Dünyayı Dönüştürücek Bir Tebliğ İçin Karineler
Kur’an, “Şüphesiz, Allah katında idin İslâm’dır”Al-i İmran: 19) ve “Bunlar (iman edenler) işte felaha erenlerdir” (Bakara: 5) ayetleri çerçevesinde, insanın/insanlığın kurtuluşunu iman etme ve İslâm’a tabii olma şartına bağlamıştır. Din ve iman hakikatleri, burada İslâm düşüncesinin içerdiği zaaflardan bağımsız şekilde doğrudan kişilerin Allah’a teslimiyetiyle ilgili bir mesele olarak mütalaa edilmeyi gerektirir. Nitekim toplum ve siyaset konularıın tümüyle dışında, kişilerin tekil dünyasıyla ilgili evrensel bir nitelik, bir hakikat anlamı taşımaktadır. İslâm düşüncesinin merkezinde de esasen sözkonusu evrensellik vardır, değilse de olmak zorunluğundadır. Bu daha açık ifadesiyle insanın/ihsanlığın kurtuluşu demek olan yani hidayet dediğimiz bir meseleyi ikrar anlamına gelmektedir.
İslâm’ın sosyal, siyasal tezahürlerinden ve birtakım egemenlik arzularından bağımsız olarak bir tür varlık-yokluk anlamı içerir. Dolayısıyla insanlığın gerek bahsi edilen evrensel hakikatten (muştudan) haberdar edilmesi gerekse bu muştuyu akledebilir bir yetiye ve duyarlığa kavuşturulması konusunda ceht göstermek mü’min, Müslüman şahsiyetlere sorumluluk olarak verilmiştir. Dahası bireysel bir sorumluluk olmaktan öteye, doğrudan cemaat(ler)e ve topluma verilmiş bir görevdir de. İnsanları Allah’a/Kur’an’a iman etmeye ve İslâm’a çağıracak çalışmalar yapmak, buna ehil vasıfta insanları yetiştirip göreve koşmak Müslümanlar için birer farz-ı kifaye hükmündedir. Kişilere ve/veya şartlara bağlı olarak bunun farz-ı ayn haline gelebileceğini de göz ardı etmemeli.
Dinin “apaçık” hakikatleri bağlamında tebliğ görevinin savsaklanamayacağı muhakkaktır. “Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” mesajından hareketle her bir insanoğlunun hakikatle tanışmasını sağlamak ne kadar önemliyse, farklı sosyal, kültürel, zihinsel özelliklere sahip kesimlere de hakikatin uygun bir dil ve metotla götürülmesi elzem niteliktedir. Her insan farklı bir kozmostur denebilir, bu yüzden hakikati dile getirmekten çok “doğru” şekilde dile getirmenin daha bir önem taşıdığı yadsınamaz. Bugün, Allah’ın varlık ve birliğinden veya İslâm dininden haberdar olmamak gibi bir ihtimalden neredeyse bahsedileme-yecek bir dünyada yaşıyoruz. Ama mesele iman etmenin ve Müslüman olmanın ne demek olduğu, kurtuluşumuzun ancak böyle mümkün olabileceği konusunda insani an aydınlatma cehtini göstermektir. Buysa insanların dahası insanlığın/çağın birikimine ve ruhuna nüfüz edebilme yeti ve donanımını haiz ehliyet sahipleriyle yapılabilecek işlerdendir………
….”And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip de sabrı tavsiye edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr suresi: 1-3 y)
İslâm ahlak dinidir, bize güzel ahlak sahibi olmayı emreder. Ahlakın izafi tarafları olmakla beraber, farklı şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilecek temel unsurlarının olduğu da bir gerçektir. Hakka tecavüz etmemek, adaletsizlik, hayâsızlık, bencillik, gösteriş yapmamak, yalan söylememek (kandırmamak), feragatlilik gibi belli başlı evrensel kriterlerle cisimleşen ahlak anlayışı etrafında her bir insan/Müslüman iyilikle emretme, kötülükten nehyetme görevini yerine getirmekle mükelleftir. Bunu, kendi çıkarımızı ve selametimizi sağlamaya dönük egoist bir tutumun icabı olmaktan öteye, bizatihi toplumun veya başka insanların iyiliğine yapılması gereken bir davranış, bir uyan diye düşünmelidir.
İslâm ahlakı dürüst, güvenilir ve adil olmayı gerektirdiği gibi, yaşadığımız dünyanın ve insanlığın bu istikamette ihyasını da Müslümanlar için bir borç telakki eder. İslâmî tasavvur, tevhit inancının (iman etmenin) yanı sıra kendisini böyle bir ahlak şuuruyla ortaya koyar, konulmayı gerektirir. Ancak gerek tevhit inancının gerekse ahlaki ilkelerin sosyal, siyasal, hukuki sistematiğe ve model yapılara dönüştürülmesi -veya dönüştürülemezliği- meselesi, başka bir bağlamda değinildiği üzere apayrı bir sorunsal olarak ele alınmayı gerektirir. Burada İslâm’ın nihai talep ve amaçlarına ilişkin netleştirilmesi gereken derin düşünsel meselelerin olduğu kanaatindeyim. Oysa İslâm’ın iyi insan, iyi Müslüman olmayla ilgili temel ahlak ilkeleri gayet açık olup gündelik hayat başta olmak üzere hayatın hemen her alanında somut, kesin karşılıklarını bulabileceğimiz şeylerdir. Dolayısıyla her Müslüman, konumuna ve gücüne bağlı olarak iyilikle emretme, kötülükten nehyetme şuuru içinde hareket etmekle görevli durumdadır.
İslâm Peygamberinin “Kötülüğü gücünüz yetiyorsa elinizle, yetmiyorsa dilinizle defedin, o da yetmiyorsa kalbinizle buğz edin” mealindeki tavsiyesi Müslümanlar için somut bir parola niteliği taşır. Kötülüğü tanımaya, anlamaya ve defetmeye yönelik çabalayışlar bu bakımdan Müslüman olmanın gerekleri arasında sayılabilir. Müslüman, gerek şahsiyetiyle gerekse söz ve eylemleriyle (salih amellerle) çevresine güven ve iyilik telkin eden bir varoluş biçimi sergilemenin kendisini seçkin bir mertebeye (ahsen-i takvim’e) yükselteceğini bilen kimsedir.
Nefsinin yönlendirmeleri yerine daima haktan, iyiden yana bir “irade”ye talip olmak, dahası bunu zulme ve cehalete karşı bir “isyan” şuuruna ve hareketine dönüştürmek onun bir alamet-i farikası haline gelmiş olmalı. Ve elbette “kendini tamamlamak için evrensel aleme can ata[n]”(Topçu 2011,83) bir hareket perspektifini oluşturma endişesi içinde insanlık alemi/ruhu ile kuracağı münasebetlerin kodlarını tayin etme adına gösterdiği cehti, sahih ve sahici olma yolunda gerekli “sabır” ve “şuur” hamleleriyle temayüz ettirmekten de geri kalmamak gerektiğini bilmelidir.
Ali Metin, Hece Dergisi, İslam Medeniyet Özel Sayısı