Allah azap etmek istediği kulun aklına tövbe istiğfarı getirmez.
Ali b. Ebû Tâlib [r.a.] İmam Gazzâlî, îhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1/313
Tövbeyi nasıl anlamalı?
Tövbe insanın ilk yaratılış haline, özüne, özündeki Rabbine dönüşüdür. Malum, her insan İslam fıtratıyla doğar. Her günah fıtrattan çıkıştır. Tövbe, insanı fıtrat yörüngesine yeniden oturtma ameliyesidir. Modern hayat günah üzerine kurulu bir düzense, insan bu düzenin iradesiz mahkûmudur. Günahsız yaşamanın imkânsız olduğu bir dünyada tövbe bir kaçış koridoru, bir acil çıkış kapısıdır. İnsan günahla insanlıktan, yani raydan çıkar. Tövbe, raydan çıkmış bir trenin yeniden raya yerleştirilmesi gibi, zaman zaman günah ve isyanla yoldan çıkan insanın yeniden iman rayına oturmasıdır. Tövbe kaç defa gittiysen git, hep ilk defa gelmişsin gibi karşılandığın bab-ı rahmettir.
Yine tövbe bir yenilenme halidir, insanın ezelde yapmış olduğu kulluk sözleşmesini hatırlaması ve halini o sözleşmeye uygun şekle döndürmesi demektir. însan melekliğin ve şeytanlığın tam ortasında, her ikisine elverişli bir formata sahiptir. Melekliğin de şeytanlığın da bir sınırı yoktur. İşte tövbe şeytanlığa meyleden iradeyi, içindeki Allah’a döndürür. Şu ayeti hatırlayalım: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”[7]
Tövbeyi bir çarpışma durumuna benzetebiliriz. Bu manada tövbe, insanın içindeki Allah ve şeytanın, iyilik ve kötülüğün mütemadi savaşında şeytana kazandırdığı mevzileri geri almak için bir adım geri çekilerek hatalarını tespit edip kendini yenilemiş bir vaziyette, yeni bir stratejiyle yeniden harekete geçirmesi planıdır. Diğer taraftan tövbe bir özeleştiridir. İnsanın bir şeyi eleştirmesi için ona dışardan bakması gerekir. Dışardan bakmak için de onun dışında olması iktiza eder. Özeleştiri insanın kendine, kendi söz ve davranışlarına dışarıdan bakarak ve gayriindi bir tarzda ölçüp biçme imkânı verir. Kendine göre değil, hakikate göre hareket edip etmediğini insan ancak bu şekilde gözlemleyebilir.
Günde kırk defa Fatihayı okuyor olmamızın insanın tövbeye olan ihtiyacı açısından çok derin bir anlamı var. İnsan günde kırk defa inhirafa uğrama, yoldan çıkma haliyle malul olduğundan kırk defa gelip o kapıya yüz sürerek ahd ü peyman tazeler. Âdeta her namazda hatta her rekâtta bir kere daha özür dileyerek düzeleceğine söz veriyor.
Tövbe aynı zamanda bir yenilenme süreci, bir iç restorasyondur. Deformasyonlardan sonra iç saffeti yeniden kazanmak için ruha arız olmuş günah lekelerinden arınmayı ifade eder. İnsan günah işlemekten korunamayacağı için tövbeden bir an bile dûn olamaz. Doğruluğu teorik ve deneysel olarak ispatlanmış entropi kanununu Albert Einstein, bütün bilimlerin birinci kanunu olarak tanımlar. Termodinamiğin ikinci yasasıdır. Entropi kâinatta düzenden kaosa, intizamdan bozulmaya doğru sürekli bir yönelişin adıdır. Eğer dış müdahale olmazsa» kâinatta bozulma kaçınılmazdır. Eğer sıcağı beslemezseniz, soğuk olur. Bir yeri düzenli olarak temizlemezseniz, kirlenir. îşte tövbe bu dış kontrolün adıdır.
insan sürekli tövbeyle kendini yenilemez, arınma kurnasına koşup ruhunu tazeleyemezse, bozulması kaçınılmazdır. Çünkü en değerli şey bozulduğunda en değersiz olur. Bir salatalığın bozulması sadece buzdolabını kokutur. Etin bozulması evi kokutur. İnsanın bozulması ise hiçbir şeye benzemez. Bir ağaçtan bir milyon kibrit çıkar ama bir kibrit bir milyon ağacı yakmaya yeter. Öyleyse bir insanın bozulması, bütün insanlığın bozulması demek olacağından büyük tehlike arz eder. Bu noktada tövbe insanın asli hüviyetine dönüşünü ifade eder. Öyleyse tövbe pasif değil, aktif bir eylemdir.
Tövbenin kul ile Rabbi arasındaki canlı boyutu
Öncelikle tövbeyi ritüel boyutuna hasretmeyip yaşam biçimi olarak genellemek gerekiyor. Ona belli zaman ve mekândaki pratikleri yerine getirerek yapılan bir uygulama olarak bakmamak lazım. Evet, onun da bir usulü var fakat tövbe daha temelde bir yaşam biçimidir. însanın sürekli Rabbi karşısında boynunu büküp mahcup durması, af dileme halinde olması demektir.
Hıristiyanlıktaki tövbe ile mukayese, konuyu daha net ortaya koyacaktır. İslam’da tövbe için herhangi bir zaman ve mekân şartı veya sınırlaması yoktur. Belli zaman ve mekânlar tövbenin kabule karin olmasını sağlar ama asla garanti etmez ve tövbe için şart da değildir. Bu uygulama din adamlarının elinde tahrif edilmiş bir Hıristiyanlık âdetidir. İtiraf veya diğer adıyla günah çıkarma, kişilerin zaaflarının kilise tarafından bilinerek toplumu daha rahat kontrol altına tutmak için icat edilmiş bir tezgâhtır. Kilisenin topluluklar üzerinde hegemonyasını sürdürmesinde bu uygulamanın yeri büyüktür. Üstelik günah çıkarma işine bir de belge icat edilmiştir.
Oysa İslam insanın günahı sadece Allah’a itiraf etmesini emreder. Hatta günahın başkasına anlatılması, affedilme olasılığını zorlaştıran bir şeydir. Abdullah îbn Ömer anlatıyor:
Ben Resulullah’tan şöyle buyurduğunu işittim: Mümin kul Rabbine yaklaşır ve Rabbi onun üzerine örtüsünü koyar ve “İşlediğin falanca günahı biliyor musun?” der. Kul “Evet, ya Rabbi,” diyerek suçunu itiraf eder. Tam cehenneme gideceği korkusu onu kaplamışken Rabbi ona “Sen işlediğin günahı insanlardan gizledin. Bunun üzerine ben de seni dünyada rezil etmediğim gibi bugün burada bu günahlarım gizleyerek seni affediyorum.”[8]
Aslına bakarsak, insanı helake götüren günah değil, tövbe- sizliktir. Çünkü tövbeden uzak durmak ya ümitsizliği ya da umursamazlığı ifade eder ki ikisi de küfrün bir başka veçhesidir. Efendimiz [s.a.v.] buyuruyor: “Her kul günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı tövbe edenlerdir.”[9] En büyük günah ise yaptıklarının affolunmayacağı inancıdır.
Tövbe ayrıca, insanın geçmişiyle hesaplaşmasıdır. Bundan dolayı tövbe eden sadece affedilmez, aynı zamanda ödüllendirilir. Peki, nedir bu ödüller? Burada üç avantajdan bahsedebiliriz. Birincisi, tövbenin kendisidir, yani kişiye tövbe etme fırsatının verilmiş olmasıdır. İkincisi, günahlarının silinmesidir. Üçüncüsü ise işlediği günahların iyiliğe dönmesidir ki yani her günah kendi cinsinden iyiliğe tekabül edip kayıtlara öyle geçer. Efendimiz [s.a.v.] bu konuda, “Nefsim elinde olana yemin ederim ki eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, sizin yerinize günah işleyen, ardından tövbe eden bir topluluk getirirdi,” buyurur.[10]
Gerçekten de ardından tövbe gelen günah, açık denizdeki fırtınaya benzer. Gemiyi sarsar ama güvertede pislik bırakmaz. Nitekim kriz fırsatın öteki adıdır, denir. Bu açıdan günah, insanın günah öncesi durumdan daha iyi bir yere gelmesine vesile de olabilir. Hatırlayalım, insan olmamız, irade nimetiyle ödüllendirmemiz, cennete namzet kılınmamız, kâinatın Rabbini tanımamız gibi bir dizi nimet Hz. Âdem’in günahının neticeleridir.
Kur’an’da tövbe ve peygamberlerin kıssaları
Kur’an’da 86 yerde tövbe kelimesi ve türevleri geçer. Bunların hemen tamamında tövbe etmenin insanı yüceltmesinden bahsedilir. Ayet-i celileler müminlerden bahsederken “Onlar günah işlemeyen kimselerdir,” demez. Aksine, “Çirkin bir amel işlediklerinde, nefislerine zulmettiklerinde…” sözleriyle günah işlemenin değil, haddini bilmemenin yani günahı itiraf etmemenin mümin olmaya aykırı olduğunu ifade eder. İçlerinden çarpıcı bir ayet şunları beyan buyurur: “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.”[11]
Bu hususta dikkat ederseniz, şeytan da Hz. Âdem de kusur işlemiştir: “Âdem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.”[12] Fakat Âdem günahını itiraf ederek adam, iblis günahta ısrar ederek şeytan olmuştur. “Dediler ki: ‘Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.’”[13]
Keza Hz. Musa bir adam öldürmüş ve ardından lafı hiç eğip bükmeden direkt suçunu itiraf ederek tövbe etmiştir: “Musa halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada biri kendi tarafindan, diğeri düşmanı taraflından; kavga eden iki adam gördü. Kendi tarafindan olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa da ona bir yumruk indirip onu öldürdü. Musa, ‘Bu şeytanın işidir. O gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır,’ dedi. Musa, ‘Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet,’ dedi. Allah da onu affetti. Şüphesiz o, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[14]
Diğer örnekte Hz. Yunus bir hata etti. Emr-i ilahi gelmesini beklemeden kendisini dinlemeyen kavmini terk etti. Balığın kanunda direkt konuyu kendi suçuna getirerek Rabbine kendisini şikâyet etti: “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.”[15] Halbuki asıl suç kavminindi ama o başkalarının suçuna değil, kendi günahına odaklandı. “Evet, benim de yanlışlarım olmuştur ama işi bu raddeye, beni bu duruma onlar getirdi yarabbi,” diyebilirdi. Bunu söylemekte yerden göğe kadar haklıydı fakat o değil suçlu aramak, kavmini şikâyet edip serzenişte bulunmak; tövbe ederken tek bir kelimeyle bile bunlardan bahsetmeden doğrudan kendini zalim olmakla suçladı ve af diledi. Buradan anlıyoruz ki tövbe tedavidir ve bu yüzden itiraf da teşhistir. Eğer tedavi görmek istiyorsak, önce teşhisi koymalıyız.
Kur’an çok yerde Peygamber Efendimizi de [s.a.v.} tövbe etmeye davet etmiştir. “Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?”[16] “Hem kendinin hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!”[17] Hadislerde onun af ve mağfiret dileği daha belirgindir: “Ey insanlar! Allah a tövbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defe tövbe ederim.”[18]
Özellikle günahtan azade bir hayat yaşamanın tamamen imkânsızlaştığı bir çağda günahla alude ruhları tövbeyle temizlemek, en önemli kulluk vazifemizdir. Zira Rabbimiz, “Oysa sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir,”[19] buyuruyor. Artık Efendimiz [s.a.v.] içimizde değil. Topyekûn bir ümmet olarak azaptan korunmanın istiğfardan başka yolu kalmamıştır.
Nasuh tövbesinin farkı
Nasuh kelimesi Arapça mübalağa kalıbıdır. İhtiva ettiği mananın en ziyadesini ifade eder. Lügatte bir söküğü dikmek, elbisedeki bir yırtığı onarmak, tamir etmek gibi anlamlara gelir. Istılahtaki manası ise samimiyettir. “Din samimiyettir,” hadisindeki en-nasîha kelimesinin samimiyet manasını ifade etmesi de buna delildir.
Peki, tövbenin nasuh olması ne demektir? Farz olan ibadetler bile zamanla özünden kopup âdete dönüştüğü gibi, tövbe de gerçek anlamını yitirip bir ağız alışkanlığına dönüşebilir. Kişide, tövbe için söylenmesi gereken sözleri telaffuz ederek gerçekten tövbe ettiği kanısı oluşabilir. Dolayısıyla kişi işlediği cürümden hicap duyup Rabbi karşısında ruhen ıstırap hissetmeden sadece “estağfirullah” demekle tövbe etmiş olmaz.
Bu yönüyle nasuh, tövbenin ruhudur. Hakikatte işlediği her günahı hatırladığında kişiyi hicaptan kıvrandırmayan tövbe geçerli olmaz. Efendimizin [s.a.v.] “Tövbenin alameti nedir?” sorusuna “Pişmanlıktır,” demesi bunun en açık delilidir. Tev- be-i nasuh hulus-i kalp ve hüsnüniyetle kişinin pişmanlığı en derinden hissederek günahtan pişmanlık duyması ve âdeta ciğeri yırtılırcasına inim inim inleyerek yakarmasıdır, insan ruhunu arındırıp dupduru hale getirecek böyle bir tövbe, ilahi iradeyi de devreye sokacak, rahmet-i Rahmân kendisine bir daha günah işleme fırsatı tanımayacaktır.
Nefis muhasebesinin tövbeyle münasebetine gelecek olursak, muhasebe duygusu insanın sürekli kendisini kontrol etmesini, tövbe şuuru ise bu kontrol neticesinde eğer bir bozulma ve kokuşma oluştuysa, hiç tereddüt etmeden hemen geri adım atmasını sağlar. Bir türlü mensup olduğu hareketi ya da temsil ettiği ideolojiyi bırakamayan insanlar, tövbe şuuru gelişmemiş insanlardır. Onlar aynı yerde kırk yıl bulunmakla övünür, hiç değişmemekle iftihar ederler. İçlerinde bulunduğu durumdan bir kere olsun şüphe etmez, düşünce ve söylemlerini bir kere gözden geçirip özeleştiri yapmazlar. Eleştiri elemek, elekten geçirmektir. Özeleştiri insanın kendi duygu, düşünce ve davranışlarını elekten geçirip çürüğü sağlamdan ayırmasıdır.
Günümüzde maalesef kendini değiştirmek bir kenara, halini hiç bozmama durumu çok makbul bir durum gibi takdir edilir. Halbuki Efendimizin [s.a.v.] davetine en sert mukabelede bulunanların temel argümanları da buydu. Bu yüzden aralarında benzer bir psikoloji söz konusudur. Onu dinlemeyi hiç düşünmediler, anlamaya çalışmadılar. Tek söyledikleri, atalarının üzerine olduğu şeyin mutlak hakikat olduğuydu. Peygamberin davetini reddederken de bundan başka hiçbir dayanakları yoktu.
Düşünün, Hz. Ömer altıncı yılda Müslüman oldu ve İslam’a girmesine vesile olan Peygamberin mucizesi Kur’an ayetleriydi. Tâhâ suresinin ilk ayetlerini duyduğunda âdeta beyninde şimşekler çakmış, kendinden geçmişti. Bu demektir ki altı yıldan beri reddettiği bir inancın ne getirdiğine ne söylediğine bir kere olsun dönüp bakmamıştı. Bu durum, o gün Mekke’deki azılı müşriklerin tamamının ortak tavrıydı. Neticede altı yıl sonra Hz. Ömer Mekke’deki önyargı duvarını yıkmıştır. Bundan dolayı ondan sonra Mekke’de
Müslümanların sayısı hızla artmıştır. Hz. Ömer’e Faruk sıfatının verilmesinin hikmeti de budur.
Toplumsal veya düşünsel bir tövbeden söz edebilir miyiz?
Ferdî tövbenin dışında kalan bu noktalar önemlidir. Evet, tövbenin toplumsal boyutu vardır. Tıpkı bir ferdin heva ve hevesine uyarak günah işlemesi gibi, bazen de topyekûn bir millet yoldan çıkıp yanlışa düşebilir. Bu bazen sürü psikolojisiyle, bazen toplumun tamamına tesir etmiş travmatik bir hadisenin etkisiyle, bazen de genel kabule karşı koyma korkusuyla gerçekleşir. Böyle bir durumda hiç tereddüt etmeden toplu halde tövbe edip hatadan dönmek gerekir.
Kur’an’da Hz. Yunus kıssası bir topluluğun karıştığı isyanı ve yine toplu tövbeyi anlatır. Bu anlamda Hz. Yunus kıssası toplumsal tövbe örneğidir: “Yunus’un kavminden başka, keşke (azabı görmeden) iman edip, imanı kendisine fayda veren bir tek memleket halkı olsaydı! (Yunus’un kavmi) iman edince, dünya hayatında (sürüklenebilecekleri) rezillik azabını onlardan uzaklaştırmış ve onları belli bir zamana kadar yararlandırmıştık.”[20]
Hz. Yunus’un kavmi gibi topyekûn bir tövbe hareketi olmasa da Emeviler dönemindeki Tevvâbîn hareketini de burada anmak yerinde olacaktır. Kısaca hatırlayacak olursak, Hz. Hüseyin’i, Emeviler’e karşı harekete geçmek için ısrarla Kû- fe’ye çağıran halk, Hz. Hüseyin’in bu davete icabet ederek yakınlarıyla beraber Kûfe’ye doğru yola çıktığında Kerbe- la’da katledilmesine göz yumdu. Zamanla yaptıkları hatanm büyüklüğünün farkına vararak tövbe ettiler ve tövbelerinin kabul olması için Hz. Hüseyin’in intikamını almaları ya da bu uğurda ölmeleri gerektiğini insanlara anlatmaya başladılar. Kısa zamanda hatırı sayılır kitleye ulaşan ve aralarında çeşitli sahabilerin de bulunduğu bu hareket, kendisine tövbe edenler anlamında Tevvâbîn adını verdi. Nitekim Hz. Hüseyin’in intikamını almak için gerçekleştirilen bu ilk önemli teşebbüs, kanlı bir şekilde sonlandı. Hz. Yunus’un kavminden farklı olarak, bu hareketin siyasi bir yönü de bulunmaktadır. Toplu olarak yaptıkları hatanın farkına vararak tövbe etmeleri ise iki kavmin de ortak noktasıdır.
Bunun dışında düşünsel tövbeden de bahsetmek mümkündür. Tarih, toplum ve tabiatın etkisinden çıkarak salt hak arayışı insanı en sonunda gerçeğe götürecektir. Yine de gerçeğin keşfi yeterli değildir. Hak tecelli ettikten sonra hakka tabi olmak, tövbe bilincinin gelişmiş olmasıyla doğrudan alakalıdır. Bir insan hakikati keşfetse ya da bütün çıplaklığıyla hakikat tecelli etse, eğer tövbe bilinci gelişmemişse, o güne kadar söyledikleri ve yaptıklarını elinin tersiyle bir kenara iterek “Ben hakka tabi oluyorum zira hak tabi olunmaya en müstahak olandır,” demediği müddetçe hakkın kişiye hiçbir faydası olmayacaktır. Roger Garaudy’in tabiriyle, bir nehir denize doğru aktığında kaynağına ve fıtratına sadık kalır.
Söz konusu hakikat arayışı ve fikrî çaba son derece önemlidir. Buna rağmen, yola koyulmuş bir insan düşebilir. Düşmek aynı zamanda yürüdüğünün de delilidir. Zira yola koyulmayan düşe- mez. Bir şey yapmayan hata da yapamaz. Hata yapmak iş yapanlara mahsus bir durumdur. Peygamberin günde yüz defa istiğfar etmesinin bir anlamı da peygamber olmasına rağmen sürekli korku ve ümit arasında olmasıdır. Bu, kendinden emin olmama halidir.
İşte bu aşamada ümitsizliğin tehlikesini fark ediyoruz. Öyle ya şeytanın tövbe eden bir insana günah işletmedeki asıl maksadı, günah işledikten sonra insanın ruhuna arız olan ümitsizlik halini yani kendinden ümit kesmesini gerçekleştirmektir. Her defasında tövbe etmesine rağmen yine günah batağına düşen kişi, bir vakit sonra, ben daha düzelmem deme noktasına gelirse, şeytan günah işletmedeki asıl hedefine ulaşmış olur. Merhum Akif ne güzel demiş: “Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun. Azmine sarıl sımsıkı, bak ne olursun!”
Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali,syf:71-80
Dipnotlar:
[7] Şems, 91:7-8.
[8] Müslim, “Kitabu’t-Tevbe,” 6.
[9] Tirmizî, “Kıyamet”, 49; îbn Mâce, “Zühd”, 30.
[10] Müslim, “Tevbe”
[11] Âl-i îmrân, 3:135.
[12] Tâhâ, 20:121.
[13] A’râf, 7:23.
[14] Kasas, 28:15-16.
[15] Enbiyâ, 21:87.
[16] Tevbe, 9:43.
[17] Muhammed, 47:19.
[18] Müslim, “Zikir” 42.
[19] Enfâl, 8:33.
[20] Yûnus, 10:98.
0 Yorumlar