Şüphesiz ki, yıldızların hareketiyle kalbin gizli hareketlerini idare eden aynı kanundur. Bir ucu sonsuz kâinata, öbür ucu insanın kalbine dayanan bu evrensel hüküm, akla durgunluk verecek kadar kudretle hâkim olduğu halde, onun altında, ondaki müthiş nizâma aykırı nice olaylar görülüyor. Kâinatımız asıl bu sonuncuların mahşeridir ve akıl onların varlığına mâna verememektedir. Sanki onlar, ne asla çözülemiyecek bir muamma olsunlar, ne varlığın mânasını ebediyyen gizlesinler diye ortaya koyulmuşlardır.
Temel yapısı ile muhteşem nizâm içinde kurulu olduğu halde birçok çelişmeler, nizâma aykırılıklar ve manasızlıklarla yüklü olan bu kâinatın içinde insan, ondaki durumun tıpkısına sahiptir. O da kalbinin evrensel kanunlarıyla yaratıldığı halde bütün hareketlerinde çelişmeler, nizâma karşı koyan kuvvetler ve aldın tahammül etmediği nice mânasızlıklar yaşatmaktadır. Kâinatımızda hâkim bulunan çelişmeler ve mânasızlıkları düşünürken görüyoruz ki:
Varlığın var ölüşüyle yokettiğini zannettiğimiz yokluk, her yerde varlığa saldırıyor ve her varlığı günün birinde mutlaka pençesine geçiriyor; ölüm daima hayatı kovalıyor; sonsuzluk kendinde son fikrini taşıyor ve iradenin her yorulduğu yerde onu karşımıza çıkarıyor; karanlık aydınlığı kovalıyor; yaşayanlar ölülerden gıdalanıyor.
Aklı her an hayrette koymaya kabiliyetli olan büyük kâinat nizâmının ta göbeğinde barınan bu nizâma aykırılıklarla çelişmelerin eşdeğerleri insanın da yaradılışında ve yaşayışında görülüyor. Kalbin ebedi ve değişmez kanununun yanında onu yerin dibine batıran nice kanunsuzluklar, mânasızlıklar ve bedbaht çelişmeler vardır. Onların da bazılarını sıralayalım:
Kalple kafa arasındaki çatışmalardan bunalımlar doğuyor. Bazan duygularımız düşüncenin ağırlığını sonsuz bir şekilde geçiyorlar. Bazan da onu çiğniyor veya reddediyorlar. Akıl yürütmelerimizin sebebini icadeden, bu sebepleri yaratan hislerimizdir. Yine duygular, olmayanı var gibi gösteriyorlar. En yüksek heyecan aklı kovuyor, aklın hakikat dediğini yerden yere vuruyor ve biz, aklın sultanı olmakla övünen insan, yalnız hislerimize kalbimizde yer veriyor ve onları kutsallaştırıyoruz.
Ellerle emeller arasındaki pek aşırı mesafe farkı elem yaratıyor. İnsanın, çok kere ihtirasla, bazan boynu bükük gönülle istedikleriyle elde ettikleri ve yapabildikleri arasındaki büyük fark, elde ettiklerinin dilediklerine göre hemen hemen hiç denecek kadar azlığı, sefaletlerinin iradesinde barınan sebebidir.
Hayatın birbirini kovalayan ve hep bir evvelkini yıkan çağları arasındaki çalkantılar, gençliğin çocukluktaki sâfıyete hasreti, ihtiyarlığın, erginlik yaşının kuvvetlerini kurutucu yıkılışı, hayat savaşında ve fizyolojik ihtiyaçla birbirini tamalayan iki cinsi idare eden ruh yapıları arasındaki uçurum, erkekle kadının, birlikte yaşamaya mahkûm olduğu kadar birbirine zıt ruh halleri yaşıyan bu iki yaratığın uçurumun iki yanında yer almış olması, hep birbirini kovalayan ve bazan biri öbürünü aratacak kadar derinleşen ıstırapların sebebi olmaktadır.
Her tarafına haz ve saadet vasıtaları serpilen bir dünyada insan hayatında acılarla ıstırapların yarışırcasına birbirini kovalamaları, dünyamızı tahammülü güç bir aldatılma sahnesi haline koymaktadır.
Düşünen her insanı hayrette bırakmaya yeterli olan bir nizâmı barındıran dünyamızda zâlimle mazlumun, hainle merhametlinin yanyana ve çok kere elele yaşamaya mahkûm oluşları, yaratılışın affedilmez insafsızlığını temsil eder gibi görünüyor.
İnsan kalbinin sığındığı en büyük ihtiyaç adalet olduğu halde dünyamız, birbirine zulüm yapmakla yaşayan insanların saadetiyle değerli olmaktadır.
Yaratılışıyla yalnız yaşayamayan insan yine insanlardan duyduğu nefretlerin doğurduğu bunalımlarla çok kere insanlar arasında veya insanlardan kaçıp yalnız yaşayacak köşe aramaktadır.
Ebediliğe susamış gönülle yaşayan insan, hayatın güya ebediliğe götüren her adımında sahip oklukları varlıkları birer birer kaybetmeğe, sonunda hepsini ve herşeyi birden bırakarak ölümün kucağına atılmaya mahkûmdur. Kendinde sonsuzluk vehmini yaşatan zaman akımı, her an verdiğini yine her an elimizden alıyor. Halbuki insan, kendini çeviren kâinatın bir tutamdan fazlasına sahip olmadığı halde onun bir zerresini fedaya razı değildir, ölen insan, sâde kendi sahip olduklarını değil, dünyanın bütününü kaybediyor demektir. Bunun için ölüm, fert olan varlığın son bulmasından ibaret bir eriyiş, bir sönme, bir işini bitirme olayından çok fazla bir şey, ebedî bir hüsran darbesidir.
Her varlığa bağlanan ve dünyalara sığmayan her ümidin arkasında yokluk gizlidir. Sonsuzluk isteğinin iradenin en küçük zerresini bile doldurduğu bu dünyada herşey fâniliğe koşmaktadır.
İyilikle fenalığı yanyana barındıran dünyamızda fenalık her zaman iyiliğe üstün gelmiş ve fenalar iyileri ezmiştir. Bedenler her zaman ruhlara düşman yaşamış, katı eller her devirde narin kalpleri hançerlemişlerdir.
Kuvvetle aşkı da yanyana yaşatan bu âlemde kuvvetin hissesinde zevk ve saadetler sunulmuş, aşkın her zaman nasibi ıstırap olmuştur.
Kalp şeffaf bir ayna yapısındayken onun üstüne yüzlerce perde örtülmüş insanların çoğu bütün ömürlerince kalplerinde gizlenen samimiyete hasret yaşamışlardır. Kendi varlığını yine kendi kalbine mezar yapan yaratığın bu hali, insan sefaletlerinin hem de en müthişidir. İlâhi emanetlerin hepsini kendinde barındırdığı halde onları kullanamayan kalbin katilleri bütün insanlardır, bütün cemiyettir, belki de bütün zekâmızdır.
Hep kuvveti alkışlamaktan usanmayan insanlık, kuvvetlinin hazzına hak adını vermiş ve onu kutsal bir örtüyle örterek kâbi haline koymuş, nesiller boyunca gelenekler onun kutsallığına bağlanmışlardır.
Beş duyunun bağlandığı dış dünya, aslında bizim duyularımızla vücut verdiğimiz bir hayâl olduğu halde, ona gerçek gözüyle bakan insanda, olanla olamayanın, hayâl ile hakikatin çatışmaları ruhları harab etmektedir.
Bunlar, insanın yeryüzündeki sefaletleriyle ıstıraplarının başlıca sebepleridir. Hayatı zehirleyen, dünyadan ezel! şikâyet feryatları çıkartan bu sebepler, giderilmesi kabil olmayan fenalıklardır. Çünkü hiçbir zaman bunlardan ayrılamayan dünya hayatının ağır yükünü teşkil eden elem ve acıların sebebi, arzuların giderilmeyişinden ibaret değildir. Onu iradenin yapısına bağlayanlar da yanılıyorlar. Onlarca, bir gayeye doğru giderken harcanan sürekli çabalar elem ve acılar yaratmaktadır. Gayeye ulaşınca duyulan sevinç geçici oluyor ve bir başarı, bir tatmin onu elde eden insanda daha büyük bir emel doğuruyor. Bu sonuncuya ulaşmak için harcanan çabalar daha büyük elem ve ıstırap yaratıyorlar. Böylece hayat, başından sonuna kadar birbirine zincirlenen elemlerin toplamı olmaktadır. Bu görüş doğru değildir. Eğer hayatın sahnesi içinde çaba harcayan ferdi kuşatan şartlar onu ezecek yerde doyum verici olsaydı, çaba elemle dolmayacaktı. İnşam asıl ezen, yaşamak için yaşamanın azabıdır. Bunda hayatın kendisi zâlim olmaktadır. Bir cellâdın okşayışlarından doğacak neşenin gücü ve değeri ne olabilir? İstırabın sebebi, herşeyi karamsayan ruh yapısının mecalsizliği de değildir.
Asıl sebep, hayatı elemli yapan esaslı facia, insanın iç yapısı ile içinde yaşadığı âlemin çatışmasıdır. Yıldızlarıyla insanı çevreleyip kuşatan dışındaki dünyanın ve cemiyet hayatının nizâmı ile kendi iç yapısının kanunları arasındaki çatışma bunca sefaletlerin, hayatı dolduran acılarla ıstırapların sebebi olmaktadır. Zenginliğiyle gözleri kamaştıran bu kâinatta biz, bir büyük zenginin evine aldığı hizmetçilere benziyoruz. Sevinerek işe başlıyoruz. Orada bir Ömür boyunca kullandığımız ve el sürdüğümüz şeylerin bizim olmadığını ve nihayet onun mirasına da konma ümidimiz olmadığını görüp denedikten ve buna inandıktan sonra ıstırabımız ağır oluyor. Tahlil edilse asılsızlığı kolayca meydana çıkacak müphem ümitlerle bir müddet oyalanabiliyoruz. Ümitlerin söndüğü yerde doğan hiç teselli bulmaz acılar, hayranlıkla başladığımız hayat seyahatini, adeta utancından bir avuç toprağa girme isteğiyle nihayetlendiriyor. Lâkin her varlığın koşarak hiçliğin kucağına atıldığı bu âlemde sonsuzluk inancıyla beslenen ebedî emeller var; gençlik, aşk, ruhu doyuran “faziletler ve hayatı yaşamaya değerli yapan saadet hâzineleri var. Böyle bir dünyanın mânasızlığını iddia etmek gülünç değilse de, hem akim, hem de kalbin huzurunda imkânsız görünüyor.
Hareket, VI/71, Kasım 1971.
Nurettin Topçu, İslam Ve İnsan
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…