyetti.’ Bu­rada ise, organlarımı birbirinden ayırdı demektir. Allah göz için bir hü­küm, kulak için bir hüküm ve diğer organlar için de ayrı ayrı hükümler belirledi. Bu ise, ‘Onların besinlerin i belirledi’ ayetiyle aynı anlama ge­lir, Besin, insan aklının kendileriyle beslendiği bilgilerdir. Bunları insa­na veren, duyulandır. Düşünce gücü ise, duyu verilerini birleştirir. Söz konusu bilgiler Allah’ı bilmek ve Allah’ın bilinmesinin emrettiği şeyle ilgilidir.

 

Allah’ı bilen kişi, ‘Gökleri ve yeri yaratan’ayetiyle tevcih yaparken bu ve benzeri şeyleri düşünür. Bu konu, engin bir deryadır. Arifin elde ettiği ve ‘Gökleri ve yeri yaratan’ demesini gerektiren bilgilerden söz etmeye başlasaydık, bir kitap onları sığdıramayacağı gibi, tek bir gökle ilgili olanları diller de anlatamazdı.

 

Sonra ‘Hanif olarak’ der. Bunun anlamı, yönelen demektir. Hanef, meyletmek ve yönelmek demektir. Burada arif, mümkün bir varlık ol­maktan Rabbim nedeniyle varlığımın zorunluluğuna yönelirim der. Böylece, benim adıma yokluktan kurtulmak geçerli olabilir ve beni mutlak iyilikte bırakır. Arifin ‘hanif olarak’ demesinin anlamı budur.

 

Ardından şöyle der: Bu yönelmede ‘müşriklerden değilim.’ Ben, kendiliğimden yönelmiş değilim. Nitekim salih kul [Hızır, öldürdüğü çocuk hakkında] ‘Ben onu kendiliğimden yapmadım’ demişti. Nasıl, ney­le ve kimden O’na yöneleceğimi, O’na yönelirken hangi halde olacağı­mı öğreten bizzat Haktır. Allah’ı bilenler, ‘tevcih’ yaparken bütün bun­ları bilmelidir. Bilmeden bütün bu sözü söyleseler bile, tevcih yapmış sayılmazlardı.

 

Namaz kılan kişi, [tevcih yaparken] bu sözüyle kendisinden ortak koşma halini uzaklaştırır. Kul, fiili kendisine izafe etse bile, fiilinde [Hakka] ortak değildir. Kula özgü olan şey, sadece bu fiilden ait olabi­lecek şeydir. Hakka Özgü olan da, bu fiilde Hakka ait olabilecek kısım­dır. Kul, kulluğunda [aynı zamanda köle-kölelik] efendisine ortak de­ğildir. Çünkü efendi köle olamayacağı gibi köle de kölesi olduğu yön­den efendisinin efendisi olamaz.

 

Sonra şöyle der: ‘Namazım, orucum, hayatım ve ölümüm.’ Burada hepsini kendisine izafe etti. Çünkü bu fiiller kulun varlığı olmaksızın ortaya çıkamayacağı gibi böyle bir şey mümkün de değildir. Çünkü var etme olmaksızın, bu fiillerin Hakka izafesi mümkün ve geçerli değildir. Bunlar, dışta kendilerini var etmesi bakımından Hakka izafe edilirken dış varlıklarının ortaya çıktığı bir yer olması bakımından da kula izafe edilir. Böylece kul, ‘ikinci’dir [musalli]. Nitekim hareket ettirilen, hare- kedi olandır, yoksa hareket ettiren değildir. Dolayısıyla kul, gerçek an­lamda hareketli olandır. Hakkın hareketli olması ise, mümkün değildir. Hareketlinin kendisinden dolayı hareketli olması da mümkün değildir. Çünkü onu durağan görmekteyiz.

 

Bunu bil ki, akü bakımından Rabbine izafe edemeyeceğin şeyler­den kendine izafe ettiğin şeylerin mahiyetini öğren! Ayrıca, dince ken­dine izafe edemeyip Rabbine izafe ettiğin şeylerin mahiyetini de böyle öğrenirsin. Duadaki ‘nüsuk’, ibadetler demektir. Namazım ve ibade­tim, horluğum, ölümüm ve hayatım, başka bir ifadeyle ölümüm ve canlı kalmam, [âlemlerin Rabbi Allah içindir ve O’nun sayesinde mümkündür].

 

Ardından ‘Alemlerin Rabbi Allah içindir’ der. Bütün bunların var edilme sebebi, ben değil Allah’tır. Başka bir ifadeyle bütün bunların bende ortaya çıkması, Allah içindir. Yoksa, bunları yapmak sayesinde bana dönecek iyilikten kaynaklanmaz. Allah şöyle buyurur: ‘Ben insan­ları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’ Böylece nedeni bana değil, kendi yüce katma döndürdü. Dolayısıyla [ibadetlerde] birindi amaç, bize iyilik etmek değildir. İbadetlerde gözetilen şey, başkasını gözetmenin kendisine yaraştığı Hakkın mertebesidir. Öyleyse bunun böyle olması, Allah’ın bize bir öğretişi ve uyarısıdır. Bu da, Rabia’nın ifadesinin anlamıdır: ‘Acaba O, ibadet edilmeye ehil değil midir?’

 

Bilgili insan, Allah’a Allah için ibadet eder. Bilgisiz ise, ibadetinde Allah’tan umduğu nefs kaynaklı hazlardan dolayı Allah’a ibadet eder. Bu nedenle bize ‘Âlemlerin Rabbi için’ dememiz emredildi. Âlemlerin Rabbi, âlemlerin efendisi, sahibi ve kendilerine farz kıldığı ve açıkladığı işleri düzenleyen demektir. Böylece onları şaşkınlıkta bırakmadı. Nite­kim Allah kuluna olan iyiliklerinden söz ederken şöyle der: ‘Seni şaşır­mış buldu, hidayet etti.’ Yani, sana hidayet yolunu açıkladı. Hidayet yo­lu, seni ne için yarattığını bilmendir. Yaratılış gayeni öğrenince, ona göre ibadet eder ve Rabbinden bir kanıta sahip olursun.

 

Sonra şöyle der: O’nun ortağı yoktur, bana bu emredildi ve ben müslüman olanların ilkiyim.’Yani, bu yerde bu ibadetle Allah’tan başka amaçlanan bir ilah yoktur. O Allah, beni bunun için yarattı. Ben, Al­lah’ın bu özellikteki kimselere taahhüt ettiği ödülü akla getirmekle nef­simi bu ibadete ortak koşmam. Bir bilgin, ibadet yaparken ödülü akla getirmeyi kabul etmiş, üstelik bu fikri kabul etmeyeni tekfir etmiştir!

 

Bu dikkate değer bir düşünce değildir. Bu görüşü söyleyen, kelâmcıların büyüklerindendi, fakat ‘zevk’ yoluyla Allah’ı bilenlerden değildi. Akılcılardan ve onların büyüklerinden biriydi. Söz konusu kişi, Rabia el-Adeviyye’nin söylediği söze karşı çıkmıştı [Allah ibadet edilmeye ehil değil mi ki, [ibadet için başka bir gaye taşınsın]

 

Bir konuda şekilci bilginlerin bizden farklı düşünmesi bize göre dikkate alınacak bir şey değildir. Bunun tek istisnası, meşru hükümlerin aktarılmasıdır. Meşru hükümlerde ise, herkes eşittir. Onların görüşleri, bilgiyi ulaştıran yolda ya da Arap dilinin anlamında dikkate alınır. Bu­nun dışındaki hususlarda ise, aynı bilgiye sahip kimselerin görüşleri dikkate alınır. [Her bilimin kendi bilim dalma mensup insanların gö­rüşlerini ve itirazlarını dikkate alıp başka bilim dallarındakilerin görüş­lerini dikkate almayışı anlamında] Bu durum, özel ilimlerin her türünde yaygındır.

 

‘Bununla emrolundum.’ Bu ifade, cümlenin bütününe ve her bir parçasına yaraşır şekilde bütün parçalatma döner. Bu nedenle, ayrıntılı bir biçimde onu  açıklamaya gerek görmüyoruz. Çünkü ‘Kalbi olan ya da gördüğü halde kulak veren kimse için5 bu konuda yeterli uyarı yapıl­dı. Sonra şöyle der: £Ben müslümanların ilkiyim.’ Başka bir ifadeyle, ‘bana bu emredildi’ ifadesindeki emre ilk itaat eden kişiyim.

 

Sonra şöyle der: ‘Allah’ım! Sen sahipsin.’ Böyle demesinin nedeni, Allah’ın, kulunu önünde durmaya çağırmış olmasıdır. Çünkü böyle bir duruma inşam ancak hükümdarlar çağırır. Bu nedenle, ‘tevcih’ için baş­ka bir isim değil, bu isim seçildi. Bunun için namazda duruş halinde el­leri bağlamak şart koşuldu. Çünkü orası kulun hükümdarın önünde durduğu yerdir.

 

Ardından daha özel bir nitelikle ‘senden başka ilah yoktur’ der. Al­lah karşısında saygının gereği olarak, ‘senden başka hükümdar yoktur’ demedi Çünkü Allah ‘Sizi hükümdarlar yaptı’ayetinde yeryüzünde hükümdarlar bulunduğunu bildirmişken ne gerçek ne de var saymak anlamıyla âlemde O’ndan başka ilah olabileceğini reddetmiştir. Bu ne­denle kul, tevcihte ‘senden başka ilah yoktur’ der. ‘Senden başka hü­kümdar yoktur’ demek ise, hiç kuşkusuz, Allah’ın varsaydığım yok saymak olurdu. Allah’ın var saydığı yok sayılamaz. Bir şeyi yok saydı­ğında ise, onun var sayılması kesinlikle mümkün değildir. Tevcihte kul­lanılan sözler, Haktan bir aktarım ise -ki bunlar Allah’ın kelamıdır- bu ifade, Allah’ın ispat ettiği ve yok ettiği şeyi doğrulamak demektir. Bun­lar peygamberin lafzıysa, böyle söylemek, var saydığım yok saymadığı için Allah’ın karşısında saygılı olmanın gereğidir. Allah’tan başka hü­kümdar yok ise de, Allah başka hükümdarların olduğunu var saymıştır.

 

‘Sen hükümdarsın’ demenin ardından ‘Senden başka ilah yoktur* demenin anlamı budur. Çünkü burada ilişki gözükmemiştir. İlah olmak mülkü içerirken mülk ilahlığı içermez. Bu nedenle, anlamı hükümdarın varlığım gösteren bir söz gelmiştir. ‘Hükümdar’ lafzı gözükmese bile, bu lafız onu hükümdar diye isimlendiren şeydir. Öyleyse ilah hüküm­dar demektir. Fakat her hükümdar, ilah değildir.

Sonra şöyle der: ‘Sen Rabbimsin, ben senin kulunum.’ Burada Rabbi önce zikretmiş, kendisini geride bırakmış, ikinci tekil şahıs zami­riyle kendisini Rabbine izafe etmiştir. Çünkü o, Rabbinin önündedir.

 

Bu ifadedeki saygıya bakınız! Kul, Allah’a ‘sen benim Rabbimsin ben senin kulunum’ diye hitap etmektedir. Sen, namazı benimle senin aran­da ikiye böldün. Bu özel kulluk yönünden ben, senin önünde durdum. Bu hal başka bir hal değil, karşılıklı konuşma halidir. Çünkü kulun hal­leri, her durumda kul olsa bile, efendisinin kendisini çağırdığı işlerin değişmesiyle değişir.

 

Sonra şöyle der: ‘Nefsime haksızlık ettim, günahımı itiraf ettim, bütün günahlarımı bağışla. Günahları senden başka kimse bağışlaya­maz.’ Kul yüzünü yönlendirmeden önceki tekbirden sonra zikrettiğimiz duayı okumuştu. Bu dua, kendisiyle hatalarının arasını uzaklaştırılması dileğiydi. Şimdi de, şöyle der: İşlediğim hatalar nedeniyle ‘Kendime haksızlık ettim.’ Seninle konuşmazdan önce, ‘önünde günahlarımı itiraf ettim, günahlarımı bağışla.’ Benim adıma günahlarımı ört! Çünkü on­ları ancak sen örtebilirsin. Günahlarım beni görüp bana gelmesin ve benim günahkâr olmama yol açmasın. Ben de, onları görüp bana tatlı gelmesinler. Yoksa, onları işler ve bundan dolayı günahkâr olurum. Bu yorumla ‘günahlarımı bağışla’ ifadesi ‘benimle hatalarımın arasını doğu ile batıyı uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır* ifadesiyle aynı anlama gelir.

 

Kul şöyle demek ister: ‘Bu uzaklık sayesinde günahlar bizden giz­lendiğinde, onları görmeyiz. Böylece, beni çağırdığın işe olumlu yanıt vermek için boşalırım. Bana günahlarımı gösterip onları benden ört­mezsen, onları gördüğümde duyacağım utanma ve korku duygusu, be­ni çağırdığın işte senin talebini anlamaktan beni engeller.’ Fakat, nefsi­nin hazzına yer vermesin diye, günahları silmesini istememiştir. Ayrıca istenilen şey, o esnada günahların gizlenmesidir. Allah’ı bilen kişi, tövbe etse bile, günahını her hatırladığında emre itaatsizliğin vahşet [cinsiye­tin zıddı] hali onu etkisi altına alır. Tövbe ettiği günahından dolayı so­rumlu olmasa bile, bulunduğu hal buna yol açar.

 

Sonra şöyle der: ‘Beni en güzel ahlâka ulaştır. Senden başka kimse güzel ahlâka beni ulaştıramaz.’ Bu ifade, duadaki ‘hatalarımı su, kar ve külle (ya da soğuk suyla) yıka’ ifadesi gibidir. Başka bir ifadeyle, senin karşında layık olduğu tarzda, güzel huyları bu yolda kullanmamı nasip et! Örnek olarak seninle konuşurken, senden alırken, kelamında bana ulaştırdığın ya da senin sözünle seninle konuşurken söylediklerimi an­larken saygılı olmayı verebiliriz. Bütün bunlar güzel ahlâktır. Fiillerim­de ise, bana şart koştuğun zahir ve bâtında önünde duruş hallerimde güzel huylara ulaşmamı sağla. ‘En güzel ahlâka ancak sen ulaştırırsın.’

 

Başka bir ifadeyle, bu güzel huylara sadece sen muvaffak kılabilir­sin. Benim onlara ulaşmaya gücüm olmadığı gibi en güzel huyların ne­ler olduğu da sadece senin yardımın ve bildirmenle öğrenilebilir. Çün­kü bu bilgi, çalışmayla öğrenilen şeylerden değildir. Bilakis bunlar, se­nin ortaya koymana ve belirlemene bağlıdır. Çünkü senin şanın meç­hul, şanına yakışan şeyler ise bilinemez. Senin karşındaki davranışları­mızı, kölelerin efendilerinin karşısındaki davranışlarıyla kıyaslamayız. Çünkü sen ‘benzeri yoktur’ buyurdun. Öyleyse, sana davranırken bize gereken saygıyı ancak senden öğrenebiliriz.

 

Sonra şöyle der: ‘Günahları bizden uzaklaştır, onları benden ancak sen uzaklaştırırsın.’ Başka bir ifadeyle, [onlardan uzaklaşmayı] senin öğ­retmenle öğrenebiliriz. Böylece sanma yaraşmayacak şekilde sana dav­ranmamayı bize öğretirsin. İkinci olarak, senin kadrine uymayan davranışları terk etmeyi öğretirsin. Çünkü bütün iş, senin elindedir. Bazen kula [bunları] öğretirsin, fakat öğrettiklerini yapma imkânı vermezsin, bu nedenle, hem bilgi hem davranış olarak kötü huylan benden uzak­laştır.

Sonra şöyle der: ‘Lebbeyk ve sa’deyk! [baş üstüne].’ Senin çağrına uyarak ve kapının teşrifatçısının diliyle ‘hayye ale’s-salat1 ifadenle beni çağırdığın şeye koşarak gelirim. İşte senin çağrına ‘buyur’ diyerek ve benden istediğini olumlu karşılayarak geldim.

 

Sonra şöyle der: ‘Bütün iyilik senin elindedir.’ Çünkü O, saf iyilik­tir. Çünkü Hak, herhangi bir yokluktan ya da yokluk imkânından ya da yokluk kuşkusundan olmayan sırf-halis varlıktır. Bu nedenle, bütün iyi­lik O’nun elindedir.

 

Sonra şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşamaz.’ Kötülük, sana izafe edi­lemez. Sırf kötülük, yokluktur. Başka bir ifadeyle, iyiliğin yoksunluğu sana izafe edilemediği gibi kötülük senin şanına da yaraşmaz. Kötülük kelimesi bütün kötülük türlerini içersin diye belirli olarak zikredildi. Bu kötülük, genel anlamdaki kötülük gibi özel suretlerle sınırlı kötülüğü de içerir. Bütün bunlar, sana ulaşamaz. Başka bir ifadeyle, senin ‘kötü’ de­diğin ya da kötü olan hiçbir şey saygının gereği ya da gerçek anlamda sana izafe edilemez. Bu meselede [kötülüğü bir şekilde Allah’a izafe et­meyi savunan] karşıt görüş sahibinin en güçlü kanın ‘Allah dilediğini saptırır ve dilediğine hidayet eder.’ ile ‘Allah’ın saptırdığı kimseye hidayet edecek yoktur.’ayetleridir.

 

Bilmelisin ki: Genel anlamda dalâlet, hayret etmek, gerçeği ve en doğru yolu bilmemek demektir. Bu yorumda ‘Dilediğini saptırır’ ayeti, dalâlet [bilgisizlik ve hayret] yolunu tanıttığı kimsenin o yolda şaşıraca­ğı; hidayet yolunu bildirdiği kimsenin ise doğruyu bulacağı anlamına gelir Hidayette bunun örneği ‘O’nun benzeri gibi yoktur’, ‘izzet sahibi Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir’, ‘Allah’ı hakkıyla takdir ede­mediler’, ‘O’nun eşi ve dengi yoktur.’ gibi ayetlerdir.

 

Sağduyu sahibi, Haktan bu gibi ayetleri duyduğunda doğru yolu bulur. ‘Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz’’ya da ‘size şah damarından daha yakınız’ ya da ‘bana koşarak gelene, ben daha hızlı koşarım anlamındaki ifadeleri duyunca, hayrete düşer ve şaşırır. İşte Allah saptırır’ ifadesinin anlamı budur. Allah, peygamberlerin dilinden ortaya çıkan niteliği bilinmeyen böyle ifadelerle akılları şaşırtır. Akıl, böyle ifadelerle Hakkın kastettiği ve sözün anlamına yaraşmayan anla­ma ulaşamaz.

 

Akıl, Allah’ın bize anlayalım diye hitap ettiği şeyi bilir. Bu gibi ifa­delerden anlaşılan şey, insanın yaratılmış bir teşbih türüyle anladığı bü­tün yorumlar bakımından Allah hakkında imkânsızdır. Söz konusu teş­bih türü, ya yaratılmış bir anlam veya duyu yoluyla öğrenilmiştir. Do­layısıyla akim bu hitabı kabul etmesi imkânsızdır ve bu nedenle o hayre­te düşer. Bu bağlamda kulun kendisinden çıkabildiği ve ilahi inayet sa­yesinde uzaklaşabildiği bir hayret vardır. Bir de, kulun tek başına Al­lah’ın akla verdiği ve onu güçlendirdiği çeşitli güçlerle çıkamayacağı hayret vardır. Bu nedenle kanıttan hareket eden insan, delilin zorluğu nedeniyle delilli hakkında şaşırır.

 

Şeriat, aklın imkânsızlığına hükmettiği bir takım durumlar getirir. Böylece şeriat, akün imkânsız saydığı şeyin zorunluluğunu gösteren bir takım lafızlar ortaya koyar. Akıl ise, mahiyetlerini bilmeden inanarak onları kabul eder. İşte ‘sapkın’ diye isimlendirilen şaşırmış kişi budur. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: ‘Allah’ım! Sende hay­retimi artır.’ Yani bana öyle bir şekilde tenezzül et ki, sana ve şanına ya­raşan nitelikleri algılamaktan acizliğini öğrensin diye, akıl onu her ba­kımdan imkânsız saysın.

 

Nefislerin acı duyduğu ve nimetlendiği durumları ifade eden bed­bahtlık ve mutluluğa gelirsek, bunlar, duyu ve duyulur bakımından ne­fislere ait genel bir konudur. Biz ise, şimdi başka bir konudan söz edi­yoruz. O da, hakikatlerin bilinmesine dönen bir konudur.

 

Sonra şöyle der: ‘Sana aidim ve sana döneceğim.’ Yani, başlangı­cım seninledir, kendimden değil. Bu ifade, ‘insan başkasıyla var ol­muştur’ dememiz gibidir. ‘Sana’ ise, varlığım sana döner demektir. Ben ne isem, sen osun. Çünkü ben senden sadece varlık kazandım. Sen, varlığın kendisisin. Ben ise, özüm gereği yokluktayım. Ne bir hal ne bir hüküm benim üzerimde başkalaşmaz. Sürekli, imkân [olabilir­lik] halindeyim.

 

Sonra şöyle der: ‘Sen mübareksin!’ Bereket ve artış, sana aittir, ba­na değil. Sen, varlığın sahibisin. Sonra ben yok iken onu bana giydir­din. Böylece varlıkta bereket ve artış, iki nispet vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Varlık benimle zuhur etmiş ve sana nispet edilmiştir. O, senin varlığın ve bizzat kendinsin.

Sonra şöyle der: ‘Münezzehsin.’ Sen başkasıyla zuhur etmeyecek kadar münezzehsin. Dolayısıyla sana nispet edilen varlık, senin hüviye­tinden başkası olamaz. ‘Mübarek ve münezzehsin’ ifadesinin anlamı budur.

 

Sonra şöyle der: ‘Senden bağışlanma diliyorum ve sana dönüyo­rum.’ Hakikatimden habersiz kalıp varlık sahibi olduğum iddiasında bulunmayayım diye, varlıkla nitelenmekten beni ‘örtmeni’ istiyorum. Ben varlık değilim, sensin Varlık. Ben de sen değilim. Ben, özü gereği bulunduğum haldeyim. Sen de, özün gereği bulunduğun haldesin. Beni nitelediğin varlıkla bende zuhur etmek, sana aittir. Ben ise, hakikatimin gereği olan imkân hali nedeniyle sende zuhur edemem.

 

Sonra şöyle der: ‘Sana tövbe ediyorum!’ Beni nitelediğin varlık ba­kımından sana dönüyorum. Çünkü varlığın kendisi olan sen, onunla ni­telenen ise benim. Varlığın sana dönmesi ‘sana dönüyorum’ ifademdir.

 

Böylece kulun okuduğu dua ile Kur’an-ı Kerîm okumayla tekbir arasındaki ‘tevcih [yüzü Allah’a çevirme)’ sona erdi. Şimdi, Allah izin verirse, başka durumlarda değil sadece namazda Allah’ı bilenlerin diliyle Fatiha’yı okumanın anlamına başlayalım.

 

————————————————————————————————————————————-

 

Ancak sana iba­det ederiz

Allah şöyle buyurur: Kul, ‘Ancak sana ibadet eder ve senden yar­dım umarız’ der. Buna karşılık Allah, ‘Bu, kulumla benim aramdadır ve kuluma istenilen verilecektir* der. Bu ayet, ikinci tekil şahıs zamiriyle is­teyeni ve istenileni içerir. Bu da, her ikisinde yer alan ‘iyyâke [ancak sa­na ve senden] kelimesindeki Kef [sana] zamiridir. İbadet ederiz ve yar­dım isteriz, kula ait ifadelerdir. Çünkü ibadet eden ve yardım isteyen kuldur. Kul, ‘sana’ dediğinde hiç kuşkusuz hitap harfiyle Allahı birler ve Hakkı tam karşısına yerleştirir. Bunu yapması, sınırlama anlamı ta­şımaksızın, Şari’nin böyle bir dilek sahibine [Cebrail] öğretmek bağla­mında söylediği söze uyma amacından kaynaklanır. Cebrail Hz. Pey­gamberce ihsanın anlamını sorduğunda, şöyle der: ‘Allah’ı görür gibi ibadet etmendir.’ Dolayısıyla, ikinci şahıs zamiriyle Allahı tam karşına yerleştirmen gerekir. İkinci şahıs zamiri, dişi ve erkek zamir olabilir. Çünkü bazen zatın dişiliğini dikkate alarak zamiri dişi olarak kullanabi­lirim.

 

İnsanın Hakkı karşısına yerleştirmesi, hayali bir müşahededir. Dolayısıyla berzah mertebesine aittir. Bu ayet (ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz), berzah özelliğinde gelmiş ve Hak ile kulu andında bu ayette ortaklık gerçekleşmiştir, Fatiha’nın Önceki kısmı Allaha ait iken kalan kısımları kula aittir. İncelediğimiz bu ayet ise, ortak­tır. Kul, Hakkı birlemiş ve çoğaltmam ıştır. Çünkü ibadet edilen, tektir. Kul ise, ibadet ve yardım fiilini zikrederken çoğul zamiri kullanarak kendisini çoğul yapmıştır. Çünkü ibadet eden kullar pek çoktur ve her biri, yardım ister. İbadetlerle yönelinen amaç ise birdir. Gözün bir iba­deti olduğu gibi kulağın, dilin, elin, midenin, cinsel uzvun, ayağın ve kalbin de bir ibadeti vardır. Bu nedenle çoğul zamirle ‘ibadet ederiz ve yardım isteriz’ demiştir.

 

Çünkü âlem [insan], varlığının ayrıntılarına ve namazın içte ve dış­ta bütün âlemi kuşattığına bakmıştır. Namaz belirli bir parçasına özgü değildir. Çünkü insan bütünüyle birlikte ayakta durur, bütünüyle rükû eder, bütünüyle birlikte oturur. Öyleyse insanın âlemlerinin [parçalan, iç-dış organları] toplamı Rabbine ibadet etmede birleşerek kendisine ibadet edebilmek için O’ndan yardım istemiştir. Bu nedenle ‘ibadet ederiz ve yardım isteriz’ ayetinde kullar çoğul olarak zikredilmiştir. Böylece dil, çoğulu ifade etmiştir. Nitekim hükümdarın huzurunda topluluk adına bir kişi konuşur. Bu ayeti indirdiğinde kul, Allah’tan başkasına ibadet edilemeyeceğini Haktan öğrenir.

 

Ayet kulu çoğul olarak zikretti (sınırladı). Bu durum, kulun zâhirî ve bâtınî tüm güç ve organlarıyla birlikte Allah’a ibadet etmesi gibi yine bu şekilde yardım dilemesi gerektiği anlamına gelir. İnsan Rabbine ibadet ederken bütün parçalarını böyle bir araya getirmediği sürece, ‘ancak sana ibadet eder ve senden yardım umarız’ ayetini yalan yere okuyordur. Çünkü Allah ona bakmakta ve namazında sağa-sola baktı­ğım, fikrinin dükkanıyla veya ticaretiyle meşgul olduğunu görmektedir. Kul ise bütün bunlara rağmen ‘ibadet ederiz’ demektedir. Halbuki ya­lan söylemektedir. Allah öyle bir kula şöyle der: Bütününle bana ibadet etmendeki ifadende yalan söyledin. Gözünle kıbleden başka bir yere yönelmedin mi? Kulağını oradakilerin sözüne vermedin mi? Kalbinle sana söylenenleri düşünmedin mi? O halde ‘ibadet ederiz’ sözündeki dürüstlüğün nerede kaldı?!

 

Arif, bütün bunları aklına getirir. ‘Yalan söyledin’ denilmesin diye, namazda Allah ile konuşurken ‘ancak sana ibadet ederiz’ derken haya eder. Bu durumdaki bir insan Rabbine ibadet ederken bütün güçlerini toplamalıdır. Bunu yaparsa, ayeti okuduğunda Hak kendisine ‘bana ibadet edip yardımımı dilemede bütün güçlerini topladığım söylerken doğru söyledin’ diyebilir.

 

Şeyhizim el-Mukri Ebu Bekir Muhammed b. Half b. Saf el-Lahmî, salih-üstatlarından birinin şöyle söylediğini bize aktardı: Küçük bir ço­cuk, kendisine Kur*an okurmuş. Kur’an okurken çocuğun sarardığım görmüş. Sebebini sorduğunda, kendisine çocuğun bütün geceyi Kur’an okuyarak geçirdiği söylenmiş. Çocuğa, ‘evladım! Bütün geceyi Kur’an okuyarak geçirdiğini duydum’ demiş. Çocuk, ‘Doğru, sana söylendiği gibi’ diye cevap vermiş. ‘Evladım! Geceyi okuyarak geçirirken, karşında benim olduğumu düşün. Namaz kılarken Kuran’ı bana oku ve beni unutma’ demiş. Genç ‘peki’ demiş.

 

Sabah olduğunda, Şeyh çocuğa, ‘söylediğimi yaptın mı?’ diye sor­muş. Çocuk ‘Evet, üstadım’ demiş. Şeyh ‘Peki Kuran’ı bitirebildin mi?’ demiş. Çocuk: ‘Yarısından daha fazlasını bitiremedim’ diye cevap ver­miş. Şeyh şöyle demiş: ‘Pekala! Bu gece ise, Kuran Peygamberden dinlemiş olan sahabeden dilediğin birini kıblende canlandır. Kuran’ı oku ve dikkatli ol. Çünkü onlar, Kuran’ı peygamberden dinlemişlerdir. Okurken yanlış yapma!’ Çocuk ‘Allah izin verirse, öyle yaparım üsta­dım!’ demiş.

Sabah olduğunda, şeyh geceyi nasıl geçirdiğini sormuş. Çocuk ‘Üs­tadım! Kuran’ın ancak çeyreğini okuyabildim’ demiş. Bunun üzerine ‘Evladım! Bu gece Kuran’ın indirildiği Peygamberi karşında canlandır ve kimin önünde okuduğunun farkında ol!’ demiş. Çocuk ‘Peki’ demiş. Sabah olunca ‘Üstadım! Bütün gece boyunca yaklaşık bir cüzden daha fazlasını okuyamadım’ demiş. Şeyh ‘Evladım! Bu gece Kur’an-ı Kerîm’i Peygamberin kalbine indiren Cebrail’in önünde okuduğunu düşün ve kime Kur’an okuduğunun farkında ol’ demiş. Sabah olduğunda çocuk, ‘Üstadım! Şu kadardan daha fazlasını okuyamadım’ demiş ve Kur’an-ı Kerîm’den birkaç ayet zikretmiş.

 

Şeyh ‘Evladım! Bu gece Allah’a tövbe et, tesbih et ve namaz kılanın Rabbiyle konuştuğunu bil. Kelamım okurken Rabbinin önünde durduğunu bilerek Kur’an-ı Kerim’den senin payının ne olduğuna bak! Okuduğunun anlamını iyi düşün. Kur’an okumaktan maksat, harfleri bir araya getirmek ya da onları birleştirmek veya sözleri aktarmak de­ğildir. Gaye, okuduğunun anlamlarını düşünmektir. Cahil olma demiş.

 

Sabah olduğunda şeyh çocuğu beklemiş, çocuk gelmemiş. Çocu­ğun durumunu soruşturmak üzere biri gitmiş, kendisine ‘çocuk hasta­landı’ denilmiş. Şeyh çocuğu ziyarete gitmiş. Çocuk şeyhi görünce ağ­lamış ve ‘Üstadım! Allah benden dolayı senin mükafatını versin!’ demiş. ‘Dün geceye kadar yalancı olduğumu bilmiyordum. Namaza kalkıp Hakk’ı kıblemde düşünüp O’nun önünde kitabım okurken yalancı ol­duğumu anladım. Fatiha suresine başlayıp ‘Sana ibadet ederiz’ ayetine ulaştığımda, kendime baktım. Gördüm ki, nefsim beni doğrulamıyor. Bunun üzerine, yalancı olduğumu en iyi bilen olduğu halde Allah’ın önünde ‘Ancak sana ibadet ederiz’ ayetini okumaktan utandım. Çünkü, kendimi Allah’a ibadetten habersiz kendi düşünceleriyle oyalanır bul­dum. Fatiha suresinin başından ‘Din gününün sahibi’ayetine kadar okumayı tekrarlamak istedim.

 

Bunu yapamadığım için ‘Ancak sana iba­det ederiz’ demeyi başaramadım. Allah’ın önünde yalan söyleyip bu nedenle beni cezalandırmasından çekinir bir halde kalakaldım. Şafak sökene kadar rükûya gidemedim. Yorgunluğum arttı. Şimdi de, ken­dimden hoşnut olmadığım bir halde Allah’a gitmekteyim.’

 

Üçüncü gün geçmeden çocuk öldü. Defnedildiğinde, şeyh kabrine gelmiş ve durumunu kendisine sormuş: Çocuğun kabrinden şöyle de­diğini duymuş:

 

Artık hayat sahibinin katında diriyim

Beni hiçbir şey nedeniyle hesaba çekmedi.

 

Olayı aktaran ravi şöyle ekledi: Şeyh evine dönmüş, yatağına gir­miş, çocuğun halinin etkisiyle hastalanmış ve çok geçmeden vefat etmiş. ‘Ancak sana ibadet ederiz’ ayetini çocuğun okuduğu gibi okuyan ger­çekte onu okumuştur.

 

 

FASIL-VASIL

Teşehhütte Peygambere Salât ü Selam Getirmek

 

Bilginler, teşehhütte peygambere salât getirmek hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, farz olduğunu söylemiştir ki, ben de o görüşteyim. Bazı bilginler ise, farz olmadığını söylemiştir. Teşeh­hütte emredilen ve dört şeyden Allah’a sığınmayı içeren ifadenin gerek­liliği hakkında da görüş ayrılığına düşülmüştür. Bunlar, namaz kılanın ‘kabir azabından, cehennem azabından, Deccal fitnesinden, ölülerin ve dirilerin fitnesinden’ Allah’a sığınmasıdır. Bazı bilginler, bunu farz ka­bul ederken bazıları farz olabileceğini reddetmiştir. Ben farz olduğu gö­rüşündeyim. Şeriat onlardan sığınmayı emretmeseydi bile, hiç kuşku­suz, Allah’ın peygamberine uymak daha doğru olurdu. Çünkü bu du­rumda sığınmak, ‘Allah’ın peygamberinde sizin için güzel örnek vardır’ ayetinde geçtiği üzere peygamber onu yaptığı için gerekli olurdu. Hz. Peygamber de, ‘benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın’buyurdu. Hele bir de ümmetine yapmayı emrettiği bir iş fiiline eklen­diğinde durum nasıl olur?

Namazda ve başka durumlarda peygambere salât ü selam getirmek, namaz kılan kulun Hz. Muhammed’e gıyabında dua etmesi demektir. Güvenilir bir rivayette ‘Gıyabında kardeşine dua eden kimseye bir me­lek ‘bir katı da sana’ diye dua eder’ buyrulur. Başka bir rivayette ise ‘sa­na da iki katı’ denilir. Allah’ın peygamberi gıyabında dua etmeyi em­rettiği gibi Allah da ‘Ey iman edenler! Peygambere salât ve selam getirin’ayetinde bunu emretmiştir. Bu emrin hedefi, meleğin duası nedeniyle ümmeti içinden peygambere dua edenlere bu iyiliğin dönmesini sağla­maktır. Allah ‘ona selam verin’’ ayetiyle peygambere selam vermeyi emretmiş, mastarı zikrederek [teslîmâ] emri pekiştirmiştir. Bununla te­şehhütte zikredilen selam kastedilebileceği gibi salâtttan sonraki selamın kastedilmesi de mümkündür. Bu yoruma göre, salât getirdikten sonra peygambere selam vermek emredildi. Namazda peygambere salât ve se­lam getirmeyi zorunlu görenler, bu yoruma dayanır.

 

[Dört sıkıntıdan Allah’a sığınmayla ilgili kısma gelirsek] ‘Kabir azabından sığınmak’ zikredildi, çünkü kabir, ahiretin ilk durağıdır. Namaz kılan kişi, teşehhüt esnasında, kabrine koyduğu ilk adımında Rabbinin azabının kendisini karşılamasını ister. ‘Cehennem azabından sığınmak’ ise, uzaklıktan sığınmak demektir. Çünkü cehennem, derin kuyu demektir. Namaz kılan, yakınlık halinde olduğu gibi aynı zaman­da bu yakınlık halinden ayrılmaya da yakındır. [Böyle dua ederek] Na­maz kılan kişi, bu yakınlık halinden ayrılıp Allah’tan uzaklaştıran başka bir hale düşmekten Allah’a sığınır ve onun yerine Allah’a yaklaştıran başka bir hal ister.

 

‘Deccal fitnesinden sığınmak’ ise, Deccal’in ilahlık iddiasını kanıt­lamak ve insanı şaşırtmak için adeti aşan bir takım durumları gösterme­sinden kaynaklanır. Bunlara örnek olarak ölüleri diriltmek gibi rivayet­lerde yer alan bir takım fiilleri verebiliriz. Deccal, bunları iddiasının doğruluğuna kanıt yapar. Bu konu oldukça problemlidir. Çünkü Dec­cal’in olağan üstü olayları göstermesi, kelamcıların peygamberlik bilgisi hakkındaki kabullerini zedeler. Böylece bu fitne sayesinde onların orta­ya koyduğu kanıtlar geçersizidir. Kulların mutluluğunu sağlayan kanıta zarar veren bir fitneden daha büyük bir fitne olabilir mi? Allah, bizi ke­şif ve vücud ehlinden eylesin! Bizim için iki tarafi, akledilir ve görülen yönleri birleştirsin!

 

‘Ölümün ve yaşamın fitnesi’ zikredildi. Dirilerin fitnesi, Deccal fit­nesi ile inşam mutluğunun bulunduğu dininden kuşkuya düşüren her şeydir. Ölüm fitnesinin bir kısmı, can çekişme halinde meydana gelir. Örnek olarak, kişiye daha önce ölmüş ataları, akrabaları ve kardeşlerinin biçiminde gelip ‘Yahudi ya da Hıristiyan ya da Mecusi ya da Müattıl olarak öl’ diyen şeytanları görmeyi verebiliriz. Böylece şeytanlar, kişi ile İslâm arasına girerler. Ölüm fitnesinin başka bir yönü ise, kabirdeki su­âl esnasında meydana gelir. Bu fitne ise, meleğin ‘bu adam hakkında ne dersin?’ deyip [Peygamberi gösterdiğinde gerçekleşir.

 

Ölü, meleğin peygambere saygılı davranmadığım görür. Meleğin bu davranışı, dürüst iman sahibi müminin kâfir ve kuşkucudan ayrış­masını sağlayan bir sınamadır. Mümin ‘o Allah’ın peygamberi Muhammed’dir, bize kanıt ve hidayetle elçi olarak geldi, biz de kendisine inandık ve onu doğruladık’ der. Münafık ve kuşkucu -ki kuşkucu, pey­gamberin Allah katından gelen bir elçi olduğunda kuşku duyar ve onu ruhsal güçlerden biri sayar- meleğin ‘bu adam hakkında ne dersin’ deyip ‘Allah’ın peygamberi hakkında ne dersin?’ demediği için peygambere saygı göstermediğini görür. Bunun üzerine kuşkucu şöyle der: ‘Bu adamın peygamberliğinde iddia ettiği derecesi olsaydı, melek ona bu şekilde işaret etmezdi.’ Ardından, ‘Bilemiyorum, insanların bir şey de­diklerini duymuştum, ben de onların söylediğini söyledim’ der. Bundan dolayı ise, hiç tahayyül etmediği büyük bir bedbahtlık yaşar. Ölüm ve kabrin fitnesi budur, bunu bilmelisin!

Teşehhüt konusu, yaklaşık olarak ve özetle tamamlandı.

 

FASIL-VASIL

Başını Rükûdan Kaldıran Ne Der

’ En yetkin duaları içeren [ifadeyi söyleyen] arif, başını rükûdan kal­dırdığında Rabbinin yerine ve O’ndan aktararak ‘Allah kendisini öveni duydu’ der. Bu ifade, Rabbinin ifadesidir. Ardından susar. Sonra kendi­sine dönerek şöyle der: ‘Allah’ım! Rabbimiz, övgü sana aittir.’ Böyle demesinin nedeni, Hz. Peygamber’den gelen sahih bir hadiste şöyle

denmiş olmasıdır: İmam, ‘Allah kendisini öveni duydu’ dediğinde, siz de ‘Allah’ım, Rabbimiz! Övgü sana aittir’ deyiniz. Çünkü Allah, kulu­nun diliyle ‘Allah kendisini öveni duymuştur’ demiştir.’ Bu nedenle yal­nız namaz kılan insanın rükûda söylediği ‘Allah kendisini öveni duy­muştur’ ifadesiyle ‘Allah’ım, Rabbimiz, övgü sana aittir’ ifadesini ayıra­cak şekilde belli bir süre durması müstehaptır. İfadenin tamamı şöyledir: ‘Gökleri, yeri ve bunların arasını ve dilediğin her şeyi dolduran öv­gü sana aittir. Sen övgü ve yüceltmeye layıksın. Kulun söylediği doğru­dur. Hepimiz de senin kulunuz. Verdiğini engelleyecek, mahrum bırak­tığına ise verecek yoktur. [Bir şey verip vermemek konusunda] Çalışan kimsenin gayreti senin karşında faydasızdır.’

 

Namaz kılan yalnız kılıyorsa veya cemaat (imama uyan) ise, rükûdayken üç kere ‘Yüce Rabbimi tenzih ederim’ der. İmamlık yapıyorsa, arkasındakilerin kendisine yetişmesi için beş kez söyler. Bunun ardın­dan ise şöyle der: ‘Allah’ım! Senin için rükû ettim, sana inandım ve sa­na teslim oldum. Kulağım, gözüm, kemiklerim ve sinirlerim sana bo­yun eğer.’ Daha önce, rükû ettiğinde kulun ayakta olmak ile secde ara­sında ara bir durumda bulunduğunu belirtmiştim. Arif ise, daha önce belirttiğimiz gibi Rabbini tesbih ettikten sonra şöyle der:

 

‘Allah’ım! Senin için rükû ettim.’ Senin izzetin ve büyüklükteki yü­celiğin nedeniyle, seni yüceltmek için sana boyun eğdim. Şöyle devam eder: ‘Ve sadece sana yaraşan kaim kılma [başkasını var etme, bilfiil varlık verme] özelliğin nedeniyle [boyun eğdim]. Çünkü senin önünde ayakta durduğumda, sırf ‘Allah için ayağa kalkın’ dediğin emrine bağ­lanmak için ayakta durdum. Bu nedenle ayağa kalktım. Ayaktayken belki aklıma ‘kendim için’ ayağa kalktım şeklindeki bir düşünce gelir di­ye, rükûya vardım. Önünde rükû ederek, senin için rükû ettiğimi ve sa­na inandığımı itiraf ederim.’

 

Bunun anlamı şudur: Kendi gücüm ve kuvvetim sayesinde değil, sen sebep olduğun için, yani senin yardımınla tasdik ettim. Senden başka kimse, güç ve kuvvet sahibi değildir. Çünkü iman mahalli kalpler, senin elindedir. ‘Sana teslim oldum.’ Boyun eğ­memin nedeni, sensin. Sen olmasaydın, senin karşında ibadetlerimde halden hale girmezdim. Çünkü, söz ve davranış olarak bu ibadeti pey­gamberinin diliyle bize farz kılan sensin. O da, bu emir üzerine namaz kıldı ve bunu zikretti. Sonra bize emredip şöyle dedi: ‘Benim namaz ekildiğimi gördüğünüz gibi namaz kılın.’ Sen ise, ‘Peygamber, arzusundan konuşmaz.’buyurdun. Böylece peygamberin bize emretmek zo­runda olduğunu anladık. Gerçekte ise, emir ona değil, sana aittir. Çün­kü sen ‘Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiştir’’buyurdun.

 

Sora şöyle der: Kendi sözünle seninle konuşurken bana söylettirdi­ğin sözde ‘kulağım sana boyun eğdi.’ Sonra bağlaçla ‘gözüm’ der ve onu da kulağa bağlar. Burada söz konusu olan sadece huşudur [korkuy­la boğun eğmek]. Namaz kılan, adeta şöyle der: Gözüm, utanarak se­nin karşında eğilir. Senin önünde rükû ederken beni gördüğünü biliyo­rum. Çünkü, sen benim kıblemdesin. Nitekim peygamberin bunu bana böyle bildirdi. Bu nedenle, namazımda ‘sanki -seni kendinle, Rabbim!- görüyormuş gibi’ görülür yapmamı emretti. Aklımdan seni gördüğümü tahayyül etsem bile, senin beni gördüğünü inkar edemem. Öyleyse, utanmamın yegâne sebebi, seni görmem değil, senin beni gördüğünü bilmemdir.

Çünkü ‘göklerde ve yerde hiçbir şey senin bilginden gizli kalmaz.’ Ey gözlerin göremediği ‘gözleri gören!’

Arif şöyle ekler: ‘Özüm (beyin), kemiklerim ve sinirlerim de [senin karşında boyun eğer].’ Çünkü sen, bütün bu zikrettiklerime varlığımın ayakta durmasını ve bedenimin direncini sağlayan bir güç yerleştirdin. Nefsim, bu yükümlü bedenin varlığım sürdürmesi için gerekli bu güç­lerle kendisine emrettiğin şeyi elde eder. Nefse emrettiğin ise, seni bil­mektir. Senin karşında boyun eğen özüm, sinirlerim ve kemiklerim seni bilmeye sebep oldukları için bunu algıladıklarında kendim beğenme ve böbürlenme duygusuna kapılabilirler. Bu nedenle, her birinin güç ve sebeplilikte kudret sahibi olmaktan soyutlanıp sana boyun eğmeleri zo­runludur. Çünkü bilgilerimi kazanmam için varlığımın ayakta durması­nı sağlayan ve sürdüren [o güçler değil] sensin!

 

Arif rükûdan başını kaldırdığında, Rabbinin yerine ve Rabbinin sözünü kendisine duyurarak şöyle der: ‘Allah kendisini öveni duydu.’ Duyulan şey, kulun rükûda ‘Yüce Rabbimi tenzih ederim!’ demesidir. Bunun yanı sıra Allah, namazın başından itibaren kulun yaptığı bütün övgü ve metihleri işitmiştir. Sonra, Rabbiyle olduğu hakkındaki bilin­ciyle, Rabbiyle Rabbine döner. Bunun anlamı, güç ve kuvvetinde Rab­binin kendisini desteklemesidir. Şöyle der: ‘Allah’ım, Rabbimiz!’ Bura­da, nida edatım [ey] düşürür. Çünkü namaz kılan, yakınlık halindedir. Nida ise, uzaklığa imkan verir ve [çağıran] çağrılan [ikiliğini] sürdürür. Bu ise, Rabbine yönelik cevabında kendisinin [fark halinde] varlığını sürdürmesinden kaynaklanır. Şöyle der: ‘Övgü sana aittir.’ Özü gereği tam övgü, sana ait olduğu gibi senden [senin gücünle] meydana gelir. Senden başka öven ve övülen olmadığı gibi âlemde bütün öven ve övülenlerin sonuçları da sana döner. ‘Gökler, yer ve bu ikisinin arası ile di­lediğin yerleri dolduracak kadar’ ifadesinin anlamı budur.

 

Arif şöyle der: Yüksek ve aşağı âlemde [gökler ve yer], bu ikisinin arasında ve imkân âleminde bulunup var ettiğin ya da yoklukta ‘sabit hakikat5 olarak bıraktığın varlık ve belirlenim olarak bilinen her parça, hakikati, biricikliği ve az ya da çok başkasıyla ortaklığı (cem) yönünden sana ait bir övgüye sahiptir. Ben, her şeyin ve öven herkesin diliyle, sa­na ve başkasına ait övgüyle seni överim. Bu diller ile Allah’ı öven kişi, dilediği bütün ilahi tecellileri ve bileşik yapısı ve doğası nedeniyle de duyulur ücretleri elde eder. Çünkü o, Allah’ı diliyle ve kalbiyle, zahirî ve bâtını olarak övmüştür.

 

 

FASIL-VASIL

Namazda Secdeler

‘Kul secde edip daha önce belirttiğimiz gibi ‘en yüce Rabbini’ tes­bih ettikten sonra, secdesinde şöyle der: ‘Allah’ım! Senin için secde ettim, sana inandım, sana teslim oldum, senin yarattığın yüzüm secde et­ti, gözüm ve kulağım parçalandı, ‘Yaratanların en güzeli Allah münez­zehtir’. Allah’ım! Kalbimde bir nur yarat, kulağımda bir nur yarat, gö­zümde bir nur yarat, sağımda bir nur yarat, solumda bir nur yarat, önümde bir nur yarat, arkamda bir nur yarat, üstümde bir nur yarat, al­tımda bir nur yarat ve benim için bir nur yarat! Beni nur yap.’

 

Arif şöyle der: ‘Yüzüm secde etti.’ Yani, hakikatim secde etti. Bir şeyin yüzü, o şeyin hakikatidir. ‘Kendisini yaratana.’ Yani, el-Müdebbir isminden onu takdir edip el-Kadir, el-Bari, el-Musavvir isimlerinden var edene secde etti. Kulağı da ‘kün [ol]’ ifadesini duyması ve önce söz alınması, ardından yükümlülük nedeniyle ‘parçalandı.’ Göz ise, görülenlerden [görünmeye] geçmek için algıladığı şeyler nedeniyle parçalandı.

 

Bu durum, bu yaratılış ve benzeri şeyler hakkındadır. Nitekim Allah gökleri ve yeri yaratmış, ayrışsınlar diye dürülmüş iken onları parçala­mıştır. Böylece yaratmanın gerçekleşebilmesi için etki eden ve edilen ortaya çıkar. ‘Düşünen bir topluluk için’ayeti geçerli olsun diye hakikat­leri ispat eden [bir ifade olarak], ‘Yaratanların en güzeli olan Allah mü­nezzehtir.’

Ardından, her organındaki nur ile ‘göklerin ve yerin nuruna’ dua eder. Allah o nuru ‘kandillikteki lambaya’ benzetti. Lamba orada duru­luğu ifade eder ki, arzulardan uzak durmak demektir. Kendi teorik dü­şünceleriyle onun hakkında söz söyleyenlerin görüşleri, yağ ile tutuşan ve yakınlaşmayla aydınlatan -ki bu ağacın yardımıdır- bu lambaya ula­şamaz.

 

Ağaç, ‘ne doğulu ne batılı’ olarak itidalde yardım edendir. Ağaç, genişlik bakımından doğuya sapıp bilgice ihata edilemeyeceği gibi batı­ya sapıp mertebesi de bilenir hale gelmez. ‘Nur üstüne nurdur.’ Başka bir ifadeyle, varlık üstüne varlık, muhtaç varlık üstüne dış varlıktır.

 

Secde eden kişi, bütün organlarına nuru yerleştirmesini Allah’tan ister. [Karanlığı] Ürküten ve kaçırtan şey, nurdur. Her organ, Allah’ın onda yarattığı güç nedeniyle bir iddia taşır. Allah, bu gücü o organda meydana getirmişken onu da bu güce sahip yaratmıştır. Allah’ın pey­gamberi bu durumu bildiği için, Allah’ın kendisine her iddia sahibinin iddiasının karanlığını yok edecek bir bilgi ve rehberlik vermesi için dua etti. Duanın konusu budur.

 

Secde edenin son söylediği şey ise, ‘beni nur yap’ ifadesidir. Burada ‘yap’ denilmektedir. Çünkü Allah, göklerin ve yerin nurudur. Allah,kulu duyduğunda, gördüğünde, konuştuğunda, tuttuğunda ve yürüdü­ğünde ‘Ben kulumun kulağı, gözü, ayağı, eli ve dili olurum’ demişti. Bu kez kul, ‘beni nur yap; bedeninin karanlıklarında ve nefis denizinde ve bâtınında beni gören herkes benimle doğru yolu bulsun’ der. Allah peygambere Kur’an-ı Kerîmi, bize ise Kur’an-ı Kerîm’i anlamayı verdi. Bu bağış, mertebelerin en yükseğinde bağışların en üstünüdür. Anlamı ‘beni kendimden fani et, benim varlığım ol, böylece gözüm her şeyi se­ninle görsün, kulağım her duyulanı seninle duysun’ demektir. Çünkü bir organdaki nur [nur sahibi olması], onun algılayabilmesidir. Duanın bütün bölümleri için aynı şey geçerlidir. Fakat [istenilen nur], nurlar arasında farklılığı sağlayacak bir nurdur. Bu nedenle her organda, nef­sinde ve zatında nuru belirsiz olarak zikretti. Böylece solun nuru sağın nurundan, üstün nuru altın nurundan ayrıştığı gibi güç ve organların nuru da birbirinden ayrışır. ‘Bundan sonra beni cem’ ve vücûd [birlik ve varlık] mertebesine yerleştir. Orada hakikatin birliği nedeniyle nurlar birleşir.’ Orada olmazsam, bunun nedeni beni nur yapmış olmandır. Orada olursam, bende bir nur yaratmış olmandan kaynaklanır. O nur ile dış varlığımın karanlıklarında doğru yolu bulurum.

 

FASIL-VASIL

iki Secde Arasında Okunacak Dua

Namaz kılan kişi, namazda iki secde arasında oturduğunda şöyle der: ‘Allah’ım! Beni bağışla, bana merhamet et, beni rızıklandır, bana şifa ver, bana hidayet et, bana afiyet ver ve günahımı affet.’ Arif, şöyle der: ‘Beni ört ve benden dolayı ört. Beni itaatsizliklerden gizle ki, yeri­mi bilip bana yönelmesinler. Kendini de benden gizle! Çünkü sen, se­nin varlığın olsa bile, varlık ile nitelenen her şeyi tecellilerinin yakacağı­nı söylemiştin. Varlık bir niteliği olmadığı halde varlık mümküne etki ettiği gibi varlığın mümküne nispet edilmesi de, yaratılmışlıkla sınırlansa bile, ona ‘mevcut’ demeyi sağlar.

 

Fakat ilahi mertebe, bu iddia sahibinin iddiası nedeniyle, kendi var­lığı hakkında kıskançtır. Öyle bir iddia ortaya çıkmasaydı, ona musallat olunmazdı. Perdeler kalktığında ise, gözün algıladığı her şeyi tecellilerin yakması kaçınılmazdır. Kastedilen, doğal âlemdir. Çünkü emir âlemi nurlardır, dolayısıyla yanmaz. Bilakis o âlem, en büyük nura katılır. Çünkü ‘emir* âleminde [ruhlar] bir iddia yoktur. Doğal âlem ise yanar ve küle döner. Onu yokluğa katmamıştır. Böylece bu âlem, bir iddia sahibi olmayan kül olarak kalır. Bu nedenle, istidadı iddiaya yol açan hakikatin iddiası olmayan başka bir hakikate dönüştürülmesiyle sadece iddia yok edilmiştir.

 

‘Bana merhamet et!’ Kast edilen, zorunluluk rahmetini elde etmeyi sağlayacak amelleri yapmama imkân vermenle, ihsan rahmetinden son­ra meydana gelebilecek olan zorunluluk rahmetiyle merhamet dilemek­tir. Böylece ben, rahmetinin kapsadığı ‘her şey’ olurum. Arif, zorunlu­luk rahmetinde ihsan rahmetini ister. Bu rahmeti elde etmek ise, özel rahmeti gerektiren iyi davranışları işlemeye muvaffak kılınmakla gerçek­leşir. Böylece İblis ve cin, insanlardan olan yardımcılarının istediği bu rahmeti bizzat ihsan kaynağından almak ister. Bununla beraber arif, korunmuşluk ve emre itaatsizlikten ve mahrumiyeti gerektiren sapkınlık­tan korunmuş ve sakınılmıştır.

 

Sonra, ‘Beni rızıklandır’ der. Yani, doğal cesedimin ve bedenimin canlı kalmasını sağlayan bedensel besinlerden rızıklandırdığın gibi kal­bime hayat verecek arifin rızkıyla da rızıklandır.

 

Sonra şöyle der: ‘Bana şifâ ver (benim ezikliğimi telafi et ve onar).’ Onarmak, kırılmaktan sonra olabilir. Kelime ‘mehiz’ ifadesinden gelir. Mehiz, onanından sonra kırılmış şey demektir. Söz konusu olan arifle­rin kırılmasıdır [kırıldığı]. Çünkü kul, esasta mümkün oluşu nedeniyle kırıktır. Onun onarımı, Allah’ın kendisini zorunluluğa ulaştırmasıyla gerçekleşir. Fakat bu zorunluluk, ‘başkası nedeniyle’ zorunluluktur. Al­lah, onu bu onaranla var ettiğinde kendisine ve Rabbine dair bilgisi onu kırar ve tekrar imkân haline döndürür. Onarandan sonra ‘kırılma’ budur. Onarmak, ancak bir kırılmadan sonra olabilir.

 

Bu nedenle onarmanın ‘mahîz’in karşılığı olduğunu söyledik. Aynı şekilde, [onar­mak diye karşıladığımız cebr’in başka bir yorumuyla] ‘beni zorla’ der. Başka bir ifadeyle, seçimimde zorunlulukta beni durdur. Çünkü kul, se­çiminde zorunludur. ‘Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileye­mezsiniz.’ Allah şöyle der: ‘Ben, benden dolayı kalpleri kırık olanlarla beraberim.’

 

Sonra şöyle der: ‘Beni doğru yola ulaştır.’ Sakınmamız gereken şeyi bana açıkla. Bana ‘cevamiü’l-kelim’den [bütün hakikatleri kendinde top­layan Hz. Peygamber] verdiğin şeyleri kullarına açıklama imkânı ver ki, Peygamberine (sav.) varis olabileyim. Çünkü peygamber şöyle buyur­du: ‘Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen altı şey bana verildi.’ Bu altı şeyi zikretti ve ‘Bana cevamiül kelim (bütün hakikatleri topla­ma) özelliği verildi’ dedi.

 

Sonra şöyle der: ‘Bana afiyet ver.’ Beni, beden hastalıklarından de­ğil, kalp hastalıklarından -ki onlar kalplerin gayeleridir- kurtar. Sen be­denini hasta ettiğin kimseye çok yakınsın. Hz. Peygamber kutsi bir ha­diste bize bildirdiğine göre, şöyle demişsin: ‘Hasta oldum, beni ziyaret etmedin.’ Buna karşı ben ‘Sen âlemlerin Rabbi iken, nasıl hasta olursun’ dedim. Hz. Peygamber senin bana şöyle karşılık verdiğini bildirdi: ‘Fa­lan kulum hastaydı, onu ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin, beni yanı başında bulurdun.’ Birinin yarımdaki sen isen, o asla bedbaht ol­maz. Sen, kulunu sadece onu ziyaret etmen ve yarımda bulunman için hasta edersin. Seni bulmak isteyen kimse, hastaları ziyaret etmelidir. Sadece sana yaraşır bir şekilde seni tenzih ederim!

 

Sonra şöyle der: ‘Beni bağışla!’ Bana dönük iyiliklerini artır, bana dönük imtihanlarım azalt! Başka bir ifadeyle, azaltılması gerekenleri azalt, artırılması gerekenleri artır. Hatalarımı affetmen, bana ulaşıp kendileriyle nitelenmeyeyim diye beni onlardan gizlemenle gerçekleşir. Af, zıt anlamlar taşır. Bu bağlamda, çokluk ve azlık karşılığında kullanı­labilir. Rabbim! Beni bağışla! Çünkü ben, zamansal bir varlık olduğum için, yönelmek istesem bile bana yapmayı emrettiğin şeye yönelmeye güç yetiremiyorum.

 

FASIL-VASIL

Namazda Elleri Kaldırmak

Bilginler, namazda elleri kaldırmanın hükmü, nerede kaldırılacağı ve gerekli olduğu yerde ne kadar kaldırılacağı hususunda görüş ayrılığı­na düşmüştür. Bu bağlamda bazı bilginler, namazda elleri kaldırmanın sünnet, bazıları farz olduğunu iddia etmiştir. Farz olduğunu söyleyen­ler, çeşitli kısımlara ayrılır. Bir kısmı, elleri kaldırmanın başlama [yasak­lama veya ihram] tekbirinde vacip, bir kısmı başlama tekbirinde, rükûya giderken ve rükûdan kalkarken elleri kaldırmanın vacip olduğu­nu söylemiştir. Bazı bilginler ise, elleri kaldırmanın bu iki yerde ve sec­dede vacip olduğunu kabul etmiştir……

Arifin bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: Elleri kaldırmak, el­deki şeylerin düşmesine yol açar. Hak, namaz kılan kuluna şunu öğre­tir: ‘Önümde durduğunda, hiçbir şeye sahip olmaksızın yoksul ve fakir olarak dur. Sahip olduğun her şeyi at ve elinde hiçbir şey olmasın. Her şeyi ardına at, çünkü ben senin kıblendeyim!’ Bu nedenle namaz kılan kişi, sahip olduğu her şeyi attığının bilinmesi için, avuçları boş bir şe­kilde ayakta durarak kıbleye yönelir. Ellerini indirdiğinde ise, avuçları­nın içi ardına bakarak geri döner. Orası ise, ellerindeki şeyi attığı yerdir.

 

Allah namazdaki her davranışının karşılığını her bir halinde insana verir. Kul verilene sahip olduğunda onu bırakır ve ellerini kaldırmakla sahip olduklarım bırakması gereken yerde bıraktığını Hakka bildirir. Böylece, elleri bomboş bir halde yoksul bir dilenci olarak ilahi ihsana yönelir. Allah, ona yine verir. O ise, bomboş bir halde ellerini tekrar kaldırır. Allah’ın peygamberinin elleri kaldırmayı emrettiği bütün yer­lerde aynı yorum geçerlidir.

 

Namaz kılan kişi, ellerini güç ve kuvvede ilişkili olarak da kaldırabi­lir. Çünkü eller, kuvvetin yeridir. Böylece, gücün kendisine değil Hakka ait olduğunu itiraf ederek, Allah’a kaldırır. Ellerini göğse kadar kaldıran kişi, Hakkın kıblesinde bulunduğunu dikkate almıştır. Kulaklarına ka­dar kaldıran ise, ‘O, kullarının üzerinde egemendir’ ayetinden, Hakkın onun üzerinde bulunduğunu dikkate almıştır. Elleri her indirme ve kal­dırmada bu yorumu aklında tutar. Ellerini kaldırırken şöyle der: ‘Her düşüklük ve yükseklikte güç ve kuvvet, bana değil sana aittir. Senden başka ilah yoktur.’

 

FASIL-VASIL

Namazda Nasıl Oturulur

 

Bazı bilginler, yere oturup sağ ayağı dikip sol ayağı eğmek gerekti­ği görüşündedir. Onlara göre kadın ve erkek, bu konuda eşittir. Başka bilginler ise, erkeğin sağ ayağım dikip solu üzerinde oturması görüşün­dedir. Başka bilginler ise, orta oturuşla son oturuşu ayırt etmiş orta oturuşta sağ ayağın dikilip sol üzerinde oturulacağı, son oturuşta ise kalçanın yere bitiştirilerek sağ ayağın dikilip sol ayağın yatırılacağım söylemişlerdir. Her görüşün hadiste bir dayanağı vardır. Bu oturuş tarzlarından hangisi yapılırsa uygundur.

 

Namazda oturuş konusunun yorumu şudur: Namazda kul efendi­nin önünde oturduğu için sadece efendisinin emrettiği şekilde oturması gerekir. Namaz kılana namazda oturmak emredildi. Allah’ın peygambe­ri şöyle buyurur: ‘Ben bir kulum ve kulun [köle] oturduğu gibi oturu­rum.’ Namazdaki en güzel hal, efendinin önünde oturmaya en yakın olunan oturuş halidir. Bu durum, arifin halinin kulun kul olmak bakı­mından olması gereken hali ise böyledir.

 

Arif, Rabbini bilebilmek için kendi aslına bakmak konumundaysa, oturuşunda en uygunu, oturuşunun sonunda kaba etlerinin toprağa temas etmesidir ve bu zorunludur. Çünkü o, zatına bakmaya daha ya­kındır. Namazın ortasındaki oturuş ise böyle değildir. Hak, onu elde etmek istediği bilgiye bakmaya yönlendirdiği için bu oturuş geçicidir. Çünkü namaz kılan, burada durmaya davet edilmiştir. Bu da, üçüncü rekât ve rükû ve secdedeki tamlıktır.

 

Namaz hallerindeki bütün yer değiştirmeler, insana bu hallerde te­celli eden şeyi tam olarak öğrenmek üzere direnç gösterme hedefi taşır.

 

Çünkü kul rükû sayılabilecek şekilde hızlı hareket ettiğinde, sadece sabit kalacak kimsenin elde edebileceği büyük bir bilgiyi kaçırır. Bu nedenle namaz kılana ‘mutmain’ olmak emredildi. Çünkü beş yerin dışında acele, şeytandandır. Bu beş yer, ilgili yerlerde zikredilmiştir. Öyleyse içinde bu­lunduğun iyiliği tam ve hakkıyla yerine getirdikten sonra, iyiliklere koş­mak emredilmiştir. Dolayısıyla itminan ile acele arasında çelişki yoktur.

 

Namazda Elleri Bağlamak

Bilginler, namazda elleri bağlama hususunda görüş ayrılığına düş­müştür. Bazı bilginler onu farz namazlarda mekruh, nafile namazlarda caiz görmüştür. Bazı bilginler ise, onun namazın sünnetlerinden oldu­ğunu ileri sürmüştür. Hz. Peygamber’in namazda ellerini bağladığı ri­vayet edildiği gibi namazının niteliğinden söz edilirken bunu yapmadığı da rivayet edilir, insanlara ellerini bağlamalarının emredildiği de sabit­tir.

 

Allah ehline göre bunun yorumu şudur: Namaz kılan insanın ayak­tayken Rabbinin huzurundaki halleri, Rabbiyle konuştuğu şeylerin de­ ğişmesine göre değişir. Konuşması elleri bağlamayı gerektiriyorsa bağ­lar, salmayı gerektiriyorsa salar. Okuduğu ayet bağışlanma talebini ge­rektiriyorsa bağışlanma ister, dua gerektiriyorsa dua eder, yüce katı yü­celtmeyi gerektiriyorsa yüceltir, sevinmeyi gerektiriyorsa sevinir, kork­masını gerektiriyorsa korkar. Öyleyse namazda insan, Hak ile konuş­masına göre hareket eder. Bu nedenle namaz kılan insanın Hak ile ko­nuşmasında kendisini herhangi bir nitelikle sınırlaması uygun değildir. Bunun için, ‘Bütün bu tarzlar caizdir ve iyidir* diyen kimse, bu konuda [namaz kılanı] serbest bırakmayı benimsemiştir.

 

Kim imamlık Yapabilir?

 

Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Kur’an-ı Kerîmi en iyi okuyan kişi topluluğa imam olur.’ Bir grup bilgin ‘en iyi okuyan değil, en iyi bilen imam olmalıdır’der. Bu görüşü benimseyenlerle Hz. Peygamberin ifa­desi arasında bir görüş ayrılığı vardır. Bu görüşü kabul edenlere ‘bu ha­dis size ulaştı mı?’ diye sordum. Onlar da ‘evet’ deyip şunu dediler. ‘O hadis rivayet edildi ve biz de onu öğrendik.’ Ben, Hz. Peygamberin sö­zünü benimsiyorum ve aksi görüşü ileri sürenlerin hiçbir kanıtı yoktur. Hz. Peygamber bu hadisin devamında şöyle der:

 

‘Okumaları eşit ise, sünneti en iyi bilen imam olsun.’ Hz. Peygam­ber bilen ile okuyanı ayırt etmiş, okumada eşit olmadıkları sürece imamlığı daha iyi okuyanın hakkı saymıştır, iki kişi okumada eşit ise, biri diğerinden imamlığa daha uygun değildir. Bu durumda sünneti iyi bilen ve daha anlayışlı olan kimse öne geçirilir.

 

Hz. Peygamber şöyle ekler: ‘Sünneti bilmede eşit iseler, kim daha önce [Medine’ye] hicret etmişse imam odur. Aynı zamanda hicret et­mişlerse, daha önce müslüman olan imamdır. Bir adam, sultanına imam olamayacağı gibi izni olmadıkça misafir, ev sahibine imam ola­maz.’ Bu, doğruluğunda görüş birliğine varılmış bir hadistir. Ebu Ha- nife de, bu hadisi kabul etmiş ve esas alınabilecek güvenilir bir hadis saymıştır.

 

Hz. Peygamberin döneminde iyi okuyan’ ‘iyi anlayan’ demekti di­ye hadisi yorumlamamaya kalkışanın görüşüne gelirsek, böyle bir tevil, zaten ‘sünneti daha iyi bilen’ şeklinde hadiste geçmişti. Allah’ın sözü­nün önüne başka bir şeyin hiçbir şekilde geçirilmemesi gerektiği bilin­melidir. Bir seçkinin önüne düşük mertebeli biri geçerse, o artık seçkin olmaz. Kur’an ehli, Allah’ın ehli ve seçkinleridir. Onlar, Kur’an-ı Ke- rîmin harflerini okuyan Arap ve Arap olmayanlardır. Bu sayede onlar, Allah’ın ehli ve seçkinleri olabilmiştir. Bu okumaya Kuran’ı bilmeyi ek­lediğinde, ehil ve seçkin olmada ayrıcalıklı hale gelir. Bu durum ise, okumak yönünden değil, anlamlarım bilmek bakımındandır. Bilgiye ve okuyuşa onunla ameli eklediğinde, bu durum ‘nur üstüne nur nurdur.’

 

Okuyucu bahçenin sahibi iken, [okuduğunu] bilen, bahçenin türlü meyvelerine, tatlarına ve yararlarına aşina olan kimsedir. Amel eden ise, bahçeden yiyene benzer. Kur’an-ı Kerîm’i ezberleyip anlamını öğrenen ve onunla amel eden kişi, kendisine yarar ve zarar veren şeyleri bilen ve yiyen bir bahçe sahibine benzer. Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemeyen bilgili ve amel eden kişinin durumu ise, meyvelerin türlerini, tatlarım, dikiliş­lerini bilip başkasının bahçesinden meyve yiyene benzer. Sadece amel eden ise, başkasının bahçesinden yiyene benzer. Bahçe sahibi, bahçesi olmayan kişilerden daha üstündür, çünkü diğerleri ona muhtaçtır.

 

FASIL-VASIL

İmam Fatiha’yı Bitirdiğinde ‘Amin’ der mi, demez mi?

Bilginler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, demek gerektiğini, bazı bilginler ise denilmeyeceğini iddia etmiştir.

 

Bu konudaki batanı değerlendirme şudur: İnsan kendisini kendisi­ne yabancılaştırırsa, nefsine yabancı gibi hitap eder. Allah şöyle der: ‘Biz insanı yarattık, nefsinin ona fısıldadığı şeyi biliriz.’Bu durum, her insa­nın yaratılışının gereği olarak, zevkle bildiği bir durumdur. Allah’ın peygamberi ise sorumlu insana şöyle der: ‘Nefsinin üzerinde hakkı var­dır.’ Bu ifadede nefsi kendisine izafe etti. Halbuki hiçbir şey kendisine izafe edilemez. Hz. Peygamber ise, nefsi insandan başka sayıp onun in­sandan istediği bir hakkı ortaya koymuştur.

 

Okuyan insan ise, Fatiha’yı bitirdiğinde nefsinin ‘amin’ demesi ge­rektiği gibi okuyan nefs ise, bu kez insanın ‘amin’ demesi gerekir. İnsan hakikati bakımından tek, güçleri bakımından çoktur. Bu durumu ‘onla­rın bir kısmı kendisine zulüm eder.’ ayeti desteklediği gibi intihar eden hakkında söylenen ‘Kulum nefsiyle benimle mücadele etmiştir’ ifadesi de destekler.

Bu müşahede mertebesinde bulunan kişi, imamın ve yalnız başına kılanın ‘amin’ demesi gerektiğim kabul eder. İmamın tek bir varlık ol­duğunu ya da onun ‘benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur’ kutsi hadisinde belirtildiği gibi Rabbi vasıtasıyla okuduğunu kabul eden kimse ise, imamın ‘amin’ demeyeceğini kabul eder. Bicayc’li Şeyh Ebu Medyen, bu makama işaret ederken şöyle derdi: ‘Gördüğüm her şey üzerinde Be yazılıydı.’ Söz konusu Be, iyelik Be’si diye isimlendirilir.

 

O halde ‘amin’ demek, her halükarda daha uygundur. Çünkü yü­kümlü dua ettiğinde, kendisiyle başlamalıdır. ‘Amin’ demek, bir duadır. Anlamı şudur: ‘Allah’ım! iyiliğe ve senden istediğimiz şeye inandık.’ in­san, halinin ve müşahedesinin gereğine göre hareket eder. Güvenilir bir hadiste, ‘imam amin dediğinde, siz de amin deyiniz’ buyrulur. Başka bir hadiste ise ‘İmam, sapkınların yoluna değil’ dediğinde, siz de ‘amin’ de­yin’ buyrulur.

 

FASIL-VASIL

Tek Başına Safın Arkasında Namaz Kılan Kişi

Bilginler, birinci safta olmanın teşvik edilip mendup sayıldığında görüş birliğine varmıştır. Bazı istisnalar dışında ise, saftı düzenlemek ve sıkıştırmak hususunda da görüş birliğine varmışlardır. Bazı bilginler, birinci safa yetişebildiği halde onda namaz kılmayanın namazının geçer­siz olacağını iddia etmiştir. Aynı şekilde, saflar düzeltilmediğinde de namazın geçersiz olacağı iddia edilmiştir. Hal böyle iken, bazı bilginler bunu mendup, bazı bilginler vacip anlamında yorumlamıştır. Safları düzenlemeyi vacip saymak, daha önce belirttiğimiz gibi, bu nitelikten yoksun kaldığında namazın ‘geçersiz’ olması demektir. Benim görüşüm ise, saflar düzenli olmadığında cemaat günahkar olsa bile, namazın ge­çerli olduğudur.

 

Hz. Peygamberin birinci safta namaz kılmayı teşvik ettiği ve birin­ci safla ilgili şöyle dediği aktarılır: ‘[Melekler safa gelir] Birinci safa gelir ve yerleşecek yer bulamazlar…’ Safın düzenlenmesine gelirsek, insanlar Hak karşısında tek bir halde olmaya davet edilmiştir ki, o da namazdır. Allah bu davette kullarım bir tutmuştur. Öyleyse, davet edildikleri şeye yöneldiklerinde namazdaki durumları da ‘safları düzlemek5 olmalıdır. Çünkü çağıran [Hak], içlerinden birini özel olarak değil, eşit ölçüde cemaat olmak yönünden kendileriyle konuşmak için cemaati çağırmış­tır. Dolayısıyla cemaat, safta eşit ve dengeli bir şekilde bulunmalıdır. Ne bir kimse safın arkasında ne safın eğilmesine yol açacak şekilde önünde bulunmalıdır. Çünkü onlar bu bakımdan sorumlu olacaktır.

 

İnsanların gönülleri ve himmetleri, namaz kılarken Allah’a yönelme ve kendilerini çağırdığı bu ibadeti sırf Allah’a adama duygusunda eşit olması gerekir. Allah cemaate ihsan etmek istediği şeylerle içlerinden birini konuşmak için seçip onu imam diye isimlendirdi. Başka bir ifa­deyle, onu cemaatle kendisi arasında Rabblerine yönelmiş bir tercüman yapmıştır. Bu nedenle cemaatin susup imam vasıtasıyla Efendilerinden kendilerine gelecek şeyleri beklemeleri gerekir. Yine bu nedenle Cabir hadisinde imanım okumasının cemaat adına yeterli olduğu zikredildi. Çünkü Hak, kendisiyle konuşmak için imamı öne geçirdi. Dolayısıyla imam cemaatin vekili olup şeriat da yapması gerekli her işte imama uymayı farz kıldığı için, cemaatin susup namazda imamın yaptığı her şeye uyması vacip oldu.

 

Safları sıkıştırmak, başından sonuna kadar saftaki insanlar arasında hiçbir boşluk kalmaması demektir. Safı sıkıştırmanın hedefi, şeytanların saftaki boşlukları dolduracak olmalarıdır. Namaz kılanlar, Allah’a yalan­lık yerindedir. Dolayısıyla birbirlerinden uzaklaşmalarına sebep olacak şekilde, namaz kılanların aralarında boşluk bulunmaması gerekir. Boş­luk olursa, bu durum, aralarındaki ilişkinin davet edildikleri Hakka yak­laşmanın zıddı olmasına yol açar. Bu boşluk ve aralıklara ise, namaz sa­fında iki adam arasındaki ‘uzaklık’ ile ilişkisi nedeniyle Allah’tan uzak olanlar [şeytan: Allah’tan uzak olan] sızar. Böylece saftaki bu boşluk ve gediği dolduran şeytanın Allah’tan uzaklığı ölçüsünde, namaz kılan Al­lah’a yaklaşmak rahmetinden eksik kalır. Omuzlar birbirine bitiştirilip boşluklar doldurulduğunda ise, Allah’tan uzaklık yerleşecek bir yer bulamaz. Çünkü artık şeytan -ki o, Allah’tan uzaklığın bulunduğu yerdir- burada değildir.

 

Şeytanlar, safın boşluklarıyla sevinir ve Allah’ın namaz kılanlara verdiği rahmetinin kapsamım görerek o boşluklara girer. Namaz kılan­lara dönük ihsan rahmetinden bir miktar ‘komşuluk’ etkisiyle kendileri­ne de ulaşsın diye, o boşluklara sıkışırlar. Çünkü onlar, Allah katında uzak kimseler olduklarını bilirler. Söz konusu şeytanlar, namazda vesve­se veren şeytanlar değildir. Çünkü, vesvese verenlerin yeri [saflar değil] kalplerdir. Dolayısıyla onlar, meleklerle birlikte kalplerin kapılarında bulunur. Nefse [vesvese] aktarır, kalbi çağrıldığı işten alıkoyacak dü­şüncelerle oyalar. Şeytanın nefse aktardığı düşüncelerden biri de, saf ar­kadaşıyla arasındaki gediği gidermemektir.

 

Bunun iki yönü vardır. Birincisi, namaz kılanın emre itaatsizlik özelliği kazanmasını sağlamaktır. Bu özellik, onu Allah’tan uzaklaşmaya sevk eder. Çünkü şeytanın Allah’tan uzaklaşma nedeni, Allah’ın emrine itaatsizliğidir, ikinci yön ise, onların şeytan arkadaşlarıyla ilgilidir. Söz konusu şeytanlar bu gedikleri doldurup namaz kılanların rahmetine ulaşmak ister. Bu nedenle imam Rabbiyle konuştuğu gibi Rabbi de onunla konuşur. Bu nedenle, namazdaki konuşma çoğul ifadeyle ifade edilmiş ve duada imam kendisini cemaatten ayırmamıştır. Çünkü imam cemaatin dilidir.

 

 

Safın Arkasında Yalnız Namaz Kılmak

”Bilginler, safın arkasında yalnız namaz kılan kişi hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, namazının geçerli, bazıları ise geçerli olmadığı görüşündedir. Benim görüşüm ise şudur: Böyle bir insan, ya safa girmek için imkân bulur veya bulamaz, imkân bulamazsa, safta bu­lunan bir adama işaret ederek onu kendisine katılmaya davet eder. Bu­nun yapmakla Allah katında elde edeceği ecri ve ödülü bilmediği için, saftaki adam kendisine katılmazsa o adamın namazı geçerlidir. Çünkü gücü yettiği kadar Allah’tan sakınmıştır ve bundan fazlasını yapamaz. Zikrettiklerimizden birini yapabildiği halde yapmazsa, namazı bozul­muştur. Çünkü Hz. Peygamber, safın arkasında yalnız başına namaz kı­lanın namazını yinelemesi gerektiğini bildirmiştir. Bu, Vabısa b. Mabed’in rivayet ettiği bir hadistir.

 

Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur: Allah’a yaklaştıran ibadetler, yalnız Allah katından öğrenilir. Akim bu konuda herhangi bir şekilde etkisi ve hükmü yoktur. Şeriat bir kez bunları belirlediğinde ise, belirle­diği gibi kalırlar. Şeriatın Allah’a yaklaştırıcı saymadığı bir şeyi ise, akıl yaklaştırın yapamaz. Sonra konumuza dönüp şöyle deriz:

 

Safa ulaşma gücü varken safin arkasında yalnız başına namaz kılan kişi, içtihat yapabilen biri olabilir. Böyle bir müçtehit, namazı böyle kılmayı caiz görüp namazım geçerli sayabilecek şekilde bir içtihat etmiş­tir. Ya da, bu davranışı içtihada dayanmaz. Davranışı içtihada dayanır­sa, namazı geçerlidir. Kendi içtihadına dayanmadığı halde o konuda bir müçtehidi taklit ediyorsa, müçtehide sorduktan sonra namazı geçerlidir. Ne kendi içtihadından ne de bir müçtehide sorarak bunu yapmamışsa, namazı geçersizdir. Allah’a yaklaştıran bütün dinî ibadetlerde durum böyledir.

 

Bu yönüyle [içtihada dayanıyorsa] imam cemaatin önünde tek ba­şına bir ‘saftayken namazı geçerli olduğu gibi safin arkasında yalnız ba­şına namaz kılanın namazı da geçerlidir. İnsanın hakikati [latife-i insaniyye] tek bir hakikattir. Bu hakikatin organlar gibi saf tutması ge­rekmediği gibi onların önünde olması da gerekmez. Çünkü söz konusu hakikat, bir yön ve cihet kabul etmez. Dolayısıyla, o tek başına namaz kılmıştır. İnsanın dışı ise bir cemaattir. Öyleyse insan kendi başına bir saftır. Çünkü her bir parçası ibadet ve namazla sorumludur ve parçalar birbirinden ayrılmaz. Binaenaleyh insan, tek bir saftır. Bir organı, na­mazla ilgili olmayan bir şeyle ilgilenirse, zatının safındaki bu ilgilenme ‘saftaki gedik’ gibidir.

 

Bâtınî yoruma gelirsek; insan namazı, bütünü [bedenin organları­nın bütünlüğü] bakımından safta, hakikati ve latifesi yönünden ise yal­nız kılmıştır. Çünkü insanın hakikati bir yerde bulunmadığı için yönleri kabul etmez. Bu yorum, insan hakikatinin mekânı olmadığım kabul edenlerin görüşüdür. Mekânlı olduğunu kabul eden ise, hakikati namaz kılanın zatına katar. Öyleyse bir safta ya da safta olmaksızın namaz kı­lan herkes, kendi zatının parçası olan bir safta namaz kılmıştır. Safin ar­kasında yalnız namaz kılmayı caiz görenler, bu yaklaşıma göre caiz görmüştür. Böylece bu konudaki görüşümüzü şeriatın ilkelerinin teyit ettiği bir yolla açıklamış olduk.

 

 

 Kamet

Namaz için kamet getiren kişi, Hakkın teşrifatçısıdır. O, kendilerini çağırdığı bu nitelik ve halle Al­lah’ın huzuruna girmeye davet eder. Allah, onlara bu nitelikle huzuruna girmeyi emretmiştir, onlar da daha önce belirttiğimiz gibi saygı, dingınlik ve çağrıldıkları işle ilgili huzur içinde emri yerine getirmeye ko­şarlar. Ayrıca Kur’an-ı Kerîm okumak, zikir, tekbir, tesbih ve kendileri­ne belirlemiş olduğu belirli bir dua hususunda huzur sahibi olurlar. On­lar, belirlenen şeyi bu halde aşmaz. Selam vererek namazı tamamladık­larında ise, diledikleri şekilde dua ederler. Burada da Allah’ın razı olaca­ğı şeyle dua ederler. Onlar, bir müslümana beddua ya da akrabalığın kesilmesi hususunda beddua etmez.

 

İbn-ül Arabi,Futuhat-ı Mekkiye,cilt:3’den derlenmiştir….

 

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir