Fatma Barbarasoğlu – İmaj ve Takva ”Alıntılar”
Günümüzde çalışmanın bir hizmet olduğu hemen hemen unutulmuş, bunun yerine hırs ve haset geçmiştir. Çalışma ahlâkında hizmet duygusunun hırs ve haset ile yer değiştirmiş olmasının sebebi nedir? Kişilerin meşrep ve mizaçlarına göre değişiklikler gösterse de, insanları hırs ve haset duygularına iten sebeplerin başında bugünkü hayat standardını koruyamayacağı, olduğundan daha kötü bir duruma düşeceği tehlikesi gelmektedir.
Kendisini bir alt sınıf ile mukayese ederek şükretmek ve şükrünü kendisinden daha zor durumda olanlara yardım ederek ifade etmek yerine; halini kendisinden birkaç sınıf yukarıda olanlarla mukayese ederek hayatı kendisine ve etrafındakilere zehir eden insan için nasibe inanmanın bir ehemmiyeti olmasa gerektir. Bu durumda kredi kartları ve taksitli satışlar ile kazanmış olduğundan daha fazlasını harcamaya talip olarak nasibini arttırdığını düşünen insanlar ortaya çıkmaktadır.
—————————————————————————-
İnsan zihninin en gerçek resimlerinden biri de şok anlarında ortaya çıkar. Şok anında kendimizin bile farkında olmadığı başka bir “kendimize” rastlarız. Bütün TV kanallarında yorumcular “kıyamet gününü” yorumlamak için zihniyetleri, dünya görüşleri, ekonomik ve felsefî tercihleri ne olursa olsun aynı ifadeyi kullandılar: “Film gibi.”
“Film gibi” benzetmesinin ardından her yorumcu hafızasının kıvrımlarında kalmış film karelerinden yola çıkarak, halen seyretmekte olduğu “kıyamet günüyle” paralellikler kurmaya çalıştı. O an herkesi ilgilendiren sanki gerçek ile kurgu arasındaki fark ya da benzerlikti. Felaketi anlamak için Hollywood filmlerinden referans alınmaya çalışılması terörün seyirlik yanını bütün dehşetiyle ortaya koyuyor. Global dünyada felakét merkezine uzaklık ne noktada olursa olsun naklen TV yayınıyla “sanki içindeymiş gibi” bir heyecan uyandırılıyor. Sanki içindeymiş gibi de, yazık ki insanî hassasiyet, empatik birlik yok.
Evet, ekran başındaki herkes korkuyor, ama tıpkı korku filminde hissedilen bir korku gibi. Yaşanılan felaketin boyutları insanları metafizik derinliğe, felsefî çıkarımlara, insanlık üzerine düşünmeye sevk etmiyor ve terör en çok bu noktadan güç buluyor. Kendisini seyrettirebildiği oranda güç kazanıyor. Ekran karşısında raiting rekorları kırdığı oranda, dehşet ve felaket, iktidarını pekiştirmiş oluyor.
—————————————————————————-
Cumhuriyet ile birlikte, Türkiye’nin şehirlerinde ancak alt sınıfa ait bir giyim-kuşam sembolü olarak görülür başörtüsü. Şehrin tek görüntüsü olmalıdır: Modern ve çağdaş. Bu bakımdan köylü erkekler şehre inerken pantolon ve fötr şapka kiralar. Şehrin estetik zevkini incitmeye kimsenin hakkı yoktur. **
Hakim unsur pozitivist bir mantık olduğu için ve din ilerlemenin karşısında bir engel olarak kabul edildiğinden dini hatırlatan her şeyin şehrin sınırlarının dışında tutulmasına önem verilir.
“Köylü milletin efendisidir” diyen Mustafa Kemal kıyafet balolarında köylü kadın kıyafetine bürünen kadınların bile balo icabı başlarını örtmelerine müsamaha göstermez. İffet Halim Oruz başı açık bir köylü kadın kıyafeti giyişini paşanın takdir ile karşıladığını uzun uzun anlatır.
—————————————————————————-
Okumak ile “okuyup bir şey olma” arasındaki boşluğun ortaya çıkardığı sıkıntıların en fazla hissedildiği dönem 1980 sonrası dönemdir. Müslümanların kendilerini bireyciliğin ve tüketimin hayat tarzı haline gelmesinden koruyamamaları, zaaf noktalarının geometrik bir şekilde artmasına sebep olmuştur. 1980 sonrası Müslümanlar “Özal felsefesi”nin etkisi altında, hal-i hazırdaki hayat anlayışını İslamî esaslara göre yeniden düzenleme idealinden uzaklaşmışlar ve tüketim zihniyetine uygun her türlü hayat tarzının “İslamî versiyonunun” üretilmesi yoluna gitmişlerdir. Günlük hayat içerisinde her şeyin “Müslümancası” üretilerek tüketim kalıpları Müslümanlar için yeniden düzenlenmiştir.
Bu tüketim kalıplarının Müslüman kadına nasıl bir rol verdiği özellikle “başörtü” reklamlarıyla belirginleşmektedir. 1970’lu yılların en önemli tartışma meselelerinden olan “Müslüman kadının görünürlüğü” Özellikle 1990’ların başından itibaren “en şık şekliyle görünme”ye çevrilmiştir. Tesettür ve defile kelimelerinin yan yana ve birbirini tanımlar bir şekilde kullanılıyor olması bile “görüntü” ve “görünür olma” probleminin geldiği noktayı gözler önüne sermektedir.
Görüntüleri -yani başörtüleri-onları laik-şeriatçı çatışmasında laiklerin gözünde potansiyel tehlike olarak hedef kitle haline sokmaktadır. Saldırıların odak noktasında bulunmaları başörtülü genç kızların kendilerine dönük, kendilerini keşfetmeye ve en önemlisi nefis terbiyesine yönelik tutum ve davranışlar geliştirmelerini engellemekte ve onları reaksiyoner bir tavır içine itmekte.
”Hayat sahnesinde insanın öteki insanların gözünde değer kazanmak üzere eylemde bulunması gerektiğinin kabul edilmesiyle birlikte; olduğundan daha iyi olma ve bugünü yarın için değerlendirmek üzere nefsani ve şeytanî olana uzak durma; yani hayat karşısında perhizkâr olma tavrı geçerliliğini kaybetmiştir.
Yaşanmakta olan fani hayat, yaşanılacak olan ebedî hayat için “tarla” olarak görülmediğinde; oyunu oyun için oynama anlayışı değer kazanır. Olduğundan daha iyi olamıyorsan, daha iyiymiş gibi yaparak oyuna katılabilirsin. Halbuki olduğundan daha iyi olma çabası, kendi yarınının, kendi dününü geride bırakması anlayışına dayanmaktadır. Hadis-i şerifte “İki günü birbirine denk olan bizden değildir” buyrulmaktadır. Kişinin dündeki kendini her gün bir parça daha aşabilmesi için özellikle “bugündeki” kendini idrak etmesi gerekmektedir. Modern dünyada kişinin kendi dışında gerçekleşmekte olan hız “kendini bilmesini” engellemektedir.
‘ Geleneksel dünyaya yön veren düşünce “Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” ilkesidir. Bu ilkeye uygunluk bakımından İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin anekdotu zikretmeye değer bir özellik taşımaktadır. Bilindiği gibi Ebu Hanife bir gün çocukların yanından geçerken çocuklardan birisi “Şu adamı görüyor musunuz; 0 sabaha kadar namaz kılıyor” der. O zamana kadar ancak gecenin belirli bir kısmını ibadet ile geçiren Ebu Hanife “göründüğü” gibi olabilmek için, yani başkalarının kendisi hakkındaki hüsn-i zanlarına uygun davranışta bulunabilmek için o günden itibaren bütün geceyi ibadet ile geçirmeye başlar.
“Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” ilkesi, belirli zamanlar için sahnelenen duruma ve yere uygun davranışı, yani imaj oluşturmayı engellemeye yöneliktir. Çünkü geleneksel anlayış için önemli olan bedenin hareketi değil, ruhun ve düşüncenin hareketidir. Bu bakımdan bedenin hareketi bedene zevk vermek üzere değil, ancak bedeni terbiye etmek üzere katlanılan meşakkatler mânâsında önemlidir.»
”’Yaşadığını hissetmek için korkmaya ihtiyaç duyanların sayısı gittikçe artıyor. Şair haklı! “Yaşamıyor gibi” yaşadığımızdan hiç olmazsa gerçek olmadığına güvendiğimiz sanal korkularla var olma bilinci oluşturmaya meylediyoruz. Tefekkürün doyurulamayan boşluğu, sanal korkularla bastırılmaya çalışılıyor. Düşünmekten istifa etmenin eşiğinde başlıyor bütün korkular.
Allah korkusunu kalplerden silmek için uğraş verenler çoğaldıkça ve üstelik onların bu uğraşı başarıya ulaştıkça, sanal korkular ve sanal korkulara ram olarak yaşadığını hissetmeye çalışanların sayısı da artıyor.
”Aşk öğretir. Çoğunluğun istediği de belki, acısını çekmeden aşkın öğrettiği bilgeliği giyinmek. “Hiç kimselerin öğretmeye kudretinin yetmediği şeyleri öğretir aşk.” Tarık Buğra “Yarıda Kalan Aşk” hikâyesinde hayatı kendisine bir sarışının öğrettiğini söyler: “Sarışın bana çok şey öğretti, beni hayatla buluşturdu. O gelinceye kadar ben hiçbir şey bilmiyormuşum. Ondan önce meğer ben topu topu üç yüz, beş yüz kelime ile yaşarmışım. O bana renk renk kelimeler Öğretti, hayatı, Allah’ı ve alın yazısını öğretti… Yine de bilmediğim şeyler var… Aşk nasıl olur da iki hayata birden aynı kuvvetle aynı tarzda hükmeder bilmiyorum.”
Tarık Buğra haklıdır. Aşk’ı cazip kılan biraz bu bilinemezliği, tariflere sığmayışı ve daima iki kişilik oluşudur. Fakat Müslümanların aşk üzerine düşünmeye başlamaları, röportajlarda aşkı konu etmeleri, aşkın öğreticiliğinden ziyade “melez desenlere” uygunlukla bağlantılandırılabilecek bir durum: “Biz de herkes gibiyiz.(s.44)
Her günün içine bir tören havası sokmayı başarır ve hayatı bayram neşesine çevirmenin telaşıyla kendilerini unuturlardı. Günler onlar için asla birbirine kardeş olan 365 gün değildi. Her gün farklıydı. Ve bu farklılık kendine ait bir töreni hak ederdi.
Devletten maaşlı bir din adamı hiç tanımadı onları. Hayatlarının belki en büyük şükrünü buna dair yapacaklar ahirette. “Ameller niyetlere göredir” sözünü kalkan edinerek; “kötünün asla ortaya getirilmemesi” ilkesine sonuna kadar sadık yaşadılar.
İmam-Hatip’e, İlahiyat Fakültesi’ne giden çocukları ve torunları küçümsedi onları zaman zaman. “Halk İslam’ı” dediler burun kıvırıp. “Bunun dinde yeri yoktur” dediler. Ama onlar hiç aldırmadı. İçlerindeki aşkın her şeyi affettireceğine öylesine inanıyorlardı ki, hayattan daima aşka dair bir şeyler devşirme nin heyecanıyla zevk aldılar. Mevlidlerde ağladılar. “Peygamberimi, efendimi anlatıyor” diye, kendilerinden geçecek kadar Süleyman Çelebi’nin mısralarında kayboldular.
54 Farzı bir çırpıda sayamazlardı belki; ama bütün evliya menkıbelerine aşina idiler. Yaşadıkları hayata evliya menkıbelerinin uzak olduğunu biliyor, fakat gökteki yıldızlar gibi onların hayat için yol gösterici olduğuna inanıyorlardı.
Menkıbelere kendi iyilik sınırlarını tecrübe etmek için delicesine bir tutku ile bağlıydılar. Çünkü böylelikle kendi nefslerinin şerrinden korunduklarına inanıyor, duydukları her dinî hikâye ile daha iyi olmanın portresini yeni baştan çiziyorlardı hafızalarına.
Kendimi Araf’ta hissediyorum. Bütün yüklerimle beraber. Ne büyükannemin manevî terekesine sahibim; ne de akıllarını ve nefslerini kalkan edinenlerin söylemiyle rahat içim.(s.164)
Paparazzi programlarının insandaki tecessüsü nasıl etkilediğinin araştırılması lazım. Mesela komşu dedikoduları azalmış mıdır paparazzi seyredenler arasında? Zaaflarını ortaya koymak bakımdan bütün toplum aynı durumda değil, bir defa bunu kabul etmemiz lazım. Zaafı değer taşıyan insanlar var. Kim bunlar? Şarkıcı, artist vs. Yani ünlü kişiler. Medya yoluyla ünlü kişilerin zaafları, günahları ortaya konunca bu kişiler kaybetmiyor, kazanıyor. Yani günahın şöhrete endekslenmesi söz konusu. Bu durum henüz yetişme çağında olan gençleri olumsuz etkiliyor.
Onlar da zaaflarını bir statü olarak ortaya koyarak farklılaşmak istiyorlar.. Halbuki bütün dinler ve ahlâk sistemleri için aslolan insanın zaaflarını yenerek kemale ermesidir. Zaaflarla var olma mantığı ve zaafların şeffaflık adı altında statü payesine erişmesi insanların hayvanî nefste takılı kalmaları neticesini getiriyor.(s.221)
Kadınların hemcinslerine yönelik olarak sahip oldukları zaaflar genellikle “görüntüye ait” zaaflar.Başarı ve iktidarın paylaşımı noktasındaki zaaflar bile kadınlar arasında yine de görüntüye dayalı olarak cereyan ediyor, diye düşünüyorum. Çirkin kadınların başarıları kıskanılmıyor mesela…
Fakat karşıt cinsler arasındaki zaaflar doğrudan yarış mantığına dayanıyor. Özellikle kamusal alanda. Çünkü Sanayi İnkılabının başlangıcından bu yana kadınlar ve çocuklar ucuz emek olarak görüldü ve hal-i hazırda bu anlayış devam ediyor. Yanlış bir rekabet söz konusu karşı cinsler arasında. Bu yanlış rekabetten dolayı kadınlar kadınlıklarından erkekler erkekliklerinden vazgeçiyor.
Ataerkil toplum eleştirilerinin yoğunlaşmasından sonra, erkekler erkek olarak yetiştiril(e)miyor. Ataerkil düzenin taşıyıcısı olmasın diye erkekler kadınsı özelliklere yönlendiriliyor. Kadınlar da ileriki hayatlarında kendilerini ezdirmesinler diye erkeksi özelliklerle yetiştiriliyorlar. Hâlbuki kadın, kadınlığından uzaklaştıkça daha çok eziliyor. Çünkü nasıl olacağını, nereye ait olduğunu bulmakta zorlanıyor. Çevrenize dikkat edin erkekler ezmez, erkek gibi olanlar ezmeye kalkar. Çünkü kendisi; psikolojisindeki gibi’lerin farkında olduğu için, başkaları da fark etmesin diye abartılmış bir erkek rolü oynamaya kalkar.(s.223)
-İnsanın kendisi olması için önce kendisini idrak etmesi gerekiyor. Hâlbuki modern değerler insanı kendisinden koparıyor. Çünkü içe dönük bir derinleşme imkânı ortadan kalkıyor. Meselâ, hiç düşündünüz mü niye “şeffaf” kelimesi bu kadar çok telaffuz ediliyor? Eskiden insanlar temiz kalpliliklerini ispat etmek için “İçim dışım bir” derlerdi. Şimdi “Ben şeffaf bir insanım” deniliyor. Niye şeffaf bir insan? Yani her türlü değişikliğe hazır. Öylesine hazır ki biraz önceki, bir sonrakini hiç etkileyemeyecek. Hani insan kendisi olacaktı?
Hayır. Kitle için tüketime sunulmak üzere hazırlanmış ne varsa insan o olacaktır. Çünkü tiplerin ve tavırların bile modası oluşturuluyor. Gazete başlıklarını düşünün “içine kapanık, gizemli” kıyafette etnik unsurlar moda olunca bu kıyafete uygun tavır ve davranışlar da benimsetiliyor.(s.190)
‘Bir taraftan “demokrasi var” diyoruz, “insan özgür” diyoruz, ama diğer taraftan insanların durmadan kategorize edilmesine, sınıflandırılmasına şahit oluyoruz.
Bu sınıflandırma nasıl oluyor? Topluma sunulan ideal ~aslında kısa bir süre sonra değişecek olan, yerini başka bir ideale bırakacak olan – değerlerle gerçekleştiriliyor. Bu değerlere uyanlar iyi, çağdaş, modern; uymayanlar kötü, gerici, geleneksel tanımlamasının içine hapsediliyor. Meselâ televizyon bir ideal anne tipi çiziyor. O çizilen tipe uyduğunuz sürece bir mesele yok. Uymazsanız eğer, çocuğunuza sizin iyi bir anne olmadığınızı söylettiriyorlar.
İyi anne kim? Çocuğuna karışmayan. Çocuğunuza müdahale ettiğiniz zaman tüketime sunulmuş kitle değerleri zarar görür çünkü. Tüketime sunulmuş mallar zarar görür. Gittikçe daha fazla bir şekilde çocuğun anne-baba üzerindeki baskısı artıyor. Yani anne-babalar geleneksel anne-babalar gibi fedakâr olacak, ama çocuk başına buyruk olacak. Modern değerlerin yetiştirdiği çocuk, annebabasının hayat tecrübesini, yaşamış olduklarını küçümsüyor.(s.191)
’Kadın, modern estetik değerler yüzünden de baskı altındadır. Televizyondaki programlara bakın.Kadın şişmansa eğer her türlü hakaret reva görülüyor. Yani “Şişman kadın, ne mutlu olmaya ne de etrafındakileri mutlu etmeye lâyıktır.” anlayışı yerleştiriliyor. Meselâ, iş adamının karısı şişmansa adamın karısını aldatması mübah gibi gösteriliyor. Güzellik endüstrisinin para kazanması uğruna periyodik olarak güzel’in tanımı değişiyor ve özellikle kadının kendisini bu yeni güzellik anlayışına uydurması emrediliyor. Rejimler, jimnastikler. Güzel olmak kadının kendisine saygı duyması olarak takdim ediliyor. Bu kadar putlaştırılmış beden anlayışı neticesinde ifadesiz bir sürü “güzel” yüz ve vücut arz-ı endam ediliyor. Ne oluyor sonra?..
Feministler “Şişman güzeldir” diye bir anlayışı savunuyorlar, mevcut güzellik anlayışının kadın bedeni üzerindeki baskısını protesto etmek için. Ama “Şişman güzeldir” dediğinizde bile mevcut anlayışı pekiştirmiş oluyorsunuz. Yani onun “anormal” olduğunu tekrarlıyorsunuz.
Eskiden kalp güzelliği zikredilirdi. Şimdi öyle bir şey yok. Çünkü güzellik, değişime endekslenmiştir artık. Kalp güzelliği dediğimiz zaman hiç değişmeyenden bahsetmiş oluyorsunuz. Hâlbuki modern değerler değişim ve yenilik fetişi üzerine oturtulmuştur.(s.192)
—————————————————————————-