Fazilet ve Edep:Yücelmenin Anlamı
Eğer akıl başdayısa gönülde ol tuşdayısa
İkisi bir işdeyise düşman bana kâr eylemez
Yunus Emre
Türkçede erdem kelimesiyle karşıladığımız fazilet kelimesi, Arapçada fazlalık ve üstünlük anlamlarına gelir. Dolayısıyla bir kimsenin faziletli olduğunu söylediğimizde onun hangi hususta faziletli ise o hususta bir üstünlüğe sahip olduğunu ifade etmiş oluruz.
İslam ahlâk düşünürleri, böylesi bir üstünlüğün iki şeye bağlı olduğunu söyler. Birincisi, kişiye üstünlük veren niteliğin onda bir meleke olması gerektiğidir. Meleke aslında insanda bulunan bir hali ifade eder. Fakat bütün haller meleke değildir. Şayet herhangi bir hal, geçip giden ve süreklilik arz etmeyen bir durum ise meleke olarak adlandırılmaz. Bir hal ancak insanda süreklilik kazandığında melekeye dönüşür ve belirli eylemlere kaynaklık eder. Yani halin ahlâkî bir melekeye dönüşmesi, kişide öngörülebilir bir takım davranışları üretecek vasıf haline gelmesi demektir.
Bu anlamıyla meleke, kendinde değer bildirmez, iyi de olabilir kötü de. Bir insanda cimriliğin yahut cömertliğin meleke haline gelmesi mümkündür. Dolasıyla meleke, ancak iyi sayılabilecek fiillere kaynaklık ettiğinde fazilet sınıfına girer ve insana bir üstünlük verir.
Pekâlâ, neye göre bir melekenin iyilik olduğuna karar veririz? Aslına bakılırsa bir kimsenin, farkında olmadan yaşadığı bir olgu olarak değil de farkındalıkla kavradığı bir durum olarak ahlâkîliği tam da bu sorunun cevabında tebellür eder. Bu bağlamda İslam ahlâk düşünürlerinin bir melekeyi üstünlük saymayı mümkün kılacak ikinci şartı da bu noktada karşımıza çıkar: Herhangi bir meleke, kişiyi sadece insan olması bakımından üstün kılması halinde fazilet sayılabilir. Aksi halde meleke, fazilet değil, rezilettir. Rezilet ise üstünlük anlamına gelen faziletin tam tersine “alçaklık” ve düşüklük demektir. Bu durumda bir meleke, bulunduğu kişiyi ya yüceltir ya da alçaltır. Eğer melekenin yüceltmesi, insanın sadece insanlığına katkı sağlaması halinde söz konusu oluyorsa insanı insan olması bakımından yücelten şeyin ne olduğunu sormamız gerekir.
Bir şeyin kendi olması bakımından sahip olduğu vasıflar, başka şeylerden ayrışmasını sağlayan özellikleridir. Hepimiz biliyoruz ki insan, beslenen, büyüyen, üreyen, duyu organlarına sahip olan, herhangi bir eylemi tasarlayıp iradesiyle gerçekleştiren bir varlıktır. Fakat bu özelliklerin hiçbiri insana mahsus değildir ve onu başka canlılardan ayrıştırmaz. Bütün hayvanlar beslenme, büyüme, üreme gibi özelliklere sahiptir. Yine hayvanlar, eylemlerini tasarlayarak yaparlar ve bir eylem türünü diğerine tercih ederler. Bir takım niceliksel farklar dışında insan türü bu vasıflarda öteki hayvan türlerinden ayrışmaz.
İnsanı ayrıştıran şey, akletmesi ve bilmesidir. Lâkin yaşadığımız çağda akletme ve bilme bir tür işlem yapabilme özelliği olarak düşünülmeye başlandığından bu özelliğin insana mahsus yanını kavramak için ısrarlı bir nazar gerekir. Arap dilçileri, Arapçadan dilimize geçen “akıl” kelimesinin “devenin ayak bağı” anlamına gelen “ıkâl” kelimesinden türediğini söyler. Ardından eklerler: tnsanm aklı, onu yanlışları yapmaktan alıkoyan bir bağ olduğu için “ıkâl” kelimesinden türetme yapılarak ona akıl denmiştir. Ne denli ilginç görünürse görünsün bu açıklama aklın anlamını kavramak için yeterli değildir. Çünkü aynı durum hayvanlar için de geçerlidir. Hatta hayvanlar, kendi zararlarına olacak şeylerden şiddetle kaçınırlar. Şayet insan aklı, yanlışlara karşı bağ olduğu için akıl olsaydı hayvanların da insanlar kadar akıllı olması gerekirdi.
Zannediyorum akim bağ olmasının daha hayati bir anlamı vardır: Bütün canlı türleri içinde yalnızca insan, bir şeyin nihaî sebeplerini bilme arzusu taşır. Böylesi bir arzu ise sebepleri birbirine “bağ”lamayı gerektirir. Bu anlamda insanın akletmesi, sebepleri birbirine bağlayarak nihaî sebebi bulma arzusunu ifade eder. Öyleyse bir melekenin bulunduğu insana üstünlük verebilmesi için onun akletmesine yani nihaî sebebe ulaşma çabasına bir katkısının olması gerekir. İşte ahlâkîlik tam da bu noktada ortaya çıkar: İnsanın eylemleri, sebeplerin sebebine yahut bütün var olanların dayandığı nihaî ilkeye ilişkin kavrayışı ile irtibatlandırılabildiği için ahlâkîdir. Bir meleke, böylesi bir kavrayışa “bağ”landığı takdirde ve ölçüde fazilet iken söz konusu “bağ”dan yoksun olduğu takdirde ve ölçüde rezilettir. İşte İslam bu nihaî yahut hakiki sebebin adının “Allah” olduğunu söyler ve buna dair kavrayışı da “tevhid” olarak adlandırır.
Bu bağlamda Müslüman olmak demek, bütün nesnelerin ilkesi, yaratıcısı veya nihaî sebebi olarak Allah’ı bilmek ve bütün eylemlerimizi de tevhide ilişkin idrakin bir uzantısı olarak gerçekleştirmeye çalışmak demektir. Gündelik dilde akıl denilen şey, daha ziyade insanın nihaî ilkeye dair kavrayışının nasıl eyleme dönüşeceğini belirleyen tecrübî akla tekabül eder. Tecrübî akıl, eylemlerin nasıl ve hangi süreçlerde gerçekleştirildiğinde inanç ve görüşlere uygun olacağını belirlediğinden gündelik hayatta şu veya bu şekilde uymak zorunda kaldığımız edebi (çoğulu: adâb) üretir. Bu bağlamda edep, bir prosedürler (rusûm) bütününü ifade eder. Bu prosedürler bütününün değerini ise neyin prosedürü olduğu tayin eder. Bir davranış, hangi inanç ve görüşten kaynaklanıyorsa, diğer deyişle neyi amaçlıyorsa tecrübî akıl onun edebini oluşturur. Tecrübî aklın gücü ve zaafı da inanç ve davranış arasındaki ilişkiyi ne denli dakik kurup kuramadığına bağlı olarak değişir. Bu bağlamda Allah’a karşı muamelenin adâbı olduğu gibi dostluğun, fırıncılığın, konuşmanın ve yürümenin de adâbı olur.
Dikkatsiz bir zihin çoğunlukla bu iki akıl türünü birbirine karıştırdığından ahlâk ve edep kelimeleri de çoğu kez birbirinin yerine kullanılır. Oysa edep metafizik bir kavrayış gerektirmezken metafizikten yoksun bir ahlâktan söz edilemez. Evet, metafizik kavrayışla irtibatlı davranışların da mutlaka adâbı olur. Bu sebeple sûfîler “et-turuk kulluhâ adâb” yani “Allah’a ulaşan bütün yollar edeplerden ibarettir” demiştir. Zira inancın gereğine uygun olmayan davranışlar, nadir durumlar dışında, bizzat o inançla amaçlanan sonuca ulaştırmaz.
Gerçi Ehl-i Sünnet amelin imandan bir parça olmadığını söyleyerek davranışlardaki kusurların inançtaki doğruluğu ve bu doğruluğun en azından temel sonuçlarını geçersiz kılmayacağını iddia etmiştir. Fakat bu iddia, inanç ve davranış arasındaki uyum arayışım anlamsız kılmayı amaçlamaz, Hakk’ın kula muamelesinin Mutezilenin tanımladığı haliyle adalet sıfatına göre değil, bu sıfattan daha genel olan rahmet sıfatına göre cereyan ettiğini vurgular. Nitekim inanç ve davranış arasındaki varlık bağı nedeniyle bir davranış şeklen ne denli uygun görünürse görünsün tevhid kavrayışına bağlanmadığı takdirde dinen makbul sayılmayacağında, bütün îslam mezhepleri hemfikirdir.
Ahlâkın metafiziğe dayanması, hakiki anlamıyla fazileti de metafizik bir kavrayışın doğuracağı anlamına gelir. Bu anlamıyla fazilet, öfke gücünün hazzı sayılan galip veya baskın olmak anlamında bir üstünlük değildir. Maddî olanı, manevî olana bağlayan aklın, inanç ve davranışlarıyla şehvet ve öfke kıskacından kendisini kurtarması anlamında bir üstünlüktür, öfke veya şehvet gücünden kaynaklanan üstünlüğün muhatabı, daima kişinin kendisi dışındaki insanlar ve nesnelerdir. Diğer deyişle öfke zaferini daima bir başkasına karşı kazanır. Şehvet daima bir başkasını elde eder. Böylelikle de başkalarına karşı üstünlük kurarlar. Oysa bütün mevcutları nihaî ilkeye bağlama çabasındaki aklın üstünlüğünün rakibi yoktur; akıl yüceldiğinde başkalarını alçaltarak yükselmez; onun zaferi, kendi kabiliyetini ifşa etme başarısıdır; hazzı da kemale ermektir.
Ömer Türker – Anlamı Tamamlamak,syf:191,195