…
Osmanlıların kozmopolit bir sosyal yapı içinde karşıt epistemik toplulukları barış içinde bir araya getirme başarısının arkasında yatan öğelerin ontolojik, epistemolojik ve metodolojik seviyelerde yaptıkları tercihler olduğu söylenebilir. Osmanlı ameli incelerken’Mutezile mezhebinin özcü yaklaşımının yerine Ehl-i Sünnet mezhebinin ilişkisel yaklaşımını seçmiştir. Mutezile mezhebi, saltanattan tarihçiler tarafından “fikri çile ve zulüm devri” (mihnet) olarak adlandırılan bazı Abbasi halifeleri tarafından benimsenmiştir.
Özcü Mutezile âlimleri araştırma konusunun özünün bir olduğu için gerçeğin de bir olması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Buna bağlı olarak da sonuçta Ehl-i Sünnet mensubu karşıt görüş taşıyanlara karşı arkalarına devleti de alarak bir savaş başlatmışlardır. Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed ibn Hanbel ve diğerleri bu zulüm dönemi sırasında çok eziyet çekmişlerdir. Zulmün nedeni, bence Mutezile okulunun özcü dünya görüşünde yatmaktadır. Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasındaki gerginliği hukuk ile etik değerlerde iyi (hüsün) ve kötü (kubuh) sorunsalını örnek olarak alıp açıklamaya çalışacağım.
İyi ve kötü sorunsalı eskiden beri hem ilahiyatçılar (mutekel-limûn) hem de hukukçular (fukaha) arasında tartışma konusu olmuş ve arada sırada da sosyal çatışmalara varan ateşli tartışmalara neden olmuştur. En önemli soru iyi ve kötünün doğal olup olmadığı ya da ilahi kudret tarafından belirlenip belirlenmediği sorusudur. Aklımızı kullanarak neyin iyi neyin kötü olduğunu bulabilir miyiz yoksa bize neyin iyi ve neyin kötü olduğunu söyleyecek ilahi bir vahye mi ihtiyacımız var? Bu sorular etrafında üç ana yaklaşım gelişmiştir.(1) Bu yaklaşımların bakış açılarına kısaca değineceğim.
Birincisi, iyi ve bilgisinin özsel, fakat uygulamasının göreceli olup vahye tâbi olduğunu iddia eden Maturidi mezhebidir.
İkinci yaklaşım, aklın iyi ve kötünün belirlenmesinde hiçbir rolü oynamadığını savunan Eşariler tarafından temsil edilir; bu görüşe göre iyi ve kötüyü herkes kendi aklıyla bulamaz, aksine iyi ve kötüyü vahiy belirler.
Üçüncü yaklaşım ise, iyi ve kötünün doğal ve özsel olduğunu ve dolayısıyla vahiy rehberliği olmaksızın akıl tarafından ortaya çıkarılabileceğini savunan, Mutezile olarak da bilinen rasyonalist İslam ilahiyatçıları tarafından temsil edilir.
Ehl-i sünnetin iki kolu olan Maturidi ve Eşari mezheplerinin her ikisi de iyi ve kötünün pratiğinin göreceli olduğunu kabul ederler. Dolayısıyla Sünni âlimler iyi ve kötünün olasılıklar alanına girdiğini, rasyonel zorunluluklar alanına girmediğini öne sürmüşlerdir. Bu yaklaşıma göre, rasyonel olarak, bir davranışın kesinlikle iyi veya kötü olduğu yargısına varılamaz çünkü her iki olasılık da kimilerine inandırıcı gelebilir. Ancak vahiy rehberliğinde kesin olarak neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verebiliriz. İyi ve kötünün ontolojik açıdan olasılık özelliği taşıması bizim, dinin de yardımıyla, ahlâki ve normatif yargılara ulaşmamızı engelleyecek bir etken değildir.
Sünni görüşünün tersine Mutezile iyi ve kötünün doğal, özsel ve evrensel olduğunu öne sürmüştür. Bu görüşe göre iyilik ve kötülük ontolojik seviyede olası değil özsel özelliklerdir; dolayısıyla rasyonel zorunluluklar alanına girerler; akıl kesin bir zorunlulukla ve evrensel seviyede bir davranışın iyi mi kötü mü olduğunu çıkarır. Ve sonrasında da tıpkı diğer bütün rasyonel açıdan gerekli bilgiler gibi bu kesin bilgi herkes tarafından paylaşılmalıdır. Eğer bir karşı çıkma olursa bu rasyonel düşünceden kaynaklanıyor olamaz ve reddedilmelidir.
Ontolojik ve epistemolojik açıdan bakıldığında hem Ehl-i Sünnet hem de Mutezile varoluşun iki seviyesi olduğunu kabullenir: zorunlu varlıklar ve mümkün varlıklar.(2) Ancak aralarındaki çizgi tartışmalıdır. Ehl-i Sünnet hukuksal işlemlerin Sosyal ilişkilerin olasılıklar alanına girdiğini düşünür, dolayısıyla aklın tek başına yargısının kesin olamayacağını iddia der. Aksine, Mutezile iyi ve kötünün olasılık özellikleri taşımadığını savunur ve dolayısıyla insanın aklını kullanarak vardığ1 normatif yargıların kesin olduğunu iddia eder. Bu yargılar, eğer bir din varsa vahiy yoluyla da teyit edilebilir; eğer bir din yoksa, insanlar iyiyi kötüyü ayıracak donanıma doğal olarak sahiptirler. Sünni yaklaşım, fizik ve sosyo-kültürel dünyalar arasında bir ayrım yapar, ancak Mutezile için doğal ve sosyal dünyalar arasından ayrım yoktur. Mutezile görüşüne göre her iki dünyada da akıl rasyonel açıdan kesin olarak ispat ve teyit edilebilecek yargılar üretir. Ancak, Sünniler normatif bilginin evrensel boyutta mutlak kesinlikle sadece rasyonel yolla elde edilebileceği görüşünü reddederler.(2)
Eğer fiziki ve sosyal dünyaların birbirinden farklı olmadığını kabul edersek bunları araştırmak için kullanacağımız yöntemsel yaklaşımla haklarında edineceğimiz bilginin kalitesi de aynı olur. Bu Mutezile yaklaşımıdır. Öte yandan, fiziki evrenin sosyal dünyadan farklı olduğunu varsayarsak, o zaman onları keşfetmek için kullandığımız yöntem ve edindiğimiz bilgi de aynı olmayacaktır.
Mutezile açıkça görüldüğü gibi dünyanın ve bilimin birliğini Ehl-i Sünnet ise dünyanın çeşitliliğini ve bunu keşfederken farklı araçlar kullanımını savunmuştur. Ehl-i Sünnet ontolojik ve epistemolojik seviyede ilahiyatın da yardımıyla mutlak bir kesinlikle bilebileceğimiz şeyler olduğunu öne sürer, ancak sosyal ilişkiler ve insanların davranışları üzerine normatif yargılarda bunu imkansız görür. Hukuk ilmi rasyonel ve bilgiye dayanan varsayımlar ve mantıksal olasılıkların bilimidir.Çünkü olasılıklar alanını inceler. Ehl-i Sünnet’e göre normatif açıdan sosyal dünyada salt rasyonel yaklaşımla hiçbir şey kesin değildir. Yine de hukuki ve ahlâki bilginin varsayımsal doğası pra tikte “geçerli” kabul edildiğinde bağlayıcı gücünü sarsmaz.(3)
Mutezile, hem fiziki hem de sosyal dünya rasyonel olarak ve belli bir kesinlikle bilinebildiğine göre, rasyonel araştırmanın iki alanda da her Müslüman’m yükümlülüğü olduğunu iddia eder. Bu bakış açısından bir kelam ya da fıkıh mezhebine taklit yoluyla bağlılık büyük günah olarak görülüp reddedilir. Ancak Ehl-i Sünnet’e göre her insan için rasyonel araştırma sadece ilahiyat alanında mecburidir, ancak hukuk alanında müçtehit âlimlerin taklidi dini açıdan caizdir.
Aynı şekilde, Mutezile açısından gerçek dinin var olmadığı bir dönemde insanlar bütün davranışları ve ahlâki yargılarından sorumludurlar, çünkü bunlar insan aklının ulaşabileceği konumdadır. Öte yandan, Maturidi yaklaşımına göre kendilerine vahiy ulaşmayan insanlar akıllarını kullanarak sadece Allah’ın varlığını ve birliğini keşfetmek zorundadırlar.Çünkü bu insan aklının kesinlikle bilebileceği en yüksek şeydir. Ayrıca, yine aynı yaklaşıma göre insanlar ahlâki ve hukuki açıdan da sorumlu değillerdir çünkü sadece aklını kullanarak insanın ahlâki ve hukuki kıstaslara ulaşamayacağına inanılır.
Mutezile bakış açısından, doğal ve sosyal dünyalar arasında ayrım olmadığına göre her ikisini de kesinlikle bilebiliriz. Buna bağlı olarak, doğal ve sosyal dünyalarla ilgili, Kuran gibi vahiy yoluyla gelmiş metinler insanlığa, rasyonel araştırma sonucu ya zaten ulaştıkları ya da ulaşabileceklerini teyiden, Allah’ın hükmü hakkında bilgilendirme amacı taşır.
Dolayısıyla Mutezile vahiy yoluyla gelmiş kutsal metinlerin ve peygamberlerin görevinin bilgilendirme olduğunu öne sürer(ihbar)- Ancak, Ehl-i Sünnet sosyal dünya hakkındaki açıklamalarının edimsel (inşâî)26 olduğunu yani Allah’ı razı etmek için sosyal dünyanın belli bir şekilde oluşturulması amacını güden emirler olduğunu kabul eder. Mutezile için vahiy ve dolayısıyla Kuran bize bütün insanların rasyonel düşünceyle keşfedebilecekleri türde bir bilgi sağlar. Ehli Sünnete göre dini hukuk kuralları akıl yoluyla anlaşılır olsalar da muhtemelen salt akıl tarafından keşfedilemezler.
Osmanlılar Sünni görüşü benimsemişler ve bu farklı düşünce ve hukuk okullarından birbirleriyle çatışabilecek Müslüman gruplar arasında barışçıl ilişkilerin ortaya çıkmasına yardımcı olmuşlardır. Bu yaklaşımın özünde sosyal ve normatif alanın (şeriat) olasılıklar alanı (mümkinât) olduğu görüşü yatar. Sonucunda, bir seviyede, pratik fıkıh farklı yorum ve uyarlamalara açık varsayımsal (zatini) bir ilim olarak görülür.
Bu ontolojik ve epistemolojik yapılar, Osmanlılar arasında farklı hukuksal ve normatif sistemlere karşı gözlenen sosyal hoşgörünün kültürel temeline katkıda bulunan ana faktörler olarak görülebilir. Osmanlı toplumu millet sistemi içinde alternatif ya da birbirini dışlamayan paralel kültürel dünyalardan oluşmuştur. Osmanlı sosyal dünyası birbirleriyle aslında çatışabilecek görüşlerin bir arada var olmalarım mümkün kılan çok katmanlı bir dünyaydı.
Bu çok katmanlı dünya görüşü Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle yıkıldı. Yerini yenilikçi Osmanlı sultanlarının 19.cu yüzyılın ikinci yansında modernleşme sürecinde benimsedikleri olgucu bilim kültürünün tek katmanlı bir dünya görüşü aldı.
Modernleşme, merkezi bir eğitim sistemi aracılığıyla düşünce, kanun ve ideolojileri standart hale getirme çabasıyla özdeşleşmiştir. Sonucunda, birçok epistemik toplum barındıran çok katmanlı kültür, devlet eğitiminin yaygınlaştırılmasıyla tek bir katmana indirgenmiştir. Kapalı bilim modeli, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da daha sonra kurulan devletler tarafından kapalı bir toplum anlayışı ile birlikte benimsenmiştir.(4)
Dipnotlar:
(1)-Gerçek örneklere birebir uymasa da Weber yöntemine uygun “ideal tiple kurmaya çalışacağım. Bu üç yaklaşımı tanımlarken yer darlığından birtakı spekülatif genelleştirmeler yapmam gerekecek. Bu konudaki ayrıntıların,çeşitliliğin ve bu üç yaklaşımın açılımının, daha derin çalışmalar gerektirdiği ortadadır. Ancak buradaki tartışmanın ana hedefi fikıhtaki özcü ve ilişkisel bakış açılan arasındaki gerginliği okuyucuya nakletmektir.
(2)-Kainat iki kategoriye ayrılır: Varlığın zorunlu varlıklar (vâcib’ül-vucûd) ve varlığı olası varlıklar (mümkin’ül vucûd). ilki Allahla temsil edilir, geriye kalanların varlık kazanması ise şartlara bağlıdır. Bu ontolojik düzeydedir. Epistemolojik düzeyde ise bilgi iki kategoriye ayrılır, gerekli ve olası. Ilkı rasyonel olarak katiyetle ispatlanabilir ve mantık olarak gereklidir İkincisi için bunlar geçerli değildir.
(3)-Sünniler ve Mutezileler arasındaki tartışma sosyologlar arasındaki paralel bir tartışmaya benzer. Sosyologlar da fiziksel ve sosyo-kültürel dünyaların farklı ele alınıp alınmaması gerektiği hususunda iki gruba ayrılmıştır. Olgucu sosyologlar doğa ve toplum arasında bir fark olmadığını iddia ederken idealist sosyologlar farklı olduklarını söylerler.
(4)-Yukarıda değinildiği gibi, Victoria R. Holbrook, edebiyat alanında Osmanlı mirasının aynı topraklarda daha sonra kurulan devletler tarafından benimsenmediğini gözlemlemiştir. Aynı gözlem sosyal bilim ve sosyal sistem içinde geçerlidir.
Recep Şentürk- Açık Medeniyet
İz.Yay.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…