Bizim “ferdiyetçilik”ten anladığımız şey, ferdiyetten üstün her nevi prensibin ret ve inkâr edilmesi, müteâkiben de medeniyetin her sâhada sâdece beşerî unsurlara ircâ edilmesidir. Rönesans devrinde “hümanizm” adıyla ifâde edilen de budur. Bu aynı zamanda profan görüş noktası dediğimiz şeydir. Neticede bu değişik isimler aym şeyi ifâde ederler. Bu profan zihniyet ise antitraditionnel (an’anedin karşıtı) zihniyetle iç içedir. Bu da bütün modern temâyülleri hülâsa eder.
Batının hâlihazır çöküşünü tâyin eden sebep târif ettiğimiz şekliyle “ferdiyetçilik”tir. Inkişâfı beşer-üstü hiçbir unsurun müdâhalesini gerektirmeyen beşeriyetin en aşağı imkânlarının geliştirilmesinde motör rolünü oynamıştır. Ferdiyetçilik her nevi mâneviyâtın ve hakîkî irfâmn tam zıt kutbunda olan imkânları kullanmıştır.
Evvelâ “ferdiyetçilik” kalbî sezginin reddini gerektirir, çünkü kalbî sezgi ferdiyet-üstü bir melekedir ve kalbi sezginin sâhası olan bilgiyi yâni mârifeti yâni tabiat-üstünü (metafiziği) reddetmektedir. Modern filozofların metafizik dediği şeyin hakîkî metafizikle zerrece alâkası yoktur. Bunlar hayâlî faraziyeler ve aklî birtakım inşâlardan ibârettir. Hepsi ferdî şeylerdir ve mevzüun büyük kısmı da tabiatla (fizikle) ilgilidir.
Filozoflar için bahis mevzüu olan şey, hayâli ve sun’î bile olsa ortaya problem vazetmektir; bunları çözmek bahis mevzüu değildir. Bu da araştırma için araştırma yapmak husüsundaki düzensiz ihtiyâcın görünüşlerinden biridir. Yâni bedenî sâhada olduğu kadar zihnî sâhada da boşu boşuna çabalama.
Bu filozoflar için aslolan isimlerini bir sisteme yâni hudutlu ve dar bir teoriler bütününe, yalnız kendilerine âit ve yalnız kendilerinin eseri olan, bir sisteme mâletmektir. Bundan da, her ne pahâsına olursa olsun orijinal olmak arzusu doğmaktadır. Hattâ bu orijinallik uğruna hakîkat fedâ edilecek bile olsa. Bir filozofun şöhret sâhibi olabilmesi için, daha önce başkaları tarafından ifâde edilen bir hakikati tekrar söylemek yerine, yeni bir hatâ ve yanlış îcat etmek daha değerlidir. Bâzan kendi içlerinde , bâzan birbirine nisbetle zıt ve mütenâkız olan bir sürü sistemin doğmasına sebep olan bu şekildeki ferdiyetçilik, âlimlerde ve modern sanatkârlarda da mevcuttur. Fakat netîcesi kaçınılmaz olarak entelektüel anarşi olan bu durumun en açık sürette görüldüğü kimseler filozoflardır.
An’anevî bir medeniyette insanın bir fikrin sahipliğini iddia etmesi hemen hemen düşünülemez. Böyle bir iddiada bulunmak o insanın îtibar ve otoritesini kaybettirir. Zîra bu neviden bir iddia o fikri bir fantezi durumuna düşürür. Eğer bir fikir doğru iseonu anlamaya muktedir herkese âittir. Eğer o fikir yanlış ise bu fikrin ben buldum diye övünülecek hiçbir tarafi yoktur. Doğru bir fikir yeni olamaz. Zîra “hakîkat” beşer zihniyetinin mahsülü değildir. Hakîkat bizden müstakil olarak mevcuttur. Bize düşen vazîfe sâdece onu idrak etmekten ibâ
rettir. Bu bilginin dışında ancak hatâ ve yanlış vardır. Acaba modern insanlar hakîkat nedir diye bir endîşe taşıyorlar, hakikatin ne olduğunu biliyorlar mı?
Kelimeler mânâlarını kaybetmişlerdir. Pragmatistler “hakîkat” adını pratik faydası olan şeyler için kullanır olmuşlardır. Bu ise hakîkati inkâr demektir.
Bu nevi ferdiyetçiliğin ortaya çıkardığı kuruntulardan biri de “büyük adamlar”ın dünyâda oynadığı roldür. Onların “dehâ” dedikleri şey gerçekte hiçbir şey ifâde etmez. Bu dehâlar hiçbir şekilde hakîkî bilginin, mârifetin yerini tutamazlar. Ferdiyetçiliğin netîcelerinden biri de aklı her şeyin üstüne çıkarmak ve kalbî sezgiyi (intuition intellectuelle) reddetmek olmuştur. Bu da rasyonalizmi, akılcılığı meydana getirmiştir. Bunun da kurucusu Descartes’tır. İdrâkin böylece yalnız akla inhisar ettirilerek sınırlandırılması ilk merhaleyi teşkil etmiş, sonra aklın derece derece seviyesi sâdece pratik rol oynamaya düşürülmüştür. Zâten Descartes bile pratik tatbîkatla saf ilimden daha ziyâde alâkadar oluyordu.
Ferdiyetçilik (individualisme) zarürî olarak natüralizmi sürükleyip getirmiştir. Zîra insan fert olarak tabiat ötesine erişemeyeceğine göre, tabiat ötesini (metafiziği) inkâr ederek tabiatta mahsur kalmıştır. Zâten bâzı kimseler tabiat ötesinin bilinemeyeceğini açıkça söyleyerek metafiziğin imkânsızlığını belirtirler. Bundan da her nevi relativisme (izâfiyetçilik) doğmaktadır. Kant’ın criticisme’i (tenkitçilik) veya Auguste Compte’un pozitivizmi. Aklı izâfî olduğuna ve sâdece izâfî bir sâhaya tatbik edilebileceğine göre izâfîyetçilik rasyonalizmin yegâne mantıkî sonucu olacaktır. Sonunda akılcılık kendi kendini yıkar duruma gelecektir. Evolutionnisme (tekâmülcülük) rasyonalizme karşı çıkmış olan aklın, değişme ve saf çokluktan ibâret bir dünyâya lâyıkıyle tatbik edilemeyeceğini, duyularla bilinen eşyânın karmakarışık çokluğunu aklın kendi mefhumları içine sokamayacağını söylemiştir. Bergsoncu e’volutionnisme ve intuitionnisme’in pozisyonu budur. 0 da akılcılık gibi ferdiyetçi ve metafizik düşmanıdır. Fakat akılcılığı tenkit ederken akıl aşağısı bir melekeye başvurarak daha aşağılara düşmüştür. Bu meleke kendisi tarafından pek de iyi târif edilmemiştir. Az çok his, içgüdü ve tahayyülle karışık bir duyu sezgisidir. Artık bu sistemde “hakîkat”ten söz edilmez. Sâdece gerçek (re’alite’), maddî ve duyularla ilgili gerçek vardır. Akıl sâdece endüstriel kullanmalar için maddeye şekil vermeye yarayan bir melekeden ibârettir. Bundan sonra bir adım daha atılarak aklın üstünde olan idrak (kalp), mârifet inkâr edilmiş, “hakîkat” mefhümu yerine “fayda” konulmuştur. Bu da pragmatizm’dir (faydacılık). Artık bu rasyonalizm yalnız beşerî bir şey değil beşer-altıdır. “Şuuralti” ortaya çıkarılarak normal olan hiyerarşi altüst edilmiştir. Işte profan felsefenin mukadder olarak varacağı çizgi bu idi. Üstün bilgi reddedilince varılacak netice bundan başkası olamazdı. Modern felsefenin doğduğu ve ulaşacağı yer bundan ibârettir.
Modern felsefenin menşei Descartes’tır. Ama ondan önce toplumda mevcut olan temâyüllerle bu sistem mutâbakat hâlinde olmasaydı böyle görüşler yerleşemez ve devam etmezdi. Descartes’çılıkta modern zihniyet sâdece en açık ifâdesini bulmuştur. Descartes bir hareket noktası olmaktan ziyâde bir netîcedir. Ondan önce bu neviden çalışma ve temâyüller olmasa ortaya çıkamazdı. Aynı şekilde Rönesans ve Reform da bir netîcedir. An’ane ile kopukluğu başlatmaktan çok, bu kopmanın netîceleridir. Bize göre an’aneden, eski dünyâdan kopma XIV. asırda başlar. Modern zamanlar da bu târihten îtibâren ele alınmalıdır.
An’ane ile bağını koparmakla modern dünya doğmuştur. Bu modern dünyânın vasıfları şudur: An’anevî zihniyete muhâlefet, an’aneyi ret ve inkâr. Işte bu da ferdiyetçiliktir. An’anevî medeniyet demek kalbî sezgi ve tabiat ötesi doktrin (metafizik) demektir. Prensip inkâr edilince ona bağlı her türlü neticenin reddedileceği tabiîdir.
Ortaçağ’da an’anevî ilimler çok dar bir elit zümreye mahsus ve yalnız onlar tarafından biliniyordu. Buna mukâbil an’anenin zâhirini meydana getiren din, Katoliklik ise, halk tabekalarını içine alıyordu. Şimdi dînî sâhada an’anevî ruh ve zihniyete karşı olarak
doğan isyandan bahsedeceğiz. Bu hareket Protestanlık adını almıştır. Bu cereyan ferdiyetçiliğin dînî sâhaya tatbîkinden ibârettir.
Ferdiyetçilik demek fertten üstün bir otoriteyi kabul etmemek demektir. Aynı zamanda bu ferdî akıldan üstün olan bir idrak melekesini de reddetmek demektir. Ikisi aynı kapıya çıkmaktadır. Netice olarak modern zihniyetin, kaynağı beşerüstü olan her nevi mânevî otoriteye karşı çıkacağı da gâyet tabiidir. Aynı şekilde an’anevî teşkilâtı da -ki hepsi de böyle bir otoriteye istinat etmektedir- reddedecektir.
Işte Protestanlık, Katolik teşkîlâtındaki “mânevî otorite” yerine “serbest tenkit ve araştırma” anlayışını getirdi. Bu şu demek olur ki, dînî meselelerin çözümü herkesin keyfî anlayışına, câhil ve ehliyetsiz bile olsalar onların keyfî irâdesine ve beşerî aklın muhâkemesine bağlıdır. Şu halde bu, felsefedeki rasyonalizmin bir benzeridir. Böylece her türlü münâkaşa, ihtilâf ve sapıklıklar için kapı açılmış bulunuyordu. Netîce de öyle oldu: Her gün sayısı artan bir sürü sapık mezhep. Her biri kurucusu olan birkaç kişinin ferdî, şahsî görüşünü, fikrini temsil etmektedir. Bu şartlarda doktrin üzerinde anlaşma imkânsızdı. Böylece doktrin ikinci plana itildi ve dînin ikinci derecede unsuru olan “moral” ön plana geçti. Işte Protestanlık’ta “moralizm”in çok göze çarpıcı olması bundandır. Doktrinin ikinci plana itilip parçalanması ve böylece yok edilmesi, dindeki irfânî/ mânevî (intellectuel) unsurların kaybolması “moral” ve “duygusallık’ı (sentı’mentalisme) ön plana çıkardı. N etîcede ortada “din” kalmadı, onun yerini dînimsilik (religiositeâ)1 aldı. Artık bu yontulmuş, azaltılmış, şekli bozulmuş bir din bile değildir. Sâdece müphem hissî (duygusal) davranış ve yönelişlerdir (aspiration). Bu son merhaleye William J ames’in “dînî tecrübe” gibi teorileri (faraziyeleri) tekâbül eder ki, ilâhî olanla irtibâta girme vâsıtası olan “şuur-altı”na kadar gider. Bu noktada dînî tecrübe “pragmatizm” (faydacılık) içine sokulur. Böyle sınırlı bir Tanrı fikrinin, nâmütenâhî/sonsuz bir Tanrı fikrinden daha faydalı (avantajlı) olduğu iddia edilir. Zîra sınırlı bir Tanrı karşısında, üstün bir insan karşısında duyulan duygular vardır! “Şuur-altı”ndan bahsederek spiritizmaya ulaşılır.
Diğer taraftan Protestan morali, dînin doktrin tarafını eleye eleye, netîcede laik bir moral anlayışına kadar varmış oldu.
Din (religion) an’anenin bir şekli (forme) olduğuna göre an’aneye (mânevî olana) karşı olan her zihniyet dîne de karşıdır. Bu zihniyet önce dîni bozmakla başlar, sonra da onu tamâmen ortadan kaldırır. Protestanlık gayr-ı mantıkîdir. Zîra dîni beşerîleştirmek isterken, her şeye rağmen, hiç olmazsa teoride, beşer-üstü olan bir unsuru, yâni vahyi/ ilhâmı kabul eder. Inkârı sonuna kadar götürmeye cesâret edemez. Fakat bu vahyi/ ilhâmı her türlü beşerî ve aklî münâkaşaya açık bırakarak, ashnda onu mânâsız bir hâle getirmiş olur.
Bu türlü tenâkuzlar insanı fazla şaşırtmamalıdır; zîra bir keşmekeş ve nizamsızlık devri olan çağımızın alâmetlerindendir. Protestanlığın gün geçtikçe yeni mezheplere ayrılıp parçalanması da bu dağınıklık ve keşmekeşin görünüşlerinden biridir.
Protestanlığın, doğuşuna sebep olduğu “tenkit” anlayışı sözde din târihçilerinin elinde her dîne karşı bir silâh olmuştur. Yalmz Mukaddes Kitaplar’ı otorite kabul ettiklerini söyleyen bu adamlar, büyük ölçüde bu otoriteyi yıkmak için katkıda bulunmuşlardır.
An’anevî bir doktrinin muhâfazası için yine organize halde bir an’anevi öğretim gerekir. Ancak bu öğretim sâyesinde doğru, sahih (Sünnî) yorum ve tefsirler yapılabilir. Hıristiyan batıda bu öğretim formu Katoliklik’tir. Protestanlık “serbest tenkit ve yorum”u getirerek meseleyi kökünden bozmuş olmaktadır. Başka medeniyetlerde çok başka şekiller altında böyle bir teşkilât bulunabilir ve aynı vazifeyi îfâ edebilir. O zaman mesele ona göre ele alınır. Ama batı dünyâsı için durum budur.
Meselâ zâten Hindistan’da Papalık’a benzer bir müessese yoktur diyerek Protestanlık’a hak verilemez. Çünkü Hint’teki an’ane batıdaki mânâsıyla dînî şekilde bir an’ane değildir. Şu halde an’aneyi muhâfaza eden ve devam ettiren vâsıtalar da farklı olacaktır. Ayrıca Hindü zihniyeti ve rühu Avrupalınınkinden çok daha başka olduğuna göre, Hint’te an’ aneyi muhâfaza için aynı şekilde iyice organize bir teşkîlâta hiç de gerek yoktur. Her an’anevi formun kendine göre müesseseleri ve teşkîlâtı vardır. Her mesele hangi an’ane şekli ele alınıyorsa ona göre bütün netîceleriyle ele alınıp halledilmelidir.
Diğer taraftan şunu da belirtmeliyiz ki batı dünyâsında an’anevî zihniyet, her şeye rağmen, sâdece Katoliklik’te devam etmektedir. Ama bu demek değildir ki, Katoliklik an’anenin tamâmını muhâfaza etmektedir. Eğer hakîkaten an’anenin tamâmı muhâfaza ve temsil edilebilmiş olsaydı günümüzde bunun muhakkak tesirleri görülürdü. Bu muhâfaza keyiîyetinin ancak gizli bir halde, bilkuvve olduğunu söyleyebiliriz. Işte bunun uyandırılması için tam, mükemmel ve canlı bir an’ane ile temas kurulması gerekmektedir. Ancak bu takdirde batı dünyâsında uyur halde bulunan an’anevî anlayış canlandırılabilir. İşte batı bu noktada da doğunun yardımına muhtaçtır.
Günümüzde şöyle bir ruh hâli mevcuttur: Din âdeta iyice ufaltılmak istenmektedir. Ona mümkün olduğu kadar sınırlı ve dar bir mevki verilmekle iktifâ edilmektedir. Şöyle hemence kenara bırakılabilen bir şey hâline getirilmektedir. Varlık âleminin tamâmı üzerinde tesiri olmayan, âdeta onlardan bir perde ile ayrılmış, tecrit edilmiş bir şey olarak kabul edilmektedir.
Acaba günümüzde, dinsizlerden göze çarpar şekilde farklı hareket eden, düşünen Katolik var mıdır? Din pek çok kimse için, “pratik” (yâni zâhirî ibâdetler) ve alışkanlık işidir. Dinde mevcut olan diğer şeyleri anlamaya çalışmaktan âdeta îtinâ ile kaçınılmaktadır. Hattâ anlamanın faydasız olduğunu bile düşünenler vardır. Hattâ hattâ anlaşılacak hiçbir şey olmadığını zannedenler de vardır. Eğer din hakikaten anlaşılmış olsaydı insan ona, düşünce ve hayâtında bu kadar küçük, dar ve basit bir yer ayırır mıydı? Bütün bunlar göstermektedir ki, doktrin unutulmuş veya hemen hemen hiçbir şey ifâde etmez duruma getirilmiştir. Bu da Protestanlığa çok yakın bir anlayış meydana getirmiş olur. Çünkü bu aynı modern temâyüllerin tesiri netîcesinde husüle gelmektedir. Dâima moralden bahsedilmekte, hemen hemen doktrin üzerinde durulmamaktadır. Bahâne ise doktrinin anlaşılamayacağıdır. Batıda artık religion (din) demek “moralizm” demek olmuştur. Doktrinden bahsedildiği zaman ise “profan” bir gözle ve profan bir sâhadaki meseleler gibi ele alınmakta, güyâ modern tenkitlerin netîcelerine yer verilmektedir. Bu şartlarda acaba fiilen an’anevî ruh ve zihniyet kalabilir mi?
Gerçi bu dînî durumu ele alırken ferdiyetçilikten (individualisme) biraz uzaklaşmış isek de aslında mesele aynıdır. Zîra her şeye, her tarafa münâkaşa/tartışma zihniyetini sokan da ferdiyetçiliktir. Günümüz insanlarına, öyle meseleler vardır ki tabiatları îcâbı münâkaşa/tartışma götürmez, prensibini anlatmak çok zordur. Modern insan “hakîkat”in seviyesine yükselmek yerine hakîkati kendi seviyesine indirmek istemektedir. Şahsî fikirler sâhasında dâima münâkaşa edilebilir. Çünkü akıl sâhası aşılmamıştır. Böylece münâkaşa/tartışma hiçbir sonuca ulaştırılmadan devam ettirilebilir. Modern felsefenin durumu da budur. Yanlış vaz’edilmiş meseleler ve mânâsız/ müphem görüşler. Her biri kendi fikrinde ısrar ede ede tartışmayı uzatır. Esâsen bunlar için “hakîkatin bilinmesi” gibi bir netîceye varmak da bahis mevzüu değildir. Ancak haklı olmak bahis mevzüudur veya hiç olmazsa, başkalarını iknâ edemese bile kendini iknâ etmektir. Işte bu noktada karşımıza kendi fikrini başkalarına kabul ettirmek ve yaymak (prose’lytisme) ihtiyâcı çıkar. Bu da batı zihniyetinin karakteristiklerinden biridir.
Bâzan ferdiyetçilik en basit ve en aşağı mânâsıyla çok daha belli olarak ortaya çıkar. Husüsî hayâtı hakkında bildik lerine dayanarak bir insanın eseri hakkında hüküm vermek isteyen kimseler görmüyor muyuz? Sanki iki şey arasında herhangi bir münâsebet varmış gibi. Aynı temâyüle detayları bilmek hastalığı eklenince “büyük adamlar”ın hayâtı hakkındaki en küçük detaylara bile alâka göstermek davranışı ortaya çıkmıştır.
Münâkaşa etmek/tartışmak alışkanlığının dînî sâhaya girmesi keyfiyetine dönecek olursak: Müdâfaacı ve münâkaşacı/tartışmacı (apologétique) tutum ve davranış fevkalâde zayıf ve çürük bir şeydir. Günümüzde buna fevkalâde yer verilmesi dînî ruh ve zihniyetin gerilemesinin îtiraz götürmez bir alâmetidir. Eğer münâkaşa ve müdâfaa profan (dünyevî) tartışma şekline girmiş, yâni din, felsefe ve ilimlerle aynı planda ele alınmış ise durum daha da vahim bir hal alır ve netîcede dînin yıkılmasına varır.
Bir an’anevî doktrin adına konuşmak salâhiyeti olan kimselerin profan kimselerle ne münâkaşa etmek/tartışmak ne de polemik yapmak mecbüriyetleri vardır. Vazîfeleri sâdece doktrini anlayabilecek kimselere olduğu şekliyle anlatmaktan ve hatâ nerede olursa olsun ona işâret etmekten ve onun üzerine hakiki bilginin ışığını tutarak olduğu gibi göstermekten ibârettir. Onların rolü kavga başlatmak ve ortada doktrine zarar verdirmek değildir. Kendilerine yanılmaz şekilde ilham verecek olan prensiplere eğer fiilen sâhip iseler, hüküm vermek hakkına sâhiptirler. Kavganın sâhası aksiyon sâhasıdır, yâni ferdî ve dünyevî sâhadır. “Sâkin motör” durumunda olan “ârif/âlim”ler harekete katılmaksızın onu meydana getirir ve sevkederler. Mârifet/bilgi, aksiyonun iniş çıkışlarına iştirak etmeksizin aksiyonu aydınlatır. Mânevî otorite dünyevî/siyâsî gücü ona karışmaksızın sevkeder ve yönlendirir. Böylece her şey küllî hiyerarşideki mertebe ve mevkiinde kalmış olur. Ama modern dünyâda hakîkî bir hiyerarşi mefhümu mevcut mudur? Hiçbir kimse ve hiçbir şey bulunması gereken yerde değildir. Insanlar mânevî sâhada hiçbir fiilî otorite ve siyâsî sâhada da hiçbir meşrü iktidar tanımamaktadırlar. Profan kimseler/dünya ehli kimseler mukaddes şeyler üzerinde münâkaşa etmekte, onların mukaddeslik vasfına hattâ varlığına îtiraz etmektedir. Bu şu demektir: Aşağı derecede olan üstün/yüksek mertebede olan hakkında hüküm vermekte, cehâlet hikmete hudut çizmekte, sınır empoze etmekte, hatâ/yanlış hakikatin üstüne çıkmakta, beşerî olan ilâhî olanın yerine geçmekte, arz semâya gâlip gelmekte, fert kendini her şeyin ölçüsü kılmakta ve kendi izâtî ve âciz aklından çekip çıkardığı kânunları kâinâta dikte etmek iddiasında bulunmaktadır. Incil’de “Yazık olsun size kör rehberler!”ı denilmektedir. Hakîkaten bugün her yerde körleri idâre ve sevkeden körlerden başkası görülmemektedir. Eğer bunlar zamânında durdurulmaz iseler, rehberlik ettikleri kimseleri, berâberce mahvolacakları uçuruma sürüklemeleri mukadderdir.
Mustafa Tahrali – Çağ ve Hakikat (René Guénon’dan Seçme Makaleler ve Yorumlar) syf.147-15
Çev notu:“: Fransızca bu kelime Türkçe’ye zaman zaman “dînîlik” şeklinde tercüme edildiği olmuştur. Ama batı dillerinde bu kelime “dînin yerine ikâme edilen din duygusu, sahte ve yapmacık din” anlamındadır.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…