Edep ve Ahlak
Edep ile ahlâk arasındaki ilişkiye baktığımızda, bazen ahlaka aykırı sayılmayan bir durumun edebe uygun görülmediğine rastlanabilir. Belli bir davranış ahlaken ay’ kırı telakki edilmeyebilir, fakat aynı hareket edep yönünden uygunsuz sayılabilir; bazen de bunun tersi bir durumla karşılaşılabilir: belli bir davranış ahlâkça uygun düşmeyebilir, fakat edeben uygun olabilir. Örnek: eve misafir gelmişken onun müsaadesini almadan, misafirin oturduğu odayı süpürmeye kalkışmanın ahlaka aykırı bir yanı yoktur, fakat bu hareket edebe uygun görülmez. İkinci duruma örnek, gene tasavvufta, büyüklerin emrinin edepten üstün olduğuna dair telakki tarzı içinde verilebilir. Büyük sayılan kişinin öyle bir emri vaki olabilir ki, bu emrin yerine getirilmesi zahiren edebe uygun görülmeyebilir, buna rağmen gene aynı edep tavrı o emrin yerine getirilmesini gerektirir.
Faraza büyük sayılan kişi öğrencisine dese ki: “Gel başıma otur!” Bu emre uyulması öğrenci bakımından zahiren edebe aykırı görülür, fakat ortada, büyükten sadır olmuş bir emir bulunduğu için ona da uymak gerekir ve bu durumda edebe uygun olan hareket doğrudan emrin yerine getirilmesi olduğu için, emrin muhtevasına bakılmayarak söylenen şeyin gereği yerine getirilir. Böylece, bir büyüğün tepesine çıkmak kabilinden zahiren edebe uygun görülmeyen bir davranış tarzı, bir başka bakımdan edepli tavrın kendisi haline gelir. Buradaki edep tavrı, belli bir disiplinin sağlanması amacına matuf olarak bazı emirlerin tartışmasız biçimde yerine getirilmesini öngörüyor, diyebiliriz. Özellikle savaşta komutanın emirlerine tartışılmadan riayet edilmesi, o belli durumun gerektirdiği edep tavrının içinde mündemiçtir. İnsanlar bazen akıl erdiremedikleri emirlere de riayetkâr olma durumunda bulunurlar. Bunun böyle olmasını,bu özel durumun gerektirdiği edep tavrı belirler.
Milletinin başında bulunan bir lider için edep tavrı kendi milletinin kalbindeki nuru keşfetmektir, diyoruz. Bizim kendi milletimizin özel gerçekliğinde bu nurun, ona kimliğini veren din olgusunda keşfedilebileceğini söyleyebiliriz: din, yani İslâm. Islâm ıstılahında millet kelimesinin aynı zamanda din anlamına da geldiğini hatırlarsak, bu bağlamda din ve millet kelimelerinin nasıl birbirinin içinde mündemiç olduğu ve birbirini tamamladığı da anlaşılabilir olur. Bu anlamda, Islâm milletine lider olma mesabesinde bulunan birinin, kendi önderliğini ancak milletinin arkasından giderek gerçekleştirebileceği ifade edilmiş oluyor. Ve burada aynı zamanda, kimin kimden büyük telakki edilmesi gereği de öne çıkıyor: lider denilen kişi kendisini milletinin üstünde mi tutuyor, yoksa milletini mi büyük sayıyor? Bu durum “el emri fevkal edeb” (emir edepten üstündür) düsturunun uygulanma istikametinin belirlenmesinde önem kazanacaktır. Batılı değer yargılarına ve düşünme biçimine göre ulaşılabilecek muhakeme tarzına çelişkili görünebilecek hususlar, Islâm milletinin gerçekliği ve onun kafa yapısı bakımından düşünüldüğünde, bu demektir ki, kim kimin hizmetinde bulunduğu noktasında (lider mi milletin hizmetinde, millet mi liderin), durum, berraklık kazanır.
Millete lider olma pozisyonunda bulunanlardan, milletlerinin kalbindeki nuru arayacakları yerde, kendi önyargılarını millete telkin etmeye çalışanlar görüldüğünde, bu zevatın edebin neresinde durduğunu anlamak da böylece kolaylaşmış olur.
Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan