Entelektüel ve Akademisyenle Nereye Kadar?
Dünyayı ve hayatı anlamak için önümüze sunulan iki figür var: Entelektüel ve akademisyen.
İki figür de, hem hakikat’ten nasipsiz, hem de “halk”tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, “izm” çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.
Entelektüel/izm ve akademi/zm, dünyayı, eşyayı ve insanı anlama sürecinde bir işe yarıyor elbette; ama çok sınırlı bir yere kadar.
Ne ki, varoluş ve hareket alanlarının sınırlılığı ve sınırlayıcılığı nedeniyle, her tür entelektüel çaba, entelektüalizmle; her tür akademik çaba da akademizmle sonuçlanmaya mahkûm: Bunu göremiyoruz işte!
ENTELEKTÜEL: DUYGUSAL VE YORGUN
Bu nedenle, -ister İslâmcı olsun, ister seküler- entelektüel, modern’in dışına çıkamaz: Sadece çağının çocuğudur.
Entelektüel’den hem çağının çocuğu olmasını, hem de çağ aşacak bir yolculuğa çıkmasını beklemek, olmayacak duaya âmin demektir.
Zira entelektüelin, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki vardır.
Doğru: Entelektüel, soru sorar, sorgular: Ama kendi ve hakkında derinlikli sorular sormayı, kendini sorgulamayı unutur. Kendini unutan birinin bize bir şey hatırlatabilmesi ne mümkün! Entelektüelin kendini ve çağını sorgulaması, nihayetinde, çağı, çağ’ın iktidar yapılarını ve zihin setlerini aklamakla ve meşrulaştırmakla sonuçlanır.
Entelektüelin yegâne sermayesi, “ben”idir çünkü: Hırsları, ihtirasları, dolayısıyla ben’i / ego’su, entelektüeli teslim alır, yutar.
Entelektüelin sorduğu sorular, esas itibariyle, yanlıştır; o yüzden, kısa devre yapar: Aslî değil, arızî olan’la ilişkilidir çünkü.
Arızî olan’ı aslî katına yükseltme yanlışı ve yanılgısı, entelektüelin sürgit yanlış ve yanıltıcı sorular sormasına yol açar. Bu da, entelektüeli yorar ve duygusal yapar.
AKADEMİSYEN: HAKİKATİN IŞIĞINI GÖREMEYEN ADAM
Akademisyen, durmuş-oturmuş biri gibidir. Ama sadece “gibi”dir. Akademisyen, “gibi”leri oynar yalnızca.
Görünüşte, metni ve zihni, duygudan ve tarafgirlikten uzaktır: Oysa bu, gerçekte, entelektüel’in duygusundan, duygusallığından daha derin bir tuzaktır: Çünkü akademisyen’in metninde de, zihninde de yalnızca tuzu kuru, kupkuru bir “akılcılık” hükümfermâdır.
Yine, görünüşte, akademisyen’e göre, “ak” ve “kara” yoktur: Ama gerçekte, akademisyen, anlamadığı, aslâ anlayamayacağı, “derûnî yapılar”ı, “gri alanlar” olarak görür ve gösterir; böylelikle “gri alanlar”ın hükümranlığını ilan ederek, hakikati karartır; derûnî dünyalardan gelebilecek ışığı da söndürür.
Sonuçta, hâkim zihniyeti ve zihin yapılarını, durumları ve durumalışları aklamakla sonuçlanır bütün uğraşı.
AKADEMİ’Yİ VURAN “AKADEMİZM” SİLAHI
Akademik terbiye önemlidir elbette; ama akademizm, entelektüalizm’den daha tehlikelidir.
Entelektüel’in zaafları açıktır, “ortada”dır; akademisyen’in zaafları ise örtüktür, şifrelenmiştir.
Aklın dışında, daha derûnî düşünme melekelerini devreye girdirmeye kalkıştığınızda, “akademizme ihanet”le suçlanmanız ve “aforoz” edilmeniz “doğal”dır.
Akademizmi ancak akademizmin silahıyla vurabilirsiniz: Akılcılık. Bu da, akademizmin kendi ayağına kurşun sıkması, kendinizi kendi ellerinizle vurmanız, demektir: Zira “akıl, düşünmeyi mümkün kılan değil, öldüren bir şeydir” (Heidegger).
KARŞILAŞTIRINCA, KARŞIMIZA ÇIKAN MANZARA
Entelektüel, -Kant’ın hayalinin aksine- modernliğin henüz ergenlik çağına ulaş/a/mamış çocuğuydu: Deli-kanlı çocuğu.
O yüzden, duygusallıkla sonuçlanan yolculuğu, entelektüeli yedi-bitirdi. Kant’ın hayalini de hayalete çevirdi.
Tek yönü vardı entelektüelin: Önü: O yüzden, arkasına bakmadan yürüdü ve düştü entelektüel önüne, yere, sereserpe.
Akademisyen de modernliğin çocuğu: Ama entelektüel gibi hırslı çocuğu değil, “uslu” çocuğu: Kavgacı değil b/uzlaşmacı.
O yüzden, her zamanda ve zeminde suyun “yüzey”ine çıkmasını iyi biliyor: “Suyu bulandırmak”, insanların ve düzenin rahatını kaçırmak gibi bir derdi yok: Derdi olmadığı için, keyfine bakıyor sadece.
İnsanlığın derdine dermân olabilecek bir yerde duramıyor; hep kaçıyor; kaçak güreşiyor: Tarihselliğe sığınıyor: Ayrıntıların ayartıcı dehlizlerine… Ve kayboluyor neticede.
Entelektüel, cehlini göremeyecek kadar canıtez, aceleci, bencil.
Akademisyense, “tahsilli câhil”: “Tahsildâr” biri: Tek kaygısı, “arsayı ve parsayı kapmak”. Duygusu da, yön duygusu da yok akademisyenin. Ruhu var mı peki?
İşi var sadece: Tek işi: “Düzen”e işlerlik kazandırmak, düzeneklerini cilâlamak ve çalıştırmak.
ÖNÜMÜZÜ KİM AÇACAK?
Bu iki figür var önümüzde, güya, önümüzü açacak. İkisi de, bizim medeniyetimizin değil, başka bir uygarlığın / Batı uygarlığının öncü kuşak profili.
Ama biri yaralı; diğeri “paralı”: Epistemolojik körleşme, ontolojik yokoluş.
Dolayısıyla, kendileri tedaviye muhtaç, bize nasıl “bakacak”, yol açacak?
İthal figürler, ithal akıllarla, ithal zihinlerle, ithal bir dünyanın eşiğine fırlatır bizi.
Bizi bize getirecek, insanlığın düşünce birikimine ulaştıracak, hakikatin kazısını yapacak, önümüzü açacak, dün olduğu gibi, yarın da insanlık çapında ilim, fikir, hikmet ve sanat yolculukları yapacak, ilkelerini ülkü’lere dönüştürecek, ülkü’lerinin ülke’sini bulması, dünyasını kurması için nefes alıp verecek, bu dünya için de, kendi için de değil hakikatin hayat olması için hakikatten süt emen çağ aşacak ve çağ açacak âlim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinden oluşan medeniyetimizi yeniden kuracak, bizim öncü kuşaklarımıza, hakikat insanlarına ihtiyacımız var.
Yoksa, işimiz var! İşimiz zordur, o kadar!
Yusuf Kaplan, Yeni Şafak