”Düşünüyorum, o halde varım” Sözü Üzerine
Bir başka şekilde söyleyelim: “Düşünüyorum, o halde varım” dediğimizde aslında bir totoloji yapmış oluyoruz. Çünkü “düşünüyorum” dediğimiz anda, zaten düşünen, yani düşünebilmek için önce varolmak zorunda olan bir özneden bahsediyoruz. Descartes’ın ‘cogito’sunun hatası, kendini varolmaktan çok düşünen bir varlık olarak görmesiydi. Daha doğrusu, kendini önce düşünen, sonra varolan bir özne olarak algılamasıydı. Bu tavır, düşünen özneyi etrafındaki varlıklar dünyasından ontolojik olarak koparmakla kalmaz; aynı zamanda onu ben-olmayana karşı yabancılaştırır. ‘Öteki’, varlığımızı mümkün kılan ve derinleştiren mütemmim cüz olmaktan çıkar, hakkında düşündüğümüz ve konuştuğumuz bir ‘şey’ haline gelir.
Batı felsefesinde Descartes’la başlayan radikal subjektivizmin İslam düşünce geleneğinde neden ortaya çıkmadığının ipuçlarını burada bulabiliriz. Ontolojinizi zihnin iç süreçlerine göre kurguladığınızda, dünyayı ben-merkezli olarak yeniden tanımlamak zorunda kalırsınız. Burada ben-merkezlilik, ahlaki manada bencillikten çok daha derin bir soruna işaret eder. Düşünen özneyi varlığın merkezine koymak ve varolma eylemini düşünme melekesi üzerinden temellendirmek demek, varolmanın ancak benim düşünme, hükmetme ve irade etme tercihlerime göre anlam kazanması demektir. Kendini varlık âlemine karşı böyle kurgulayan! Kartezyen özne, kendi dışındaki bütün varlıklara yarı tanrısal bir noktai nazardan bakmaya başlar. Thomas Nagel’in çarpıcı ifadesiyle söyleyecek olursak bu özne, varlığa “bütün bakış açılarının ve mevzilerin üzerinde” bakma (“ view from nowhere”) iddiasında bulunan küçük bir tanrı haline gelir. Bu ontolojik indirgemeciligin dramatik neticesi, her şeyin merkezinde olduğunu düşünen bilen öznenin muazzam bir epistemik kibre kapılmasıdır. Evrenin merkezine dünyayı yerleştirdiği için Ortaçağ kozmolojisini jeleştiren modern düşünce, evrenin merkezine güneşi koyarken, varlığın merkezine de işte bu özneyi koyar. Ama bunun ne kadarı farkında olduğu ayrı bir tartışma konusudur.
Böyle bir öznenin çıkacağı serüven kendinde başlayıp yine kendinde biter. Onun ulaşacağı hedef “yukarı”da değil “ileridendir. Burada tarih ayaklarımızın altında değil gerimizde kalan bir süreçtir. Bu yüzden modern aklın felsefe serüveni, onun varlık içinde ne kadar yalnız ve terk edilmiş olduğunu yüzüne vuran bir hüsran ile sonuçlandı. Fizik âlemin sırlarını keşfeden insan, ötelere gittikçe iç dünyasının boşluğunu daha çıplak bir şekilde görmeye başladı. Kartezyen özne, kendi dışındaki varlıkları da kendi elleriyle kurguladığına inandığı için, tarihin en büyük felsefe hastalığından kendini kurtaramadı: Can sıkıntısı! Pek çok sosyal bilimci modern varoluşçuluktan nihilizme, hippi hareketlerinden anarşizme, eğlence kültüründen tüketim çılgınlığına kadar ileri sanayi toplumlarında ortaya çıkan toplumsal hareket ve eğilimlerin arkasında bu boşluk ve anlamsızlık hissinin olduğunu söylüyor.
İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem