Fahreddin Er Razi Vaziyetin’den…
Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakası kesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkı da alakayı devam ettiren hususlardır.
“Birinci husus için derim ki:
“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalı faydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:
“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarını denedim. Bunların hiç birinde, Kur’ân’da bulduğum manevî fayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”
Bu sebeble derim ki, açık delillerle sâbit olan Allah’ın varlığı, birliği, kıdemde, ezeliyyette tedbir ve faaliyette şeriklerden beri oluşu gibi imanî meselelerde, benim de imanım herkesçe kabul edilen tarzdadır ve kitaplarımda açıkladığım şekildedir. Dikkat ve derinlik istiyen meselelerde ise, Kur’an ve sahih Sünnetin ittifak ettiği mana, benim imamındır. Kur’an ve Sünnetten açık beyan bulunmayan konularda ise, söyleyeceğim söz şudur:
Ey âlemlerin İlâhı! Ben, bütün mahlûkâtın Senin Ekrem’ül-Ekremîn ve Erhamürrâhimîn olduğunda olduğunda müttefik olduklarını görüyorum. Kalbimden geçeni ve gönlüme geleni senin ilmine havale ediyorum. Eğer bâtılı hak veya hakkı bâtıl göstermeye çalışdıysam, layık olduğum muâmele-yi yap. Eğer hak ve doğru olduğuna inandığım şeyleri isbât ve takrir için gayret gösterdiysem, rahmetin benim amelime değil niyetime ve kasdıma nazar eylesin.
Ey âriflerin irfâmyla mülkü ziyâdeleşmelen ve mücrimlerin hatasıyla da mülkü noksanlaşmayan Allah’ım! Bana rahmet eyle ve hatalarımı affeyle.”
İşte büyük müfessir ve kelamcı Fahreddin Razi’nin dilinden, ma’rifetulluh yolunda Kur’an’ın ta’kip ettiği meslekin üstünlüğü, kolaylığı, açıklığı ve kısalığı…
İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:
“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”
İşte o yol, Risale-i Nurdur. Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.
Belgeler Gerçekleri Konuşuyor,cilt:5 – Ahmed Akgündüz