Gazzâlî
çev. Mahmut Kaya & M. Cüneyt Kaya
Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) meşhur otobiyografisi el-Munkız mine’d-dalâl ve’l-muf- sıh bi’l-ahvârden İktibas edilen metin, onun felsefe eleştirisinin temel dayanaklarım özlü bir şekilde ortaya koymaktadır. Gazzâlî öncelikle filozoftan Tann’nm varlığım ve O’nun âlemle ilişkisini kabul edip etmeme noktasında üçe ayırarak, ateist ve deist yaklaşımdaki filozoftan, tartışmanın dışında tutarak eleştirilerini Sokrat, Eflâtun ve Aristoteles çizgisine ve bunların İslam dünyasındaki temsilcileri durumundaki Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sînâ’ya (ö. 428/1037) yöneltmektedir. Gazzâlî’nin ifadelerinden zımnen anlaşıldığına göre bu filozoflar bir Tann’mn varlığını ve O’nun âlemle bir tür ilişki içinde olduğunu kabul etseler de onların bu yöndeki açıklamaları tutarsızdır. Bu aşamada Gazzâlî, felsefe kapsamındaki bilim dallarını tek tek ele alarak onları dinle ilişkileri açısından incelemektedir. Gazzâlî’nin buradaki eleştirisinin parçacı olduğu ve felsefeyi tümüyle reddetmek veya mahkûm etmek yerine metafizik merkezli bir eleştiri geliştirdiği dikkat çekmektedir. Parçacı eleştirisine rağmen Gazzâlî yine de felsefenin yaygınlığından hoşnut değildir ve din açısından herhangi bir “tehlike” oluşturmayan bilim dallarının bile halkın erişebileceği bir yaygınlık seviyesine ulaştığında onların imanına zarar verebileceği endişesini taşımaktadır. Onun bu endişesinin temelinde, filozofların peygamberin otoritesini sorgusuz bir şekilde kabul etmemeleri yatmaktadır. [M. Cüneyt Kaya]
Filozofların Sınıfları ve Hepsinin Küfür Damgasını Taşıdıkları Üzerine
Bilmelisin ki, ekolleri çok ve öğretileri farklı olmakla birlikte [filozoflar] materyalistler, naturalistler ve metafizikler şeklinde üç kısma ayrılmaktadırlar.
İlk sınıfı teşkil eden materyalistler, eskiçağ [filozoflarından] bir grup olup [âlemi] yöneten, bilen ve kudretli Yaratıcı’yı inkâr etmişlerdir. Onlara göre âlem bir Yaratıcı tarafindan var edilmemiş olup kendi başına ezelden beri vardır. [Yine onlar] ezelden beri canlının meniden, meninin de canlıdan meydana geldiğim; geçmişte böyle olduğu gibi ebediyen de böyle sürüp gideceğini ileri sürmüşlerdir. İşte bunlar zındıklardır.
ikinci sınıfı oluşturan naturalistler tabiat âlemini, hayvan ve bitkilerin olağanüstü özelliklerini çokça araştıran bir topluluktur. Yine bunlar hayvanların anatomisini derinlemesine araştırmışlar ve onlarda yüce Allah’ın yaratışının olağanüstülüklerini ve hikmetinin eşsiz yönlerini görerek her şeyin gaye ve maksadını bilen, hikmet sahibi bir Yaratıcı’mn varlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Anatomiyi bilen ve organların hayret verici yararlarından haberdar olan kimsede hayvanın, özellikle de insanın yapısının mükemmel bir şekilde düzenlenişi hakkında zorunlu bir bilgi meydana gelir. Fakat tabiat üzerinde çok araştırma yaptıkları için canlıdaki güçlerin varlığım sürdürüşünde mizacın mutedil oluşunun büyük bir etkisinin olduğu, bu [filozoflar] açısından belirginlik kazandı. Bunun neticesinde insandaki akleden gücün de insanın mizacına bağlı olduğunu ve insanın mizacı bozulunca bu gücün de bozulup yok olacağını, bir şey yok olduğunda ise onun artık geri döndürülmesinin düşünülemeyeceğim zannettiler. Böylece nefslerin öleceği, ancak geri dönmeyeceği görüşüne ulaştılar. Sonuçta âhireti, cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesap vermeyi inkâr ettiler. Onlara göre iyiliklere sevap, kötülüklere ceza diye bir şey yoktur. Sonunda dizginleri çözüldü, hayvanlar gibi arzularına kapılıp gittiler. İşte bunlar da zındıktırlar, çünkü imanın esası Allah’a ve âhiret gününe inanmaktır. Bunlar her ne kadar yüce Allah’a ve sıfatlarına inandılarsa da âhiret gününü inkâr etmişlerdir.
Üçüncü sınıfı oluşturan metafizikçiler ise Eflâtun’un hocası Sokrates, Aristoteles’in hocası Eflâtun ve Aristoteles gibi sonraki [filozoflardır]. Bahsi geçen Aristoteles, [filozoflar] için mantığı düzenlemiş, ilimleri sistemleştirmiş, daha önce ele alınmayanları işleyip geliştirmiş ve düzensiz durumdaki [felsefî] ilimleri olgunlaştırmıştır. Bu gruptaki filozofların hepsi, ilk iki sınıfı oluşturan materyalist ve naturalistleri reddetmiş; onların skandal derecesindeki hatalarını, başkasına ihtiyaç bırakmayacak derecede açığa çıkarmışlardır. Nitekim “savaş- ta [yani onlarla mücadelede] Allah mü’minlere yeter” (Ahzâb 33:25). Sonra Aristoteles; Eflâtun, Sokrates ve kendisinden önceki metafiziklerin görüşlerini onlarla hiçbir ilişkisi kalmayacak şekilde reddetmiştir. Ancak onların küfür ve bid’at rezilliklerinin kalıntılarından [bütünüyle] kurtulmayı yine de başaramamış; bunların bir kısmı [Aristoteles’in felsefesinde de] var olmaya devam etmiştir. O halde bunlan ve bunların ardından giden İbn Sînâ, Fârâbî —Aristoteles’in ilmini aktarma konusunda hiçbir îslam filozofu bu iki kişinin yaptığım başaramamış olsa da- ve benzeri İslam filozoflarım kâfir saymak gerekir. Bu ikisi dışındakilerin naklettiği şey, okuyucunun anlayamayacağı derecede onun aklını karıştıran gelişigüzellik ve çarpıtmayla doludur. Hâlbuki anlaşılmayan bir şey nasıl ret veya kabul edilebilir?!
Bu iki kişinin aktardığı kadarıyla Aristoteles felsefesinin bize sağlıklı bir şekilde ulaşan tamamı üç kısma aynlır: (i) kâfir saymayı gerektiren hususlar, (ii) id‘atçı saymayı gerektirenler, (iii) asla karşı çıkılması gerekmeyen hususlar. Şimdi bunlan açıklayalım.
Filozofların İlimlerinin Kısımları
Bilmelisin ki, ulaşmak istediğimiz amaç açısından [filozofların] ilimleri matematik, mantık, fizik, metafizik, siyaset ve ahlâk olmak üzere altı kısımdan ibarettir.
Matematik: Matematik aritmetik, geometri ve astronomi ilimleriyle ilişkilidir. [Bu ilimlerden hiçbirinin] dinî meselelerle olumlu ve olumsuz açıdan bir ilgisi yoktur; aksine onlar, anlayıp bildikten sonra, inkârı mümkün olmayan kanıtlara dayalı ilimlerdir. Fakat matematik ilimlerden iki tehlike doğurmuştur.
Birincisi, bu ilimleri inceleyen kimse onun incelikleri ve kanıtlarının açıklığı karşısında hayrete düşer ve bu sebeple filozoflara iyimser gözle bakar; böylece filozofların bütün ilimlerinin açıklık ve güvenilirlik bakımından matematik gibi olduğunu sanır. Sonra da onların dillerde dolaşan küfrünü, pasif tann anlayışım ve dini küçümsemelerini işitip körü körüne taklit yoluyla küfre düşer ve şöyle der: “Eğer din gerçek olsaydı bu husus, bu ilimdeki derinlikli incelemelerine rağmen söz konusu filozofların gözünden kaçmazdı.” Bu kimse onların küfür ve inkânnı işitip öğrenince doğru tutumun, dini inkâr etmek olduğu sonucuna ulaşır. Ben, bu kadarcık bilgiyle doğru yoldan sapan nicelerini gördüm ve bundan başka da dayanaklan yoktu. Böyle birine “Bir disiplinde uzman olanın her disiplinde uzman olması gerekmez; mesela iyi bir fakîh ve kelâmcımn tıpta uzman olması icap etmediği gibi, aklî ilimleri bilmeyenin grameri de bilmemesi gerekmez. Aksine her ne kadar başka alanlarda ahmak ve cahil düzeyinde kalsalar da her disiplinde başkalarını geride bırakarak en üst rütbeye ulaşan uzmanlar vardır. Buna göre antik filozofların matematik ilimlerdeki görüşleri kanıta, metafiziğe dair düşünceleri ise tahmine dayanmaktadır. Bu durumu ancak tecrübe eden ve derinlemesine inceleyen kimse bilebilir” denilip taklit yoluyla dinden çıkan bu kimseye durum açıklandığında, o bunu kabule yanaşmayıp eğlencenin baskınlığı, tembellik arzusu ve akıllı gözükme hevesi onu, filozofları^ bütün ilimlerine iyimser gözle bakmaya sevk eder. İşte bu büyük bir tehlike olup bundan dolayı bu ilimlerin derinliklerine dalmak isteyen herkesi engellemek gerekir. Her ne kadar [matematik] ilimlerin dinî meselelerle bir ilişkisi yoksa da [filozofların] ilimlerinin ilkelerini oluşturduğundan, onların kötülük ve uğursuzlukları bunlara da geçmiştir. Bu tehlikeye düşüp de dinden sıyrılmayan ve takvâ dizgim başından çözülmeyen pek az kimse vardır.
ikinci tehlike, İslam’ın cahil dostlarından kaynaklanmıştır. Söz konusu kimseler bu dine yardım etmek için [filozoflarla] ilişkilendirilen bütün ilimleri inkâr etmenin gerekli olduğunu sanmış ve onların cahil olduklarım ileri sürerek bütün ilimlerini reddetmişlerdir. Hatta Ay ve Güneş tutulması ile ilgili görüşlerine karşı çıkararak bu konudaki öğretilerinin dine ters düştüğünü ileri sürmüşlerdir. Bu durum, Ay ve Güneş tutulmasını kesin kanıtlamayla bilen bir kimsenin kulağına vannca, o kendi kanıtlamasından şüphe etmez, fakat İslam’ın cehalet ve kesin kanıtlamanın inkârı üzerine kurulduğuna inanır. Böylece felsefeye karşı sevgisi, İslam’a karşı da kini artar. Bu ilimlere karşı çıkarak İslam a yardım edeceğini sanan kimsenin, dine karşı işlediği cinayet çok büyüktür. Hâlbuki dinin olumlu ve olumsuz anlamda bu ilimlere herhangi bir müdahalesi olmadığı gibi, bu ilimlerin de dinî meselelere müdahalesi yoktur. Hz. Peygamber in (s.a.s.) “Güneş ve Ay yüce Allah’ın âyetlerinden iki âyettir, bir kimsenin ölmesi veya doğmasıyla tutulmazlar. Bu olayı gördüğünüz zaman yüce Allah ı zikre ve namaza koyulun”1 hadisinde Güneş ve Ay’ın ilerleyişlerini, kavuşumlarını veya halli bir şekilde karşılıklı konumlanışlarını bildiren aritmetik ilmini inkârı gerektiren bir şey yoktur. [Hadisin devamı olarak zikredilen] “(…) fakat Allah bir şeye tecelli ettiği zaman o şey O’na boyun eğer” şeklindeki fazlalık, güvenilir kaynaklarda asla bulunmamaktadır. İşte matematik ilimleri hakkındaki hüküm ve bunların tehlikesi bundan ibarettir.
Mantık: Mantığın olumsuz ve olumlu anlamda din ile bir ilişkisi yoktur. O, delillendirme ve kıyas yöntemleri, kanıtlamada kullanılan öncüllerin şartlan ve nasıl düzenlendikleri ile doğru tarifin şartlan ve nasıl oluşturulduğu; aynca bilginin tanım yoluyla bilinen kavram ve kanıtlama yoluyla bilinen yargıdan ibaret olduğu hakkında yapılan incelemeden ibarettir. Bunda karşı çıkılması gereken bir şey bulunmamaktadır. Aksine mantık, kelâmcıların ve akıl yürütme yöntemini kullananların delillendirme bağlamında bahsettiği şeyler kapsamındadır. (Filozofları] bu konuda kelâmcılardan ayırt eden şey, kullandıkları ifade ve terimler ile [ele aldıkları meseleleri] çok ayrıntılı bir şekilde incelemelerinden ibarettir. Bu konuda onların sözlerine şu örnek verilebilir: “Her A’nın B olduğu belli ise B’nin bir kısmının A olması gerekir; yani her insamn canlı olduğu belli ise bazı canlıların insan olması gerekir.” Bunu [filozoflar] “Tümel olumlu tikel olumlu olarak döndürülür” şeklinde ifade ederler. Bunun, dince önemli sayılan şeylerle ne ilgisi var ki karşı çıkılıp inkâr edilsin?! Buna karşı çıkılacak olursa bu, mantıkçıların, inkâr eden kimsenin aklı, hatta böyle bir inkârın kendisinden kaynaklandığını ileri sürdüğü dini hakkında kötü düşünmesinden başka bir şeye yol açmaz. Evet, [filozofların da] bu ilimde bir tür haksızlıkları söz konusudur. Şöyle ki, onlar kanıtlamanın mutlak olarak kesinliği doğurmasını bildiren birtakım şartlar belirlemişler, fakat dinî öğretilere gelindiğinde bu şartlara bağlı kalmaları mümkün olmamış, bilakis bu konuda son derece esnek davranmışlardır. Ayrıca mantığı benimseyip onu inceleyen ve mantığın açık seçik olduğunu gören kimse [filozoflardan] nakledilen inkârların da bu kanıtlamalar gibi desteklenmiş olduğunu sanır ve böylece henüz metafizik meselelere gelmeden çabucak küfre düşebilir. Bu da karşılaşılabilecek bir tehlikedir.
Fizik: Bu ilim gökler âleminin cism[anî tarafım], onda bulunan yıldızlan, bunların altında yer alan su, hava, toprak ve ateş gibi yalın cisimleri; hayvan, bitki, madenler gibi bileşik cisimleri ve bunların değişim, dönüşüm ve kanşı- mım sağlayan sebepler hakkındaki araştırmadan ibarettir. Bu, hekimin insan bedenim, temel organlar ile onlara hizmet eden organları ve bunların mizacındaki dönüşümün sebeplerini araştırmasına benzemektedir. Tıbbı reddetmek dinen şart olmadığı gibi, bu ilme [yani fiziğe] karşı çıkmak da dinen şart değildir. Bu konuda sadece Tehâfütü’l-felâsife adlı kitapta anlattığımız belli meseleler istisnadır. Onların dışında kalıp da karşı çıkılması gerekenler hakkında düşünüldüğünde, onların da bu [reddedilenlerin] kapsamında bulunduğu anlaşılır. Bu konuda işin aslı şudur: Bilmelisin ki, tabiat yüce Allah’ın iradesine bağlıdır, kendi başına bir şey yapamaz. Ancak yaratıcısı sayesinde işlev görür. Güneş, Ay, yıldızlar ve [varlıkların] tabiatlarfı] O’nun emrine bağlıdır; bunlardan hiçbiri kendi başlarına, kendilerinden kaynaklı bir şekilde bir fiilde bulunmazlar.
Metafizik: [Filozofların] en çok yanıldıkları alan metafiziktir. Onlar kanıtlamalara dair öne sürdükleri şartlara bağlılık göstermemişler ve bu sebeple aralarında bu alana dair pek çok görüş ayrılığı oluşmuştur. Fârâbî ve İbn Sînâ’nm naklettiği şekliyle bu konularda Aristoteles’in öğretisi İslam’daki [kelâm] mezheplerinin görüşüne yakındır. Fakat düştükleri hatanın hepsi aslında yirmi temel noktaya dayanır. Bunların üçünden dolayı onları tekfir etmek, on yedisinden dolayı da bid‘atçı saymak gerekir. Onların bu yirmi mesele hakkmdaki görüşlerini geçersiz kılmak için Tehâfüt[ü’l-felâsife] adlı kitabı yazmıştık.
Bütün Müslümanların görüşüne aykın düşen o üç mesele şudur: (i) “Cesetler [diriltilip] haşredilmez; ödüllendirilecek ve cezalandırılacak olan sadece [bedenlerden] soyutlanmış olan ruhlardır, cezalar cismanî değil ruhanîdir.” Ruhanî haşrin varlığım ortaya koyma konusunda doğru bir tutum takınmışlardır, zaten bu da gerçekleşecektir. Fakat cismanî haşri inkâr ederek yanlışa düşmüşler, bu görüşleriyle de dini inkâr etmişlerdir, (ii) O meselelerden biri de “Yüce Allah tikelleri değil tümelleri bilir” şeklindeki görüşleridir. Bu da apaçık bir küfürdür. Hâlbuki gerçek, “göklerde ve yerde zerre kadar bir şey[in] bile O’ndan gizli kalma[dığı]” (Sebe’ 34:3) şeklindedir, (iii) O meselelerden bir diğeri de âlemin ezelî olduğu hakkmdaki görüşleridir. Müslümanlardan hiç kimse bu meseleleri kabule yanaşmamıştır.
Bu meselelerin dışında sıfatlan inkâr etmeleri, “Allah zâta katılan bir bilgiyle değil zâtıyla bilir” ve buna benzer öğretileri Mu‘tezile’nin yaklaşımına yakındır. Bu tür görüşlerden dolayı Mu‘tezile’yi kâfir saymak gerekmez. Biz Fay- salu’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendaka adlı kitapta kendi mezhebinin görüşüne muhalif olan herkesi tekfire yeltenenlerin tutumlarının yanlışlığını açığa çıkaracak hususları anlatmıştık.
Siyaset: [Filozofların] siyaset alanındaki bütün görüşleri, dünya ve devlet işleriyle ilgili kamu yarannı ifade eden hikmetfli sözlere] dayanır. Onlar bunu yalnızca Allah’ın peygamberlere indirdiği kitaplardan ve önceki salih kimselerden naklolunan hikmetli sözlerden almışlardır.
Ahlâk: [Filozofların] ahlâk alanındaki bütün görüşleri, nefsin niteliklerini ve huylanm belirlemekten, bunların cins ve türlerini, bunlar[dan kötü olanların] nasıl tedavi edileceğini ve [bu kötü nitelik ve huylarla] nasıl mücadele edileceğini anlatmaktan ibarettir. Onlar bunu da sûfîlerin görüşlerinden almışlardır. Sûfiler kendilerinde İlahî niteliklerin bulunduğu, yüce Allah’ı sürekli zikreden, her daim arzulara karşı koyup dünya lezzetlerinden yüz çevirerek yüce Allah’ın ^yoluna koyulan kimselerdir. Yaşadıkları haller sırasında nefsin huylan, kusurdan ve kötü davramşlarına ilişkin olarak açıkladıktan şeyler, sûfîlere keşfolmuş; filozoflar da bunlan alıp kendi sözlerine katmışlar; böylece bunlar yoluyla [in- sanlara] hoş görünmek için bâtıl düşüncelerini geçerli kılmaya yeltenmişlerdir. Onların yaşadığı çağda, hatta her çağda İlahî niteliklerle donanmış bir topluluk vardır; Allah dünyayı onlarsız bırakmaz; onlar dünyayı yerinde tutan kazıklardır. «Onların bereketiyle yeryüzüne rahmet iner. Nitekim bir rivayete göre [Hz. Peygamber] “Onların sayesinde yağmura ve nzka kavuşuyorsunuz, Ashâb-ı Kehf onlardandır”[5] buyurmuştur. Kur’ân’ın ifadesine göre bunlar [yani Ashâb-ı Kehf] geçmişte yaşamışlardır. [Filozofların], peygamberlerin ve sûfîlerin sözlerini kendi kitaplarına katmalarından, biri kabul eden, diğeri reddedenle ilgili olmak üzere iki tehlike doğmuştur.
Reddedenle ilgili olan tehlike gerçekten büyüktür; çünkü bazı kıt akıllılar, eğer bu görüşler [filozofların] kitaplarında varsa ve onların bâtıl görüşleriyle karışmışsa terk edilmeleri ve amlmamalan, hatta ananlara karşı çıkılması gerekir sanmıştır. Çünkü onlar bu görüşleri ilk defa [filozoflardan] işitince, kıt akıllarında, söyleyen bâtıl olduğundan bunların da bâtıl olduğu fikri hemen uyanıvermiş- tir. Sözgelimi bir Hıristiyandan “Allah’tan başka ilah yoktur, İsa Allah’ın rasû- lüdür” sözünü işitince, Hıristiyanm bu sözüyle mi yoksa Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğini inkâr etmekle mi kâfir olduğunu düşünüp hesaba katmadan “Bu, Hıristiyan sözüdür” diyerek karşı çıkar. Şayet yalnızca [Hz. Muhammed’in peygamberliğini] inkâr ettiği için kâfir sayılıyorsa, inkâr ettiğinin dışında kalan ve özünde gerçek/doğru olan görüşlerine, Hıristiyan gerçek/doğru olduğunu kabul ettiği için karşı çıkmamak gerekir. Kıt akıllıların âdeti işte budur: Kişileri gerçek/doğru ölçüsü ile değil, gerçeği/doğruyu kişilere bağlı olarak tanırlar. Akıllı adam, akıllıların efendisi Ali el-Murtezâ’mn -Allah ondan razı olsun— sözüne uyar. O şöyle demiştir: “Gerçeği/doğruyu kişilerle tanıma, gerçeği/doğruyu tanırsan gerçeğe/doğruya sahip olanı da tanımış olursun.” O halde akıllı kimse önce gerçeği/doğruyu tamr, sonra sözün kendisine bakar; eğer gerçek/doğru ise söyleyen doğru yolda da olsa yanlış yolda da olsa o sözü kabul eder. Hatta bazen akıllı kimse sapkınların sözleri arasından gerçeği/doğruyu çıkarmaya çalışır ve bilir ki altının madeni topraktır ve sarrafin, iç görüsüne güveniyorsa, elini kalpazanın kesesine sokmasında ve saf altını sahtesinden ayırmasında bir sakınca yoktur. Kalpazanla alışveriş yapmaktan işini bilen sarraf değil, sadece köylü menedilir; sahilde dolaşmaktan iyi yüzücü değil, yüzme bilmeyen acemi engellenir; yılana dokunmaktan becerikli efsuncu değil, çocuk alıkonulur.
Hayatıma yemin ederim ki, hakkı bâtıldan, doğru yolda oluşu sapkınlıktan ayırt etme konusunda insanların çoğu kendilerini becerikli, uzman, yetkin akıl sahibi ve tam donanımlı sandıklarından, onların hepsini sapkınların kitaplarını okumaktan olabildiğince menetmek için bu kapıyı kapamak gerekir. Her ne kadar insanlar, anlattığımız bu tehlikeden kendini kurtarsa da anlatacağımız ikinci tehlikeden asla kurtaramazlar.
Bir grup» bilim din ilimlerinin sırlarına ilişkin eserlerimizde[6] yer alan bazı ifadelere itiraz etmiştir. Bunlar henüz akıllan ilimler konusunda derinlikli bir kavrayışa sahip olmamış, mezheplerin en son hedefinin ne olduğu hususunda iç görüleri açılmamış kimselerdir. Bu ifadelerden bir kısmı [kimseden etkilenmeden] akla gelen şeyler olsa da onlar bunların [büyük oranda] antik filozoflardanalındığını ileri sürmüşlerdir. Bunların pekâlâ birbiriyle örtüşmesi mümkündür; bazısı dinî kitaplarda, çoğu da manaca sûfîlerin kitaplarında bulunmaktadır. Farz et ki o ifadeler yalnız [filozofların] kitaplarında mevcut olsun; eğer ifade özünde makul ve kanıtla desteklenmiş ise Kitap ve sünnete de aykırı değilse niçin bir kenara bırakılıp karşı çıkılması gereksin?! Eğer biz bu kapıyı açacak ve daha önce yanlış düşünceli birinin aklına geldi diye gerçeği/doğruyu bir kenara bırakacak olursak, birçok gerçeği/doğruyu bir kenara bırakmamız gerekecektir. Aynca Kur’ân’daki bir kısım âyetlerden, Hz. Peygamberin hadislerinden, önceki nesillerle ilgili naklolunan hikâyelerden, bilgelerin ve sûfîlerin sözlerinden de vazgeçmemiz icap edecektir. Çünkü İhvânu’s-safâ adlı kitabın yazan kendi görüşlerine şahit tutmak ve o sayede ahmakların kalbini bâtıl düşüncesine yönlendirmek için kitabında bunlara yer vermiştir. Bu durum, yanlış düşünce sahiplerinin kendi kitaplarında gerçeğe/doğruya yer vermek suretiyle onu bizim elimizden çekip almalarına yol açar. Âlimin en aşağı derecesi, tecrübesiz cahilden ayırt edilir olmasıdır. Bu yüzden o, balı bir hacamatçının şişesinde görse bile ondan tiksinmez; iyi bilir ki o şişe balı bozmaz. İnsan tabiatımn ondan tiksinmesi, hacamat şişesinin yalnız kirli kan için yapılmış olmasından kaynaklanan avamî cehalete dayanır. Nitekim cahil kişi, kanın, hacamat şişesinde bulunması sebebiyle tiksinti verdiğini sanır; bilmez ki kan, özündeki bir nitelikten dolayı tiksindiricidir Balda bu nitelik bulunmadığına göre balın şişede olması ona bu niteliği kazandırmaz; öyleyse ondan tiksinmek de gerekmez. îşte bu, halkın çoğunu etkisi altında bulunduran yanlış kuruntudur. Mesela sen bir sözü halkın güven duyduğu birine isnat etsen, geçersiz dahi olsa o sözü kabul ederler. Şayet onu halkın güven duymadığı birine isnat etsen, onu doğru bile olsa reddederler. Demek oluyor ki, insanlar gerçeği/doğruyu daima kişilerle tanır, kişileri gerçek/ doğru ölçüsüne göre tanımaz. Bu ise koyu bir sapkınlıktır. İşte ret ile ilgili tehlike bundan ibarettir.
İkinci tehlike, kabul edenle ilgilidir. İhvânu’s-safâ [Risâlelerifni ve başka [filozofların] kitaplarını inceleyen ve onların peygamberi hikmetleri ve sûfîlerin sözlerini kendi ifadeleriyle karıştırdıklarını gören kimse, kimi zaman bunları benimseyip kabul edebilir ve onlar hakkında iyi düşünmeye başlar. Böylece görüp beğendiği şeylere yönelik kendisinde oluşan iyimserlik duygusuyla onların gerçek/doğru ile karıştırılmış geçersiz görüşlerini çabucak kabul eder. Bu da bâtıla kapılmanın bir türüdür. İşte bu tehlikeden dolayı [filozofların] kitaplarının okunmasını, ihtiva ettikleri tehlikeler ve yanıltıcı unsurlar sebebiyle engellemek gerekir. Tıpkı iyi yüzemeyen birini nehir kenarındaki kaygan yerlerde gezinmekten korumak gerektiği gibi halkı da bu kitapları okumaktan korumak gerekir. Aynı şekilde çocuğu yılana dokunmaktan korumak gerektiği gibi halkı da bu tür sözlerle kanşık ifadeleri dinlemekten korumak icap eder. Yine efsun- cunun, küçük çocuğunun kendisini takip edip örnek alacağını tahmin ettiği zaman, onun yanında bile bile yılana dokunmaması ve onu bundan sakındırması gerektiği gibi derinlikli âlimin de böyle olması gerekir. Uzman bir efsuncu yılanı yakaladığında, zehirle panzehiri ayırt ederek ondan panzehiri çıkarıp zehri etkisiz kıldığı zaman, muhtaç olanlardan panzehiri esirgememelidir. İşini bilen sarraf da böyledir; elini kalpazanın kesesine soktuğu zaman oradan hâlis altım çıkarıp sahtesini atar. O da ihtiyacı olandan geçer akçeyi esirgememelidir. Alim de böyledir. Panzehire ihtiyacı olanın bunun zehrin kaynağı olan yılandan elde edildiğini bilerek tiksinmesi durumunda bunu ona anlatmak icap eder. Mala ihtiyacı bulunan dardaki bir fakir de kalpazanın kesesinden çıkarılan altım kabule yanaşmadığı zaman ona bunun sırf bilgisizlikten kaynaklandığını, bu nefretin kendisini amacına ulaşmaktan mahrum edeceğini hatırlatmak gerekir. Yine kalp para ile geçer akçenin bir arada bulunmasının geçersizi geçerli yapmadığı gibi geçerliyi de geçersiz kılmayacağı anlatılmalıdır. Aynı şekilde hak ile bâtılın bir arada bulunması bâtılı hak yapmadığı gibi hakkı da bâtıl yapmaz. îşte felsefenin tehlike ve zararı konusunda anlatmak istediğimiz bundan ibarettir. (…)
Sonra peygamberliğin aslı, daha sonra onun gerçekliği, en sonunda da peygamberliğin ortaya koyduğu ile amel etme hususundaki inançlarda gevşeklik olduğunu gördük ve bu durumun halk arasında yaygın hale geldiğini tespit ettik. Halktaki gevşemenin ve iman zaafının sebeplerini araştırdım ve bunların dört adet olduğunu gördüm. Bunlar (i) felsefe ilmiyle çok meşgul olmaktan, (ii) tasavvuf yoluna fazlaca dalmaktan, (iii) Bâtınîlik davasını benimsemekten ve (iv) halk arasında âlim denilen kimselerin davranışlarından kaynaklanan sebeplerdi. (…)
Beşincisi de şöyle diyordu: “Bunu taklit olarak yapmıyorum, ben felsefe okudum ve peygamberliğin gerçekliğini anladım. Netice itibariyle o, bilgeliğe ve [insanların] yararım gözetmeye dayanır. Peygamberliğin ortaya koyduğu ibadetlerden amaç, sıradan halkı disiplin altına almak, çatışmaların, kavgaların ve arzulara dalıp gitmenin önüne geçmektir. Ben ise cahil olan sıradan insanlardan biri değilim ki bu yükümlülüklerin altına gireyim. Ben büğe bir kişiyim sadece bilgeliğe bağlanır ve onunla hakikati görürüm; bu konuda [birisini] taklit etmeye de de ihtiyacım yok.” işte filozoflar içinden metafizikçüerin felsefesini okuyan ve bunu İbn Sînâ ve Ebû Nasr el-Fârâbî’nin kitaplarından öğrenen kimsenin imam bundan ibarettir. Bu iki [filozof) İslam sayesinde [insanlara] hoş görünmek îs- teyen kimselerdir. Bazen onlardan birinin Kur’ân okuduğunu, cemaatle kılınan namazlara katıldığını, konuşmalarında dini yücelttiğini görürsün. Ancak bunun yanı sıra o, şarap içmekten ve türlü türlü günahı işlemekten de vazgeçmemektedir. Şayet ona “Peygamberlik geçerli değilse niçin namaz kılıyorsun?” denilecek olsa, belki “Bedene idman, memleket halkının âdeti, malı ve çoluk çocuğu korumak için” diye cevap verecektir. Belki de “Din doğrudur ve peygamberlik haktır” diyecektir. Niçin şarap içtiği sorulduğunda ise “Şarap düşmanlığa ve kine yol açtığı için yasaklanmıştır; bilgeliğim sayesinde ben kin ve düşmanlıktan sakınırım. İçmekteki amacım düşüncemi güçlendirmektedir” diyecektir. Hatta İbn Sînâ —Allah ona lanet etsin— yazdığı bir vasiyette yüce Allah’a şöyle şöyle sözler verdiğini; dinî kuralları yücelteceğini, dinî ibadetlerde kusur etmeyeceğim, tedavi ve sağlığa kavuşma amacıyla olan hariç, zevk için şarap içmeyeceğini yazmaktadır. Onun iman saflığı ve ibadetlere bağlılıkta ulaşabildiği son nokta, şifaya kavuşma amacıyla şarap içmeyi istisna etmekten ibarettir. İşte [filozoflar] içinden iman sahibi olduğunu iddia eden birinin imam! [İbn Sînâ dan dolayı] bir topluluk aldanmış ve onların bu aldanışı, kendilerine karşı çıkanların itirazlarının zayıflığından dolayı daha da artmıştır. Zira söz konusu itirazcılar, daha önce dikkat çektiğimiz üzere geometri, mantık ve filozoflar için zorunlu olan başka ilimleri reddetmek suretiyle onlara karşı çıkmışlardır. (…)
Felsefenin etkisiyle peygamberliğin aslını inkâra varacak kadar imam bozulan kimseye gelince, biz peygamberliğin mahiyetini, zorunlu olarak var oluşunu, ilaçların özelliklerini inceleyen ilim [yani farmakoloji], astronomi ve bunlar dışındaki ilimlerin mevcudiyetini delil göstererek anlatmıştık. O girişi bu amaçla yapmıştık. Tıp ve astronomi, filozofların ilimleri olduğu için bu konudaki delili de o ilimlerin özelliklerinden hareketle ortaya koyduk. Biz, astronomi, tıp, sihir, fizik ve tılsım gibi ilim dallarından birinde uzman olan her âlime kendi alanından hareketle peygamberliğe dair bir kamt ortaya koyacağız.
Peygamberliği kabul ettiğini diliyle ikrar edip, dinin kurallarıyla felsefeyi (hikmet) aynı düzeyde görenin durumuna gelince, gerçekte bu kişi peygamberliği inkâr etmiştir. Bu kişi, özel talihi sebebiyle insanların peşinden gittiği bir bilgeye inanmaktadır. Hâlbuki bunun peygamberlikle bir ilişkisi yoktur. Bilakis peygam- bere iman, aklın ötesinde bir aşamanın bulunduğunu, orada açılan gözün idrake konu olan özel şeyleri algıladığını kabul etmektir, işitme duyusunun renkleri, görme duyusunun sesleri ve bütün duyuların akledilirleri algılamaktan mahrum olması gibi, akıl da bu özel şeyleri kavramaktan mahrumdur. Eğer [filozof) bunu mümkün görmüyorsa, biz onun imkânını, hatta [bilfiil] var olduğunu kanıtlamıştık. Şayet bunu mümkün görüyorsa, etrafında aklın asla dolaşamayacağı, hatta neredeyse yalanlayıp imkânsız olduğunu iddia edeceği “özellikler” (havas) denen şeylerin mevcudiyeti zaten kesinleşmiştir. Nitekim dânık* ağırlığındaki afyon öldürücü zehirdir, çünkü aşırı derecede soğukluk özelliğine sahip olduğu için damarlardaki kam dondurur. Hâlbuki fizik ilmine vâkıf olduğunu iddia eden kimse, afyonun soğuk olan su ve toprak unsurlarının bileşiminden oluştuğu için soğuttuğunu ileri sürer. Oysa batmanlarca ağırlıktaki su ve toprağın insanın içini bu derece soğutamayacağı herkesçe bilinmektedir. Bunu [daha önce] denememiş olan fizik ilminde uzman kişi bu durumdan haberdar edilecek olsa derhal “Bu imkânsız bir şeydir. İmkânsız oluşunun delili şudur: insanda hava ve ateş unsuru bulunmaktadır; hava ve ateş unsurlarını soğukluk soğutamaz. Bu durumda hepsi su ve toprak olarak kabul edilse bile bu, aşın soğutmayı gerektirmez; buna iki sıcak unsur katıldığı takdirde ise iki sıcak unsurun ona eklenmesi daha iyi bir sonucu gerektirmez” diyecektir. O bunu bir kanıt olarak değerlendirmektedir. Zaten filozofların fizik ve metafizikle ilgili kanıtlarının çoğu bu türden şeylere dayanmaktadır. Zira onlar varlıktan gördükleri ve eklettikleriyle eşitlemişler; alışık olmadıktan şeyi de imkânsız olarak değerlendirmişlerdir. Şayet sadık rüya bilinen bir şey olmasa ve birisi de duyular devre dışı kaldığı zaman gaybı bildiğini iddia etse, bu gibi bir akılla hareket edenler onu inkâr ederdi.
[Bunlardan] birine “Bir dane büyüklüğünde bir şey, bir şehre bırakılsın da o şehri tamamen yiyip bitirsin, sonra da kendini yesin; ne şehirden ne de kendisinden bir şey kalmasın, bu mümkün mü?” diye sorulursa, derhal “Bu imkânsızdır, saçmalık kabilinden bir şeydir!” diyecektir. îşte bu, ateşin durumudur. Ateşi hiç görmemiş kimse, onun varlığını işittiğinde bunu reddedecektir. Âhirete ait olağanüstü hallerin inkârı da çoğunlukla bu kabildendir. Biz felsefeciye şöyle deriz: Sen afyonda soğutma özelliği var derken, bunun fizikteki akla dayalı kıyasa uymadığını kabullenmek zorunda kaldın. O halde kalpleri tedavi edip arındıracak bazı özelliklerin dindeki kurallarda bulunması ve bunların aklî hikmetle değil, ancak peygamberlik gözüyle görülebileceği niçin mümkün olmasm? Hatta kitaplarında yazdıklarına bakılırsa onlar bundan daha ilginç özelliklerin bulunduğunu kabul etmişlerdir. Onlardan biri de doğurmakta güçlük çeken hamile kadının tedavisinde denenmiş şu ilginç özelliktir. Bu şekil, su değmemiş iki bez parçasına yazılır, doğum yapmakta olan kadın bunlara gözleriyle baktıktan sonra onları ayaklarının altına koyar ve çocuk derhal doğar. Onlar bunun mümkün olduğunu kabul etmişler ve özelliklerin olağanüstü yönleri (acâibü’l-havâs) kapsamında bunu ortaya koymuşlardır. Bu, dokuz haneli bir şekil olup her haneye öiel rakamlar yazılır, yukarıdan aşağı, sağdan sola ve karşılıklı köşeler itibariyle hesaplanırsa toplamda hep on beş sayısı çıkar.6 Bunun doğruluğunu kabul eden kimsenin, sabah namazının iki rekât, öğlenin dört ve akşamın üç rekât oluşuna neden akıl erdiremediğini bir bilebilsem! [Namazların rekât sayılarının bu şekilde oluşu] felsefe (hikmet) gözüyle akledilemeyen birtakım özelliklerden kaynaklanmaktadır ve bunun sebebi de namaz vakitlerinin farklı oluşudur. Bu özellikler ancak peygamberlik nuru ile anlaşılır.
İlginç olan şu ki, şayet biz ifadeyi astrologların kavramlarıyla değiştirsek o zaman namaz vakitlerinin farklı oluşunu anlayacaklardır. Sözgelimi şöyle deriz: Güneş’in göğün ortasında, doğuş veya batış yönünde bulunuşuna göre talihe6 dair verilen hüküm değişmiyor mu? Hatta astrologlar heylâc(7) farklılığını,fiillerin ve ecellerin başka başka oluşunun hesaplanmasını buradan hareketle açıklamaktadırlar. Oysa Güneş’in öğleyin zevâl noktasında oluşu ile göğün ortasında bulunuşu» ya da Güneş’in batı ufkunda (gârib) oluşu ile batış yönünde (magrib) bulunması arasında bir fark yoktur. Peki, bunu kabul etmenin bir sebebi var mı? Fakat o, bunu, yalanım yüz defa tecrübe ettiği bir astrologun ifadesi olarak işitmiştir ve onu doğrulamaya devam etmektedir. Hatta astrolog ona “Güneş göğün ortasında iken filan yıldız ona bakacak konumda olsa ve talih de falanca burçta bulunsa, o vakitte sen yeni bir elbise giyecek olsan o elbise içinde öldürülürsün’’ dese, bunu, yalanma defalarca şahit olduğu bir astrologdan işitmiş olsa da o vakit geldiğinde, şiddetli soğuğa katlanma pahasına da olsa o elbiseyi giymez. Keşke bilseydim, aklı bu gibi ilginç şeyleri kabul eden, bunların birtakım özellikler olduğunu ve bazı peygamberler için bunları bilmenin mucize sayıldığım itiraf mecburiyetinde kalan bir kimse nasıl olur da bunların benzerini, doğru sözlü, mucizelerle desteklenmiş ve yalan söylediği asla bilinmeyen bir peygamberin sözü olarak işittiğinde inkâr eder?!
Eğer bir felsefeci bu gibi özelliklerin imkânım namaz rekâtlarının sayısı, şeytana atılan taş sayısı, haccm rükünlerinin sayısı ve dinin ibadet saydığı diğer şeyler söz konusu olduğunda inkâra kalkarsa, bunlarla, ilaçlar ile yıldızların özellikleri arasında bir fark bulamaz. Eğer [felsefeci] “Ben astroloji ve tıbba dair bazı hususları tecrübe ettim; bir kısmının doğru olduğunu gördüm. İçimde onu doğrulama fikri doğdu ve onun imkânsızlığı [fikri] ve ona karşı [duyduğum] nefret kalbimden silindi. Fakat [bunu] tecrübe etmedim, onun mümkün olduğunu kabul etsem bile varlığını ve bilfiil mevcudiyetini nereden bileyim?” derse, buna karşı şöyle derim: Sen tecrübe ettiklerini doğrulama konusunda bir kusur işlemiş değilsin; bilakis tecrübe edenlerden aktarılanları dinledin ve onlan takip ettin. O halde peygamberlerin sözlerini de dinle. Onlar bunu tecrübe ettiler ve dinin ortaya koyduklarının hepsinde gerçeği/doğruyu gördüler. Veya sen de onların yolunu tut ve böylece bunlardan bir kısmım müşâhede ile bizzat anla. Şu hususu da belirteyim ki, her ne kadar [onu] tecrübe etmemiş olsan da akim, kesinlikle onu doğrulayıp ona bağlanmanın gerekli olduğuna karar verir. Ergenlik yaşma gelmiş, aklı başında, [hastalık hakkında] hiç tecrübesi olmayan ve günün birinde hastalanan bir adam düşünelim. Bunun babası da müşfik ve tıp alanında uzman bir kişi olsun. Kendisi de aklı erdi ereli babasımn tıptaki şöhretini duymuş olsun. Babası ona bir ilaç hazırlayıp “Bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu dertten kurtarır” dese, ilaç acı ve tadı kötü bile olsa acaba aklı neyi gerektirir? O ilacı içer mi, yoksa “Bu ilacın şifayı sağlama ile ne tür bir ilişkisinin bulunduğunu anlayamıyorum, hiç denemedim ki!” mi der? Şüphesiz böyle yapacak olsa sen onu ahmak sayarsın. Aynı şekilde iç görü sahipleri de [peygamberlik hakkmdaki] tereddüdünden dolayı seni ahmak sayacaklardır.
Eğer sen “Peygamber’in (s.a.) şefkatini ve onun bu tıbbı bildiğini nereden bileyim?” dersen ben de şöyle derim: Duyularla anlaşılan bir şey olmadığı halde babanın şefkatini hangi yolla bildin? Sen onu, kaynaklan itibariyle babanın hallerinin taşıdığı karineler ve davranışlarının şahitlikleri yoluyla şüphe götürmeyen zorunlu bir bilgi şeklinde anladın. Bir kimse Hz. Peygamber’in (s.a.) sözlerine, halkı doğru yola iletmeye ne kadar çok önem verdiğini gösteren hadislere; ahlâkı güzelleştirmeye, insanlar arasındaki [kırgınlık ve dargınlıkları] gidermeye ve yumuşak ve nazik davranarak genel olarak din ve dünyalarını düzene sokmaya insanlan nasıl çektiğine bakacak olursa, o kimsede [Hz. Peygamber’in] ümmetine olan şefkatinin, bir babanın çocuğuna gösterdiği şefkatten daha büyük olduğu hususunda zorunlu bir bilgi meydana gelir. Yine o kimse [Hz. Peygamber’in şahsında] ortaya çıkan olağanüstü fiilleri, Kur’ân’da ve hadislerde onun diliyle verilen gayba ilişkin hayret uyandırıcı [bilgileri] ve âhir zamanda meydana geleceğini söylediği şeyleri ve onların dediği gibi çıktığını düşünecek olursa, onun, aklın ötesinde bir aşamaya erdiğini, onda gaybı, birtakım özellikleri ve aklın idrak edemediği şeyleri gören bir gözün açıldığını zorunlu olarak bilir. İşte Hz. Peygamber’in (s.a.) doğruluğuna ilişkin zorunlu bilgiye ulaşmanın yöntemi budur. Sen de dene, Kur’ân üzerinde düşün, hadisleri mütalaa et, bunu apaçık bir şekilde anlarsın. Felsefecileri uyarmak için bu kadarı yeter. Şu zamanda çok ihtiyaç olduğu için bunu anlattık.
[] Kaynak metin: Gazzâlî, Dalâletten Kurtuluş: el-Munkız mine’d-dalâl ve’l-mufsıh bi’l-ahvâl, nşr.& çev. Mahmut Kaya & M. Cüneyt Kaya, İstanbul: Klasik, 2022, s. 62-75,101-103,107-113.
Editör:RahimAcar,Hümeyra Özturan – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.1,syf:210-223
Dipnotlar:
1 Buhârî, “Küsûf, 1,2. 4 “Nikâh” «s ;88…
[2] Suyûtî, el-Câmi‘ü’s-8agîr, hadis nr. 3033; Ma‘mer b. Râşid, el-CâmV, c. XI, s. 250; Heysemî, Mecme’ü’z-zevâid, c. X, s. 45-46 (Kitâbü’l-menâkıb).
[3] Gazzâlî, başta İhyâu ulûmi’d-dîn olmak üzere onun farklı dil,dil,uslüp hacimlerde yeniden üretimi olarak değerlendirilebilecek bir dizi eserine (bidayetul hidaye,Kîmyâ-i Sa’adett, Cecahrul Kur’an vb.)işaret ediyott olmalıdır
4 Dânık, dirhemin altıda birine tekabül eden bir ağırlık birimidir; bir dirhem ise yaklaşık 3.12 gramdır.
5 Belirli sayıların, her yönden toplandığında aynı sonucu verecek şekilde yerleştirildiği ve sihirli olduğu düşünülen karelere İslam dünyasında vefk (çoğulu evfâk) adı verilmektedir. İslam öncesi Çin, Hint ve Yunan medeniyetlerinde de görülen bu uygulamanın İslam dönemindeki örneklerine Câbir b. Hayyân (ö. 200/815), Ali b. Rabben et-Taberî (ö. 247/861’den sonra) ve İhvân-ı Safâ (TV./X. yüzyıl) gibi isimlerde rastlamak mümkündür. Gazzâlî, herhangi bir kaynak belirtmese de Munkız boyunca İhvânu’s-safâ Risâleleri’ne yaptığı atıflar dikkate alındığında, onun söz konusu vefkle ilgili bilgiyi bu eserden almış olması kuvvette muhtemeldir. Ve/fem farklı medeniyetlerdeki kullanımı ve İslam dünyasındaki görünümleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Bink Ha Ihım, “New Light on Early Arabic Awfâq Literatüre”, Islamic Occultism in Theory and Practice, ed. Liana Saif & Francesca Leoni & Matthew Melvin-Koushki & Farouk Yahya, Leiden: Brill, 2021, s. 57-161.
6 Türkçede “talih” olarak ifade edilen tâli1, astrolojide doğum saatinde ve yerinde Zodyak’m doğu ufkunda yükselen burç ve derecesi anlamına gelmektedir.
7.Heylâc (veya hîlâc), doğum haritasında yer alan beş önemli konumda en güçlü etkiye sahip gezegen için kullanılan bir kavramdır. Bu beş önemli nokta şunlardır: Güneş, Ay, yükselen [burç] (tâli*) ve şans noktası (semhü’a-sa’âde) ile kavuşumun (içtimâ1) veya karşı konumun (istikbâl) bir kısmı (eliz’). Bunlar hayat süresini göstermektedir. Şöyle ki, bu beş nokta baht ve bahtsızca doğru ilerlemektedir. Gazzâlî’nin de kullandığı tesyîr ise heylâc ile baht ya da bahtsızlık arasım tespit etmek anlamına gelmektedir. Her derece bir sene olarak kabul edilmekte ve buna rezmî, MeflUthu’l-ulü^^e-]
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…