Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e Uymaya Teşvik
- Mirza Fethullah Hakîm’e yazılmıştır
- Yetmiş üç fırka içinde kurtuluşa erenin Ehl-i sünnet ve’l-cemaat fırkası olduğu, bid’atçı fırkalardan uzak durulması gerektiği
Allah Sübhânehû ve Teâlâ bize ve size şeriat-ı Mustafa yolu üzerinde istikamet ihsan etsin.
İşte mesele budur; gayrisi nafile!
Yetmiş üç fırkadan her biri şeriata tâbi olduğunu iddia eder ve kurtuluşa erenlerden olduklarına kesin olarak inanır.
Şu âyet-i kerime onların hallerini anlatır ve durumlarını ortaya koyar:
“Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir (mü-minûn, 23/53).
Bu muhtelif gruplar arasından kurtuluşa ermiş olan fırkayı ayırabilmek için Resul-i Ekrem Efendimiz in (s.a.v) açıkladığı delile gelince, o şu hadis-i şeriftir:
“Onlar benim ve ashabımın bulunduğu yolda olanlardır.” (Tirmizî, nr. 2641)
Burada sahib-i şeriat Efendimiz’in (s.a.v) sadece kendini zikretmesi ve “Benimyolum üzere olanlardır” demesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesi, ” Benim yolum ashabın yoludur ve kurtuluş yolu yalnızca onların yoluna uymaktan geçer” şeklinde bir ilan
için olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ, 4/80).
Resûl’e itaat, Allah’a itaatin ta kendisidir. Ona itaat etmemek ise Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir.
Allah Sübhânehû, Resûl’e itaat etmediği halde Allah’a itaat ettiğini ileri süren bir topluluğun durumunu haber vermiş ve onların küfrüne hükmetmiştir. Âyet şöyledir:
“Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler; ‘Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!’ derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın)arasında bir yol tutmak isterler” (Nisâ, 4/150).
Ashabm yoluna tâbi olmaksızın Nebî’ye (s.a.v) ittibâ iddiası bâtıl bir iddiadır. Hatta bu iddia bilfiil Allah Resûlü’ne (s.a.v) isyandır, karşı gelmedir. Böyle bir yolla kurtuluşa ulaşmak ne mümkündür?
Şu âyet-i kerime onların haline uymaktadır:
“Kendilerinin bir şey (hakikat) üzerinde bulunduklarını sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancılardır” (Mücâdele, 58/18).
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ashabına tâbi olan fırka şüphesiz Ehl-i sünnet ve’l-cemaat fırkasıdır. Allah Teâlâ onları çabalarından dolayı mükâfatlandırsın! Onlar, kurtuluşa eren fırkadır. Şîa ve Haricîler gibi Allah Resûlü’nün sahabesine dil uzatanlar, onlara tâbi olmaktan mahrumdurlar.
Mu’tezile de tek başına sonradan ortaya çıkmış bir mezheptir. Bu mezhebin öncüsü Vâsıl b. Atâ’dır. Kendisi Hasan-ı Basrî’nin talebeleri arasmda idi. Daha sonra Hasan-ı Basrî’nin (rh.a.) meclisinden ayrılıp küfür ve iman arasında bir durumdan (el-Menziletü beyne’l-menzileteyn) söz etmeye başlayınca Hasan-ı Basrî (rh.a.), onun için “bizden ayrıldı” dedi. Diğer fırkaların durumu da bundan farklı olmayıp aynı şekildedir.
Ashaba dil uzatmak gerçekte Resûlullah’a (s.a.v) dil uzatmaktır. Ashaba saygı göstermeyen, Allah Resûlü’ne iman etmemiştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır ki; bu denli çirkin bir itikattan Allah a sığınırız.
Bu arada, Kur’an ve hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hükümleri ancak sahabe vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Şayet sahabe ayıplanırsa, onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına has değildir. Bilakis sahabenin hepsi adalette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşittir. Hangisi olursa olsun sahâbe-i kirâmdan bir tanesine dahi dil uzatmak, dine dil uzatmak demektir ki, bu denli çirkin bir durumdan Allah’a sığınırız.
Sahâbeye dil uzatanlar, “Aslında biz de sahâbeye tâbiyiz ama sahabeye tabi olmak hepsine tâbi olmayı gerektirmez. Hatta saha- benin görüşleri ve mezhepleri muhtelif olduğu için hepsine tâbi olmak zaten mümkün de değildir” şeklinde bir itiraz ileri sürebilir. Buna şöyle cevap veririz:
Sahabenin bazısına tâbi olmak ancak diğerleri inkâr edilmediği takdirde faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere uyma fiili de gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (k.v) üç halifeye de saygı ve hürmet gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için biat etmiştir. O halde diğer sahabeleri inkâr ederek Hz. Ali’ye tâbi olduğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftiradır ve kuru iddiadan öteye geçmez. O sahabeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali Efendimiz’i (k.v) inkâr etmektir ve onun sözlerini ve davranışlarını açık bir şekilde reddetmektir.
Allah’ın aslam Hz. Ali (k.v) için takıyye ihtimalini caiz görmek akıl bozukluğunun son kertesidir. Sağlıklı bir akıl, Allah’ın aslanının yaklaşık otuz senelik bir süre içinde halifelere karşı olan buğzunu gizleyip bunun tersine bir hayat yaşayarak onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğinin olmasını doğru ve mümkün görmez. Halbuki bu tür bir nifak, ehl-i İslâm’ın sıradan ferdi için bile düşünülemez. Bu tutumun çirkinliğini iyi düşünmek ve anlamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum, Allah’ın aslanı Hz. Ali’ye (k.v.) büyük bir zayıflık ve küçük düşürücü bir hile nisbet etmek anlamına gelmektedir.
Diyelim ki, Allah’ın aslanı için takıyyeyi caiz gördük. Peki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) üç halife ile ilgili tazimi ve başından sonuna kadar tüm hayatı boyunca onlara değer vermesi konusunda ne diyecekler? Bu noktada takıyyenin yeri olmaz; çünkü doğru olanı tebliğ etmek Resûlullah (s.a.v) üzerine vaciptir, bir zorunluluktur. Bu noktada takıyyeyi caiz görmenin varacağı nokta zındıklıktır.
Allah Teâlâ buyurmuştur:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajım duyurmamış olursun” (Mâide, 5/67).
Kâfirler, “Muhammed, gelen vahiy içinden kendisine uyanı açıklıyor, uymayanı ise gizliyor” diyorlardı. Kesin olan bir şey var ki o da, Hz. Peygamber’in (s.a.v) hata üzerinde sabit olması, bir hataya devam etmesi caiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriata halel gelir. O halde üç halifeyi tazim ve methetmesinin aksine, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v) bir şey sâdır olmayıp onlara verdiği değeri ortadan kaldıracak bir şey de bulunmadığına göre; buradan anlaşılır ki Resûlullah’ın (s.a.v) üç halifeyi yüceltmesi ve onlara değer vermesi hatadan ve geçersiz olmaktan korunmuştur.
Esas meseleye dönersek, onların yukarıda değinilen itirazının yani şüphesinin cevabını, öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde izah edelim. Dinin asıllarında sahabenin hepsine tâbi olmak vaciptir. Çünkü dinin esas konularında sahabe arasında ihtilaf yoktur. Sahâbenin ihtilafı yalnızca ayrıntılardadır.
Sahabenin bazısına dil uzatan kişi, onların tümüne tâbi olmaktan mahrumdur. Sahabe sözleri ittifak ifade etmekle birlikte; din büyükleri olan sahabeyi inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifakı ihtilafa dönüştürmektedir. Hatta bir sözü söyleyeni reddetmek, o kişinin söylediklerini de reddetmeye götürmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz üzere, şeriatı bize ulaştıran, ashabın tümüdür. Çünkü ashabın hepsi adalet sahibidir ve her biri bize şeriattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur’an da her birinden bir veya daha fazla âyet alınarak toplanmıştır.
O halde sahabenin bazısını inkâr etmek Kur’an’ı ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca, sahabeden bazılarını inkâr eden kimsenin şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmesi mümkün olmaz. Bu durumda felah ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir?
Allah Teala şöyle buyurur*
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara, 2/85).
Bununla birlikte deriz ki; Kur’ân-ı Kerîm’i toplayan Hz. Osman’dır, hatta Ebû Bekir-i Sıddık ve Ömer’dir. Allah onlardan razı olsun. Hz. Ali’nin (k.v.) topladığı şey ve onun içeriği, Kur’an’ın dışında bir şeydir.
İyi düşünmek gerekir. Çünkü bu büyükleri inkâr, hakikatte Kur’an’ı inkâra götürür. Böyle bir durumdan Allah Sübhânehû’ya sığınırız. Biri bir Şiî müçtehide şöyle bir soru sordu:
- Kur’an’ı Osman’ın cemettiği iddia edilmekte. Bu durumda Kur’an hakkındaki itikadın nedir? O şöyle cevap verdi:
- Onu inkârda bir maslahat görmüyorum. Çünkü onu inkâr etmek dinin tamamen yıkılmasına sebep olur.
Aynı şekilde aklı başında olan kişi, Resûlullah’m (s.a.v) irtihalinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahâbe-i kirâmın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez.
Şu sabittir ki; Allah Resûlü’nün vefat ettiği gün, sahabenin sayısı 33.000 kadardı ve hepsi de gönül rızasıyla ve kendi tercihleriyle Sıddık-ı Ekber’e (r.a) biat etmişti. Böyle bir durumda Resûlullah’m bütün ashabının dalâlet üzere birleşmeleri imkânsız bir durumdur. Nitekim Peygamber Efendimiz’de (s.a.v) buyurmuştur:
“Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez. “(Tirmizi,nr.2167)
Hz. Ali’nin (k.v) başlangıçta biat etmekte gecikmesi, “Dargınlığımız, şûradan geri bırakılmamız sebebiyledir; yoksa biliyoruz ki Ebû Bekir bizden daha hayırlıdır” sözüyle kendisinin de belirttiği üzere, şûraya davet edilmemesi sebebiyledir.
Hz. Ali’nin (k.v) şûrâya davet edilmemesinin sebebi, musibetin ilk dehşetinin yaşandığı sırada Ehl-i beyt’in yanlarında kalarak onları teselli etmesi gibi bir maslahatın gözetilmesi veya buna benzer bir sebepten olması mümkündür. Yoksa sahabe arasında meydana gelen ihtilafların kaynağı nefsanî arzular değildir. Çünkü onların nefisleri tezkiye edilmiş (arınmış), “kötü ve çirkin olanı emretmekten” kurtulmuş ve “mutmainne” olmuştur. Onların arzu ve istekleri şeriata tâbidir.
Üstelik sahabe arasında ortaya çıkan bu ihtilafın dayanağı içtihattır ve doğruyu açığa çıkartarak yüceltme çabasıdır. Hata edene Allah katında bir derece, isabet edene ise on derece sevap vardır. O halde dili onlara eza ve cefa etmekten korumak ve hepsini hayır ile yâd etmek gerekir.
İmam Şâfiî (rh.a.) demiştir ki:
“Allah Teâlâ ellerimizi onların kanına bulaşmaktan korudu, o halde biz de dillerimizi onlara uzatmadan koruyalım!”
İmam Şâfiî (rh.a.) yine şöyle der: “Resûlullah’tan (s.a.v) sonra
insanlar zor durumda kaldı. Gök kubbe altında Hz. Ebû Bekir’den
(r.a) daha hayırlı birini bulamadılar ve kendilerini yönetmesi için onu tayin ettiler.”
————————
İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1
Semerkand Yay.)