Fotoğrafta İnsan, Zaman ve Mekân
Bu göz gördügi degül
Bu akl irdügi degül
Dil vasf virdügi degül
Bi-lisan basar gerek
Boncuk degül sır sözi
Gel gidelim ko sözi
Dostu görmez baş gözi
Ayrıksı basar gerek
Yunus Emre
İnsan zamanla ve mekânla sınırlıdır. Bunun farkında ol- duğu için de aklı / kalbi / ruhuyla sonsuzlaşmaya, zamanı ve mekânı aşmaya çalışır. Aslında onun telaşı, içinde yaşadığı dünyada kalıcı olma değil, bir an önce içinde bulunduğu geçicilikten kurtulma telaşıdır. Ancak bu durumu ölümsüzlük arayışı olarak niteleyip bu dünyayla muallel kılmaya çalışanlar da yok değildir. İnsan geçiciliği ve sonsuzluğu evvela kendinde bilir. Bundan dolayı da dünyadaki ameli bu geçicilik ve sonsuzluk arasında gider gelir. Geçiciliği unuttuğunda sonsuzluğu dünyaya taşımak isterken, sonsuzluğu unuttuğunda da geçiciliği sonsuzluk yapmaya çalışır. İnsan kendi yaşadığı zaman dilimini mutlaklaştırmaya meyillidir. Kendinden öncesi ve sonrası yokmuş gibi yaşar. Sonsuzluk ve geçicilikle ilgili açmazı da buradan kaynaklanır.
Bundan dolayıdır ki kimisi, insan için zamana atılmış, mekâna hapsedilmiş der. Kimisi ise insanı zamanı ve mekânı zorlayıp sonsuza uzanan / uzanmak isteyen, ebedi yeniyi arayan varlık olarak niteler. Sonuçta insan mı zamanı ve mekânı belirler yoksa zaman ve mekân mı insanı belirler; sonu gelmez bir tartışma alır başını gider. Ama her şeye rağmen insan-zaman ve mekân ilişkisinin bilincinde olmak eşya ve hadiselere farklı bakabilmek demektir.
Birbirinden farklı görüşler ve nitelemeler olsa da insanı insan yapan şey de bu ikili durumda ve imkânsızlıkta yatmaktadır. Bir başka açıdan bakacak olursak, eğer zaman sonsuzluksa mekân da bu sonsuzluğun sınırıdır. İnsan ise mekân içinde zamanı tanımlamaya ve sınırlamaya çabalar. Bu çaba ileri boyutta olduğu zaman bir mekanizmi ve kısır döngüyü doğurabilir. Ancak insan bir anlamda zamanı tanımlamak zorundadır. Lakin tanımladığı zaman paradoksal biçimde kendisinin prangaları olacaktır. |
Geleneksel bakış açısı İçin dünya dai insan da bir misal,bir ayet, bir işarettir. Bu aynı zamanda onun geçiciliğiyle ilgilidir. Onun gördüğü her şey aşkın bir bağlama sahiptir.Çünkü kendini içinde hazır bulduğu dünya veya âlem, insanın kendi imkân ve kabiliyetleriyle oluşturduğu bir dünya değildir. Dolayısıyla o içinde bulunduğu bu dünyadan hareketle, dünyanın ötesini anlamaya çalışır. Varlık ve oluş bu dünyadan ibaret değildir. Bu dünyanın aşkın anlamda öncesi ve sonrası vardır. Öyleyse insan, zaman ve mekân, sırf fizik ve matematik olarak açıklanamaz hatta kavranamaz.
Hilâfet ve risâletle başlayan bir insan, zaman ve mekân anlayışı, aşkın olanın tecellisi ve tezâhürüdür. İnsan zamanın ve mekânın halifesi olması itibarıyla ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Âlemin gözbebeği olan insan, varlığın her bakımdan en çok kendisinde tecelli ve tezâhür ettiği bir varlık olarak sırf dünyevi anlamda izah edilmesi onu eksiltir.
Oysa modern süreç en başta insanın, zamanın ve mekânın aşkın bağlamlarından koparıldığı bir dönemdir. İnsan halife olma özelliğini yitirirken bir hayvanın evrimleşmiş evresine indirgenmiş, zaman, mekanik anlamda dilimlere bölünerek tanımlanmış, mekân ise tamamen insan eliyle “yeniden yaratılmış”tır. İleri, geri, ilkel, medeni, vahşi, barbar gibi kavramlar yeniden kurgulanmıştır.
Modern zaman anlayışına göre, geçmişe ilkel diyen biri kendi yaşadığı zaman dilimini “cennetsi” olarak tanımlarken, geleneksel zaman anlayışına sahip birisi ise geçmişi “cennetsi” tanımlar, bugünü ve geleceği gittikçe kötü, barbar, cehennemsi olarak niteler. Rönesans’la başlayan tanımlanabilir, sınırlanabilir, çevrelenebilir zaman anlayışı ve onun doğurduğu mekanik mekân ve insanın zaman telakkisi, doğal olarak hayatının her anına yansır. Medeni takvimin gün anlayışı gecenin bir vaktinde başlar ve gecenin bir vaktinde biter. Oysaki güneş’in doğuşu, batışı ve hareketleri eksenindeki bir zaman anlayışı, farklı bir insan ve farklı bir mekân anlayışını da içinde taşıyacaktır. Bir Batılı için güneş’in batması gündüzün bitişi iken, bir Doğulu için günün bitmesi ve yeni bir günün başlamasıdır. Ya da bir Batılı için günün bitişi gece yarısı iken bir Doğulu için ikindi vaktidir. Hangi takvimin içinde yaşadığımız, hangi zamanın ve mekânın içinde yaşadığımızın da göstergesidir. Günü, ayı, yılı, saati, zamanı, vakti kendi belirlemeyen bir insan, başkasının belirlediği gün, ay, yıl, saat, zaman ve vakte göre yaşar. Böylece şimdiyi, geçmişi ve geleceği buna göre belirler.
Doğum ve ölüm idrâkinde daha berrak biçimde ortaya çıkar bu farklı bakış açısı ve anlama biçimi. Modern insan varlığa gelişini evrimci / rasyonel / seküler bir izaha – bağlarken, geleneksel insan manevi ve mucizevi bir izahla kendini aşan bir varlığa bağlar. Dolayısıyla modern insan “için bu evrimcilik bedenin ölümüyle sona ererken, geleneksel insan için bedenin vakti dolduğunda yeni bir süreç, yeni bir zaman, yeni bir hayat başlar. Birinde zamanla ve bedenle muallel bir zaman anlayışı diğerinde gerek başlangıçta ve gerekse sonda, zamanı aşan ve daha çok beden üzerinden değil ruh ve kalp üzerinden bakan bir anlayış söz konusudur. Bir başka deyişle, bedenin yaşlanması modern insan için yolun sonu iken, geleneksel insan için yeni bir yolun başlangıcı hatta bir zaaf değil, olgunluk ve kemal mertebesidir. Bu anlamda i insan bütünlük ve sürekliliktir.
” Modern zaman ve tarih anlayışına göre geçmiş; tarihin, antropolojinin, arkeolojinin konusuyken bugün sosyolojinin ve psikolojinin konusudur. Tıpkı geçmiş zaman gibi, geçmiş insan ve mekân da ilkel, gelişmemiş, vahşi, barbar ve olumsuzdur. Bundan dolayıdır ki modern insan, zamanı, mekânı hatta insanı kendi “yaratır”. . Yaratıcı insanın tanımladığı zaman, mekân ve insan gerçeklikle ilgili değildir. O herhangi bir temsil kabiliyetine sahip olmadığı için bir iz ve göstergeye hatta hafızaya sahip değildir. Yaratılan insanın “bireyselliği ve özgünlüğü”, zamanın mekanikliği ve mekânın hafızasızlığı ve yersizliği zorunlu olarak kurguyu ve görüntüyü doğurur. Artık bu bağlamda inşâ edilen zaman, kurgulanan mekân ve onun içindeki insan bir görüntü, bir imgedir.
Zamanla ilgili mekanikleşme, mekânın da anlamını yitirmesine, hafızasızlaşmasına ve suskunlaşmasına yol açıyor. Modern dönemde belki de mekân sustuğu için kelimelerimiz anlamsızlaşıyor. Marshall Berman, Marx’ın kapitalist toplum düzenini ve insan ilişkilerini en iyi biçimde özetlediği cümlesini kitaplaştırırken sanırım en çok da bu mesele üzerinde duruyordu: “Katı olan her şey buharlaşıyor.”
İnsan mekânı tüketirken aslında kendi anlamsızlığını ve mezarsızlığını hazırlıyor. Görüntü ve gösteri, görünenin üstünü öylesine örttü ki mekânla ilgili yanılgılarımızdan kurtulamıyoruz. Böyle olunca da tabiat susuyor. Dağ içine çekilmiş, uçurumuna gizlenmiş, rüzgâr kendi hüznüne saklanmış, su kendi soğukluğunda titriyor, ağaçlar bile yaprak yaprak ağlıyor. Duvarlarda ne ses izi var ne bir şiir ne de bir türkü. Minderlerin yerine koyduğumuz sandalyeler soğuk ve yalnız, artık kendini bile taşıyamıyor. Pencereler anlamını arıyor. Ne dokunan eller ne yansıyan süretler ne de bakışan gözler… Perdeler mahzun. Pencere önü çiçekleri bile yetim ve mânâsız. a, |
Görünen artık bir âyet, bir iz ve gösterge değil, sadece insanın ürettiğidir. Görüntü modern insanın, zamanın ve mekânın dilidir. Lakin burada bir dile sahip olmak dilsizliktir. Mekân zamansız, zaman mekânsızsa ortada bir dilsizlik var demektir. Dilsizliğin olduğu yerde ise insan konuşamaz hatta göremez. Çünkü insan tükettiği şeyi göremez. Kim bilir belki de şâirin de dediği gibi; “Konuşmaktan geçtik, susacak birini bile bulamıyoruz”. Oysa tabiat insanın kendini anlayabileceği, ifade edebileceği bir alan. Diger deyişle insan, zaman ve mekân içinde insan. |
Modern insan ölümsüzlük arzusuna rağmen “ölümsüzlük sorununu” halledemediğinin de farkındadır. Bundan dolayı da ölümsüzlüğü imgeler yoluyla aşmaya çabalar. Numen bağlamından kurtarılarak dünyanın mutlaklaştırılması gibi, insanın da dünya içinde mutlaklaştırılmasının ilkelerini oluşturmaya çalışır. Elbette bunun tarihte izlerini de arar. Modern öncesi dönemlerde de modern insanın tavırlarına benzer ölümsüzlük arayışları olmuştur. Mesela firavunların, kralların, yöneticilerin bedenin sürekliliğini sağlamak maksadıyla cesetlerini mumyalatmaları bu ölümsüzlük arzusuyla ilgilidir. Yine heykelin ortaya çıkışı, anıt mezarların görkemli yapıları da bu minvalde değerlendirilebilir. Modern dönemde ise özellikle resmetmeyle fotoğraf çekmenin, insanın ölümsüzlük arayışı ve bedenin sürekliliğiyle ilgisi olduğu göz ardı edilmemelidir.
Bu durumda fotoğraf, resim, heykel ekseninde insanı süret üzerinden sonsuzlaştırma çabasıyla; zihin dünyası, aklı, kalbi ve fikirleri üzerinden sonsuzlaştırma çabası birbirinin aynı değildir. İmge; süretin hatta iz, gösterge ve temsilin yerini alarak onun gerçekliğini iptal etmiş, bir bakıma simülatif bir gerçeklik ortaya çıkarmıştır. Bugün imgenin egemenliği matematik ve fizik düzlemi bile ortadan kaldırarak insanın süret gerçekliğini bile neredeyse anlamsız kılmıştır. Çünkü katı olan her şeyin buharlaştığı çağda, sürete indirgenen her şey de sanallaşarak, imgeleşerek, imajlaşarak buharlaşmıştır. Başka bir deyişle görünen her şey imgeleşerek ve görüntüleşerek buharlaşıyor. –
Öyleyse modern ressamın yaptığı portre veya doğa resmi gibi, modern fotoğrafçının çektiği portre ve manzara fotoğrafı da gerçekliği temsil etmez. Portre veya manzara herhangi bir tümelliği yansıtmaz. Çekilen bir dağ fotoğrafı ya | da herhangi bir manzara fotoğrafının bildiğimiz tabiatla bir ilgisi yoktur. Tıpkı çekilen portre fotoğraflarının bildiğimiz insanla bir ilgisinin olmadığı gibi. İnsan, zaman ve mekânın imgeleştiği bir dünyada görüneni değil, belirlediği, tanımladığı ve istediği biçimde gördüğünü çeker. Bu minvalde görüneni çekmek temsil niteliğini yitirmemiş varlığı
çekmektir. Ancak görüntüyü çekmek temsil niteliğini yitirmiş, kendi başına bir varlık iddiasında olan ama var olmayan bir imgeyi çekmektir. Belki de varlığı anlamak için evvela görüntülerden kurtulmak gerekiyor. Modern metafizik insanı, zamanı ve mekânı nasıl tanımyorsa modern düşünceye / sanata / kültüre göre; o insan, o
zaman, o mekândır. Bu kalıba uymayan insan insan olmadığı “gibi, zaman ve mekân da zaman ve mekân değildir. Bu durumda fotoğrafçı gördüğünü çekemez. Çünkü göremez. O sadece kendisine gösterileni gördüğü için onu yansıtabilir. Modern zamanın ve mekânın içindeki insan imgeler ve görüntülerle perdeli bir dünyada zorunlu olarak yaşar ve genellikle de bunun farkında değildir.
Modern anlamda bizâtihi fotoğrafın kendisi; gösterirken göstermeme, tanımlarken karıştırma ve tanımları bozma, bildirirken gerçekliğin üstünü örtme şeklinde tezâhür eder. Artık burada görme dış dünya ve görünenle ilgili değil, insanın zihniyle ve görüntüyle ilgili bir durumdur. Varlığı gerçekliğiyle göremeyen insanın, gördüğünü gerçeklik olarak kabul etme sürecidir bu bir başka bakımdan. Bu görme, metafizik veya aşkın bir görme değil, matematik ve fiziki bir görmedir.
Tam da burada fotoğrafın bir kadraj olduğu hatırlanmalıdır. Kadraj bir bakıma, tanım, sınır ve belirleme anlamına da gelir. Bundan böyle gerçeklik kadrajın içindedir. Sadece insan değil, zaman ve mekân da kadrajda gerçektir. Kadraj insanın gördüğü, görülmesini istediği ve başkasına görme ve görüntü vasıtasıyla dayattığıdır. Nitekim bu hengâmede neyi gördüğün artık önemli değildir. Zaten kadrajlar dünyasında onun dışında bir şey de görülmez. Ekranda görünenden ibarettir bütün gerçeklik. Bu durum bir süre sonra süretlerin görüntüsüyle sınırlı kalmayarak malumatla ve zihni olanla ilgili olarak da genişleyecektir.
Fotoğrafçı için zamanın ve mekânın içine girebilmek, zamanı ve mekânı fark edebilmek gerçekten kolay değil. Çünkü eşya ve hadiselere kendi gönül gözüyle değil, sırf kameranın gözüyle bakan fotoğrafçı zamanı da mekânı da göremez. Ama fotoğrafı bir hafızanın ışığında, bir geleneğin sürekliliğinde çeken fotoğrafçı için zaman ve mekân kendini idrâk ettiği, fotoğraf ise zaman ve mekânla birlikte kendini ifade ettiği bir araç hâline gelir. Gerçekten de bu bilinçle, fotoğrafla bir zamanın ve mekânın içine gireriz. Ya da fotoğrafla bir zamandan ve mekândan çıkarız, hatta zamanı ve mekânı alır kendimize getiririz. Bundan dolayıdır ki tarihi olmayan insanın zamanın içine girmesi mümkün değildir. Diğer taraftan bir insan durumunu, bazen bir fotoğrafta kendi akıcılığı içinde görürüz. Bu anlamda fotoğraf zamanın bizâtihi kendisi olur. Geçmiş, an ve gelecek aynı anda tecelli eder, aynı kadrajın içinde görünür. Gelişler, bekleyişler ve gidişler bir karede hafıza olur. Belki de fotoğrafı bu denli zamana ve mekâna tutunduran şey, son yüzyılımızdaki savaşların ve ölümlerin pervasızca ve anlamsızca çokluğu ve buna rağmen inadına vahşice süren tüketim kültürüdür. İnsanı bunaltan, tıkayan, nefessiz bırakan sosyal olayların acımasızlığı, bizim gözümüze ve gönlümüze perde olmaya devam ediyor. Belki de bunun için fotoğrafı zamana ve mekâna dâhil edip sonsuzlaştırıyoruz. Ya da zamanı ve mekânı fotoğrafa onu sonsuzlaştırma kaygısıyla eklemliyoruz. Sonuçta fotoğraf, içinde bulunduğumuz ya da dışında kaldığımız zamanın ve mekânın da görüntüsü ve kaygısıdır. Bir çocuk fotoğrafını çekip geleceğin fotoğrafını çektiğimizi hissettiğimizde ya da yaşlı bir insanın fotoğrafını çekip geçmişin, geleneğin ve hikmetin fotoğrafını çektiğimizi bildiğimizde o an zamanın fotoğrafını çektiğimizi söyleyebiliriz. Yine zamanı, tarihi bir mekânın fotoğrafını çektiğimizde çok daha iyi hissederiz. Süleymaniye’yi veya Ayasofya’yı çeken bir fotoğrafçı yalnızca bir mekânın değil, aynı zamanda tarihin ve geçmişin fotoğrafını da çekmiş olur. İnsanın mânâsıdır zaman ve mekân. İnsan, zaman ve mekân içinde bir varlık ve âidiyet hisseder. Zamana ve mekâna yabancılaştıkça boşluğa düşer. Mekân altından, zaman ruhundan / üstünden kayar ve insan kendini içinde yaşadığı dünyaya atılmış / bırakılmış hisseder. Son dönem – sosyologlarının mekânsızlık-evsizlik dedikleri hadise gerçekte zamana ve mekâna yabancılaşan insanın içinde bulunduğu ruh hâlini yansıtmaktadır. Belki de bunun için tarihi bir evin önünde, bir caminin taş duvarında büyük travmalar, paradokslar yaşarız. Bu anlamıyla insanın nostaljik tutumu, geçmişi ilkele mahküm ederek yok etme olarak da nitelenebilir. Modern metafizik bizi yalnızca “tanrısız”, “aşkınsız” bırakmadı; aynı zamanda zamansız, mekânsız, evsiz, yolsuz bıraktı.
Oysa bu zamanın ve mekânın belki misafiridir ama yabancısı değildir insan. Belki kimliksizliğimiz ve evsizliğimiz bizi misafir / yolcu olmaktan çıkarıp “yabancı” hâline getirdi. Mekânla ve zamanla bir âidiyet duygusu içinde değilse insan, bir gelen-ek ve hikmet de üretemez. Sırf ruh hâlini yaşadığı için bu kez kendine de yabancılaşmaya başlar ve işte o zaman zamansızlıkta ve mekânsızlıkta savruk bir “tip” olarak sonunu bekler. O zaman ise onu tatmin edecek tek şey romantik bir nostaljidir. Modernite’nin evsizlik / kimliksizlik hâlini kendi “Hira”sına çekilerek yaşayan insan, yeniden bir âidiyet bilinciyle içinde yaşadığı topluma dönemediği zaman ise ortaya çıkacak olan sadece “hiçlik” – tir. Öyleyse zamana, mekâna ve insana dönmek gerekiyor. İşte hafızası olan fotoğrafçıyla içinde yaşadığı zaman diliminde âidiyet ve kimlik problemi yaşayan fotoğrafçı arasındaki en temel fark budur. Hâsılı fotoğraf araç olan yolu, yolculuğu ve yolcuyu mutlaklaştırmamaktır. Ve ancak hafızası olan fotoğrafçı zamanın fotoğrafını çekebilir…
Bugün artık görüntü tekniğin değil, sosyolojinin konusudur. Neyin görünüp görünmediği veya neyin görülüp görülmediği teknik bir mesele değil, sosyolojik hatta psikolojik bir meseledir. Dolayısıyla gerçeklik görelidir. Bu durumda gerçeklikten söz etmek de yersizdir. Görüntünün gerçeklik diye bir derdi ve kaygısı yoktur. O zaman görünen algı, imaj ve pragmatik anlamda bir mânâ taşır. Görüntüyü üretenin tercihi belirler gerçekliği. Bundan dolayıdır ki onun bir zaman ve mekân zemini olmaz. Çünkü sadece insanı değil, zamanı ve mekânı da görüntüleştirmektedir. Biz onun doğallığını değil, “yaratılmış / üretilmiş hâlini” görmekteyiz. Mesela bu anlamda modern şehirler; ışıkla, matematikle ve mekanik bir fizik anlayışıyla üretilmiş maketlerden, yani görüntülerden ibarettir. Gece veya gündüz o şehre baktığınızda kurgulanmış bir maket, üretilmiş bir görüntü görürsünüz. Öyleyse çektiğiniz bir şehir fotoğrafı gerçekliği yansıtmaz.
Diğer taraftan zaman ve mekân hafızasızdır. Bu yönüyle görüntü aynı zamanda bir hafıza yitimidir. Sayısallaşan zaman ve mekân sıradanlaşarak, sekülerleşerek mekanikleşir, hafızasını yitirir ve görünmez hâle gelir. Hayat adeta bir klipten farksızdır. Görünenin en önemli özelliği ise hafızasıdır çünkü.
Bu hususta birbirinden önemli paradokslar da ortaya çıkacaktır. Mesela görmediğine inanmama iddiasında olan modern insan, görüntü vasıtasıyla gerçekliği olmayan bir şeylere / şeye inanmaya başlar. Hakikatte bu bir bakıma görmediğine inanmanın başka bir biçimidir. Çünkü görüntüyü görme imkânı yoktur. Bunu Hz. Ali veya Hz. Ebubekir’e atfedilen “Görmediğim Allah’a inanmam” veya “Hiçbir şey görmedim ki önce Allah’ı görmemeyim” sözleriyle mukayese ettiğimizde konu çok daha iyi anlaşılabilir.
Burada asıl önemli tehlikenin ise geleneksel olanın muhafazakârlaşarak sekülerleşmesi ve görüntü hâline gelmesi olduğunu belirtelim. Modern süreçle karşılaşan ve kendi bağlamını kaybeden geleneksel insan, tıpkı geleneksel zaman ve mekân gibi görüntüleşerek temsil niteliğini kaybediyor. Geleneksel insan, zaman ve mekân gittikçe nostaljinin mevzuu hâline geliyor. Modern kentlerde kurulan ramazan sokakları ve panayırlarda padişah kıyafetiyle fotoğraf çektirmek sözünü ettiğimiz hususun en temel iki göstergesidir. Yine kitapçı veya hediyelik eşya mekânı hâline getirilen medreseler, kermes veya sergi salonu hâline getirilen hamamlar, büfe hâline getirilen çeşmeler, kafe hâline getirilen tarihi mekânlar, seyirlik hâle getirilen dini mekânlar ve ibadetler, turistik bir seyahate dönüşen hac ve umre ziyaretleri mekânın yersizliğinin ve hafızasızlığının, bir başka deyişle görüntüleşmesinin en somut göstergeleridir. Bunun gibi ezan, namaz, zekât, hayır yapmak, sadaka vermek artık bir görüntü ve görünme unsurudur. Kurban ve Ramazan Bayramı sadece tatil aracıdır.
Bu durumda imgeleşenin veya görüntünün fotoğrafını çekmekle çekmemek arasında bir fark yoktur. Varlığa geleneksel açıdan bakan bir insan için fotoğraf, ancak bir iz ve gösterge olduğu sürece bakmaya, görmeye yardım edebilir. Bu anlamda fotoğraf, bir hafızaya katkıda bulunduğu gibi, araç olarak da bir işleve sahip olabilir. Ancak bunun için de modern anlamda imge ve görüntüyü çok iyi anlamak, görünenin iz ve gösterge bağlamını yeniden bir üst ilke çerçevesinde yerine ikame etmek gerekir. Böylece fotoğraf, video ve resim bir yaratım aracı olarak değil, bir iz ve gösterge aracı olarak kullanılabilir. Buna da öncelikle görenin kamera olmadığı, insanın gözünün de ötesinde onunla beraber aklıyla / kalbiyle gördüğü fikrini esas alarak başlayabiliriz.
Reyi ve nazarı olmayan; insana, zamana ve mekâna, hatta eşya ve hadiselere bakamaz. Bakamadığı için de hem bilemez hem de göremez. Bilmeyle görmeyi birbirinden bagımsızlaştıran modern düşünce, görmeyi akıldan ve varlıktan göze indirgeyerek süreti asıl varlığından kopardığı gibi gözü de insandan koparmıştır. Çünkü artık gören göz degil kameradır, gösteren insan değil fotoğraf veya videodur.
– Rey ve nazar sahibi olmayan bir insanın mârifet ve müşâhede mertebesine geçmesi elbette düşünülemez. Bugün modem insanın imgeler üzerinden oluşturduğu “metafizik”, kalıcı hiçbir şey bırakmıyor. Sadece fotoğraf veya resim ya da sinema değil, modern bakış açısıyla yazılan herhangi bir metin bile kalıcı hâle gelemiyor. Çünkü o da görüntünün egemenliğinden, görüntüleşmekten kendini kurtaramıyor. Bütün fotoğraflar, bütün filmler, kısacası bütüri görüntüler aynılaşıyor, düzleşiyor ve sıradanlaşıyor. Sıradanlaşan ve aynılaşan bir şey görünmez hâle gelmiş demektir. Bu durumda bir bakmadan ve görmeden söz edilemez.
Fotoğraf, resim veya sinema; “gerçekliğiyle” buluşmadığı sürece ortaya koydukları sadece görüntülerden ibarettir. Görüntü ise yapaydır, geçicidir ve gerçekliği yoktur. Görüntü görüneni temsil etmez. Sıradanlaşan, düzleşen insanın, zamanın ve mekânın fotoğrafı çekilmez. Çünkü görüntü yüzsüzdür. Görünmesi için görüntüyü görüntüden kurtarmak gerekir.
Yunusla bitirelim
Senünle birligüm senden ırılmaz .
Hayat senünledür sensüz dirilmez
Gözüm içinde sensin bile bakan
Eğer sen bakmasan yolum görinmez
Yunus imdi sen Hakk’a ir
Dün ü gün gönlün Hakk’a vir
Gönül gözü görmeyince
Bu baş gözü görmeyiser
Dursun Çiçek – Fotoğrafın Ötesine,syf:210-221