Duyguların Mekanikleşmesi
Duygular insanı insan yapan temel unsurlardandır.
Olumlu ve olumsuz olarak gruplandırdığımız duygular insan hayatının renkleri gibidirler. Her duygu insanın hoşuna gitmese de, bazı duyguları diğerlerine tercih etsek de kuşkusuz duyguların olmadığı bir hayat canlılıktan, sahicilikten ve sıcaklıktan yoksun bir hayat olacaktır. Bunun en açık kanıtı, insanların geçmişlerine baktıklarında en net şekilde en yoğun duyguları yaşadıkları anları hatırlamalarıdır. Duygular da olsalar tatlı da olsalar bizlere yaşadığımızı hissettirirler.
Hissetmek insanın asli yönlerinden biri olarak kabul edildiğinden, duyguları olmayan insan fikri insanlarda canavar çağrışımı uyandırır. Böyle bir insanın bir canavara ya da makineye benzediği düşünülür. Duyguları olmayan bir insan, temelde insani vasıfların birinden yoksun görüldüğünden diğer insanlarda korku uyandırır. Duygusal bakımdan yeterince gelişmemiş psikopatların eylemleri ise insanların bu korkularını haklı çıkarmaktadır. İnsanı birçok eylemi yapmaktan koruyan şeylerden biri de duygularıdır. Duyguları olmayan bir varlık her türlü eylemi yapabilecek durumdadır.
Bilgisayarların hesaplama ve diğer benzer işlerde insanları geride bırakmış olmaları duyguların itibarım arttırmıştır. Bu tür işlerde makinelerin insanlardan daha başarılı olmaları, duyguların insana özgü olduğu fikrini pekiştirmekte ve insanların duygulara daha fazla değer vermelerine yol açmaktadır. Hong’un aktarımına göre Isaak Asimov, bilgisayarın insan beyniyle boy ölçüşemeyeceği şeyin duyguları olduğunu söylemiştir. Neisser adlı yapay zekâ uzmanı da insan ile makine arasındaki aynını duygular üzerinden yapmıştır. Ona göre bilgisayar aklı insan dışıdır. Artmaz ve duygusal bir temeli yoktur (Akt. Hong, 2016,35). Makinelere ilişkin yaygın olan bu kabullere rağmen bazı bilim insanları bilgisayar, robot gibi makinelere duyguları öğretip onların duyguları anlayabilmeleri için çalışmalar yapmaktadır.
Makinelerin giderek sofistike hale geldiği, pek çok şeyi insandan daha iyi yapar duruma geldiği nükleer soykırım çağında insanlar, kendilerini makinelerden neyin ayırdığı sorusunu sormakta ve genellikle bunun duygular olduğu yanıtını vermektedir. Hong’un ifadesi ile duygu ve hisler akıllı makineler çağında insanlığın özü haline gelmiştir (Hong, 2016,37). Açıkçası bu durum insan egosu için kolayca kabul edilebilecek bir durum değildir. Binlerce yıl boyunca aklı ile övünüp duyguları küçümsemiş olan insanlık için bu durumun kabul edilmesi zaman alacaktır.
Makinelerin duygularının olmadığı ya da olamayacağı genel olarak kabul edilmekle beraber makinelerin insan duygularını ne şekilde etkilediği de bir soru olarak ortaya çıkmaktadır. Bu soruya bazdan olumsuz yanıt vermekte ve duyguların ya da makinelerin böyle bir ilişki sonrasında yok olacağı tezini savunmaktadır. Russell’in verdiği bilgilere göre makinelerin mi duyguları yoksa duyguların mı makineleri yok edeceği sorusu, uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon’da ortaya atılmıştır ve makine imparatorluğunun büyümesiyle gitgide daha güncel hale gelmiştir (Russell, 2003,85).
Makinelerin yaygın kullanımı insanların hangi duyguları hissettiğini, hangi duyguları hissetmeyi bıraktığını ve duygularını ne şekilde yönlendirmeye çalıştığım doğrudan etkilemektedir. Örneğin motorlu araçlar ilişkilerimizi şu şekilde etkiler: Komşular ve arkadaşlar, onlarla aramızda yaratılan mesafeyi kat edecek motorlu araçlar işlemediği takdirde unutulurlar. Kendimizi çoğunlukla dünyadan kopuk, uğruna çalıştığımız kişilerden uzak ve hissettiklerimizle uygunsuz bir halde buluyoruz (Illich, 2010, 19). İnsanların uzaklara ulaşmasını sağlayan makineler, bir yandan da insanlar arasındaki mesafelerin artmasına neden olmaktadırlar. Diğer yandan uzaktaki insanlarla iletişim makinelerle mümkün hale gelmiştir. Makinelerde yaşanan bir aksaklık ve arıza ise yalnızca üretim açısından problemler doğurmamakta, aynı zamanda insanların birbiriyle iletişim kurmasına da engel olmaktadır. Yüz yüze iletişimin azaldığı, insanların birbirleriyle daha çok uzaktan iletişim kurduğu günümüzde iletişim de makinelere bağlıdır.
Diğer yandan makineler nedeniyle insanı bazı duygular ölmektedir. Örneğin iletişim teknolojisi sayesinde herkesin herkese her an ulaşabildiği şimdilerde birini özlemek mümkün değildir. Mesafelerin iletişim açısından bir engel olmaktan çıkması nedeniyle kimse kimseye “gözümde tütüyorsun diyememektedir. Bu nedenle özlem duygusunun öldüğünü söylemek abartıya kaçmak olmayacaktır.
Bazıları için duyguların ölmesinde bir sakınca yoktur. F. T. Marinetti fütürist bir yazar olarak “Manevi acının, iyi yürekliliğin, bağlılığın ve aşkın; dirimsel enerjiyi yıpratan, güçlü bedensel elektriğimizi kesintiye uğratan bu zehirlerin tamamen yok olduğu insan dışı bir tip yaratmak istiyoruz.” der (Akt. Berman, 1994, 25-26). Onun bu sözleri kimi insanların, duyguları insana ait üstün bir yön olarak görmekten çok, bir tür ayak bağı saydıklarını ve duyguların ortadan kalkmasını olumladıklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Makinelerin sürekli kullanımı ile insanların diğer insanlarla kurduğu ilişkilerin yerini insanların makinelerle kurduğu ilişkiler almaktadır. Makinelerle kurulan ilişkilerse insanlarla kurulanlardan farklıdır. Heidegger, makinelerin imal ve kullanımının insanlardan başka tür bir ilişki talep ettiğini ancak bu ilişkinin anlamlı bir ilişki olmadığım söyler (Akt. Ay doğan, 2017, 46). Makinelerle kurulan ilişki, insanlarla kurulan ilişkilerden farklı olarak mekaniktir. Hiçbir sürprize yer bırakmayan, canlılıktan yoksun bir ilişkidir. Makine bir düğmeye basınca açılır veya kapanır. Başka bazı düğmelere basıldığında başka işlevleri yerine getirir. Makine, öngörülebilirdir; düzenli ve güvenilirdir; kullanımı sırasında hayret duygusu uyandırmaz. İnsan ilişkilerinde görülen belirsizliğe ve kırılganlığa burada yer yoktur. Bütün bu özellikler, insanın makinelerle kurduğu ilişkiler için hem birer dezavantaj hem de birer avantajdırlar. Sosyal becerileri zayıf, kendilerini başkalarına iyi ifade edemeyen, duygusal olarak başkalarının kendilerini kırmasından korkan insanlar için makinelerle ilişki kurmak son derece caziptir. Öte yandan sosyal becerileri gelişmiş, diğer insanlarla bir arada olmaktan haz duyan, kendilerini başkalarına ifade etmekte zorlanmayan, özgüveni yüksek insanlar açısından makinelerle ilişki kurmak cezbedi- ci değildir.
Makinelerle fazlaca zaman geçirmek insanın kimi özelliklerini de değiştirmektedir. Robert Pogue Harrison Silikon Vadisi Çocukları adlı kitabında bu değişimi şu sözlerle anlatır:
İsa, Matta 7:16’da “Onları meyvelerinden tanıyacaksınız/’ der. Söz konusu meyveler, müşterek dünya görüşümüz bakımından büsbütün tatsızdır. Daha düne kadar kabuğuna sığmayan, belagatli, girişken ve son derece hayat dolu gençlerin kendilerine bir akıllı telefon ya da iPod aldıktan üç ay sonra afaziye uğramış zombilere dönüştüğünü kendi gözlerimle gördüm. Şaraplık üzüm dalında kururken, dünyevi esriklik tanrısı Dionysos da sırra kadem basmış durumda. Bir sonraki dijital yeniliğinse onu geri getireceği şüpheli. (Akt. Pettman, 2017,13) Harrison, makinelerle kurulan ve bir süre sonra bağımlılık haline gelen ilişkileri meyveleri, yani sonuçları bakımından eleştirmektedir. Yoğun bir şekilde elektronik cihazlarla ilgilenen genç ve canlı insanlar, bir müddet sonra adeta zombilere, yani yaşayan ölülere dönüşmektedir. Aslında bu durum teknolojiyi yoğun bir şekilde kullanan gençler arasında sıkça görülmektedir. Ellerindeki akıllı cihazla gün boyu meşgul olan bu gençler, bu cihazlar dışında neredeyse hiçbir şeye ilgi duymamaktadırlar. Bu durum hem eğitim açısından bir problem oluşturmakta hem de aileleri endişeye sevk etmektedir.
Bu gençler geçmişe ilgi duymadıkları gibi kendi gelecekleri de dahil olmak üzere geleceğe ilişkin herhangi bir kaygı duymamaktadırlar. Yaşları belli bir seviyeye ulaşmış olmasına rağmen bu insanlar pek çok açıdan birer çocuğu andırmaktadırlar. İnsanlarla ilişkileri derinlikli değildir ve hayata dair ciddi bir gaye taşımamaktadırlar. Yakın çevrelerinde ve dünyada yaşanan olaylar onlara sahici gelmemekte, bunları birer film gibi izlemektedirler. Elektronik cihazlarla bağımlılık şeklinde bir ilişki kuran bu gençler, makinelerle kurulan ilişkilerin dünyayla ve diğer insanlarla kurulan ilişkileri geri planda bıraktığını ve kimi zaman da bozduğunu göstermektedir. insanlarla kurulan ilişkiler bu süreçte zayıflamakta ve yüzeyselleşmektedir.
İnsan ilişkilerinde yaşanan yüzeyselleşmeyi Adorno şu şekilde anlatır: “Karşılıklı şapka çıkarmak yerine bir “mer’aba”nın aşina kayıtsızlığıyla selamlaşmak, mektup yazmak yerine bitapsız ve imzasız ofis içi yazışmalar göndermek, insani temasta baş göstermiş bir hastalığın rastgele belirtileridir sadece.” Adorno’ya göre geçmişte insanlar sohbet edebilmekteydi. Ancak bugün düz çizgi, iki nokta arasında olduğu gibi iki insan arasında da en kısa yol olarak görülmektedir. Merasim, eski tarz nezaket, boş gevezelik olduğundan kuşkulanılan amaçsız sohbet tasfiye edilmiştir ve bu nedenle insan ilişkileri saydamlaşmakta, çıplak vahşet hayata egemen olmaktadır (Adorno, 2014,44-45).
Günümüzde insanlar yalnızca makineler ile fazlaca zaman geçirmemekte, ayrıca insan ilişkileri de makineler aracılığıyla yürütülmektedir. Mesajlaşmanın, sosyal medyanın vb. yarattığı yeni iletişim, eskiden isim vermeye bile gerek duyulmayan fakat şimdilerde seyrekleştiği için “yüz yüze iletişim” denilen insanlar arası normal ilişkinin yerini almıştır (Illich, Sanders, 2015,13).
İnsan ilişkilerinde yaşanan zayıflamanın bir diğer nedeni de modem evlerin insana sağladığı güvenlik ve yeterliliktir. Novalis yaklaşık iki yüz yıl kadar önce günlük yaşamımızın bir sürü koruyucu ve sürekli yinelenen eylemden ibaret olduğunu söylemiştir (Akt. Cemal, 2018, viii). Onun döneminden sonra korkuların artmasına bağlı olarak günlük hayat daha da koruyucu ortamlarda yaşanmaktadır. Kişiye dışarıdan bağımsız kalarak yaşama imkânı sağlayan modem evler, hem daha koruyucu hale gelmiştir hem de evler sürekli yinelenen eylemler için türlü olanaklara sahip olmuşlardır. Bu modem evlerde geçmişte yapılamayan pek çok şey yapılabilmektedir. Eskiden çamaşır yıkamak için, su temin etmek için, alışveriş yapmak için, olan bitenden haberdar olmak için, faturaları ödemek için vb. pek çok şeyi yapabilmek için insanların evin dışına çıkması, diğer insanlarla görüşmesi ve onlarla ilişki kurması gerekiyordu. Şimdilerde bütün bunları evde, makineler aracılığı ile yapmak mümkündür. İnsanların çamaşır yıkamak, onları kurutmak ve faturaları ödemek için evden çıkması, dolayısıyla da diğer insanlarla muhatap olması gerekmiyor. Şimdilerde konserler evlerde dinlenebiliyor, filmler evlerden izlenebiliyor, internet üzerinden yapılan alışverişlerle siparişler bile evlerden verilebiliyor. Evler, sundukları imkânlar ile insanların toplumsallığını azaltmaktadır. Bu nedenle insanların yakınları dışında diğer insanlarla ilişkilerinin zayıflaması anlaşılır bir durumdur.
İnsanlar arasında ev dışındaki iletişim ve etkileşim azalırken, ev içi iletişim ve etkileşimin ne durumda olduğu merak edilebilir. Yüz yüze iletişimin çöküşü ev içinde de yaşanmaktadır. Gerçek iletişim, yani ebeveyn ve çocukların, kan ve kocanın, hatta sevgililerin birbirleriyle konuşması ve birbirini dinlemesi gittikçe azalmıştır (Lukacs, 2018,41).
İnsanlar arasındaki iletişimin azalıp aralarındaki ilişkilerin zayıflaması, kitle toplumlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Kitle toplumu, hâlâ birbiriyle ilişkide olan fakat bir zamanlar hepsi için ortak bir anlamı olan müşterek dünyayı yitirmiş insanlar arasında otomatik şekilde ortaya çıkan örgütlenmiş bir hayat biçimidir (Arendt, 2017, 134). Arendte göre yaşadığımız çağ bir kitle toplumu çağıdır ve bu çağın temel vasıflarından biri, herkesin kendini bir makinenin basit bir dişlisi olarak görmeye teşne olmasıdır (Arendt, 2018b, 57).
İçinde yaşadığımız kitle toplumu çağında diğer insanlarla iletişim kurmuyoruz, onlarla konuşmuyoruz. Uzun zamandır en basit işleri bile makineler aracılığı ile yaptığımız için sahici eylemler sergileyemiyoruz. Neredeyse oturduğumuz koltuklarda tuşlara basarak her işimizi yapıyoruz. Ancak birkaç tuşa basmak gerçek bir eylem değildir. Makinelerle kurulan ilişkiler ne sahici işler yapmamıza ne de gerçek bir iletişime izin vermektedir. Bu durum insanları Harrison’ın ifadesi ile zombiye benzetirken, Arendt’in ifadesi ile de makine dişlisine benzetmektedir. Arendt, başka bir eserinde konuşmanın ve eylemin olmadığı bir yaşamı, yaşarken ölmek olarak adlandırır. Böyle bir yaşam insanlar arasında geçirilmediği için insani yaşam sona ermiştir (Arendt, 2018a, 259).
Günümüz toplundan makine toplumlarının bir uzantısıdır. Bu toplumlarda duygular da McDonaldlaşmaktadır. Bu ifade ile kastedilen, duyguların taşlaşması, yavanlaşması ve yapaylaşmasıdır. Mekanikleşme, sömürge alanını doğanın son kalesi sayılan duygular alanına taşımıştır (Mestrovic, 1999, 273). Önceden paketlenmiş haberler, bireysel merhamete karşı insani örgütlere müracaat, standart doğum günü kutlamaları, doğru anlar için doğru duygu standardını belirleyen tebrik kartı sektörü ve politik doğruculuk kuralı duyguların mekanikleşmesine hizmet eden araçlardır (Mestrovic, 1999, 282). Bu araçlarla insanlar sanki makineymiş de bunlar sayesinde onlarda istenilen duygular uyandırılabilirmiş gibi davranılmaktadır. Aslında bu araçlar, insanlarda belli duyguların canlanıp başka bazı duyguların uyanmamasında son derece etkilidirler. Sevgililer gününde satılan güller ve tektaş yüzüklerle insanlarda benzer duygular uyandırılmaktadır. Ya da korku unsurlarına başvurulan filmlerle insanların belli seviyelerde korkması sağlanırken, aksiyon dolu sahnelerle insanlar heyecanlandırılmaktadır. Reklamlarda ise içeriğinde kullanılan tüm unsurlar ile seyredenlerde arzu duygusunun ürün ile ilişkilendirilmesi hedeflenmektedir.
Objektiflik iddiasında bulunan haberlerde bile mekanik duygu üretimine hizmet eden bir dil kullanılır. Haberlerin sıralanması, sunulan görüntüler, kimi zamanlar kullanılan fon müzikleri, tercih edilen sözcükler insanların akıllarından çok duygularına hitap etmektedir. Ancak tebrik kartları, politik doğruculuk kuralı, medya, kahkaha efektleri ile insanlara ne zaman güleceklerini gösteren sitkomlar, standart parti ve kutlamalar duyguları dolaylı yoldan etkilemeyi amaçlayan araçlardır. Bunların dışında da duyguları mekanik bir şekilde etkileyen araçlar vardır. Ancak bu İkincilerin temel özelliği duyguları dolaylı olarak değil, doğrudan etkilemektir.
İnsanlar yüzyıllardan beri belli ruh hallerini ve duyguları diğerlerine tercih etmiş ve tercih ettikleri ruh hallerine ve duygulara ulaşmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. İçki, müzik ve keyif verici maddeler bu amaçla en çok başvurulan yollar olagelmiştir. Kaygı, endişe, üzüntü, keder, melankoli gibi duygulardan kaçınmak ve neşelenmeye çalışmak bu yollara başvurmanın ana nedeni olmuştur.
Freud, keyif verici maddeleri mest edici maddeler olarak adlandırır. Ona göre mest edici maddelerin gücü, mutlu olmak ya da mutsuzluktan kaçmak için verilen savaşta bir nimet olarak görülmekte ve bu maddelere bu nedenle saygı gösterilmektedir. Hem kişiler hem de halklar bu mest edici maddelere libidinal ekonomilerinde sabit bir yer ayırmışlardır (Freud, 2015, 31). Freud’a göre bilimin ilerlemesi ile de şu gerçek ortaya çıkmıştır: “Organizmamızı etkilemenin en kolay ama aynı zamanda en etkili yöntemi kimyasal bir yöntem olan intoksikasyondur.” Freud, hiç kimsenin bu kimyasal yöntemin nasıl çalıştığını tamamen anladığını düşünmemektedir. Ama ona göre kandaki ve dokulardaki varlıkları hızlı şekilde haz hissi veren, aynı zamanda kötü hislerin duyu dünyamıza kaydolmasına engel olan vücuda yabancı maddelerin varolduğu bir gerçektir (Freud, 2015, 30).
Kimyasal maddelerin vücuda nüfuz etmesiyle zihnin çalışma sisteminin başkalaştırılması tarih boyunca birtakım doğal veya doğal olmayan maddelerle yapılagelmiştir (Artut, 2014, 100). Kimyasal maddeler aracılığıyla insan zihninin doğal olmayan bir şekilde dönüştürülmesinin sağlanması, tıp alanında yaşanan gelişmelerin bir sonucudur. Modem dönemde her alanda olduğu gibi tıpta da büyük gelişmeler olmuştur. Modem dönemde tıp alanında tedavi, ameliyat ve ilaçlardaki uygulamalar hayret verici boyutlara ulaşmıştır ve gittikçe daha fazla sayıda insan tıbba ve ilaçlara bağımlı olmaya başlamıştır. Modem çağın sonuna doğru yaşanan değişimlerin en büyük ve en derin olanlarından biri de budur (Lukacs, 2018, 40).
Ahmet İnam’ın verdiği bilgilere göre “farmakon” (ilaç) hep vardı. İlaç şifa içindi ve doğadan tedarik ediliyordu. Hastalıkların üstesinden gelmek ve sağlıklı olanların güç kazanması için kullanılıyordu. İlacın doğal olması, doğal hayatı bozmaması anlamına gelmekteydi. İlaçlar zehir olabiliyorlar, düş gördürebiliyorlar ama yaşamın olduğu gibi oluşuna temelde bir tehdit oluşturmuyorlardı. Ancak günümüzde teknolojik ilerlemeler ile beraber ilaçlar insan yaşamına giderek egemen olmaktadırlar (İnam, 2002,134).
Bilim, insan beynine kimyasal maddeler ve dalga hareketleri ile sızmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Kimyasal maddeler ve dalga harekâttan ile insanların duygu ve düşüncüleri değiştirilip dönüştürülebilmektedir.İnsan beyni elekriksel ve kimyasal iletiler ile çalışır. Serotonin, noradrenalin,dopamin gibi maddeler kimyasal iletilerdir. Delta, beta, teta,alfa, gama dalga boyları ise elektriksel iletilerdir. Bilim insanları şu ana dek bu beş dalga boyunu keşfedebilmiştir ancak henüz keşfedilmemiş başka dalga boyları da mevcut olabilir.
Keşfedilen bu beş dalga boyu duygu ve davranış durumlarını göstermektedir (Gürel, 2016,142).
Delta dalga boyu dış dünyadan kopma, derin uykuya geçme halidir. Beyin en az bu dalga boyundayken çalışır. Bu dalga boyunda vücudu tamir eden veya büyümeyi sağlayan hormonlar salgılanır. Teta dalga boyu uykunun ilk aşamasıdır. Uykulu, stressiz uyuşuk olma ve derin hipnoz halidir. Alfa dalga boyu gevşeme, rahatlama, huzurlu ve sakin olma halidir. Beta dalga boyu tamamen uyanık olma, yoğunlaşma, öğrenme, problem çözme ve farkındalık halidir. Bir insanın beyninin dalga boyuna nüfuz ederek o insanın zihnini etkilemek mümkündür (Gürel, 2016,142-143).
Bu imkândan Zizek şu şekilde bahseder:
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, ABD’nin gizli savunma dairelerinin beyinlere net elektromagnetik dalgalarla saldırmak suretiyle, insanların duygularım ve tavırlarım uzaktan kontrol edebilecek araçları geliştirmek üzere geniş kapsamlı ve uzun vadeli projeler içinde olduğu gibi tekinsiz bir geleceğe işaret ediyor. Belirli duygusal tavırları (korku, nefret, cesaret) maddi açıdan destekleyen beyin dalgalarını tespit etmek halihazırda mümkün olduğu için, geliştirilen fikre göre hedeflenen duyguyu üretmek ya da engellemek üzere beyne yapay olarak oluşturulmuş benzer dalgalar yağdırılacak. (Zizek, 2014,418-419)
Duygu, tavır ve ruh hallerimizin haberimiz dahi olmadan başkaları tarafından uzaktan belirlenebileceği bir dünyada en temel sorunlar özerklik ve özgürlük alanlarında yaşanacaktır.
Beynin dalga boylarıyla oynama dışında mikroçipler ile de beyin üzerinde farklı etkilerde bulunmak mümkündür.
Beyne yerleştirilen bir mikroçiple beynin uzaktan uyarılması, beyne veri aktarılması ve beynin uydudan takip edilebilmesi artık imkân dahilindedir. Bu mikroçiplerle bireylerin ruh halleri ve algıları yönetilebilecektir (Gürel, 2016,158)‘.
Davranışlarımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı, algılarımızı, ruh halimizi etkileyerek zihnimizde değişim yapan maddelere psikoaktif (psikotrop) maddeler denilmektedir (Gürel, 2016, 149). Bu maddeler günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadırlar. Gazeteci Hari’nin verdiği bilgilere göre yıllar geçtikçe reçeteli, onaylanmış, tavsiye edilen haplar gitgide daha çok insanın hayatında yer etmeye başlamıştır. Bugün ise her tarafı sarmış durumdadırlar. Bugün ABD’de beş yetişkinden biri, psikiyatrik sorunlar için en az bir ilaç kullanmaktadır. Yaklaşık dört orta yaşlı kadından biri anti- depresan ilaçlar almaktadır. Amerikan liselerinde ortalama on oğlan çocuğundan birine odaklanması için kuvvetli bir uyana ilaç verilmektedir. Fransa’da ise her üç Fransız’dan birinin antidepresan gibi yasal psikotropik ilaçlar almaktadır. Birleşik Krallık ise Avrupa’nın tamamında bu tarz ilaç kullanım oranının neredeyse en yüksek olduğu ülkedir. Gelişmiş Batı ülkelerinde su kaynaklarını test eden bilim insanları bu sularda antidepresana rastlamaktadır. Bu ilaçları kullanıp boşaltan o kadar çok insan vardır ki her gün içilen sudan süzül- meleri mümkün olmamaktadır (Hari, 2019, 21-22).
Kimyasal ilaçların günlük hayat üzerindeki hâkimiyeti çocukları da etkilemektedir. 19801i yıllarda ABD’de bir çocuğun biraz hareketli olması, dikkat bozukluğunun bir kanıtı olarak görülüyor ve bu durum beynin kimyası ve genetik yapıyla ilgili patolojiler kapsamında değerlendiriliyordu. Şimdilerde ise milyonlarca okul çocuğuna öğrenme güçlükleri veya sınıfta sebep oldukları karışıklıklar nedeniyle çeşitli ilaçlar reçete ediliyor. Bu çocuklar anksiyete, depresyon, davranış bozukluğu tedavileri gibi tedaviler görüyorlar (Le Broton, 2016,58).
Okul çocukları bir yana günümüzde iki yaşındaki çocuklara bile ilaç verilmektedir (Zerzan, 2013b, 93). İki yaşında bir çocuğun gerçekten depresyona girip giremeyeceğini, girebilirse hangi nedenlerle girdiğini merak etmemek mümkün değil. Ancak günümüz Prozac toplumlarında bu soruların pek çok insan için bir anlamı yok. Çünkü onlara göre nasıl ki pankreas insülin üretemeyince, onun kaybolan işlevini yerine getirmek için sentetik insülin almakta utanılacak bir şey yoksa ruh halinin antidepresanlarla düzenlenmesi konusunda da utanılacak bir şey yoktur. Beynin gittikçe sadece fiziksel bir organ olarak kabul edilmesiyle birlikte insanların bu ilaçları kullanma konusundaki tereddütleri de ortadan kalkmaktadır (Harris, 2016,161).
Prozac en yaygın kullanılan antidepresan ilaçlardan bir tanesidir ve yaygın şöhreti ile üzerinde konuşulmayı hak etmektedir. Prozak anoreksi, kaygı, bulimia, kronik ağrılar, kıskançlık, fobi, dikkat bozuklukları, beslenme bozukluktan, depresyon gibi geniş bir yelpazede yer alan rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Prozac’ın gücüne inananlar, neredeyse dinsel bir bakış açısıyla bu ilacın otizm ve şizofreniyi bile tedavi ettiğini ileri sürebilmektedirler. Geniş kullanım sahası ve diğer antidepresanlara karşı Prozac’ın daha az yan etkiye yol açması onun hakkındaki “mükemmel ilaç” mitini beslemiştir. Bu ilaç ABD’de tıbbi gerekliliklerden ve zihinsel rahatsızlığın kimyasal çözümünü gerektiren sebeplerden bağımsız olarak kullanılmaktadır. Vitaminler gibi yaygın bir tüketim ürünü, kullanıcıların emrinde olan bir mühendislik ürünü haline gelmiştir. Bu ilaç, insanlar tarafından kişisel imkânlarını genişletmek, duygusal ve entelektüel kaynaklarını optimize etmek amacıyla da kullanılmaktadır (Le Breton, 2016, 64-65).
Prozac, 19901ı yıllarda derinliğin aleyhine olacak şekilde yüzeyselliğin tam egemenliğini kurmaya yöneldiği geç post- modem kapitalizminin ilacıdır. Bu dönemde derin düşüncenin ve derin psikanalizin devri kapanmaktadır. Sorunların çözümleri hızlı, basit, hafif, acısız, zahmetsiz ve ucuz olmalıdır. Yıllarca sürebilen ve sağlık sigortası şirketleri tarafından pahalı bulunan psikoterapiye karşılık Prozac, etkisini iki-üç hafta içine göstermeye başlıyor. Prozac, fast food ve viagra kültürünün eşlikçisidir. Prozac ayrıca hastanın iyileşmesi için çaba göstermesini, psikolojik bir öz deneyim yaşamasını gerektirmeyen bir ilaçtır. İlacın bu özelliği sayesinde hastanın biyografisi ve özgeçmişi önemsiz hale gelmekte, hasta yalnızca bir ilaç kullanarak, böylece beyninin nörokimyasını değiştirerek yeni bir kişilik edinmektedir (Çabuklu, 2010,144).
Görüldüğü üzere Prozac ve benzeri diğer ilaçlar ciddi sorunlar karşısında ucuz, kolay ve hızlı çözüm arayışlarının birer sonucudurlar. Prozac tarzı ilaçların yaygınlaşması, hızın bir tutku haline gelerek sabırsızlığın ve beklemeye tahammülsüzlüğün artmasıyla yakından ilişkilidir. İşlerimizi çabucak, hızlıca, zahmetsizce, acı duymadan ve yorulmadan kolaylıkla halletmek istiyor; sorunların çözümlerine de aynı şekilde yaklaşıyoruz. Tek bir tuşa basarak tüm işlerimizi halletmek ve yine tek bir tuşa basarak tüm sorunlarımızı çözmek istiyoruz. Bu arzuları sağlık sorunlarımıza da yansıtıyor, haplarla ruhsal rahatsızlıklarımızdan kurtulmak, ilaçlarla tansiyonumuzu normal sınırlarda tutmak, hatta ter dökmeden oturduğumuz koltuklarda zayıflamak istiyoruz.
Aynca Ahmet İnam’ın da söylediği gibi yaşayarak, öğrenerek, yaşantısını edinerek mutlu olmak yerine hap alarak mutlu olmaya çalışıyoruz. Çilesini çekmek, yüzleşmelerine katlanmak, zorlukların sınavından geçerek dinginliğe ulaşmak yerine kestirmeden sonuca varmayı arzuluyoruz. Sevinçli olmaya, duygu dünyamızın kendi çalkantılarını yaşayarak gerçeklikle karşılaşa karşılaşa kavuşmak yerine “hap torpili” ile, farmakolojik destekle varmaya çalışıyoruz (İnam, 2002,135).
ABD’de yaşanan süreç, bu kolaycılığa nasıl teslim olunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. ABD’de doktorların teşhisi koymak için kullanması gereken vöntem beş versiyonu bulunan Ruhsal Bozuklukların Tanısal Sayımsal Elkitabı’mda (DSM) belirtilmektedir. Depresyon teşhisi için belirlenen dokuz belirtiden en az beşini göstermek gerekmektedir. Ancak yas tutan hemen herkesin depresyonun klinik ölçütlerini karşıladığı görülmüştür. Yalnızca bu kontrol listesine başvurulduğunda sevdiği birini kaybetmiş neredeyse herkese bariz bir akıl hastalığı teşhisi konulması gerekmekteydi. Bu nedenle yas tutan insanlar için “yas istisnası” diye adlandırılan açık bir kapı bırakılmıştır (Hari, 2019, 56-57). Bir yakınını kaybeden ve depresyon belirtileri gösterenler yas istisnası olarak düşünülmüş ve bunlar bir süreliğine de olsa akıl hastası olarak görülmekten kurtulmuşturlar. Ancak bu kurtuluş uzun süreli bir kurtuluş olmamıştır.
Başlangıçta bebeğini, kardeşini, anne ya da babasını kaybedenler bir yıla kadar depresyon belirtileri göstermeleri halinde akıl hastası sayılmamışlardır. Ancak kişi bir yıllık sürenin ardından hâlâ ciddi bir sıkıntı yaşıyorsa yine akıl bakımından dengesiz başlığı altında sınıflandırılmaktaydı. Yıllar içinde DSM’nin farklı versiyonlarında yas tutan kişiler için tanınan bu sürenin sınırları değişmiştir. Bu süre önce üç aya, sonra bir aya, en sonunda ise yalnızca iki haftaya indirilmiştir (Hari, 2019, 57). DSM’nin 2015’te yayımlanan beşinci ve en yeni versiyonunda yas istisnası kaldınlmıştır. Yani bebeğini kaybeden bir annenin ertesi gün doktora gittiğinde ciddi bir sıkıntı içinde olması durumunda kendisine hemen teşhis konabilecektir (Hari, 2019, 60).
Görüldüğü üzere modem hayatın insanın acı çekmesine hiçbir şekilde tahammülü yoktur, insanların en büyük kayıpları yaşayıp dünyanın, insanın ve hayatın anlamını sorgular hale geldikleri durumlarda bile kendilerine göre acı çekme hakları kalmamıştır. Luther “Tristitia omnis a Sathana” “Tüm üzüntü Şeytandan gelir” demiştir (Akt. McMahon, 2006,193). Sanki üzüntüden ve acıdan kaçmak isterken gösterdiğimiz cabayla Luther’in görüşlerini paylaşıyor gibiyiz. Acı ve üzüntüden kaçarken ona büsbütün kötü bir şey, adeta şeytansı bir şey olarak bakıyoruz.
Yas tutabilmek ve belirli depresyon belirtileri gösterebilmek için tanınan sürenin sürekli azaltılması, hız tutkusu ve aceleciliğin hayatın en nazik alanlarına bile sirayet ettiğini göstermektedir. İnsan duygularına istendiğinde açılıp istenildiğinde kapatılan makineler gibi muamele edilmektedir. Böyle bir anlayış ile belirli duyguları söndürmek, belirli bazı duyguları da uyandırmak için çeşitli kimyasallara başvurulmaktadır. Bu yol aslında kişinin ruhsal ve zihinsel sorunlarının üstesinden gelme, özdenetim sağlama, duygularını ve düşüncelerini kontrol edebilme becerilerini işlevsiz kılmaktadır. Neticede bu becerileri kullanamayan insanın becerileri körelmekte ve bu insan aciz hale gelmektedir.
Öyle veya böyle kişinin teknik araçlar kullanarak kendi üzerinde çeşitli işlemler yapması, dünyayla ilişkisinin rengim belirlemek için kullanılan psikotrop haplarla gündelik hayatta bir yer bulmuştur. Kişi, bedenine ya da daha çok kendisine güvensizlik duyduğunda hiçbir hastalığı olmadığı halde psi- kofarmakolojiye, yani arzulanan moral durumunu yaratması umulan maddelere başvurabilmektedir. İnsanlar uyumak için, uyanmak için, formda kalmak için, enerjik olmak için, belleklerini kullanabilmek için, kaygı ve stresi ortadan kaldırmak için çeşitli ürünler almaktadır. Bu ilaçların hepsi çağdaş dünyanın gereklerini yerine getirmek için yetersiz kalan ya da yetersiz kaldığı düşünülen bedene, daima daha talepkâr olan bir sistemde ayakta kalması için eklenen kimyasal protezlerdir (Le Breton, 2016, 19). Gerçekten de dünya hemen hemen herkesten çok fazla talepte bulunmaktadır. Bu taleplerden ne küçük çocuklar ne de yaşlı kimseler kaçabilmektedir. Kimileri daha iki yaşında olan küçücük çocuklar eğitim açısından avantajlı konumda olmaları için eğitim kuramlarına gönderilmektedirler. Yaşlı olmak da insanları dünyanın taleplerinden uzak tutmaya yetmemektedir. Yaşlılar dahi toplumda kabul görmek için yaşlan ne olursa olsun çekici ve bakimli olma uğraşı vermektedirler. Çalışan annelerin yükü ise hepsinden fazladır. Onların hem işlerinde başarılı olmaları, hem çekici ve güzel görünmeleri, hem ev işlerinde becerikli olmaları hem de sevgi dolu bir eş ve iyi bir anne olmaları beklenmektedir. Bu kadar çok beklentiye cevap veremeyen günümüz insanlarının destek almak amacıyla birtakım kimyasallara başvurması oldukça normaldir.
İnsanların sürekli bir yarış halinde olduğu, en ufak bir gecikmenin geride kalmak anlamına geldiği, geride kalanın kazanımlarını kaybettiği bir sistemde varolabilmek için bireyler, sürekli performanslarına bakmak ve onu daima belli bir seviyede tutmak zorunda kalmaktadırlar. Bedenleri, zihinleri ve psikolojileri doğal halleri içindeyken performanslarını yüksek tutamayan insanlar, performanslarını birtakım kimyasallarla yükseltme yolunu tercih etmektedir.
Derrida bir röportajında biyoteknoloji çağında ilaç kullanımının insanın doğal yaşamını olumsuz yönde etkileyebileceğinden söz ederken, sporda avantaj sağlamak için başvurulan performans arttırma yöntemlerinin sağladığı fiziksel avantajların ortaya çıkardığı haksız rekabet durumunun yanı sıra etik yönlerinin de tartışılması gerektiğini söyler. Yarışmalardan önce kadın atletlerin, özellikle hamile kalarak vücutlarında meydana gelen hormonal değişimi daha iyi bir performans için avantaj olarak kullanmalarını örnek olarak verir. Ona göre bu durum sporun özünde insan meselesinin varolduğu gerçeğini göz ardı etmektedir (Akt. Artut, 2014,101).
Bir kadının sadece madalya veya başka bir ödül kazanmak için hamileliği, yani bir anlamda kendi çocuğunu kullanabilmesi, performansın her tür insani değerden ve insanın bizzat kendisinden üstün tutulduğunu ortaya koymaktadır. Aslında insan meselesi yalnızca sporun özünde değil; siyasetin, iş hayatının, eğitimin, mimarinin vb. içerisinde insanın yer aldığı her alanın merkezinde olmalıdır. Eğer insan merkezden çıkarılır ve yerine başka bir şey konulursa – bu başka şey ister iktidar, isterse güç, kâr ya da performans olsun – insan tıpkı hamile kadın sporcular gibi kendi bedenini ve diğer insanları araçsallaştırır.
Anlaşıldığı üzere psikotrop maddelerin kullanımı genel olarak performans arttırmaya yöneliktir. Düzenli psikotrop kullanıcısı kendisini bedene bağlı bir tür konsol olarak yaşar. Duygulanımsal performansını gönlüne göre programlar. Başvurulan teknikler her şeyin çaresinin olduğu, çalışma kapasitesini sonsuzca genişletmenin ve nihayet huzur içinde uyumanın bile mümkün olduğu izlenimi uyandırır. Ruh halini veya uyanıklık durumunu değiştirmek isteyen herkesin elinin altında geniş bir ürün demeti vardır. Kişi bu ürünler sayesinde arzu ettiği psikolojik duruma erişmek için beklemek, sabretmek ya da emek vermek zorunda değildir. Sonuç elde etmek için hap yutmanın gerekli süreyi ve çabayı ortadan kaldıracağı, istenilen halin istenilen anda özel bir çabaya gerek kalmadan sağlayacağı farz edilir. Kişinin yapması gereken tek şey ecza dolabına uzanmaktır (Le Breton, 2016,61). Ancak bu izlenimler oldukça yanıltıcıdır. Geçici bir süre rahatlama sağlayan psikotrop maddelerin uzun vadede sorunları halletmediği ve insan hayatını zorlaştıran pek çok yan etkiye yol açtığı bilinmektedir.
Psikotrop maddeler adeta beden denilen makinenin duyguları harekete geçiren tuşlarıdır. Kişi, istediği duyguya bu haplarla kavuşmaya çalışır. Bu tür haplarla endişesini ya da kaygısını yatıştırır, sınav için ya da zor bir iş günü için kendisini zinde ya da uyanık kılar; ısrarlı bir yorgunluğu unutur, yoğunlaşmayı engelleyen sinirlilik halinden kurtulur. Herhangi bir patolojik durum olmadığında bile Batılı insanların büyük bölümü için ruh halini veya uyanıklık halini yönlendirme amaçlı ürün tüketimi yaygın bir alışkanlık haline gelmiştir. Kişi, çevresindeki dünyaya dair hissetmesi gerektiğini düşündüğü şeyi hissetmek için teknolojiye başvurur. Psikotrop maddeler kendilerini hayatın teknik yardımcı- ları olarak sunarlar. İnsanın günlük yaşama yaklaşım biçimini ayarlar, dünyanın kargaşası karşısında kişiye kendine hâkim olma fantazmasını yerleştirir, bireyin siborglaşmasına ve davranışta benlikle ilgili olan ile dışsal bir teknikle ilgili olein arasındaki sınırların silinmesine yol açarlar (Le Breton, 2016,63).
Benlikle ilgili olan ile dışsal bir teknikle ilgili olan arasındaki sınırların silinmesi oldukça ilginç bir durumdur. Ruh halleri kişiliğin unsurları arasında kabul edilir. Yani insan kişiliğini belirleyen unsurlardan biri de insanın çeşitli durumlarda hangi duyguları yaşadığı ve ne tür bir ruh halinde bulunduğudur. Kimi insanlar genellikle neşelidir, kimileri ise kaygılı ya da öfkelenmeye hazırdır. Psikotrop ilaçlar kişilerin içinde bulundukları ruh hallerini ve duygu durumlarını ciddi şekilde değiştirmektedir. Bu ilaçlarla neşeli ya da kaygısız bir ruh haline girmiş bir insanı nasıl değerlendirmemiz gerekecektir? Kişide görülen neşeyi ya da rahatlığı neye affetmeliyiz; bu ruh hallerini yaşayan kişinin kendisine mi yoksa bu ruh hallerinin ve duygu durumlarının ortaya çıkmasını sağlayan kimyasal maddelere mi? Kişilerde ortaya çıkan duyguların kaynağı onları yaşayan insanlar mıdır yoksa kullanılan ilaçlar mı? Kullandığı ilaçlar nedeniyle genellikle neşeli olan bir kişi neşeli bir insan sayılmalı mıdır? Teknikle insan doğasına yapılan müdahalelerin boyutlarının artması insana ilişkin yeni sorular doğurmaktadır.
Kimyasal maddelerin duyguları değiştirmek amacıyla insan vücuduna dahil edilmesi, kişilerin var olan hallerini değiştirerek yeni bir kişi yaratma arzusundan kaynaklanmaktadır. Le Breton’a göre beden, bu ilaçların kullanımı ile ruh halinin programlandığı bir terminale, eşi görülmemiş bir siborga, yani insan ile bedene iliştirilmiş teknolojinin yok edilemez ittifakının bir parçasına dönüşür (Le Breton, 2016, 67-68). Psikotrop ilaçlar kişinin ruh hallerini ve duygu durumunu değiştiren teknoloji ürünü kimyasal maddelerdir. Bu kimyasallar, kişileri yaşadıkları ve içerisinde bulundukları gerçeklikten bağımsız olarak mekanik bir şekilde hedeflenen ruh haline kavuştururlar. Ancak bu durum, hem insanı duyguların kaynağının insanın kendisi mi yoksa kimyasal ilaçlar mı olduğunun tam olarak bilinemeyeceği şekilde teknolojik ürünlerle kaynaştım hem de insanın ruh dünyasını basılan tuşlara bağlı olarak istenilen seslerin çıkarıldığı bir piyanoya benzeyecek şekilde mekanikleştirir. Böylesi bir mekanikleşme sonucu insan duyguları kendiliğindenliğini, doğallığını, canlılığını yitirir ve bu duyguların gerçek dünya ile olan bağları kopar. Birtakım olaylar karşısında kendiliğinden hisseden insanın yerini, dışarıdan yapılan müdahalelerle yapay bir şekilde hissettirilen insan alır. İnsanlara böyle bir hayat daha kolay ve daha rahat gelse de bu duruma itiraz edenler de vardır.
Bu kişilere göre insanı birtakım kimyasal maddelerle müdahale edilebilir bir varlık olarak görmek, insanı biyolojisine, beyindeki bazı kimyasal maddelere indirgemektir. Amo Gruen’e göre Profesör Daniel E. Koshland insanı indirgeyen bir anlayışa sahiptir. Koshland şunları yazar:
Eğer beyin fonksiyonlarını tam olarak yerine getiremiyorsa, biliminsanı olmayan bazıları bunun nedenim kötü anne-babalarda, kötü çevre koşullarında, hatta kötü ruhlarda arama eğilimi gösterirken, bir bilim insanı nedenleri beyin kimyasında arar… Nörologlar, çekme yayı kopmuş bir saati sevgiyle tamir etmek ne kadar mümkünse, mutasyona uğramış genden kaynaklanan beyin arızasının sevgiyle iyileştirilmesinin de ancak o kadar mümkün olduğunu bilirler… Normal bir durumla patolojik durum arasındaki fark, iyi kimyayla kötü kimya arasındaki farktır. (Akt. Gruen, 2015a, 294)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı gibi Koshland, insana bir saate, yani makineye yaklaştığı şekilde yaklaşmakta ve onun ruhsal sağlığında sanki yalnızca beyindeki kimyasallar etkiliymiş; kişinin geçmişi, insanlarla ilişkisi, yaşadığı maddi veya manevi zorluklar, sosyo-ekonomik durumu gibi bunun dışında kalan faktörlerin hiçbir etkisi yokmuş gibi konuşmaktadır. Oysa tüm bu ve benzeri etkenler insanın ruhsal ve duygusal hayatı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Beyindeki kimyasallar bu gibi çeşidi faktörlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu faktörleri yok sayarak yalnızca beyindeki kimyasallara odaklanmak sadece geçici çözümler üretebilir. Zaten psikotrop ilaç kullananların, uzun yıllar boyunca bu ilaçları kullanmak zorunda kalmaları üretilen çözümlerin köklü ve kalıcı olmadığını göstermektedir.
Koshland gibi düşünenlerin zihniyetini benimseyen psikiyatri, hastayı yaşadığı dünyadan soyutlayarak kimyasal bir varlık olarak algılar. Vücudunda eksik olduğuna hükmettiği bazı kimyasalları ona zerk ederek psikolojisinin iyileşeceğini varsayar. Onun nazarında insan, yaşadığı ortamın bir parçası, ondan etkilenen, ona bağlı olarak bazı akli sıkıntılar yaşayan bir varlık değildir. O, salt kimyasal bir bütündür ve ondaki eksik kimyasalları takviye etmek bu bütündeki sıkıntıları ortadan kaldıracaktır. îster eşinden boşanmış olsun, isterse çocuğunu yitirmiş ya da uzun süredir işsiz olsun hiç fark etmez. Tüm sorunlara ilaç çare olacaktır (Dikmen, 2015,162).
Bu mekanik yaklaşımda insan kimyasal bir makine olarak görülmekte ve zihinsel sorunları insandaki kimyasal maddelerin oranları düzenlenerek çözülmeye çalışılmaktadır. Ancak Gruen’e göre bu şekilde, bizi çevreleyen dehşetin artık algılanamaması ve bizim için önemli bir yol gösterici olan korkularıınızın bastırılması gibi bir felakete sürükleniriz (Gruen, 2015a, 294). Gruen gibi isimler yaşadığımız duygusal ve zihinsel problemleri hayatımızda bir şeylerin yanlış gittiğinin işareti olarak yorumlamaktadırlar. Onlara göre bu işaretler bastırılmak yerine doğru okunmalı ve insan beyninin kimyasallarında bir düzenlemeye gitmek yerine başka bir yol izlenmelidir. İnsanın hayatında veya bakış açısında birtakım değişiklikler meydana getirilerek zihinsel ya da duygusal sorunlar çözülmelidir.
Mutluluğumuz bilimin söylediği gibi biyokimyasal sistemimiz tarafından belirleniyorsa süresiz tatmin hissini garantiye almanın yolu, sisteme hile karıştırmaktan geçmektedir. Ekonomik büyüme, sosyal reformlar ve siyasi devrimleri bir kenara bırakarak küresel mutluluk seviyesini arttırmak için insanın biyokimyasıyla oynamak yeterlidir (Haran, 2017,50). Böyle bir tercih etkili olmasına rağmen yüzeysellikten ve kolaya kaçmış olmaktan kurtulamaz. Semptomları ortadan kaldırmak hastalığı görünmez kılabilir fakat onu ortadan kaldırmaz. Benzer şekilde kimyasal ilaçların yardımıyla insanlarda bazı duygular uyandırmak mümkünse de bunun gerçek anlamda mutluluk olmadığı açıktır. Uzun süredir işsiz bir insanın, annesini, babasını, eşini ya da çocuğunu kaybetmiş bir insanın, iflas edip varını yoğunu kaybetmiş bir kimsenin, bir kaza sonucu uzuvlarını kaybetmiş bir kişinin çeşitli ilaçlar ile neşeli bir görünüm sergilemesi kimse tarafından mutluluk ya da gerçek bir neşe olarak yorumlanmayacaktır. Kişinin böyle bir görünüm sergilemesi akla da uygun değildir. Duygulara yol açan olaylar ile bu olaylara karşı hissedilen duygular arasında bir ilişki ve uygunluk olmalıdır. Örneğin aşağılama veya haksızlığa uğrayan bir insanın öfke hissetmesi son derece uygundur. Acı verici olaylar karşısında acıyı yok sayarak, sanki hiçbir şey olmamış gibi o kişiden mutlu ya da en azından neşeli olmasını istemek insani bir talep değildir. Böyle bir tavır karşımızdakinin acısına hürmetimiz olmadığı anlamına gelir. Ayrıca böyle bir tutum, insan hayatının iyileştirilmesine de hizmet etmez. İnsanların psikolojik olarak rahatsızlıklarının artması durumunda yapılması gereken ilk şey, bu rahatsızlığa yol açan nedenleri bulmak olmalıdır. Bireyler, arzu etmedikleri duygular yaşadıklarında bunlar üzerine düşünmeli ve bu duygulara nelerin yol açtığını bulmaya çalışmalıdır. Bu süreç rahatsızlığın durumuna bağlı olarak bireysel olarak sürdürülebileceği gibi bir psikologun eşliğinde de yürütülebilir. Olumsuz durumlara yol açan nedenler belirlendiğinde, bunlara gerek sosyal gerekse de kişisel çözümler getirilebilir. Siyasi ve toplumsal sorunlar nedeniyle bireylerin çözümü siyasetten değil de kimyasal maddelerden beklemeleri asıl sorunları kökleştirecektir.
Kimyasal ilaçlara fazlaca güvenen bir psikiyatri anlayışının dikkate almadığı bir diğer nokta da özne ile nesne arasındaki bağdır. Özne ile öteki arasında bir bağ vardır ve bu bağ salt biyolojiye indirgenebilecek bir bağ değildir (Öğütçen, 2018, 173). Duygu durumlarımız ötekiyle ve dışımızda kalan dünyayla doğrudan bağlantılıdır. Yaşadığımız olaylar bizlerde çeşitli duygular uyandırırlar. Kuşkusuz bu duyguları çeşitli kimyasallarla düzenlemek mümkündür. Ancak bu duyguları dış dünyadaki olayları değiştirerek de dönüştürebiliriz. İlk yol, insan duygularını mekanikleştiren, insanı bir makine gibi ele alan bir yaklaşıma sahiptir. Yüzeysel ve geçici olmasına rağmen kısa, kolay ve zahmetsizdir, ikinci yol ise inşam önce hayatın gerçeklerini görmeye ve onunla yüzleşmeye davet eden, onu aktif bir özne olarak gören ancak uzun, zahmetli ve zor bir yoldur. Beynimizdeki kimyasallarla oynayarak, Harari’nin ifadesi ile hile yaparak, belli duyguları yaşamak daha kolay olsa da dışımızdaki gerçekliği değiştirerek belli duyguları yaşamamız çok daha dürüst bir davranıştır. Ancak bunları söylemek, gerçekten ihtiyaç duyulduğunda bu tür ilaçların kullanılmasına karşı çıkmak ya da kimi durumlarda bu ilaçların kullanılmasının bir gereklilik olduğunu inkâr etmek değildir. Bunu söylemek, istenen her tür etkiyi yaratmak için ilaçlara başvurmanın insana makine muamelesinde bulunmak anlamına geldiğini söylemekten ibarettir.
Sebile Başok Diş -Mekanikleşen Hayatta İnsan ve Özgürlük Sorunu,syf:32-54