Ferdî ve Millî Şahsiyet
Bu çok acı tarih gerçeğini gördükten sonra, milleti milet yapan, millî şahsiyeti meydana getiren oluşlar ve unsurları araştıralım.
İnsanlar olmadan nasıl cemiyet olmazsa (Maurras’ın dediği gibi) “Milletler olmadan beynelmilellik de olamaz.” İnsanları, fertleri can sıkıcı, sözü sohbeti çekilmez birer silik, tufeyli yaratık hâline sokan nasıl şahsiyetsizlik ise, milletler de şahsiyetsiz oldukları ölçüde, insanlık sofrasında hor görülür, ciddiye alınmazlar. İnsanda şahsiyeti meydana getiren nedir?
Yaşanmış bir ömür, (ana rahminden belli bir yaşa kadar geçirilen safhalar) bu ömrün içinde acı tatlı hâtıralar: tesadüfler, aşklar, vicdan azapları, vicdan rahatsızlıkları… Ana babanın, başka insanların, çevremizin bizdeki tesirleri, soyumuzdan süzülüp gelen sırlı derin kuvvet ve zaaflar, kabiliyet ve eksikler okuyup dinlediklerimiz, gördüklerimiz… Dinî inancımız, ibadetlerimiz, hoca, öğretmen ve bütün bunların sonucu olarak gelişen kültürümüz, îmanımız, mizacımız, zevklerimiz, dünya görüşümüz… v.s.
Bunun gibi millet dediğimiz, beynelmilel hukûkî şahsiyeti meydana getiren unsurlar ise: Önce bir tarih ve bir vatan… Başlangıçta hâtırasız kudsiyetsiz bir dağ, çöl, vâdi, orman vesaireden ibaret bir toprak iken, çekdiğimiz emek, döktüğümüz alın teri ruhumuzun ilhamı olan âbideler, uğrunda verdiğimiz şehitler, içinde zafer türkülerimiz veya ıstırap çığlıklarımız ile gözümüzün bebeği olan vatan… Önce garip tesadüflerle, idealist acemiliklerle başlayıp sonra dünyalara hükmederek en büyük iftihârımız olan tarih… îşte bu mukaddes zaman-mekân ahengi içinde bir milleti millet yapan unsurlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Asırlar içinde aydınlanan, nefeslenen, şiirlenen dilimiz; bize vatanlar, şahlanışlar, iyiyi kötüden ayırdedişler, insanlığa ve iki dünyaya bakışlar, müsâmahalar, hayır, iyilik, sevap haram telâkkileri bağışlayan dînimiz; bin yıldan beri “ebed müddet” diye vasıflandırdığımız ve bizi, bugün mevcut olanlar arasında en eskilik şerefine ulaştıran devletimiz… Bu devleti gelişmelerle yaşatan devlet adamlarımız, hanedanlarımız, pâdişâhlarımız… Türk topraklan üzerinde temeli 1000 yıldan beri atılmış bulunan ilim müesseselerimiz» 500 yıllık büyük üniversitelerimiz, yetişmiş ilim adamlarırımız… Şânı dünyâları tutan cihângirlerimiz, fatihlerimiz… Bizi başka milletlerden ayrı değerler, kabiliyetler, dürüstlük, temizlik, savaşçılık, asalet bağışlayan soya bağlı hasletlerimiz… Yalnız bunlar değil, bu malzeme ile meydana gelen eserler de mühimdir:
Örf ve âdetler, ahlâk telâkkimiz, günah, sevap, adalet anlayışımız, musikimiz, mimarîmiz, oyunlarımız, rakslarımız, halk türkülerimiz, giyim kuşamımız, hülâsa toprak üstünde, kâğıt üstünde, taş üzerinde, seste, sözde meydana gelen sanat eserlerimiz, anıtlarımız, ev, yol, köprü, saray, cami, kervansaray, çini, nakış, şiir, roman, halı, gergef işi olarak yaşattıklarımız, ailemiz, ırz ve namusa verdiğimiz ehenmiyet ve bu vatana yaydığımız efsanelerimiz milletçe ve tarih içinde yapılıp kazanılıp başarılmış olan umumî eserlerin bâşlıcalarıdır.
Efsaneler, lejantlar, menkıbeler üzerinde ayrıca durmak isterim:
Vatanı kutsal yapan, milleti şiirleştiren efsaneler, bizde kaba materyalizmin yobazlığı ile uzun zaman horlanmıştır. Buna karşılık Yunan masalları ve Batı düzmeceleri edebiyat kitaplarımızda ve yeni sanat iddialı eserlerde baş yeri tutmuştur. Kafası yeten yetmeyen, en ufak bir yorumlama gayreti göstermeksizin, basit ve âdi mantıkla, bu dinî-millî menkıbelerimize tecavüz etmiştir. Halbuki, millî şahsiyet oluşumuz içinde efsanelerin seçkin yerini görebilmek lâzımdır. Her- biri bir başka kudsiyetten timsaller dolusu ses veren ve her biri ayrı bir mâneviyatı dile getiren vatanın ebem kuşağı efsaneler halkımızın öz inanç ve hayal eserleri olarak yeri geldikçe değerlendirilmektedir.
İmdi, bütün bu sayılan şahsiyet unsurları, işte birtakım maddeci-Sovyetçi “kompradorlar”m mezbûhane gayretleri ile eğer har vurulup harman savurulmuş ve yerlerine yabancı kültürler, yabancı töreler, fikirler, ahlâklar, sanatlar, zevkler, inançlar geçirilmiş ise… Ve buna da nesiller boyun eğmiş bulunuyorsa, işte o millet, kültür emperyalizminin amansız pençesine düşürülmüş demektir. Yabancı fikir, âdet ve modaların birer müstemlekesi olmak; görülecektir ki yabancı ordular veya şirketler eliyle sömürülmekten daha tehlikeli ve ağırdır.
Burada, kültür emperyalizminin bir özelliğini anlatalım: Askerî, siyâsî, İktisâdi sömürgecilikten farklı olarak kültür emperyalizmi, dışardaki mütecaviz kuvvetlerin veya paranın, tekniğin zoruyla değil, doğruca o milletin kaderine hükmeden yabancı ruhlu, kaypak zihniyetli şahsiyetsiz liderlerin, idarecilerin, para şımarığı zenginlerin ve ana millete lâyık olmayan aydınların gönüllü gayretleri ile gelir.
Yabancı bir devlet pek tabiî, ordusunu, parasını, ilmini, modasını, hippilerini, anarşistlerini, eroinlerini, doktrinlerini vs. seferber ederek, başka milletler üzerine kendi kültür şahsiyetini (inançlarını, zevklerini) yaymak isteyecektir. Nitekim vaktiyle biz de “hakiki bir millet iken” kendi harsımla Balkanlara, Orta Do ğu’ya, Akdeniz’in her kıyısına ve Rusya içlerine yaymı-şızdır. Fransızın, îngilizin, Almanın, Amerikalının ve Rusun da kendi kültürlerini, çağın metot ve araçlarına tutunarak yayıp kabul ettirmeğe uğraşmaları olağandır. Bizim olmayan dinler, doktrinler, ideolojiler de sahipleri tarafından gizli açık yollarla ve fırsat verildiği ölçüde yayılıp propaganda edilebilir.
Bunları gösteriyorlar, sevdiriyorlar, para ile adam tutup propaganda ediyorlar, misyoner yolluyorlar, sanatlarını, törenlerini ayinlerin bir zehir gibi bize saçıyorlar diye onları suçlamak, kınamak, düşman olmak beyhudedir. Milletinin mücadelesi, daha çok kültürlerin mücadelesidir. Her ülke kendi hars ve değerlerini yaymak peşindedir. Dünyaya bugün rengini veren “milliyetçilik” gerçeğinin icabı ve meyli de budur.
Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi