Eleştiri ve Önemi
Islâm’da Kur’an ve hadisten kaynaklanan başlıca İlimler tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuftur. Bu ilimlerin uzmanları zaman zaman birbirlerini eleştirmişlerdir. Fıkıh mezhebi imamları ve fakihler arasındaki tartışmalar ve eleştiriler bunun en açık örnekleri arasında sayılabilir. Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmâm Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Ebu Yusuf (ö. J 83/798) ve İmâm Muhammed (ö. 189/805) gibi öğrencileriyle birçok meseleyi müzakere ve münakaşa etmiş, bazı konularda öğrencileri onun ictibadlarına muhalefet etmişler, farklı ictihadlarda bulunmuşlardı, öğrenciler ayrıca hukuki meseleleri kendi aralarında da tartışmışlar, bazı hâllerde birbirlerini eleştirmişler, farklı görüşler ileri sürüp bunları diğerlerine karşı savunmuşlardır. Kelâm, tefsir ve hadis gibi ilimlerde de benzeri durumlar vardır. Hatta hadis ilminde “nakdu’r-ricâr’’ ‘’cerh- ta’dîr’’ denilen bir bolüm eleştiri konusuna ayrılmıştır.
Bu çalışmada biz zahid ve sûfîlerle ilgili eleştiriler meselesi üzerinde duracağız. Tarihî süreç içerisinde zübd ve tasavvufa yöneltilen eleştiriler ya dışarıdan veya içeriden gelmiştir. Dışarıdan gelen eleştirilerle daha çok tefsir, hadis (selefîler), fıkıh ve kelâm âlimlerinden gelen eleştirileri kastediyoruz. Ayrıca hukemâ denilen İslâm filozoflarından, hatta şarkiyatçılardan gelen eleştirileri de bu kısımda görmek mümkündür. İçeriden gelen eleştirilerle ise zahid ve sûfılerin birbirlerini eleştirmelerini, zühd ve tasavvufla ilgili meseleleri aralarında müzakere ve münakaşa etmelerini kastediyoruz.
Kapsamlı bir dinî hareket olan tasavvuf içinde pek çok grup, fırka, akım, meslek, meşrep, tarîk ve tarikat vardır. Bunları “ortodoks”, “heterodoks” ve “heretik” (heresy) diye üç büyük gruba ayırmak mümkündür. Birinciler kitap ve sünnete dayanan İslâm geleneğine bağlı iken, üçüncüler bu gelenekten kopmuşlardır. İkinciler ise ikisi arasında bulunurlar. Bunların “bâ-şer” ve “bî-şer” şeklinde iki büyük gruba ayrıldığı da olur. “Makbul” ve “merdud” tasavvuf ayrımı da bunun başka bir ifadesidir.
Tasavvufî gruplar ve zümreler arasında bu kadar çok ve büyük farklar olunca, aralarındaki tartışmaların zaman zaman sert ve birbirlerine karşı yaptıkları eleştirilerin de ağır olduğunu tahmin etmek pek zor olmasa gerektir. Biz bu eserde kitap ve sünnetten kaynaklanan sûfîliğe vurgu yapan ve bu hususu tasavvuf anlayışlarına esas alan sûfılerin kendi aralarında yapageldikleri eleştiri ve tartışmaları anlatmaya, ayrıca mutasavvıf olduklarım iddia eden ama aslında sûfîlikle fazla alakaları olmadığı için “İbâhiyye”ci olarak görülen ve reddedilen zümrelerle ilgili eleştirileri de izah etmeye çalışacağız.
Tasavvuf hareketini pek çok yönden ve çeşitli şekillerle ele alıp eleştirmek, değerlendirmek ve yorumlamak mümkündür. Fakat biz sözünü ettiğimiz çerçeveyi ve bakış açısını tercih etmiş bulunuyoruz. Bazen seleflerin eleştirilerini de bahis konusu edeceğiz. İlk sûfîler içinde önemli bir yeri bulunan Ruveym b. Ahmed (ö. 339/912) “Sûfîler, birbirine muhalefet ettikleri sürece hayırlı bir yoldadırlar, sulh oldular mı artık onlarda hayır yoktur.” demiştir. Bu ifade de geçen “muhalefet” esas metindeki “münâferet” kelimesinin karşılığıdır. Burada münâferetten maksat, sûfilerin birbirleriyle tartışmaları, didişmeleri, zıtlaşmaları, birbirlerine ters düşmeleri ve bu suretle yekdiğerini uyarmaları, bilgilendirmeleri, aydınlatmaları ve irşad etmeleridir. Kısaca edep ve erkân dahilinde birbirlerini eleştirmelidir. “Mümin müminin aynasıdır.’’- ‘’Mümin bu aynaya bakıp kusurlarını görür ve buna göre kendine çeki düzen verir. Tenkit de bir tür aynadır.’’ “Sulh”tan maksat, şirin görünmek ve iyi geçinmek için müminin din kardeşini uyarmaması, hata ve kusurlarını münasip bir dille ve şekilde de olsa söylememesi, bu suretle onun yanlışta ısrar etmesine sebep olmasıdır. Ruveym ’ in bu sözü tasavvufta eleştirinin önem ve gerekliliğini açık bir şekilde ifade eder.
Eleştiriler kişinin hata ve kusurlardan arınmasını temin eder. Şöyle ki Seyrâm ile Taşkent arasında Huzyan’da ikamet eden Orta Asyalı mutasavvıf İsmail Ata hakkında yöre halkının ileri geri laf edip onun gıybetini yaptıkları nakledilir. Ancak buna karşın İsmail Ata dermiş ki: “Bu mollalar bizim sabun ve tarağımızdır.” Hâce Ubeydullah Ahrâr (ö. i 895/1490), İsmail Ata’nın bu sözlerini çok beğenir ve güzel bir şekilde onu yâd edermiş.Buradan da anlaşıldığı üzere İsmail Ata, eleştiri ve uyarı bir yana kötüleme ve kara çalmayı bile hoşgörü ile karşılıyor ve “Bu türlü kötülemeler bizi kirden pastan arındıran sabun gibi, bizi süsleyen. kendimize çeki düzen vermemizi sağlayan tarak gibidir.” diyor. Yani eleştiriler su, sabun ve tarak gibidir. Eleştiri, uygun bir şekilde kişiye hata ve kusurlarını göstermektir. Hz. Ömer, “Bana hata ve kusurlarımı gösterenden Allah razı olsun.” demiştir. Eleştiri ayrıca dinleyicileri,seyircileri ve okurları da hatadan korur.
Tasavvufta az konuşma, sükût etme, soru sormama ve itiraz etmeme tavsiye edilir. Aslında dinde esas olan da budur. Hz. Musa, Hızır’a arkadaş olmak isteyince Hızır (a.s) ona soru sormamayı ve itirazda bulunmamayı şart koşmuştu. Îsrailoğulları, Hz. Musa’ya boğazlanması gereken sığırla ilgili soru üstüne soru sorunca işleri kolaylaşmamış, tersine daha da zorlaşmıştı..Hz, Peygamber’in hayatında da bunun örnekleri bulunmaktadır. Durumun böyle olması, işin ehli ve uzmanı olanların yeri ve zamanı gelince uygun bir dille tenkit etme haklarını kullanmalarına engel değildir.
Ebû Sehl Su’lûkî, “Tasavvuf, itirazdan yüz çevirmektir.” demiştir. Bazı sûfîler, bu ifadeyi genelleyerek “Tasavvufta itiraz ve tenkit olamaz.” demişlerdir. Tasavvufa karşı olanlar yukarıdaki ifadeye dayanarak tasavvufun İlmî ve fikrî hayatı öldürdüğünü iddia etmişlerdir. Hâlbuki yukarıdaki ifade genel nitelikte değildir. Daha ziyade tasavvufa yeni girmiş bir müridin mürşidi ve üstadı karşısındaki tavrını belirtir. Nitekim Kuşeyrî, “Herhangi bir mürşidin sohbetine devam eden bir kimse, kalbiyle bile olsa üstadına itiraz ederse sohbette uyulması gereken bir kuralı ihlâl etmiş olur.” demektedir. Bu ifadeden “Bir şeyh, diğer bir şeyhe ya da bir mürid başka bir müride itiraz edemez, soru soramaz.” anlamı çıkarılamaz. Nitekim tasavvufta sahv (ayık olma) hâlini esas alan Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/909) sekri (sarhoşluk) esas alan Bâyezıd-i Bistâmî’ye (ö. 234/848?) yönelttiği itirazları Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Lüma adlı eserinde nakleder. Sûfîlerden bazıları da Hallâc-ı Mansûr’u (ö. 309/922) ağır bir dille eleştirmişlerdir. Gerek sohbetin, gerekse üstad- mürid ilişkisinin gereği ve şartı olan itirazda bulunmama ve soru sormama hâlini genellemek doğru değildir. Genel olarak tasavvuf, dıştan yöneltilen tenkit ve itirazlara da içten gelen tenkit ve itirazlara da açıktır ama bunun bir adabı vardır. Ancak cedelleşmek ise İslâm’da da tasavvufta da caiz görülmemiştir.
Şu hususun da önemle dikkate alınması gerekir: Uluorta ve gelişigüzel tenkit ve itirazlar hiçbir eğitim ve öğretim sisteminde hoş görülmez, özellikle bunları yapanlar ehliyetsiz ve cahil iseler. “Tasavvuf itirazı terk etmektir.” ifadesini bazı ehliyetsiz ve kötü maksatlı kişiler hatalı bir şekilde anlamış ve kullanmışlarsa bunu tasavvufun özüyle ilişkilendirmemek gerekir.
Süleyman Uludağ – Tasavvuf ve Tenkit