Düşünce, Düşünce Başlar
Malum; masallar, meseller ve misaller ibret içindir. Lügat-i Nâcî’nin tarifine göre ibret, “mûcib-i intibah olacak vaka ya da husus ”tur. Eskiler mezkûr formlara gerek meramlarını ifade için, gerekse muhataplarım uyarmak ve uyandırmak için sıkça başvururlardı. Bunlar, eğlenmek ve oyalanmaktan ziyade, dere çıkarmak ve ibret almak içindi esasmda. Şimdi Lao Tzu’dan (MÖ 4. asır) şu ibretâmiz meseli okuyalım ve işbu hakimin bize bu yolla ne ders vermek istediğini anlamaya çalışalım:
Kırkayak mutlu ve sakindi,
Ta ki karşısına bir kurbağa çıkıp
Şakayla karışık, söyle bakalım
Hangi ayak hangisini takip eder
Diye soruncaya kadar.
Bu kırkayağın kafasını öyle bir karıştırdı ki
Dikkati dağıldı zavallının
Ve bir hendeğe yuvarlanıverdi
Nasıl yürüyeceğini düşünerek.
Başlangıçta kırkayak memnun ve mesut bir hayat sürmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla hayatına, kendine, dünyaya dair kafasında bir soru, bir sorun taşımamaktadır. Kurcalamamak- tadır hiçbir şeyi, kafasına herhangi bir şeyi takmamaktadır. Her şey yolundadır bu minval üzere ve kırkayak tabir-i caizse yuvarlanıp gitmektedir. Düz bir hayattır belli ki onunkisi. Sorgusuz sualsiz. Ta ki kurbağa ile karşılaşana dek. Muzip ve şakacı bir tiptir kurbağa. Efendim, nereden aklına geldiyse artık, ironik bir soru yöneltir bizimkine: Bu kırkayak bu kırk ayak ile nasıl olup da yürüyebilmektedir tökezlemeden, düşmeden öyle? Ayakları nasıl olup da birbirine dolanmamak- tadır hiç? Afallar bizimki, kafası karışır bu soru karşısında. Düşün-dürt-müştür tam anlamıyla kurbağa onu, hem de nasıl? Kırkayak nasıl yürüdüğünü daha önce hiç düşünmemiştir belli ki. Yürümüştür sadece. Yürümüş, yürümüştür. Ama hiç kafa yormamıştır bunu nasıl olup da becerebildiğine. Yaratılışın bir düzeni vardır oysa: “Hangi ayak hangisini takip eder?” Kafası karışan kırkayak sanki bu soruyla düşünmeye başlamıştır ilk defa. Şaşma, afallama, kafa karışıklığı düşünmenin başlangıcı sayılmalıdır. Kafa karışıklığı kafanın donukluktan ve ataletten çıkmasının ve işlemeye başlamanın bir alameti olmalıdır. Sonuçta, dikkati dağılmıştır bizimkinin ve hangi ayağını önce, hangisini sonra atacağını unutuvermiştir. Sonrası malum. Karışık düşünceler içinde ayakları birbirine dolanır ve hendeğe yuvarlanıverir!
Mesel şöyle devam edebilir:
Kırkayak bir kere hendeğe yuvarlanınca, kafası çalışmaya başlamıştır ve lâkin kendini müşkül bir durumun içerisinde buluvermiştir şimdi. Düşünmektir, hem kara kara düşünmektir artık işi. Düşüne düşüne elbet bir çözüm bulacaktır hendekten çıkmaya. Düşünmenin bedeli düşmek, hendeğe yuvarlanmak olsa da, bu yolla o düşünmeyi öğrenmiştir ya, bu kazanç yetmez mi ona.
Meselden çıkan tablo o ki mutlu ve sakin bir hayat düşüncesizce bir hayata tekabül ediyor adeta. Meseleyi daha vazıh kılmak için, bir de tersinden vazedelim: Düşünceli bir hayat mutlu ve sakin bir hayat değildir sanki.
Burada dikkati hemen “düşünceli” ibaresine çekmek istiyoruz. Bu ibarenin öne çıkan anlamlarından birisi de “kaygılı”dır. Benzer bir durum Farsça kökenli olup dilimize yerleşmiş olan “endişe” kelimesi için de geçerlidir, zira bu kelime de “düşünceli” anlamı yanı sıra “kaygılı” anlamına geliyor. Dolayısıyla “Seni düşünceli (ya da endişeli) buluyorum” dediğimizde, muhatabımızın “kaygılı” olduğunu dile getirmiş oluyoruz. Buradan düşünce/endişe ile temel bir hâletiruhiye olan kaygı arasında doğrudan ve karşılıklı bir ilişki olduğu anlaşılıyor: Düşünceli olduğumuzda sanki düşüncenin yapısından kaynaklanıyormuşçasına kaygılıyızdır; keza kaygılı olduğumuzda kendiliğinden düşünme yetimizi faal hâle sokmaktayızdır.
Düşünceli bir insan tahayyül edelim şimdi. Bu insanın aynı zamanda kaygılı bir insan olduğunu fark edeceğiz kolayca. Auguste Rodin’in (ö. 1917) “Düşünen Adam” (/e Penseur) heykeline bir bakalım mesela: Düşünceli, dalgın ve aynı zamanda kaygılı bir ifade buluruz orada. Kendi dünyasına büzülmüş ve hayattan soyutlanmış bir adamın ifadesidir bu aynı zamanda.
Kırkayak gibi mutlu ve sakin bir hayat sürmek istiyorsak, Tanrı’dan düşünceden (kaygıdan) bizi uzak tutmasını niyaz edeceğiz o zaman. Ama bilelim ki Tann’mn âdeti iyi ve kötü günleri insanlar arasından devrettirmek tarzındandır. Düşünceden, kaygıdan, tasadan, endişeden, gamdan, kederden, sıkıntıdan ister istemez bizim de payımıza bir şeyler düşecektir o hâlde. Dünya hayatı engebesiz ve hendeksiz değildir hiçbir şekilde. Düşe kalka yetişiriz hayatta. Keza düşe kalka yetişiriz yetişeceğimiz yere yani ömrümüzün son demine. Bu serüven esnasında işler her zaman yolunda gitmez, ki bu “iyi” bir şeydir son tahlilde; zira işlerin daima yolunda gitmesi geliştirici ya da olgunluğa erdirici değildir hiçbir şekilde. İnsani anlamda gelişmişliğe ya da olgunluğa bizi yaklaştıracak olan hayat düşünceli bir hayattır, bunun “ceza”sı kaygıyı gerektiren durumlar olsa da; yoksa düşüncesiz bir hayat değil, bunun ”ödül”ü mutlu, sakin ve kaygısız bir hayat olsa da.
Bununla birlikte beşer olarak biz cezadan kaçmaya ve ödüle yönelmeye meyyaliz. Buna göre hemen her zaman şöyle bir mekanizma işler: Ne zaman ki işler yolundadır, orada düşünmeye paydos verilir. Ve ne zaman ki işler karışmıştır, o zaman düşünme göreve çağrılır. O hâlde rahat zamanlarımızda düşünemiyorsak bile, bari iş başa düştüğünde (başımıza bir şey düştüğünde) düşünmekten kaçmayalım. Demek istediğimiz o ki rehavete gömülmüş vaziyette düşünemeyiz pek, ama hiç olmazsa başımız dara düştüğünde düşünmenin kadrini bilelim ve gereğini yerine getirelim.
Etraflıca ve derinlemesine düşünme, zor zamanlardaki düşünmedir umumiyetle. Düştüğünde düşünmeyen, neden düştüm, nasıl düştüm demeyen insanda hayır yoktur. Ve bir kere insan bu soruları sorduğunda düşüşünden, düşünüşünden ders çıkarıyor, ibret alıyor demektir. Düşünce, düşünce başlar. Ama bazen düşüncenin düşmeye yol açtığı da vakidir, zira belli bir tecerrüdü gerektiren düşünce, dikkati çevreden alır içe, bene, kendine yöneltir: Kendine dikkat, çevreye dikkatsizliği doğurur, doğurabilir. Bu da pratik hayatta dikkatsizliklere, sürçmelere, düşmelere yol açar, açabilir.
Demek ki hem düşünce bazen düşmeye yol açar, hem de düşünce düşünce başlar. Döngüsel bir hareket var gibidir düşünce ile düşme arasında. Ama öyle ama böyle, düşünme düşmeyle, düşme düşünmeyle irtibatlıdır her halükârda. Hemen belirtmelidir ki burada “düşme” dediğimiz, sıkıntı olabilir, travma, olabilir, kaygı olabilir, başa gelen bela olabilir ya da maruz kaldığımız bir şok, bir şaşkınlık, bir hayret olabilir. Düşme dahası dünyaya gelmenin kendisi olabilir! Tüm bu durumlarda alelade durumdan çıkar düşünmeye başlarız. Düşme, düşünce yoksunu gündelik mantığın aleladeliğinden alır ve tefekkür, teemmül ve tezekkür katma çıkarır bizi, öte yandan hemen her felsefe çabası böyle düşmelerle yani sürçmelerle, travmalarla, kaygılarla, sıkıntılarla başlar. Birey olarak başımıza geleni tefelsüf ederken, farkında olarak veya olmayarak bir de bakmışız tikelden tümele geçmiş, bütün bir insanlık serüvenini kat etmişiz.
Sonuç olarak, hayat inişli çıkışlıdır, düz bir çizgide seyretmez hiçbir şekilde. Düşe kalka devam eden bu serüvene; bazen biri, bazen de öbürü baskın olmak üzere, düşünce ve onun eksikli kipi düşüncesizlik eşlik eder daima. Böyle böyle hayatta yol alır insanoğlu. İmdi hendeğe yuvarlanmak kırkayağı hamlığından ve toyluğundan kurtarmış ve aklını başına devşirmiş olmalıdır. Onu uyarmış ve uyandırmış olmalıdır bu düş/ün/üş. Henüz tanıştığı düşünme yuvarladı onu oraya, oradan çıkmanın yolu da yine düşünmeye başvurmaktan geçiyor.
Vel-hâsıl, kurbağa -yürüyerek değil de her ne hikmetse zıplayarak yol alan şu muzip bilge- kırkayağa yürüme üzerine ibretamiz bir ders vermek suretiyle onun yetişip-gelişmesine katkıda bulunmuş oluyor esasında.
Peki ama düşünme hep böyle karamsarlık mı taşır bağımda? Düşünmeyle ya da felsefeyle gelen bir neşve, bir mutluluk, bir genleşme de yok mudur hayatta?
Özkan Gözel – Kendi İçine Düşmek,syf:140-145