Düşünsel Bir Sorun Olarak İslâm ile Demokrasinin Uzlaşmazlığı
Demokrasi retoriğinin revaçta oldugu bir dünyada ve bir dönemde, demokrasi ile lslâm’ın uzlaşmazlığına ilişkin fikirler dermeyan etmek bazılarımıza bindigi dalı kesmek veya maslahatın icaplarını görmezlikten gelmek, hatta kendini bilmezlik olarak görünebilir. Üstelik bazı ülkelerde, bazı Müslümanların demokratik yönetimlerin onlara sağlayacağı kolaylıklardan istifade etmek için mucadele verdikleri ve demokrasinin sağlayacağı kolaylıklardan yararlanmak suretiyle İslâmî taleplerine daha rahat bir siyasal/toplumsal ortam saglayabileceklerini düşündükleri göz önünde bulundurulursa, Islâm’la demokrasi arasında uzlaşmazlıgın bulunduğuna dair fikirler ileri sürmek bozgunculuk bile sayılabilir. Ancak yanlışların düzeltilmesi ve doğruların tekrarlanması hususunda oportünizme riayet edilmemesi gerektigi de duşünsel bir duruş olarak kabul gömelidir. Islâm âleminde yaklaşık ikiyüz yıldır benimsenmiş olan statükocu tavrın, hakikat adına değiştirilmesi gerektigi üzerinde durulmalıdır. Modernleşme taleplerinin Batı karşısında boyun egici ve özür dileyici tutumu yerine, sorgulayıcı ve hesaplaşmaya davet edici bir tutumun konulmasına teşebbüs etmenin, belki de tam sırasıdır.
Batı uygarlığıyla karşılaştığı anda modernleşmeci tavrı benimseyen Müslumanlar, bu tavrın icabı olarak bu uygarlığa ait kurumları ve kavramları benimsemek istemişlerdir. Çünkü bu suretle kendi “geri kalmışlıklarını” telâfı edebileceklerini düşünmüşlerdir. Ancak mensubu bulundukları dinden de vazgeçmeyi göze alamadıklarından, bu kez, bu uygarlığa ait kavramların İslâm’da da varbulunduğunu ispat etme gayretine düşmüşlerdir. Böylece İslâm dunyasına kazandırmayı duşundükleri kurum ve kavramların aslında islâm’a yabancı olmadığı, bilakis bu kavramların ve kurumların İslâm’da da bulunduğunu ileri sürmüşler; iddıalarına da samimiyetle inanmış ve itibar etmişlerdir.
Aynı durum şimdi demokrasi konusunda da yaşanmaktadır. Bazı Müslumanlar, demokrasinin tam da islâmî bir kurum, İslâmî bir yönetim biçimi olduğunu, nerdeyse iftihar duyarak ileri surmekte ve bu fikri benimsemektedırler. Bu görüşte olan Müslümanların bir kısmında, islâm’ın hayata geçirilmesinde demokratik ortamın himmetine ihtiyaç duyulacağına dair bir fikir hakim bulunmaktadır. Böylece onlar, demokrasiyi irdeleyenler ve demokrasinin lslâm’daki yerini belirlemek isteyenler karşısında: “İslâm’ın gelmesine demokrasi yardımcı olabilecekken bu yardımdan niçin kaçınıldığı” hususu ciddi bir soru olarak önlerine çıkmaktadır. Bu durum da onları, demokrasinin islâm indindeki meşruiyetini ispat etme çabasına sevketmektedir.
Oysa modernleşmeyi, dolayısıyla Batı karşısında boyun eğici ve özur dıleyici tavrı reddedenler soruyu, islâm indinde demokrasinin yeri ve değeri nedir, biçiminde ortaya koyuyor.
Söz konusu iki tavır farkı, aynı zamanda, ele alınan kurum ve kavram karşısındaki farklı değerlendirmelerin belirlenmesine de yol açıyor. Nitekim Batılılaşmanın veya modernleşmenin kaçınılmaz unsurları arasında laikliği ve demokrasiyi vazgeçılmez olarak görenler, bu iki kurumu, vicdan, din ve duşunme özgürlüklerinin teminatı olarak görme eğilimindedirler. Oysa adı geçen özgürlükler ve benzerleri, siyasi rejimler tarafından teminat altına alınır veya alınmayabilir. Ama bu özgürlükleri teminat altına alan her siyasi rejime mutlaka demokratik veya laik dememiz icabetmez. Demokratik veya laik olmayan siyasî rejimlerde de, aynı özgürlükler teminat altına alınmış olabilir. Nitekim aynı özgürlükler Islâm’in da teminatı altında bulunmaktadır. Fakat Islâmiyet, bir idare biçimi olarak laik olmadığı gibi, demokratik de değildir. Ve bu durum islâm için bir nakıse olarak da kabul edilemez.
İmdi, bu mulâhazalardan sonra demokrasinin mahiyetini belirlemek şart haline geliyor. Demokrasinin mahiyetıni belirlemeliyiz ki, onun İslam’la uzlaşıp uzlaşmadıgı konusuna açıklık getirebildim.
Burada, hatırlatma babında bazı tekrarlara yer vermek zorunda kalacağım: Acaba demokrasi, adının ortaya koydugu gibi, mucerret bir “demos/kratos” (yani halk idaresi) olarak ortaya çıkan bir yönetim biçiminden mi ibarettir? Eğer böyle olsaydı, halkın kendi kendini yönetmek üzere tecelli eden her yonetim biçimine veya her siyasal sısteme kolaylıkla demokratik diyebilecektik. Oysa halkın kendi kendini yönetmek ü’zere seçimlere gitmesi, bir seçmen olarak oyunu kullanmak suretiyle kendini yonetecek olanları seçmesi, her zaman demokrasi anlamına gelmiyor. Belki böylesi yöntemlere (yani yönetenlerin yonetilenler tarafından seçilmesi gibi sonuçlara) ulaşılması demokratik yaşama biçiminin bir tezahürü olarak sonradan ortaya çıkıyor.
Yani usulden önce asıl geliyor: önce demokratik yaşama biçimi var oluyor, sonra demokratik yaşama biçimi kendine mahsus usulü (uygulama yontemini) ortaya koyuyor. Olaya tersinden başlandığında, yani önce yöntem gelsin, yaşama biçimi arkadan gelir diye yola çıkıldığında, aynı sonuca ulaşılamıyor. Nitekim demokrasilerde bir sonuç olarak uygulanan halkın kendi yöneticilerini seçimle işbaşına getirmesi yönteminin sureta uygulandığı ülkelerin hiç birinde demokratik yaşama tarzının hakim kılmamadığını ve hayata geçirilemediğini tespit edebiliyoruz. Böylece, demokrasinin bir yönetim biçimi olmaktan daha önce, bir yaşama biçimi, başka bir ifadeyle bir kültür meselesi olduğunu söylemiş oluyoruz.
Öyleyse demokrasi nasıl bir külturün ürünudur sorusunun cevabını bulmalıyız. Demokrasi ve demokratik yaşama biçimi Batı kültürüne mahsus bir olgudur. Demokrasinin bir yaşama tarzı olarak toplumsal ve siyasal hayatın kendisi haline gelmiş olan bu ulkelerde (ki en genel ifadesiyle Grek filozofisinin, Roma hukukunun ve Hıristiyanlığın hasılası olan bir kültürün yaşandığı ülkelerdir bunlar), demokrasi bir ülkü olarak hedeflenen bir ilke olmamıştır: demokrasi, bu ülkelerde, uzun bir tarihî geçmişin hasılası olan siyasal ve toplumsal çatışmaların ve neticede bu çatışmalar sonunda elde edilen bir uzlaşmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Batı kültürünun temel belirleyicileri olarak bilinen Grek felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyanlık, bir yandan Avrupa insanının kafa yapısını ve yaşama tarzını biçimlendirirken; aynı insan, bir yandan da bu temel belirleyicileri kendi yaşama tarzına uygun hale dönüştürmüştür. Roma hukuku, Pappini’nin alaycı tespitiyle, aslında hasis köylülerin hukukuydu. Grek felsefesi ise, son tahlilde, kelime-i tevhidm bilinçsizce saptırılmasından elde edilmiştir. Hıristiyanlık, aynı şekilde, aslî kaynağından kopartılıp beşerî ifade biçimine dönüştürülmüştür. Başka bir ifadeyle, Batı insanı, felsefeyi de, hukuku da, dini de, kendi yaşama tarzına uyarlamak istemiş ve bunu başarmıştır. Durum böyle olunca, Batı kültürünün temel ırası olan sınıflı ve sınıfçı, koleli ve köleci, ayrımcı ve ayrılıkçı, sömürücü ve sömürgeci yapısı değişmeden kalmıştır. Bu günku Batı demokrasisi de, zaten, bu temellerin üstüne bina edilmiştir. Sınıflı, köleli, ayrılıkçı ve sömürgeci bir toplumsal ve siyasal yapıya sahip olmadan ve bu unsurların belirlediği bir kafa yapısının yönlendirmesi esas alınmadan, bu günkü Batı demokrasisinin varlığını açıklayabilmenin imkânını elde edemeyiz.
Demokrasinin, böylece, bir bakıma Batılı insanın tabiî yaşama biçimi olduğu da ortaya çıkartılmış olmaktadır. Demokrasi, bir yaşama biçimi olarak sınıflar arası bir güç dengesinin üzerine kuruludur. Demokrasilerde öngörülen hukuk böyle bir güç dengesinin üzerinde yükselmiştir. Uygulanan hukukta değişiklik yapma zorunluluğu ortaya çıktığında, söz konusu güç dengesi daima hesaba katılmak durumundadır. Kimse kendi çıkarı öyle gerektiriyor diye ve öteki çıkar zümrelerinin çıkarını dışlayarak böyle bir değişikliğe müracaat edemez. Etmeye kalkıştığında da mukabelesini şiddetle görür. Batı demokrasisinde siyasal partiler, bir dünya görüşünün farklılaşmasını ifade etmekten önce, iktisadî çıkarları temsil etmek üzere vücut bulur. Böylece demokratik hukuk duzeninin bir karşılıklı çıkar dengesi üzerine kurulu bulunduğunu söylüyoruz. Demokrasinin bir uzlaşma rejimi olduğunu ileri sürenler de, sanının, uzlaşmanın değinilen karakterine atıfta bulunuyor. Yoksa onların, mucerret faziletleri böyle gerektirdıği için uzlaşmacı bir tavrı benimsediklerini söylemek insanları gülümsetir.
İmdi, demokrasi madem bir uzlaşma rejimidir, öyleyse nelerin üzerinde uzlaşılmış bulunduğunu bilmeliyiz. Öncelikle, bu uzlaşmaya taraf olanlar hatırlanmalıdır. Bu uzlaşmaya taraf olanlar, toplumu meydana getiren sınıflardır: Aristokratlar, halk ve din adamları.
Üzerinde uzlaşmaya varılan ilkelere gelince, onları da şöylece belirtmek mümkundur sanıyorum: 1. Herkesin yönetime katılmasının sağlanması, yani seçim ve temsil ilkesi, 2. Genel ve eşit oy, 3. Çoğunluğun kararlarına toplumun uyması ve azınlığın haklarının korunması; başka bir söyleyişle, çoğunluğun ve azınlığın birbirlerine tahakküm etmemelerinin sağlanması, 4. Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, 5. Yasalar önünde eşitlik ilkesi.
Sözü edilen ilkeleri tespit etmek ve üzerinde uzlaşmış olmak elbette yetmiyor. Bu ilkelerin hayata geçirilmesi gerçekleştirilmelidir asıl. Bu demektir ki, bu ilkeleri hayata geçirecek olan yasaların çıkartılması gerekmektedir. İşte, demokrasinin belirleyici ırası da bu kritik noktada odaklanmaktadır. Yoksa belirtilen ilkeleri esas kabul etmiş olan her rejim, kendiliğinden demokratik sayılmıyor. Bu ilkelerin hayata geçirilmesi kanun çıkartmak suretiyle mümkün kılınabilir. Kanun çıkartmak demek hakimiyet (egemenlik) hakkının kullanılması demektir. Kanun çıkartılırken hakimiyet hakkının kullanılmasında referans noktası olarak esas alınan merci neresidir? Kanunlar kim adına ısdar ediliyor? Kanun çıkartılırken referans noktası olarak beşer iradesi mi esas alınıyor, yoksa vahiy mi?
Burada, elbette dikkat etmemiz gereken incelikler var. Çıkartılan kanunların dinî metinlerde yer alıp almamasından bahsetmiyoruz. Bu kanunda yer almış ilkeler, hatta kanun metninin kendisi dinî metinlerden iktibas edilmiş olabilir. Fakat () kanunlar yapılırken esas alınan referans noktası neresidir? Beşer iradesi mi, yoksa vahiy mi?
Kanunları çıkartanlar, her halukârda insanlardır. Fakat insanlar, bu kanunları çıkartırken kimin hatırını güdüyor ya da gütmek istiyor? Kanunun ilkesi dinî metinlerde yer almakla birlikte, kanun çıkartan merci, o kanunu dinin hatırını güderek mi çıkartıyor, yoksa maslahat öyle gerektirdiği için mi o kanun çıkartılıyor?
Değindigimiz gibi, eğer üzerinde mutabakata varılan ilkeler bir başına, bir siyasal rejime demokratik dememiz için yeterli olabilseydi, aynı ilkelerin İslâm’da da bulunduğunu ileri sürerek, İslâmî yönetimin de demokratik olduğunu soyleyebilirdik. Gerçekten de sözü geçen ilkelerin mevcudiyetini İslâmi yönetimlerde de müşahede etme imkânına sahibiz. Seçim ve temsil ilkesi dört halife döneminde uygulanmıştır. O uygulamaların günün gereklerine göre yeniden duzenlenmesi için herhangi bir engel de söz konusu değildir. Oylama suretiyle çoğunluğun kararlarına toplumun uymasını sağlamak da Müslumanların yabancısı olduğu bir uygulama değildir. Bu uygulama zımnında azınlıkta kalanların haklarının korunması da esastır. Bu demektir ki, azınlığın ve çoğunlugun birbirleri üstünde tahakkum etmemeleri hususundaki ilke esasen islâm’ın öngöruleri arasında bulunmaktadır. Keza temel haklar ve özgürlükler adıyla anılan ilkeler de, lslâmî bir yönetimin esasları arasında yer alır. Yasalar önunde eşitlik ilkesi ise, uzerinde hiç tereddüt bulunmayan temel bir lslâmî uygulama ve ilkedir. Bütün bunlara rağmen, Islâm yönetimine demokratiktir diyemiyoruz. Niye?
Belirtilen ilkeler, aynı zamanda demokratik yönetimin veya demokrasinin unsurları olarak da sayılmaktadır. Fakat nasıl ki, lslâm’ı bu unsurlara indirgeyemiyor ve yalnızca bu unsurlarla izah edemiyorsak, demokrasiyi de yalnızca bu unsurlara indirgeyemiyoruz ve yalnızca bu unsurların varlığına dayanarak izah edemiyoruz. Demokrasi, bu unsurların getirdiği düzenlemelerden fazla bir şeydir. 0 da, demokrasinin seküler bir yaşama düzeni öngörmesi noktasında ortaya çıkar. Demokrasilerde çıkartılan kanunların referans noktasını beşer ifadesinde bulması, o kanunların kendiliginden seküler ve profan bir nitelik kazanması için yeterlidir. Durumu şöylece izah edebiliriz, Israil devleti 1948 yılında kuruldugunda, medenî kanun olarak Osmanlı Devleti’nin medenî kanunu sayılan Mecelleyi yürürlüge koymuştur. Bildiğimiz kadarıyla Mecelle 1960’11 yılların sonlarına kadar yürurlükte kalmıştır. İmdi, Israil, medenî kanun olarak Mecelle’yi yürürlüge koyduğu için onun İslâmî bir yönetim biçimini benimsediğini söyleyebilir miyiz?
Mecelle’nin yürürlüğe konulmasının sebebi Islâm şeriatını yürürlüğe koymaktan farklı bir anlam taşıyor, o da, toplumsal maslahatın icabına riayet etme hususudur. Aynı şekilde, bazı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek Muslüman öğrencilerin, gerekse farklı kultürlerden gelen insanların kılık kıyafetlerine müdahale edilmiyor. Veya cuma günleri, Müslumanların cuma ibadetlerini yerine getirebilmeleri hususunda kolaylıklar sağlanabiliyor.
İmdi, bu kolaylıkların biraz daha ilerisine gidilerek, maslahat öyle gerektirdiği için İslâm’a ait bazı hükumlerin yürürlüğe konulduğu farzedilse, böyle bir uygulama, o ulkede Islam’ın yürürlüğe girdiğine delalet eder mi? Biraz daha ileri giderek diyelim ki, bir ülkede, Islâm’in kişilerin ahvaline dair hükümler, mirasa dair hükümler, alacak borç münasebetleri hususundaki veya eşya hukukundaki hükümler yürürlüğe konulmuş olsa, bir başına bu duruma bakarak orada Islâmi bir idarenin bulunduğuna kani olabilir miyiz? Işte burada, Müslumanca bir iradenin devrede olup olmadığını ararız. Eğer ortada Müslümanca bir irade mevcut değilse, uygulanan kanunların islâm şeriatından iktibas edilmiş olması, ortada Islâmi bir idarenin bulundugunu ileri sürmemiz için yeterli olmaz.
Demokrasilerde, kanunların çıkartılmasında referans noktası olarak beşeri iradenin esas alınması, o kanunları kendiliğinden seküler ve profan bir niteliğe dönüştürür. Dinî metinlerden iktibas edilen kanunlar da, bu bağlamda, seküler ve profan bir niteliğe sahip kılınmış olur. Islâm’daysa, bu durumun tersine, Müslumanca bir iradeyle yürürlüğe konulmuş bir hüküm, dinî metinlerde daha önceden yer almamış bile olsa, orada ve o bağlamda, Islâmi bir nitelik ihraz etmiş sayılır. Nitekim kiyas suretiyle veya başka yöntemler uygulanarak sonradan ısdar edilmiş olan kanun hükümleri bu cümleden sayılabilir.
Demek ki, burada, kanun çıkartılırken referans noktası olarak esas alınan mercie bakıyoruz. Eğer yürürlüğe konulan hüküm dinî bir metin bile olsa, o metin, dinin hatırı güdülerek değil, fakat maslahat öyle gerektirdiği için öylece yürürlüğe konulmuşsa, o kanunun seküler ve profan bir nitelik kazandığını söylüyoruz. Bu durumun tersine, yürürlüğe konulan kanun, daha önceki dinî metinlerde yer almamış olmakla birlikte Müslümanca bir iradeyle ve Islâm’in esaslarına riayet etme hassasiyeti güdülerek yürürlüğe konulmuşsa, o kanunun lslâmî bir niteliğe büründuğünü ileri sürebiliyoruz.
Islâm’la demokrasi arasındaki temel farklılığın ve uzlaşmazlığın değinmiş olduğumuz bu noktada tebellür ettiğini söyleyebiliriz. Demokrasilerde dinî kayıtlamalara riayet etme hususunda bir kısıtlama ve bir mecburiyet mevcut değildir. Nasıl ki, bunun tersini gerektiren bir kural da yoktur. Yani demokratik irade isterse ve maslahat öyle gerektiriyorsa, dinî bir metni yürürlüge koymakta da serbesttir. Nitekim Avrupa demokrasilerinde kısmen de olsa yürürlükte olan temel kanunların tamamı kaynağını dinî metinlerde bulur. Ancak bu metinler dini olduğu için değil, fakat maslahat öyle gerektirdigi için yürürlüge konulmuştur. Ve bu durumun laiklik ilkesini zedelediği de kimsenin aklına gelmez. Çünkü laiklik din ile devletin değil; fakat kilise ile devletin alanlarını ayrıştıran kurumun adıdır. Yoksa Hıristiyan Bah insanının din ile mübarezesi söz konusu değildir. Mübareze kilise ile devlet arasında vuku bulmuş ve orada da uzlaşma sağlanmıştır.
İmdi, İslâmî bir yönetimin kanun koyarken riayet etmekle mukellef olduğu bazı esaslar söz konusudur. Kendisinin İslâmî olduğunu ileri süren bir idare, dinin haram kıldıgı hususları helal sayan bir kanun çıkartamaz. Oysa hakimiyetin menşeini beşer iradesinde bulan ve maslahata göre karar verebilen demokrasilerde, bu hususta herhangi bir kısıtlama söz konusu değildir. Demek ki, demokratik zeminde Islâm şeriatına uygun düşen bir hukukî uygulamanın, aynı zamanda İslâmî bir uygulama anlamına gelmeyeceği anlaşılabilir olmaktadır. Fakat İslâmi bir yönetim biçiminde demokrasinin olup olmayacağını bir kere daha sorabiliriz. Bu bağlamda şu ayrımlara dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz:
1. lslâm hukuk kurallarının yürürlükte olduğu bir toplumda yöneticilerin belirlenmesi için oy verme, seçme
ve daha geniş anlamda yönetime katılma prosesi bir şekilde düzenlenmiş olabilir. Bu proseslerin nasıl belirleneceği orada yaşayan Müslümanlarca kararlaştırılır. Durum, bir Islâm toplumunun iç meselesi olarak ortaya çıkar. Söz konusu iç mesele muvacehesinde siyasî partilerin kurulup kurulmayacagı gibi hususlar da tartışmaya açılabilir. Ancak bütün bu konuların lslâmî hükümlerin yürürlükte bulunduğu bir zeminde cereyan etmekte olduğu hususundaki faraziyemizi akıldan çıkartmamamız gerekiyor.
2. Aynı konuların Islâm hukukunun yürürlükte bulunmadığı bir zeminde tartışılması farklı bir anlam ifade edecektir. lslâmdışı bir hukuk düzeninin yürürlükte bulunduğu bir siyasal ortamda, İslâmî siyasal partilerin kurulması tecviz ediliyorsa, bu müsaadeyi veren rejimin aslında kendi sıhhatini ve hayatiyetini teminat altına almak istediğini ileri sürebiliriz. Böylece, Islâmdışı siyasal ortamda, İslâmî siyasal partilerin kurulması suretiyle İslâm’ın hayata geçirilebilecegini düşünenler, aslında mevcut düzenin bekasına hizmet etmekten başka bir şey yapmamış olurlar. Öte yandan, Muslümanlara değinilen nitelikte hak tanımakta sakınca görmemiş olan rejimin, aynı hakkı geri alma hususunu da elinde bulundurduğu akıldan çıkartılmamalıdır.
Son bir noktaya değinerek konuyu bitirmek istiyorum: Islâmi yönetimde, yöneticilerin nasslarla bağlı olduğunu söyledik. Akla gelebilir ve denebilir ki, Islâmdışı yönetimlerde de, yöneticiler anayasalarla bağlıdırlar, bu anayasa ister yazılı olsun, ister yazıya raptedilmemiş olsun… Ancak İslâmî yönetimde nasslara bağlılık mutlaktır.
Oysa Islâmdışı yönetimlerde veya demokraside anayasaya bağlılığın ırası mutlak değildir: insanlar isterlerse bağlı bulundukları anayasayı degiştirebilirler. Bu ihtimal, en azından teorik olarak varbulunmaktadır. İslâmî yönetimdeyse nassları değiştirmek kimse nin hakkı ve yetkisi dahilinde değildir. Demokraside olsun, Islâmi yönetim biçiminde olsun ”hakimiyetin kayıtsız, şartsız milletin” olduğu söylendiğinde, iki farklı yönetim biçiminde bu ifade iki farklı anlama gelmektedir.
İslâmi yonetim biçiminde millete olan kayıtsız şartsız bağlılığın ifadesi, son tahlilde, Islâm milletine olan bağlılığı veya nasslara olan baglılığı ifade ederken; demokratik uygulamada aynı kelimelerin seküler ve profan bir içerik taşıdığı, dolayısıyla sözkonusu kayıtsız ve şartsız bağlılığın teorik olarak bile olsa beşer iradesine dayandığı ve sonuçta keyfiliğe donüşebileceği akılda tutulmalıdır. Bu son durum, her iki yönetim biçiminde hakların ve özgürlüklerin teminatı bakımından da anlam taşır. İslâmî yönetimde zımmîlere verilmiş olan hakların ve özgürlüklerin kısıtlanması hiçbir yönetimin elinde değildir; oysa demokrasilerde, yurttaş olmayanlara sağlanmış olan hakların ve özgürlüklerin istendiği takdirde geri alınabileceği âşikârdır.
Rasim Özdenören – Düşünsel Duruş,syf.232,242