Evlilik
Çok da eski olmayan bir tarihe dek evlilik uzun süreli kutsal bir birliktelik olarak görülüyordu. Bugün ise birçok insan için bir çeşit dönemsel anlaşmaya, vazgeçilebilir bir şeye dönüştü. Aşka ruhsal esenliğin yegâne biçimi olarak bakılıyor, aşktan o kadar çok şey bekleniyor ki… Neredeyse bir tür seküler kurtuluş addediliyor aşk. Modern Batı top- lumlarında hayatın neşeli anlarının sorumluluğu artık evlilik bağının omuzlarında. “Evliliğinde mutlu musun?” sorusu, mutluluğun karşı konulamaz bir mecburiyet olarak telakki edildiği günümüz toplumunda giderek kolay bir vazgeçişe kapı aralıyor. Tahammül kayıplara karışıyor. Metafizik bir gücün bizi izlediğini düşünmüyorsak eğer, hayatın haz ve zevklerine balıklama dalmamıza kim mani olabilir?
Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynaklan olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla diğerine de tercüme edilebilir hale geldi. Boşanma ve bekâr yaşama oranlan arttıkça “başarılı bir evlilik” insanlar için gurur kaynağı olmaya başladı. Günümüzde evlilik, ilahi bir buyruk doğrultusunda hayatı tanzim etmeyi değil, modern toplundan kemiren güvensizlik ve yalnızlığı iyileştirmeyi vaat etmektedir. Kapitalizm, duygusal bağları da elden geçirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağlan akılcılaştırıp metalaştırmıştır. İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık. “Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey sana katlanmam için değer mi?” Değişen cinsiyet rolleriyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir de çelişkiler zinciri ekleniyor. Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma koşullan kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı artık makbul değil. Kadınların işgücündeki çarpıcı artış, erkeklerin ve kadınların aile içinde ve dışında ne yapmaları gerektiğine dair eski tanımlara meydan okuyor. Kadınlar aile gelirine katkıda bulunmada önemli bir rol üstlendikçe, babaların ev işlerine ve çocuk bakımına daha fazla katılımıyla ilgili bir fikir değişimi gerçekleşiyor. Sanayileşmiş ülkelerde yapılan araştırmalar, modern babaların günlük aile etkinliklerine geçmişin babalarından daha fazla katılmasına rağmen (eşlerin her ikisi de tam zamanlı çalışıyor olsa bile) aile işlerinin ve çocukların bakım yükünün büyük kısmını kadınların taşımaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Çalışan annelerin çoğu evde, eve “ikinci vardiya”ya geldiklerini ifade ediyor. Kankocalar bu sorunlarla boğuştukça, eğer ilişkilerini onarmanın yollarım bulamazlarsa, birbirlerine düşman hale gelebiliyor. Eşler hem çocuk yetiştirmek hem de hayat arkadaşlarının kendilerine bir duygusal sıcaklık sunmasını beklerken büyük bir düş kırıklığı ve tükenmişlik girdabına yuvarlanabiliyor.
Evlilik her ne kadar toplumdan topluma, kültürden kültüre, hatta aileden aileye bazı yapısal farklılıklar gösterse de tarih boyunca tüm toplumlarda varlığını sürdürmüş ve insan hayatında, aile kurarken birçok bireyin tercih ettiği önemli bir sosyal kurum olmuştur. Evlilik aile kurma yolculuğundaki ilk ve önemli duraklardan biri olma özelliğini günümüzde de hâlâ koruyor. Evlilik, içinde çocuklarımızın büyüdüğü, toplumsal ilişkilerde çeşitli rollerde yer almamızı sağlayan, çocuklarımızı topluma hazırladığımız uzun soluklu bir yolun başlangıç noktası. Evliliğinin hukuki ve resmi olan boyutunun yanı sıra bir de duygusal boyutu var: Uygurlar evliliği “kavuşmak” anlamında kullanıyorlar. Evliliği anlamlı kılan da kavuşmak ve bu duygusal beraberliğin devamıdır. Bu duygusal beraberlik iki bireye de iyi gelmeye devam ettiği sürece, o beraberlikten doğacak çocuklar ruhen ve bedenen sağlıklı olarak gelişeceklerdir.
İnsan ancak bir başkasının varlığıyla serpilip gelişen bir varlık. Kurduğumuz ilişkiler bize kim olduğumuzu, korkularımızı ve güçlü noktalarımızı, neyi gerçekten istediğimizi öğretir. Karşılaştığımız her insan bize mutluluk veya mutsuzluk, sevgi veya çekişme getirme potansiyeline sahiptir. Sorun, günümüzde romantik ilişkilerden neredeyse her şeyi ister hale gelmemiz: Mutluluk, aşk, arkadaşlık, güvenlik, tatmin ve yoldaşlık. İlişkilerimizin bizi onarmasını bekliyoruz;
bizi kederden çekip çıkarsın ve bize neşe versin. Hayatımıza giren o “özel kişi”nin bizi onarmasını beklemek bir masala inanmaktır. Oysa Elizabeth Kübler-Ross’un söylediği gibi, “Bütünlük ve tamlık senin kendinden gelmeli.” Kişi önce kendi hayatının tamircisi olmalı. İnsanın ancak dışarıdan alınacak “takviye sevgi”yle mutlu olabileceğini sanmak saflık. Eşlerimizin bizi daha çok sevmesini dilemek yerine biz sevilmeye daha layık insanlar olalım. Şunu soralım kendimize: Almak istediğim kadar verebiliyor muyum? Sevilmeye değer olmadığımı bildiğimde dahi sevilmek istiyor muyum? W. H. Auden’in o enfes dizelerinde dile geldiği gibi: “Denk düşmeyecekse duygular birbirine/ Bırak, daha çok seven ben olayım.” Neden kuzum, daha çok seven sen olmayasın?
Bunun yanı sıra “boşanmak” da insan dünyasının bir gerçeği. Evlilikler, ancak iki tarafın karşılıklı rızasıyla kurulabildiği gibi, yine karşılıklı rıza ile idame ettirilebiliyor. Boşanmanın stres yükünü kaldırmak elbette kolay değil ancak pek de fark edilmeyen başka bir durum, evlenmenin stres yükünün de boşanmayla eşit miktarda olduğu. Daha başlamadan biten evliliklerin hikâyelerini dinliyoruz. Her şey yolunda giderken o stres yüküne dayanamayıp takı, eşya, konut vs. evlilik öncesi meselelerle başlama aşamasında bitiveren evlilik girişimleri dahi oluyor. Kimse bir piyango çekilişinde %50 kaybedeceğini düşünerek piyango bileti almaz. Bugün dünyadaki boşanma oranlan %50’leri, hatta Batı dünyasında %60’lan zorlamasına rağmen insanlar hâlâ evleniyorlar. Umudun tecrübeye karşı bitmeyen zaferi. Boşanmalar artsa bile boşanan birçok insan yeniden evleniyor. Çünkü yeryüzünde bizi yaşatan umuttur. Yapılan araştırmalara göre, evliliğinde mutlu olanlar, evli olmayanlara göre daha sağlıklı, daha uzun ve daha huzur içinde yaşıyorlar. Bu tarz bir evlilik yaşam kalitelerini artırmakla kalmıyor, yaşamlarım daha doygun ve anlamlı kılıyor. Evliliğin sevilmek, sayılmak, değer görmek, paylaşmak, yani deneyimler elde etmek, üretmek, hayatına yeni anlamlar katmak gibi insana iyi gelen tarafları insanların içinde var olan umutlarım yeşertiyor. Ve bu umut devam ettikçe evlilik müessesi de devam edecek gibi görünüyor.
Bilhassa son yüzyılda hızlanan ölçeklerde kentleşme, pazar ekonomisi, sanayileşme; sonrasında yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler ve nihayet modernleşme kültürü gibi bir dizi etken, evliliklerin oluşum ve yapışım değiştirdi. önceleri görücü usulü ya da aile büyüklerinin karan ile yapılan evliliklere, modern dünyada çiftlerin birbirini tanıması, bireysel kararlar, evlenme yaşındaki değişimler, farklı tanışma şekilleri eklendi; hatta bunlar daha ön plana çıktı. Farklı kültürlere göre, “aşk evliliği”, “görücü usulü evlilik” ve ara yelpazede farklı çeşitlerle tanımlanan evlilik yöntemleri bazı kültürlerde diğerlerine nazaran daha baskındır. Muhafazakâr toplumlarda ailelerin gözetimindeki görücü usulü evlilikler önemini korurken, değişimlerin hızlı ve yoğun olduğu Batılı toplumlarda bireylerin tercihine bağlı aşk evliliği daha popüler hale gelmiştir.
Bir aile kurmak, başkalarının önceden boy vermediği derinlikteki meçhul sulara çivileme dalmak anlamına gelir. Sonucun öngörülmesi imkânsızdır. Aslında, evliliklerin kurulması aşamasındaki tanışma yönteminin de evliliğin devamlılığı açısından çok fark yaratmadığı söylenebilir. Bu açıdan görücü usulünü kötülemek mümkün değil. Hatta görücü usulünde devrede olan, muhit kontrolü ve ailenin daimi gözetimi gibi dinamikler sebebiyle, tahammülü zor evliliklerin dahi ölünceye kadar sürmesi oldukça muhtemel. Batı’da yapılmış bir çalışma sonucuna göre, insanların evlilik öncesi flört dönemi uzadıkça evlilikte hayal kırıklığına uğrama ya da birbirinden sıkılıp bıkma ve evliliğin kopma İhtimali artıyor. Evlilik öncesi uzun zamanı birlikte geçirmiş olmak, evliliğin sağlamlığına değil, çabuk sıkılıp kopmaya bir işaret olarak da algılanabiliyor. İki öğrencinin beş on sene bütün sorumluluklardan azade olarak görüşmesi başka bir şey; iş başa düşüp evi birlikte idame ettirmeleri, yeni sorumlulukları taşıyabilmeleri ise bambaşka bir şey.
Kemal Sayar – Hatıraların Evi
Günümüzde Aile,syf:57-62