Erol Göka – Yalnızlık ve Umut ”Alıntılar”

Ebvwgf9XgAADfZH-225x300 Erol Göka - Yalnızlık ve Umut ''Alıntılar''
Diğer canlılardan bir farkımız da fanilik bilincimiz. Sadece kendi varoluşumuzun, hayatımızın biricikliğinin farkında değiliz öleceğimizi, fani olduğumuzu da biliyoruz. O yüzden bakmayın şimdi bize “ölümü unut ve anı yaşa” diyenlere “ölümü hatırla ve anda yaşa!” demek en doğrusu. Ölümü, faniliğini hatırladıkça yaşadığı her zaman zerresinin, anın kıymetini daha iyi bilir, daha sorumluca davranır insan. Bakmayın şimdi kapitalist tüketim toplumunun ekmeğine katık olduğuna, “carpe diem carpe horam”, yani “günü yakala saati yakala” diyen Romalı Horatius da, insanlara bedenini uykuya hazırlamak yerine ruhunu ölüme hazırlamanın lazım geldiğini anlatabilmek için böyle söylemiş
———————————————-
Biz gideriz, nereye gitsek bizimle beraber “hal”imiz de gelir. Bu sebeple “halinden memnun musun?” demek yetmez, “halin senden memnun mu?” diye ilave etmek gerekir. “Hal”imiz dediğimiz şey, bizi kuşatan iç ve dış güçlerimiz, potansiyellerimiz, zorluk ve manilerimizdir. Hayat yolumuzda yürürken önümüze, ulaşmak istediğimiz menzile baktığımız kadar, halimize, içimize bakarak da yol almak zorundayız, her adımda her kavşakta tekrar tekrar bakmak… Hayat yürüyüşümüzü en iyi “imtihan” metaforu ihata ediyor. Dini inancımız olsa da olmasa da hayat tam bir imtihan… Hep bir yerden başlamak, bir sorudan diğerine geçmek, yeniden başlamak zorundayız. Sisyphos efsanesi boşuna değil. Bu imtihan dünyasında hepimiz bize verilen, sunulan hayatları en iyi biçimde yaşamak, dişimizi tırnağımıza takıp elimizden geleni yapmakla mükellefiz
———————————————-
Nefs olgunlaştıkça kar gibi erir, başkalarından ve hatta diğer varlıklardan özünde bir farkı olmadığını anlar, hayatın, insan kardeşlerinin, tabiatın değerini bilir, hoşgörüsü ve bağışlaması artar. Kendinden uzaklaştıkça insan, gönlü yücelir. Yaşlılığın güzelleştirdiği insanlar vardır ya hani, iyi bakın onları güzelleştiren şey, nefslerinin bu tevazu makamına ulaşması, artık kendileri adına bir şey beklemeden kendilerini, sevgilerini bütünüyle varlığa açabilmeleridir… O sayededir ki, artık dünyada misafir oldukları idraki iyice güçlenmesine rağmen çocukları ve gençleri kıskanmak yerine, dünyanın yeni ev sahipleri diyerek kutlarlar. Çocuklar ve gençler, tevazu sahibi insanların kendilerini hasbi olarak sevdiklerini hemen hissederler, onların yanında pek mutlu olurlar. Onların tevazularından nasiplenmek için can atar, yaşlı insanlara içten bir şekilde saygı duyarlar.

İnsan yaşlanıp hayat tecrübeleriyle nefsi olgunlaştıkça gönül genişler, öyle genişler öyle genişler ki, kendini “alçak” diye sıfatlandırır. Türkçemizde “alçak” sözünün tek olumlu manası, mütevazı sözüne karşılık olarak kullandığımız “alçakgönüllülük”te bulunur.

———————————————-
Affetmenin akıl ve beden sağlığı ile ilişkilerine de bakılmış. Öfke ve dargınlık hisleri arttığında kendini kaybetme, şiddete eğilim, alkol ve madde kullanma ihtimalinin de arttığı, pozitif insan ilişkisi kurma yeteneğinin zayıfladığı bulunmuş. Affetmenin öfke gibi olumsuz duyguları ve onların fizik belirtilerini azaltmasının yanında kalp-damar sağlığına da iyi geldiği tespit edilmiş.

İnsanın kendisini affetmesi, başkalarını affetmesi ve Yaratıcı tarafından affedildiğini düşünmesi ile depresyon belirtileri ve intihar düşünceleri arasında negatif bir ilişki olduğu görülmüş. Affetme eğilimi yüksek olanların hayat memnuniyetlerinin ve mutluluk düzeylerinin daha yüksek olduğu gösterilmiş. Affetmenin insanın hayatta karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmede müspet katkı yapan bir baş etme etkinliği olduğu kanaatine varılmış

———————————————-
Yaratıcımızın bağışlaması sonsuzdur. “Allah, affedendir, mağfirette bulunandır” (Nisâ, 99) buyurur. Biz de bu nedenle “Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı!” (Bakara, 286) diye yakarırız. Yaratıcımız da bizden affedici olmamızı bekler. Ama ne ki o, çok zordur; içimizden ancak bazıları, bu yüksek erdemi gösterebilmeyi başarabilir.Bu nedenle “Affetmek, şöminenin üzerindeki antika vazo, zevkli insanların hayran olduğu sevimli bir yadigâr gibi durur. Ancak ona hayran olanlar bile onu alıp günlük yaşamda kullanmaz”
———————————————-
Affetmek ile merhamet etmek arasında da ince bir fark var. Bize karşı yaptığı hatadan, işlediği suçtan dolayı ıstırap duyan birisine karşı merhamet hislerimiz uyanmışsa oradan affetmeye gitmek şüphesiz daha kolaydır ama merhamet etmek ve affetmek yine de farklıdır. “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı Andre Comte-Sponville, “merhamet, bir ıstıraba yöneliktir ve ıstırapların çoğu masumdur. Bağışlama ise hatalara yöneliktir ve çoğu hata, yapana acı vermez” der ve bağışlama ile merhameti birbirinden farklı iki erdem olarak görür. Haklı. Amansızca ıstırap çektiği görülen bir kimse karşısında hissedilen duygudur merhamet ve onun yürürlükte olduğu sırada zaten kin devrede olmaz. Bu nedenle merhamet, nispeten daha kolay ve yaygın; affetme ise içimizde baş gösteren intikam ve kini yenmek için bir mücadele gerektirdiğinden daha zor ve nadirdir.

Kimileri böyle düşünmüyor ama ben merhamet etmek ve affetmek için af dilemenin şart olduğu kanaatindeyim. Psikolojiden bakıldığında da af dilemeyen, affedil(e)mez. Affetme, pişmanlık ve vicdan azabına karşı olgun bir nefsin cevabıdır.

———————————————-
Şu aşağıda sayılan mutluluklar, arkadaşlığın hakiki olduğunun işaretleri. Her şeyden önce arkadaşın sadece varlığı bile başlı başına mutluluk nedenidir. Iki taraf da arkadaşlığı yaşamla doldurmak için çabalar… Mutluluk, paylaşılan güzel tecrübelerdir… Mutluluk, yoğun duygudaşlıktır, içten yakınlık ve anlam duygusudur. Arkadaş, seni tanımasına rağmen sevmeye devam eden kimsedir… Mutluluk, arkadaşla daimi konuşma halinde olmaktır. Arkadaşlar farklı dünyalarda olmalarına rağmen yakın olduklarını hissederler; her âna birbirleri için hazır ve nazırdırlar… Mutluluk, yapılan samimi yorumlarla arkadaşı hayata hazırlama, sorunlarla baş etmesinde ona yardımcı olmadır… Mutluluk, arkadaşa karşı dürüstlük ve açık sözlülüktür. Arkadaşlar, birbirlerine her şeyi emanet edebilirler, asla birbirlerinden çekinmezler… Mutluluk, arkadaşımın dışarıdan bana yönelmiş bakışıdır, ufkum daraldığında genişletmesidir… Mutluluk, yaşamda bir şey ters gittiğinde arkadaşına kaçabilmektir… Mutluluk, beraberce mutsuz da olabilmektir… Mutluluk, arkadaşıyla beraberken, en ücra yerde bile evinde hissetmektir…
———————————————-
Önyargı, hepimiz için kaçınılmazdır çünkü: Dünyayı daima kategorilere ayırır, şeyleri ve olayları sürekli kategoriler halinde değerlendirmeye tabi tutarız, bu bir. Toplumda birbirimizi benzeş veya farklı olmaya göre ayırt eden ve/veya buna zorlayan süreçler vardır, bu iki. Üçüncüsü, “biz” olabilmemiz için mutlaka bir “öteki”ne ve dördüncüsü kolektif belleğe ihtiyaç olmasıdır. Bu dört nokta, toplumsal, kolektif kimlik inşasının taşıyıcı kolonlarını oluşturur. Bir yanda benzeşmeye ve özdeşime, diğer yanda farklılaşmaya ve ayrışmaya duyulan psikolojik ihtiyaçlar, gerek bireysel gerek toplumsal kimlikler için her kapıyı açacak anahtardır. “Öteki” ihtiyacı, kimlik inşasında öyle önemli bir yerde durur, öyle bir rol üstlenir ki, onu kavrayamazsanız “önyargı” ile birlikte birçok olguya da anlam veremezsiniz.

Bu olgular kimlik tiyatrosunun başrollerinde yer alan etiketleme (damgalama) ve “kalıp davranış” (stereotipi) ve “ayrımcılık” vb.’dir. Önyargılar ve stereotipiler, kimlik inşasının tuğlaları, sosyal aynalardır. Bu yüzden her kültürde etnosantrik bir çekirdek ve bazı dış gruplara karşı önyargı vardır. Bizden olanı beğenir, ona yakın durur, olmayanı ise yadırgar, biraz uzak kalmaya çalışırız. Bunları önyargı sayesinde başarırız

———————————————-
Hoşgörü göstermek, en nihayetinde sorumluluk üstlenmektir. Sorumluluğunuzun gereğini yerine getirmez, başkalarına yüklerseniz, yaptığınıza hoşgörü değil, lakaytlık, korkaklık, tembellik, bencillik denir. Utanmanız gereken hallerinizi, hoşgörüye sığınarak örtmeye çalışamazsınız. Hoşgörü ancak belli sınırlar içinde geçerlidir, bu sınırlar aşıldığında kendi kendini inkâr eden bir hale, erdemsizliğe dönüşür. Böyle zıddına inkılâp eden sözüm ona hoşgörü, susuz kalmış birisine su vermek adına onun başını havuza sokup boğmaya benzer
———————————————-
Empati kurmak pek öyle kolay değil, o sırada objektifliği yitirmemek, karşımızdaki kişinin duygusal yoğunluğu içinde boğulmamak da şart. Bu objektifliğin muhafaza edilmesi meselesi, empatiyle sempatinin birbirinden ayrıldığı ya da en çok karıştırıldığı husus. Sempati, o insana karşı objektifliği ortadan kaldıran bir benimseme hali ve empatiye engel. Aslında bizim istediğimiz de her halimizi onaylayan sempatik bir anlayıştan ziyade empati. Zira sadece empatik bir tavır, insanlar arasında gerçeğe dayanan sevgi gelişimini ve sağlıklı bir ilişkiyi sağlayabiliyor.

Empati için kendisini karşısındaki insanın yerine koymanın, onun gibi bakmaya, anlamaya çalışmanın yanı sıra, zihinde oluşan izdüşümün, bir biçimde karşıdaki kişiye iletilmesi de çok önemli. Empati kurmak, karşımızdaki kişinin söylediği duygu ve düşüncelerin aynısını ona tekrar etmek değil. Empati yapabilen insan, “papağan gibi tepki vermez”. Sürecin sonunda ne söyleyeceğimiz, karşımızdakine nasıl geri-bildirimde bulunacağımız, ifade edilen duygunun şiddetiyle çok alakalıdır. Bunun için de karşımızdaki kişinin sadece sözel tepkilerine değil, duruşuna, jest ve mimiklerine, ses tonuna, konuşma temposuna dikkat kesilmek icap ediyor.

———————————————-
Nedir verili potansiyellerimiz ve elimizdeki imkânlar? Maddi varlığımız, zekâmız, fiziksel gücümüz, bizim için fedakârlık yapacak akrabalarımız, eşimiz dostumuz… Şüphesiz kişiliğimizi olgunlaştırmada ve toplumsal düzen inşasında bu türden potansiyel ve imkânlarımı-zın bir payı var ama bu pay sanıldığı gibi pek fazla değil. Maddi varlığın, zekânın, fiziksel gücün ve güçlü aile ve toplumsal bağların sayesinde elbette birçok şey başarabiliriz ama onlarla ne kişisel olgunlaşmamızda ne de insani bir toplum inşasında hatırı sayılı adımlar atmamız mümkün.

Bizi daha da olgunlaştırıp insan kılacak, dünyayı daha adil ve yaşanabilir hale getirmeye katkıda bulunacak özelliklerimiz daha ziyade manevi imkânlarımız içinde saklı. ”Manevi imkân” dediğim, insanlığın bilim, sanat, felsefe, siyaset ve inanç alanındaki bilgi ve tecrübe birikimini elimizden geldiğince imbikten geçirip kişisel yaşamımıza, ömür yürüyüşümüze bir erdem rehberi edinebilmek…

“İnsanlığın bilgi ve tecrübe birikimi” sözünü nasıl anladığımız çok önemli. Kastımız, kütüphaneler dolusu kitabi bilgiyi ezberimizde tutmak değil, edindiğimiz bilgi ve tecrübenin bize erdemli olanı seçmemiz konusunda olabildiğince işık tutmasini sağlamak.Hayatın kendisi, insan ilişkileri başlı başına öğrenme için imkânlar sunan bir kitap zaten. “Feraset”, “basiret” kelimeleriyle tam da bunu anlatmak istiyoruz, “arif olan anlar” sözündeki derin mana da burada yatıyor. Varoluşçuların “insan seçim yapan varlıktır” şeklindeki mottosunu da ben esasen bu manevi çerçevede kavrıyorum.

———————————————-
kanaatkâr, dünya malına fazla meyletmeyen kişilik yapısının teşvikçisi olmalıyız. Kanaatkâr olmak, tembellik demek değildir tam tersine kanaatkâr insan, çok çalışır ama asıl amacı, ailesine, çevresine, toplumuna yardımcı olabilmektir. Maalesef bugün kanaatkârlık ve idealistlik, değer olarak yüceltilmiyor. Medyada başarı ve mutluluk timsali olarak genellikle kanaatkârlar değil tamahkârlar sahne alıyor, bize, çocuklarımıza örnek olarak sunuluyorlar.
———————————————-
Haset sahipleri, tamahkârlar, istediklerine daha çok ulaşıyor gibi görünebilir ama emin olun, onlar daha başarılı ve daha mutlu değiller. Sevgi dolu, bir başka deyişle hasedı’ annesi tarafından yatıştırılmış, sevgiyi, şükranı hissedebilmiş insan tanıyabilir ancak huzuru. Huzur, tamahkâr, açgözlü kimsenin asla ulaşamayacağı bir duygu… Bir insanın hasedi ne kadar çoksa başarının getirdiği tatminden ve mutluluktan o kadar uzaklaşmıştır. Onlar, bu halleriyle birtakım şeyler kazanabilirler ama kazandıkları şey asla mutluluk olmaz. N e mutluluğu, onlar, uykularında bile şöyle rahat bir dinginliği asla yakalayamazlar. .

İnceleyin:  Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad

Haset sahibi kişinin mutluluk ve huzurdan uzak olmasının yanında birçok başka problemi de vardır. O, açgözlü ve tamahkâr olduğu kadar kaprislidir de. Hiçbir zaman istediğini tam olarak aldığı kanaatinde değildir ve hep eksiklik duygusu hisseder. Bu duygusunu kapris olarak dışavurur. Haset sahibi kişi için yalan, iftira, gıybet, insan ilişkilerinin olağan bir parçasıdır. Onun yaptığı gıybet, gündelik hayatta çoğumuzun içine girip çıktığımız şirin dedikodular gibi olmaz üstelik. Doğrudan doğruya muhatabı yok etmeye,yıkmaya, ayağının altındaki toprağı kaydırmaya yöneliktir, tuzaklarla doludur. Karşıdakinin itibarını ve varlığını yok etmeyi hedefler.

———————————————-
Modern zamanlardaki mutluluk anlayışını erdemlerden koparması, sadece “ânı yaşa!” hususunda değil; sahip olmanın, açgözlülük ve tamahkârlığın sonucunda insanın mutlu olabileceği fikrini yaymasında da kendisini gösteriyor. Modernlikle birlikte mutluluk, bencil ve yalnız insanların anlık keyif almalarına dönüştü. Uzun yaşamak, genç ve fit kalmak, başarmak ve sahip olmak mutluluğun olmazsa olmazları haline geldi. Yetmeyince tehlikeli sporlarda, fanatizmde, adrenalinde, alkol ve maddede arandı mutluluk. “Enayi” diye geleneksel zamanlarda, bencil, kendini beğenmiş kimselere deniyordu.116

Şimdi bencil olmayanları, fırsatçılık yapmayanları böyle çağırıyoruz. Modern zamanlarda kanaatkârlık, sağlıklı çalışkanlık, insanlara faydalı olma ve hizmet etme anlayışı değil de dizginsiz bireysel hırs destekleniyor. İstekleri konusunda “agresif” olan insanlara övgüler yağdırılıyor. Özellikle henüz kuralları, kurumları tam yerleşmemiş toplumlarda, kolayca risk almaları nedeniyle bu tip insanlar daha çok öne çıkıyor, mevki-makam, para ve güç sahibi oluyorlar. Dışarıdan bakıldığında, sanki dünya hayatında her zaman kazananlar, başarılı olanlar, haset sahipleriymiş, tamahın ne kadar çoksa başarıya o kadar yakınmışsın gibi görünüyor. Bununla da kalmıyor, açgözlü ve tamahkârların isteklerine ulaştıkça daha mutlu oldukları düşünülüyor. Oysa bu da mümkün değil, erdemlerden kopuk bir mutluluk yaşantısı olamaz.

———————————————-
Geleneksel dünyada hazza dayalı bir mutluluk anlayışı çok garip karşılanıyor, insana uygun olmadığı kabul ediliyordu. İnsana uyan, idealleştirilen ve uğruna mücadele edilen şey, anlık zevkle değil, ancak erdemle bağlantılı olabilirdi.

Hayat ve mutluluk bahsini açtığınızda “çok eğlendim”, “çok zevk aldım” gibi kısa süreli duygulanımlarınızdan ziyade halinizden memnuniyetinizi dile getirirdiniz. Çoğu zaman bu memnuniyet,ciddi bir basireti, sağduyuyu da temsil ederdi. Hayatın,kendisine verilen ömrün ne demek olduğunu anlamış; onun kıymetini bilen, şükür makamındaki geleneksel insanlar, başlarına gelen zorlukların, acı ve hüzün dolu olayların mutluluklarına mâni olmadığını idrak edecek ferasete sahiptiler.

Kadim kültürlerde kader mükemmel olana, gözyaşı gülmeye, hüzün neşeye, ölümü düşünmek hayat stratejilerine kafa yormaya yeğ tutulurdu. İnsanlar, hayatın salt pozitife ya da salt negatife indirgenemeyecek kadar zengin olduğunu bilirlerdi. Pozitifte ne kadar ısrar ederlerse o kadar negatife batacaklarına müdriktiler. Ahlaki bir gerilim olmaksızın, ahlakla muameleye girmeden edinilen malumata bilgi demezlerdi. Erdemsiz mutluluk olmayacağının, mutluluğun emek vermeye değecek, uğruna ölecek değerlerde aranması gerektiğinin farkındaydllar.113

———————————————-
Keyif verici madde” tanımına hep itiraz etmişimdir. Ne demek “keyif verici”? “Keyif” dediğimiz şey, mutluluğun kısa süreli olan hali diye bakıldığında insani olabilir. Keyfi, bir maddenin içine sıkışmış, beynimize ulaştığında bizi kendisiyle buluşturan bir durum olarak görüyorsak vay halimize! Bana göre, olağan bilinç akışımızı, psikolojik işleyişimizi bozan, ağır geldiği için kaldıramadığımız hayattan bizi geçici süreliğine firar ettirten, bu nedenle bağımlılık yapan maddelerden söz edilebilir olsa olsa… “Kendinden geçme” sözümüz böyle durumlar için çok uygundur, bazı maddeler ve durumlar bizi kendimizden geçirtir, o haldeyken artık kendimiz değilizdir.

Mutluluk da, ondan bir cüz olan keyif de ancak bu hayattan emekle, çabayla devşirilebilir

———————————————-
Umut, bizi geleceğe bağlayamayınca şimdiki zamana geniş ve yaygın biçimde yerleşiyoruz, ruhsal varlığımızı bedenimiz yutmaya başlıyor. ”Insanın canı sıkıldığında yaptığı beden hareketleri, ellerini ovuşturması, sürekli yer değiştirmesi, esnemesi” bundandır diyen Borgna,108 sorumlu olarak şimdiki zamana odaklanmanın getirdiği ”boşluk hissi”ni görüyor. Bekleyişlerden ve umutlardan boşalmış zaman yaşantısı nedeniyle ”can sıkıntısı boşluktur, boşluk deneyimidir” diyor. Viktor Frankl’ın ”varoluşsal boşluk” kavramıyla kastettiği de tam budur.109

İnsan, canlılar içinde tek canı sıkılan varlık; can sıkıntısı insana özgü. Mesleki gelişimimde çok emeği geçmiş olan hocam Haluk Ozbay, benim takıntılı spor yapma merakım için “Aslanım, sen hiç spor yapan hayvan gördün mü?” diyerek bana takılırdı. Hayvanlar, spor yapmadıkları gibi kendi doğal ortamlarında can sıkıntısı belirtisi de göstermezler çünkü tüm faaliyetleri biyolojik olarak programlanmış olduğundan canları slkllmayacak kadar meşguldürler.

———————————————-
Hayatta kalma mücadelesi verilirken can sıkıntısı çekilmez. Deprem sonrası hiçbir kentte can sıkıntısından ne yapacağını bilmeyen avarelere rastlamazsınız. Elbette burada önerilen şey, yaşama ilginizi sürdürmek için arada bir felaketler yaratmanız veya sürekli bir var kalma mücadelesine batmanız değildir. Elbette tehlikeli sporlar, serüvenler de insanın can sıkıntısını giderirler ama böyle maceralar bizi tüm bilgelerin tavsiye ettiği “orta yol”dan uzağa düşürür ve gereksiz tehlikelere sürükler. Everest Dağı’na tırmanmaktansa iç dağlarımıza tırmanmaya,kendimizi tanımaya çalışmamız çok daha heyecanlı ve güvenlidir. Hayatın büyük bir armağan olduğunun bilincine varan ve gün boyunca yaptığı tüm işlerden zevk alan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehiri yakalamıştır. Hayatımızda her şeye rağmen dünyaya angajmanımızın bozulduğu, can sıkıntısının, anlamsızlık duygusunun gelip kapıya dayandığı zamanlar olacaktır.

Bu minval üzere tespitler yapmıştık, anlamsızlık krizi ve can sıkıntısı arasındaki ilişkiyi analiz ederken. Umut ve u/mutsuzluk arasında da benzer bir ilişki söz konusu ve aynı şekilde umut sönmeye başladığında henüz u/mutsuzluğun zifirî karanlığı çökmeden önce iç dünyamız, bu duruma can Sıkıntısı şeklinde bir cevap üreterek bizi uyarır. Can sıkıntısı, u/mutsuzluk öncesi sessizliktir.

———————————————-
İnsan olarak öz varlığımıza uygun rol ve sorumluluklarımızı yerine getirmekten, yaratılış gayemizden ne kadar uzaksak o denli yabancılık hissi yaşarız. İnsanın kim olduğu ve varoluş vasıflarımızın neler olduğu üzerine kafa yormazsak, ona göre bir yaşam hedef ve ideali belirleyemezsek yabancılaşmanın baskısını daha çok hissederiz diye düşünüyorum. Dinî söylemde gönderildiğimiz cennetin özlemiyle yanıp tutuştuğumuzu, gönlümüzün “Biz bu değiliz, buralı değiliz” diye acı acı feryat ettiğini her işittiğimde aslında bunların anlatılmak istendiğini düşünürüm. Nerede yabancılaşmadan bahsedilse, insanlığımızın bu acı feryadını duyarım.
———————————————-
Tüketim toplumunda neye ihtiyacınız olduğunu siz değil sistem saptıyordu. Hangi malların tükettiğiniz toplum içindeki konumuzu da belirliyordu. Yetmiyor, konumunuz da işinize nasıl gideceğinize, şehrin hangi bölgesinde nasıl bir evde oturacağınıza, çocuklarınızı hangi okula göndereceğinize, hastalandığınızda hangi hastaneye başvuracağınıza da sizin yerinize karar veriyordu. Konumunuza göre tüketmek, sınıfınıza uygun tüketim kalıbına uymak zorundaydınız; toplumsal ayrıcalık ve itibar buna göre kazanılacaktı.

Kendisine sunulan tüketim nesneleri konusunda yeterince bilgi ve fikir sahibi olmayan toplum, büyülenmiş gibi davranıyordu. Nesne bolluğunun arkasındaki süreçleri, acılı hayatları asla görmüyor, bir lütuf gibi algılıyordu. Formatı tüketim tarafından atılınca, insan ilişkilerinin de en nihayetinde maddiyat tarafından belirlenmesinin önüne geçilemiyor, ahlaki değerler bile bu çerçeve tarafından tayin ediliyordu. Gündelik hayat, bir simülasyon evreninin parçası olduğundan, toplu halde yabancılaşıldığından, insani özün ve hakikatin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Simülasyon düzeniyle birlikte dolaysız yaşam biçimleri de geleneklerle birlikte çoktan ortadan kalkmış, bilişim teknolojileri hayatımıza bir de sanallığı katmıştı.

Tüketim toplumunda ruhun yerini beden alacak; bedenin etrafı da sağlıklı yaşam, fitness, terapi, arzu gibi efsanelerle kuşatılacaktı. Anı yaşamaya, kendini gerçekleştirmeye çağıran psikolojik kışkırtmalara, yatırım nesnesine dönüşen bedenimizi keşfetmemizi isteyen reklamların cangılları eşlik edecekti. Ama ne ki hakiki arzuya kendisi bir gösterge sistemine dönüşmüş bedende yer bulmaya imkân yoktur.

———————————————-
Ve son söz üstat Sait Başer’in: “’Öz’lem. Özümüzün fiili bu! ‘Öz’ün, ‘ruh’un hamlesi, asıl ‘öz’ü fark edip ‘o’na doğru çağlaması. Sevilenle aramızdaki bağ. Canımıza can katan, ruhumuzu dirilten iksir! Can cevheri!… Özlem! ‘Öz’den Öz’e kancalanmak. Sevdiğinin rengine boyanma sürecinin adı!… Özlem ateşi, ikiliği tüketme kararında Hakk’ın sizinle beraber olduğuna delalet ediyor… Çünkü… Bu âlemde ‘Kişi sevdiğinin rengine boyanır’ken o âlemde de kişi sevdiğiyle haşrolur…” Arapça’dan dilimize geçmiş olan “hasret”ten yola çıkarsak “hüsran”ı anlarsak da aynı yere varacağımızı söylüyor (Yitik Yurdun İçinde, s.93-95)
———————————————-
Ahmet İnam Hoca, “öteki ile yaşama sorunu”, ”can cana yaşama sorunu” diye tarif ediyor ve ”canı da iki farklı yönlendirici güç hareket ettirir” diyor.30 Bunlardan birisi, olanı sürekli olarak dışlayan “özgelik”, diğeri ise sürekli olarak toplayan ”özgülük”. Özge ile özgünün buluşmasından, hatta özgeliğin özgülüğe izin vermesinden “öz” ya da “özne” ortaya çıktığı kanaatinde Ahmet İnam. Ötekinin ne diğeri ne de başkası olmayıp can hatta canan olduğunu fark etmemizi istiyor. Çünkü ”Can, canları canan olarak görebilirse, yani canevinin kapısını çalabilir, ötekini de sonsuz olarak algılayabilirse, kendisi de onunla birlikte sonsuzluğa katılır. Bir can olarak insan, özge ve özgüyü harmanlamayı öğrenemezse, özgelik tehdidi ve özgülük bencilliğiyle tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaya”81 mahküm olur.
———————————————-
Modern insanın en belirgin biçimde mahrumiyetini yaşadığı alan ise, varoluşunun üçüncü boyutu, yeni “kendi dünyası’ ile ilgili. Modernler, en çok da kendisiyle baş başa kalabilmek, derin düşünceye, tefekküre dalabilmekten mahrumlar. Yalnızlık korkusu, hep kalabalıklar içinde, tanıdıklar tarafından sarıp sarmalanma isteği modern zamanlara özgü. Bu abartılı yalnızlık hissiyatının tam karşısında yer alan “seçilmiş yalnızlık” halleri ise giderek azalıyor. Yalnızlık korkusu, insanın kendisine gerçekten zaman ayırabilmesini, varoluşuyla yüzleşebilmesini engelliyor. Sağlıklı bir tek başınalık hallerinin sağlayabileceği verimlere mâni oluyor. Bugün sözü edilen solo yaşam, bu anlatmaya çalıştığımız, seçilmiş yalnızlık, sağlıklı tek başınalık anlamına gelmiyor.

İnsanın maneviyatının en derinlerinde kökleşmiş olan yaratısı ile ilişkisine dair inanç hali, hakiki bir yalnızlık hissi olmadan yaşanmıyor. Sadece inanç hali değil tüm derin tefekkür ve hissediş halleri de böyle ve zaten hepsi de birbirleriyle yakın akraba. “İnsan ne kadar hikmetli ve bilgeyse, yani ne kadar bilgiliyse ve gerçekliğin mutsuzluğunu ne kadar hissediyorsa, bunu ona unutturan ya da gözlerinin önünden çekip alan yalnızlığını da o kadar sever”72 sözünün hakikat payı yüksek.73

———————————————-
Yalnızlık, bir bakıma insanın kendisiyle baş başa kalması ve bundan hoşnut olmaması halidir. O yüzden bu halin başka bir faaliyetle, merak edilen bir alanda hobi geliştirmekle, kendini bir uğraşa vermekle, gönüllü yardım kuruluşlarına katılmakla, egzersizle, yazma çabasıyla, ibadetle değiştirilmesi elzemdir. Bu faaliyetlerin grup halinde, bir sınıfta, toplulukta gerçekleştirilmesi yalnızlık zincirinin kırılmasında çok işe yarayabilir.

“Tebdjli mekânda ferahlık vardır” denir. Elbette insan gittiği her yere kendi psikolojisini de götürür ama seyahatle, mekân değişimiyle birlikte haletiruhiyesinin ve yalnızlık hissinin ortadan kalkması da imkân dâhilindedir. Hele hele bu seyahatler, şimdilerde pek sık ve kolayca bulunan gezi grupları içinde gerçekleştirilirse ve her gidilen yerde insanlarla tanışma, görüşme, arkadaş edinme fırsatları değerlendirilebilirse, seyahat uzun sürdüğünde geride kalan tanıdıkları arayıp sorma, onlara kendisinden, gezip gördüğü yerlerden haber verilirse, bu ihtimal daha da artar. Seyahatlerin sadece turistik değil belli bir amaca mesela bir gönüllü yardım kuruluşunun faaliyetine yönelik olması, yalnızlıktan mustarip kimsenin derdine adeta panzehir gibi gelecektir.

İnceleyin:  Evlilik

Yalnızlık, elbette insani bir sorun, bir insan sorunudur, şu koskoca ve milyonlarca insanla dolu dünyada kendisini bir başına hissetme halidir. Ama diğer canlıları, tabiatı da unutmamak lazım gelir.

———————————————-
Genç insan, ne kadar çok bölünmüş hale gelirse o kadar çok özdeşleşme arayışına giriyor, o yüzden olmadık ünlü kişilerin fanatiği ya da belirli bir giyim markası tutkunu olabiliyor. Bir türlü kendinden ve ilişkisinden emin olmaksızın yenilik arayıp duruyor. Merkezi özdeşleşme bulunmadığından, aynı yaş ve statüde olan akran gruplarının önemi giderek artıyor. Bu gruplar yeni normlara kaynaklık teşkil ediyor, yeni bir klan yapısı ortaya çıkıyor. Kimliğin kaynak noktaları, çemberin sürekli hareketiyle patlamış, birbirinden kopmuş. Aynı anda birçok şey olabiliyor gençler; sörfçü, straitht-edger, hard rocker, new ager ve daha neler neler…

Güven kaynağına duyulan arzu, insanları her geçen gün biraz daha samimiyetten uzak, oyuncular haline getiriyor. Özne, dışarıdan gelen ve dolayısıyla yabancılaştırıcı olan birçok arzunun arasında bölünüp duruyor. Bu hal garanti sağlayacak birleştirici bir faktörün, ‘inanacak’ bir kimse ya da bir şey, koruyucu alan olan bir ötekinin aranmasına sebep oluyor, fanatikleşme eğilimi artıyor. Siyaseten, ideolojik olarak, hobi düzeyinde neye yakınlık duyuyorsa ona yapışıp kalıyor, orada kalabilmek için saldırmaya hazır halde bekliyor. Her şeyi bilen ve bu bilgiyi bir kehanetçesine bildiren ve en ufak içsel şüpheye sahip olmayan, kendine aşırı güven hissi içinde bulunan paranoid kişiliklere gün doğuyor, zira etraflarında birçok hayran birikiyor. İnsanlar aradıkları kesinlik hissinin, her şeyi bildiğini iddia eden paranoid tiplerde olduğunu sanıyor.

———————————————-
Önce mahremiyetimizi dalgıç giysisi gibi taşıdığımız zamanlar geldi. Beklenmedik bir karşılaşmaya yol açmamak için her şeyi yaptık. Ama ardından mahremiyet suları hızla soğudu, evlerimiz yumuşacık mahremiyet adaları, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu olmaktan çıktılar. Kendi evlerimizde sipere yattık, kendimizi odalarımıza kilitledik. Ev, tüm aile üyelerinin ayrı ayrı yan yana yaşayabildikleri, çok-amaçlı bir eğlence merkezi oldu. Elektroniğin yönettiği sanal yakınlık zamanları çıktı geldi. Sanal yakınlığı gerçek yakınlığa tercih etmeye başladık. Tek başına olmak, elinin altında bulunan cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli ve daha emin (Bauman, 2012, s.87) olarak algılandı.
———————————————-
Bir toplumda insanlar arasında arkadaşlık, dostluk hisleri çok güçlüyse aşk için uygun vasat var demektir. “Kullan-at” türü ürünleri teşvik eden, hızlı çözümlere, anlık tatminlere, riskten kaçınmaya ve garantiye dayanan bizimkisi gibi bir tüketim toplumunda aşka yer bulmak neredeyse imkânsız. Zira aşk, özen göstermektir; arzu, oburca tüketmek isterken aşk sahip çıkmak ister. Aşk, bir kişiyi, güveni özgürlüğün önüne alabilmeyi gerektirir. Sevgiye dayalı gerçek bir çift olabilmek için, eşlerin birbirlerine kabul edici, sahiplenici, huzurlu bir liman gibi davranabilmeleri, belirsiz bir geleceğe rıza gösterebilmeleri gerekir. Oysa günümüzde her şey kısa ömürlü, gelip geçici dileklere göre ayarlanıyor. Mesela alışveriş merkezleri, dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızlarını dikkate alarak tasarlanıyorlar. İnsan ilişkileri tıpkı borsa gibi işliyor; ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakılıyor. Nitelik olmadığında selameti nicelikte arıyoruz. Kitapların kalitesini satış sayısıyla, bir filmin veya bir olayın performansını izlenme oranlarıyla, hatta “tanınmış bir kişinin niteliğinin cenazesini izleyen kişi…, entelektüelin kalitesinin alıntı yapılma” sayısıyla…
———————————————-
Aralarında sahici bir yakınlık bulunmayan günümüz insanı, kablolu ve kablosuz, bir akışkanlık içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor. Bu süreç, mütemadiyen devam ediyor. Görünüşte kendi kararlarını vermeye muktedir bir bireye benziyor ama yakından bakıldığında, adeta kararnameyle birey olmuş gibi. İncecik bir buz tabakasında paten kayan, düşmemek, soğuk suda hem donup hem boğulup ölmemek için sürekli sürat yapmak zorunda kalan, güven ve taahhütten uzak bir yaşam sürmeye mahkûm…
Özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor. Modern gündelik hayatın içinde başvurduğu yollar, bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor. İki ucu keskin bıçak gibi ilişkilerde, düş ile kâbus arasında gidip geliyor. Ne tam olarak bir yere ait hissediyor ne de tümüyle özgür…
Tecrübesini ve insan ilişkisinden beklentisini “bağlantıda olma”, “hatta kalma” sözleri açıklıyor. “Eş”ten ziyade “ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, “ağ üzerinde sörf yapma”ya çalışıyor. “Bağlantı” dediği ise, sanal ilişki; kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, “delete” tuşuna basınca kurtulması mümkün olan şu tuhaf ilişki
———————————————-
Bauman. Giddens’in modernlik savunusunu, ”saf ilişki” adını verdiği, tüketim toplumunun ihtiyaçlarını karşılamaktan başka hiçbir işe yaramayan, insani olanı yıkıp geçen tarzı ince ince ti’ye alıyor. Ona göre bugün dünyada yaşamakta olduğumuz insan ilişkileri güven temelli değildir, tam tersine güvene karşı bir fesat kurma tezgâhı içindedir. Güvenin olmadığı, belirsizliklerle dolu bir dünyaya ahlaki umutları yerleştirme şansı da kalmaz. Bugün “Niçin ahlaklı olmalıyım?” sorusunu birçok insan kendine soruyorsa, açıkça sormasa bile benzer sorular zihninde baş göstermişse, bu durum ahlaki krize işarettir, ahlaki tutumların sonuna yaklaştığımızın bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz; insanın varoluşunun demirlediği sağlam bir liman, kökenleri insan olmanın ayırt edici bir niteliğidir, insam diğer varlıklardan farklı kılan doğuştan bir özelliğidir. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda ”ahlaki” olarak sınıflandırılamazlar.

Ahlakla birlikte insan olmanın da sonuna gelindiğini düşünür Bauman ama umutsuz değildir. Ona göre belirsizlik. güvensizliğe ve ahlaksızlığa yol açmasının yanı sıra ahlakın yeşerip filizlenmesine de kapıyı aralar. İnsan, eninde sonunda insanlığına dönecek, yaşamın egemen ifadesi kendisini hissettirecektir.

———————————————-
 Modern insan, her ilişkinin emek gerektirdiğini anlamıyor, diğer insanları yapışıverecekleri nesne gibi görüyor. “Çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda, başkalarına olan bağımlılıkları öyle bir noktaya varmıştır ki, onlar olmadan var olma hissini yitireceklerini düşünürler. Kumda akan su gibi ‘dağılacaklannı’ hissederler. İnsanların çoğu hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan körlerden farksızdır” diyor Rollo May. Yalnız kalma korkumuzun temelinde kendjmize dair farkındalığımızı yitirme endişesi olduğunu, uzun süre etrafımızda bizi dinleyecek birisi bulunmadığında, hiç olmazsa bir radyo sesi algı dünyamızı doldurmadığında kendimizi boşlukta hissettiğimizi düşünüyor. Sürekli yalnızlıktan yakınıp duran, yalnızlık çığlığını reklam bürosu gibi kullananların oyununa gelmiyor. Başkaları olmadan, onlara yaslanmadan yaşamayı göze alamayan, sevgi kaçkınlarını “doldurulmuş insanlar” olarak niteliyor. Hakiki yalnızlık hissinden, varoluşsal yalnızlığını fark edip olgunlaşmaya çalışanlardan ziyade yalnızlık edebiyatının ve çoğu zaman bencilce yalnız yaşamayı seçenlerin arttığını görüyor.
———————————————-
Gerçekten de endişelenmemek mümkün değil. Batı’dan sadece teknoloji değil onunla birlikte değerler ve yaşam tarzları da çığ gibi üzerimize geliyor. Orada olan biten ne varsa şu veya bu biçimde bizde de kendisini gösteriyor. Boşanma ve yalnız yaşama oranlarındaki önlenemez artışın sadece bir toplumsal çözülme manası taşımadığı, asıl meselenin geleneksel aile karşıtlığı olduğu, solo yaşamların günümüz toplumsallığının basit bir yan etkisi veya komplikasyonu değil basbayağı bilinçli bir tercih olarak gündeme geldiği her geçen gün daha bariz biçimde ortaya çıkıyor.

Batı’yla yaşama tarzı düzeyinde, değerler ekseninde bir sorunumuz varsa tüm bunları etraflıca düşünmeli, onları ayıplamakla yetinmemeliyiz. Aksi takdirde ayıpladığımız her ne varsa bizde de aynı biçimde görüleceğinden emin olun!

———————————————-
Kapitalist tüketim toplumu da solo yaşamayı kesinlikle destekliyor. İnsanlar kendileri için ev açtıkça, hane sayısı arttıkça doğal olarak tüketim de atık üretimi de artıyor. Şirketlerin alttan alta çalışanlarından kendilerini ailelerine değil çalıştığı kuruma ait hissetmelerini teşvik etmeleri ve sürekli daha yüksek performans beklentisi içinde olmalarını da bir yere not etmek gerekiyor. “Bu sistemin çarkı haline gelmiş medyada da bu yaşam biçimini teşvik eden yeteri kadar malzeme göze çarpıyor. Geleneksel ve dijital medya platformlarında yayınlanan makalelerde, bu yaşam biçiminin olumlu toplumsal etkiler bağlamında “nimet” olması hususunda görüşlere yer verildiği gözlenmekte. Reklamlarda bile bu trendi teşvik eden bir sürü söylemle karşılaşıyoruz. ”Yalnız tatil yapmanın dayanılmaz keyfi”, “solo yaşamı tercih edenler için pop”, “cozy ve modern konseptte stüdyo daireler” vs. Yalnızlık trendini teşvik eden televizyon dizileri de işin tuzu biberi olmuş durumda…
———————————————-
Abulfez Süleymanov Hoca, iletişim teknolojilerin beklenenin aksine yalnızlık duygusunu derinleştirdiği kanaatinde. “Bilgisayar, televizyon, cep telefonları gibi zaman öğüten aygıtların yanı sıra sosyal medyanın yaygın kullanımı, aldatıcı bir sosyal ilişki ağı görüntüsü, yalnız yaşamayı tetikliyor. İnsanlar, kalabalıklar içinde dijital ortam sayesinde solo kalabildiği gibi; tersine solo yaşam da yine dijital ortam sayesinde kendi kalabalığını yaratabiliyor.” Bu yüzden aynı evin içindeki bireyler bile birbirlerinden uzaklaşabiliyorlar.
———————————————-
Sevilmenin, beğenilmenin veya bir başkasını sevindirmenin insani bir ihtiyaç olduğundan yola çıkan modern psikoloji, ihtiyaçları karşılanan bir kimsedeki yalnızlık hissine doğal olmayan, patolojik bir tecrübeye/hastalığa benzeyen bir durum olarak bakıyor. Kişiler arası samimiyetin veya ulaşılabilir sosyal ilişkilerin yokluğu durumunda bu hissin artacağını varsayıyor. Yalnızlığın birey için hiçbir pozitif etkisinin olmadığı ve kaçınılması gereken bir yaşantı olduğu düşünülüyor. Gelişimsel bir bağlamda, etkileşim ihtiyaçlarını karşılayan bazı özel ilişki tarzlarının yokluğuna bir tepki gibi görülüyor yalnızlık. Duygusal yalnızlık ve toplumsal izolasyon farkı vurgulanıyor. Konuyu bilişsel bakımdan ele alanlar ise toplumsal ilişkilerin ve ilişki bozukluklarının değerlendirilmesi, kıyaslanması, algılanması üzerinde duruyorlar. Yalnızlığı, bireyin sosyal ilişkilerde elde etmek istediğiyle elde ettikleri arasındaki fark durumunda hissettikleri şeklinde tanımlamaya çalışıyorlar. Bazı araştırmacılar ise yalnızlığa bireyler için sosyal zorlamanın tatmin edilemeyen bir tecrübesi olarak bakıyor; niteliksiz ve yetersiz bir sosyal ilişki ağında bireyin tatmin edilmeyen duygularının bütünü diye tanımlıyorlar.“
———————————————-
Modern insan “herkes” gibi olmak, “herkes”in içinde kalmak için, marka ve imaj peşinde ama bu görünüşte benzer olmanın bedeli, “uygar ilgisizlik”tir, yapayalnızlıktır.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir