Feth’in 7 Harikası
Büyük fethin siyasi değerinin altında barınan derin manasının yani hikmetinin (sagesse) yanında, dış manzarası cidden küçük ‘kalıyor. İstanbul alınmış, Bizans’ın baş tacı olan belde Türkleştirilmiş, Asya’dan kopup gelen bir millet Avrupa’nın büyük kapısının bekçiliğini ele geçirmiş. Islâm medeniyeti. Hıristiyan dünyasile karşı karşıya gelmiş, tarihte yeni bir devir başlamış, bütün bunlar, bu zaferler ve bu inkılâplar fethin ruh dünyasında yarattığı harikaların yanında sönük kalmaktadır. Ruhlardaki inkılâp, fethin asıl hikmetini teşkil ediyor. Zira bu inkılâbın kahramanı, sadece kılıçların fatihi değildir; o ilimle, imanile dimağların ve kalplerin fatihi olmuştur.
Fatih’in en büyük eseri olan ruhlardaki bu inkılâp, henüz safiyeti bozulmamış bir ırkı sonsuzluğa yönelten ruh kudretlerinin hepsini getirdi. Milletimizi sayısız ruhî servetlerin varisi yaptı. Ruhların tarihindeki seyri değiştirdi. Biz fethin getirdiği harikalardan yedi tanesini kaydedeceğiz:
Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmiiki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma karan, bu dev iradesi, Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tereddüt; ne yeis, ne de korku. O artık dünyalardan da kuvvetlidir. İstanbul alınacaktır, mutlaka alınacaktır. Çünkü Allah’tan müjde gönderilmiştir. İman kuvveti tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. Bu hâdisede Cebrail’in yerinde Akşemseddin’igörüyoruz.
Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin felsefe temeli ruhçulukdur (spiritualisme). Orta Asya’dan Anadolu kıyılarına kadar akıp gelen istilâcı realizm, Malazgirt kapılarında idealizme yerini terketti. Kesilen kafalarla kule yapma hırsı, gönüller sultanı Alparslan’da yerini kazanılan kalplerden kale yapma aşkına bıraktı. İslâm idealizmi, Asya’nın putperest realizmine galebe çaldı. Bu zamana kadar göğüslerinde hançerden başka bir şey taşımayanlar, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra kılıcı da kalplerin futühatı için vasıta olarak kullandılar. İslâm spirtualizmini, birkaç sarsıntı devrinin üstünden sıçrayarak, tıpkı Peygamber’in getirdiği ruhla, Osmanoğullarını yeniden yaşattılar.
Fetih, doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın kapısı olacaktı. Fatih Mehmet, buradan Asya’ya bir aydınlık asrı getirebilecek insandı. Yüksek âlim şahsiyeti, yaratıcı dehasile ilimlerde ve san’atlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü bu şehirden başlatabilirdi. Molla Hüsrev’lerin, Molla Zeyrek’ lerin, Hocazâde’lerin eliyle Fatih külliyesini Bizans’ta ilk İslâm üniversitesi olarak açan Padişah, mütefekkirler arasında yaptırdığı İlmî münakaşalarla işe başlamıştı. Bunlardan Molla Zeyrek’ le Hocazâde arasında kendi tertiplediği Tehafüt münakaşası bir hafta sürdü. Bizzat kendisinin takip ettiği bu münakaşayı, filozoflara karşı îmamı Gazali’yi iltizam eden Hocazâde kazandı. Fikir hürriyetinin kudretli koruyucusu, Hocazâde’yi takdir etti ve bu fikirlerini bir eser halinde neşretmesini söyledi.
Topkapı Sarayı’ndan başlıyarak Türk dünyasının İstanbul’da yeni bir san’at idealine kavuşacağını müjdeleyen rönesans sultanı batıdan MastoriParli, Matheos Bellini gibi şöhretli sanatkârları getirtti. Cem Sultan babasına varis olsaydı, Sinan asrına basamak olması lâzım gelen bu hazırlık devri, Türk-Islâm dünyasının Giotto’larını, Mazoccis’leriniAndrea del Sarto’larını yetiştirebilirdi. O zaman bunlarla Leonardo de Vinci’ler, Michel-Ange’in doğudaki muhteşem rakibi Sinan’a el vereceklerdi.
Hüdavendigâr’la Yıldırımlar’ın başlatığı Anadolu’nun millî birlik dâvası, Fatih’in kabzasına Allah adı yazılı kılıncile tamamlandı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu rönesansasnnda bir olan Allah idealine bağlı İslâm spirtualizminin temelleri üstüne kuruldu. Birliğin muhafazasına muktedir, otoriteli devlet prensibi, bütün ruhî ve ahlâkî zaafların sığınağı olan Yahudi rejimlerine yerini terkedinceye kadar, cihan tarihinin en büyük Türk-İslâm devleti Anadolu’da hâkim yaşadı. Ancak aklın otoritesi yerini içgüdülerin hürriyetine bırakmaya mecbur olduğu zaman Ulu Devlet parçalanacaktır.
Manevî iktidarın önünde eğilen Fatih, maddî kudretlerin hepsine diz çöktürmenin halkı Hakk’a götürecek tek yol olduğunu ilimle, imanile kavrayan bir devlet dahisi idi. Bu görüşe sahip olmayan oğlu Beyazıd’ın ahlâkî şahsiyeti dahi devlette ilk tehlike belirtilerini yok edemezdi. İslâm dünyasının masonları demek olan Şiilere karşı Yavuz Selim imdada yetişmeseydi, Anadolu Türkü İslâm idealizmini Avrupa’nın ortasına kadar götüremiyecekti. İlk çağın Yunan dünyasını yıkıp çökerten ayağa düşürülmüş iktidar ideal olduğu zaman, hak ve adalet prensiplerini okuyan Yıldırım’larla Fatih’lerin, Yavuz’ların güneş devleti hırsların oyuncağı olacaktı.
Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlâk idealinin usanmaz hizmetkârı olan bir hanedanın, bütün mânasile büyük olan bir sülâlenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu, fethettiği şehrin yeni açılan külliyesinde, bu külliyenin müderrisleri talimata uygun bulmayarak reddettikleri için, kendisine şerefe bahşişi diye istediği bir küçük odaya bile sahip olamamıştı. Vazifesini suistimal ettiği için kolunu kestirdiği bir Rum duvarcı tarafından hakkında dâva açılarak hâkim huzurunda alelâde bir fert gibi ayni ceza ile hükümlenen Hükümdar, cihad yolunda Hulagü’leri değil, en büyük Islâm idealisti Ömeru’l-Faruk’u kendisine örnek almıştı, işte bu adalet iktidarı, Rum cemaatinin kendileri için ayrı mahkeme kurulması hususundaki isteklerini, Fatih’in hâkimlerini dinledikten sonra, yine kendilerine geri aldırttı. Bu, adaletin Hattâbın oğlundan beri görülmemiş zaferiydi.
II. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasî dehasile birleşen affu rahmet, fethin en emin bekçisi oldu. Bu şehir Hatemü’l- Enbiya’nın ruhundun kopup gelen affu rahmetle dolup taşmadan tam mânasileTürk’ün olamazdı. Ayasofya’nın kubbesinin üstüne konulan Bizans kızıl elması rahmet nurile aydınlanmadan ebedî kalamazdı. Genç Fatih’in kalbi kadar büyük dehası, mağrur ve mağlup Bizans’ın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi oldu. Batan medeniyet merkezinin perişan halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selâmet sundu. Onlara her hususta serbest olduklarını, hattâ isterlerse camilerimizin duvarına bitişik kilise yaptırabileceklerini ilân etti. Bu hareket ile,kendisini öven büyük Peygamberin izinden yürüyordu. O Peygamber ki Mekke’yi fethettikten sonra İlâhî beldenin valiliğini, biraz önce kendisine diş bileyen Attâb İbni Esid’e vermişti, bu kalp harikasının meftunu olan II. Mehmet de, Hz. Muhammed gibi davranırken Peygamberinin yolunda yürüdüğünü isbat ediyordu. Kalbin harikası eseri ebedileştirdi. Fetihten sonra Bizans’tan Türkleri atmak gayretile Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlanıyordu. Onu Bizans’ın Fatih’i mi karşılayacaktı. Hâdise, kalpler Fatih’inin kalbine kâbus mu çöktürecekti. Hayır. Allah’ın evini koruma işini sahibine bırakan Peygamber ceddi gibi, fetholunan beldenin korunmasını da o, gerçek sahibine bıraktı. Haçlı hazırlığından Bizans halkı telâşlandı. Paris’e gönderilen piskoposlar, orada hazırlanan yeni haçlı ordusunun önüne durdular. “Hayır, hıristiyan kardeşlerimiz” dediler, “bizi kurtarmağa gelmeyin. Biz Türk hükümdarı ile pek iyi anlaştık, sizi istemiyoruz.”
İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedî olmak isteyen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Hepsinde “insanla Allah’ın terkibi olan hareket” insanüstü bir âleme uzanıyor. Bu yedi harikadan, daha yedi asır geçmeden elimizde kalan, sadece bu şehrin sakladığı bir tabiat harikasıdır.
Nurettin Topçu,Büyük Fetih