Dünyayı Aldatan İlim Adamları

 

20091126092950_dunya2611_5635_334 Dünyayı Aldatan İlim Adamları

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

Bu yazımızda yaşadıkları 19. asırda fikirleri büyük revaç görmüş ve hakikati buldukları zannedilerek din gibi benimsen­miş; fakat aradan geçen kısa süreler bile onları yalanlamaya yet­tiği için terk edilmiş bazı şahısları ele alacağız.

Dünyayı aldatanlar listesinde yer almaya layık gördüğümüz bu isimlerin birçok ortak özellikleri mevcut:

Çoğu sıkı Hıristiyanlık eğitimi görmüş, fakat bu bozulmuş din onları tatmin etmediği için ateizmi seçmişler. İslâmiyeti bil­memekteydiler ve Hıristiyanlığa karşı çıkmalarına karşılık, İslâmiyet aleyhine tek bir ciddî tenkid dahi getirmemişler. An­cak ya tımarhaneye kapatılacak kadar ruhî dengeleri bozuk veya en azından garip bir şahsiyet yapısına sahipler.

Bu şahıslar; demografinin kurucusu Malthus, septisizmi başlatan Schopenhauer, diyalektizmi kuran Hegel, fenomeniz­min babası Mill, evolüsyonizmin fikir sahibi Spencer ve ileride ele alacağımız pozivitizmin sahte peygamberi Comte ile nihi­lizm cereyanının sahte ermişi Nietzche’dir.[318]

 

1. T.R.Malhthus (1766-1834)

 

İngiliz Ekonomicisi… Anglikan papazıydı. 18. asır sonları­nın çok gözde bir eğlencesi, mükemmel toplumlar hayal et­mekti. Amerika’da ve Fransa’daki ihtilâl hareketleriyle doğan idealizm, bazı hayalci düşünürlere, insanın mükemmelliğe eriş­mesinin pek yakın olduğu ve dünyada bir cennet kurmanın kısa zamanda mümkün olacağı fikrini ilham etmişti.

Bu hayalci düşünürlerin içinde iki tanesi, İngiltere’de Godwîn ve Fransa’da Condorcet, en fazla kalabalık toplayanlardı. Bunlara göre, insanlar yakında uykuya ve cinsiyete ihtiyaç duymayacak; ölüme çare bulunacak; savaş, suç, hastalık, bık­kınlık, kıtlık vs… dünyadan kalkacaktı.

Malthus’ün babası da bu fikirleri savunuyordu ve çocu­ğu île sık sık tartışıyordu. Malthus, bu tartışmaları renklendir­mek için çeşitli fikirler ileri sürüyordu. Daha sonra bunları, ba­basının teşviki ile yayınlayacak ve ünlü “nüfus teorisi” ortaya çıkacaktı.

Malthus, o zamanın hayalci görüşlerini çürütmek için birta­kım aşırı fikirler ileri sürüyordu. Bu teori, o zamanki İngiliz zenginlerinin menfaatlerine pek uygun düştüğünden büyük yankı uyandırdı ve bu buluşundan dolayı 1805 yılında Halleyburg Üniversitesinin profesörlüğüne getirildi.

Bu teoriye göre, insanların aç ve fakir oluşlarının sebebi, nüfusun çokluğuydu. Büyük çoğunluk ölürse, açlık ve fakir­lik ortadan kalkacaktı. Malthus’ün “nüfus kanunu” adını verdiği bu insanlık ve ilim dışı iddiaya göre, insanlar geometrik bir oranla (1.2.4.8.16 gibi) üremekte, buna karşılık ziraî üretim aritmetik bir oranda (1.2.3.4.5 olarak) artmaktaydı. Açlık ve fakirliğin sebebi buydu. Meselenin halli mi? Bunun için, insanlar eşit olmamalı, fakirlere yardım edilmemeli, ölümü önleyici tedbirler alınmamalıydı. Sonra fakirler niçin evleniyordu. Cinsî perhiz onlar için en uygun yoldu.

Görüldüğü gibi Papaz Malthus, geometrik ve aritmetik oran gibi tamamen hayâl mahsûlü sözlere dayanarak kâinatta olup bitenlerin hepsini açıklayabilecek bir anahtar (!) keşfetmiş, fa­kirliğin ilmî sebeplerini izah edecek, sözde mantıkî cevap bul­muştu. Halbuki bugün, gıda üretiminin nüfusa oranla çok daha büyük bir hızla arttığını herkes bilmektedir. Ekono­mik buhranlar, üretim azlığından değil, tam aksine çoklu­ğundan doğmaktadır.

Malthus, nüfus artışına örnek olarak Amerika’yı göstermiş­tir. Fakat bu artışın, doğumdan ziyade göçlerden meydana geldiğini görmek istememiştir.

Tarihin tetkiki de Malthus’ü yalanlamıştır. Sözgelimi (M.S.) 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bazı eyâletlerinde nüfus azalmıştı. Rostoutzeffe göre: “Nüfus azalınca, imparatorluğun umumî mahsûlü gittikçe düzenini kaybetti. Böylece kıtlık baş gösterdi, endüstri yıkılmaya başladı. Giderek hızlanan bu yıkıl­mayı artık hiçbir şey durduramadı.”

Bugünkü Fransa’yı da örnek olarak gösterebiliriz. Biliyoruz ki 19. asırdan beri Fransa’nın nüfusu, diğer milletlere göre pek az artmıştır. Fransız uzmanlara göre nüfusun bu derece az ço­ğalması şu neticeleri doğurmuştur. “Millî zenginliğin artışı, nü­fusu hızla çoğalan ülkelere göre daha az bir nisbette olmuştur. Ücretler de daha az bir artma göstermiştir, kısacası Fransa’da nüfusun artmaması, ekonomik gelişmeye engel olmuştur.”

1800 yıllarında, yani Malthus’ün bu konuları yazdığı sırada, dünya nüfusu 2 milyar olarak tahmin ediliyor. Aradan geçen 190 senede bu sayı 5 milyara yükselmiştir. Buna karşılık sanayi inkılabı sayesinde mamul madde üretiminde muazzam bir artış olmuş, bu maddeler sanayileşmiş ülkelerden gelen gıda madde­leri ve hammadde ile mübadele edilmiştir. Hareketliliği artır­mak üzere her çeşit taşıma araçları geliştirilmiştir. Fazla nüfus, göç yoluyla yeni gelişen ülkelere aktarılmıştır. Şu halde Malt­hus’ün dehşet verici tahminleri ya gecikmiş veya belirsiz bir zamana kalmıştır.

Gıda üretimi ise, Malthus’ün devrinden bu yana, teorisi­nin aksine muazzam miktarda artmıştır. Bu sahada otorite olanların bildirdiklerine göre; daha verimli metodlarla, boş ara­zinin sulanması ve işlenmesiyle, hayvanî gıdalar yerine nebatî gıdaların geçmesiyle, haşaratla daha iyi mücadele etmekle ve tekniğin ziraatte kullanılmasıyla, bu miktarın önemli ölçülerde arttırılması da mümkündür. ABD ve Kanada’daki ihtiyaç fazlası olan tahıl üretimi bile, Malthus’ün teorisini iflâs ettirmeye kâfidir.

İnceleyin:  Hakiki İnsan Sözüyle Değil Fiili İle Tanılır

Yaşadığı yıllarda teorisi büyük kabul gören ve profesör­lüğe getirilen Malthus’un kehanetlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Böylelikle her bakımdan temelsiz ve saçma olan ünlü nü­fus teorisi de, tarih müzesinde yerini aldı.[319]

 

2. A. Schopenhauer (1788-1860)

 

Alman filozofu… Schopenhauer’in büyük babası, Danzig’in zenginlerindendi; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise delirmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçır­mıştı. Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer’ün babasıydı ve oldukça başarılı bir işadamıydı. Fakat bir gün ken­disini mağazasının arkasındaki kanalda ölü buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.

Schopenhauer’ün annesine gelince, Johanna Trosiener adını taşıyan bu dul kadın, Almanya’da romanlarıyla kendini tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şef­katinden mahrum bir yaratıktı. Goethe, bu kadına oğlunun iler­de ünlü bir adam olacağını söylemişti; fakat o, “Bir aileden iki dâhi çıkmaz!” diyerek hem buna inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hattâ bir gün oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer, kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.

1818’de “İrade ve Tasavvur Olarak Dünya” adındaki bü­yük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra, İtalya’ya se­yahat etti. Venedik’te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron’la tanıştı ve onunla sefaheî âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin’e geldi ve buradaki üniversitede doçent oldu. Hegel’le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri, Hegel’le aynı saatlere koy­durdu. Amacı, Hegel’in talebelerini kendi dershanesine çekmek­ti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında kaldı. Öf­kelendi ve kötümserliği daha da arttı.

1820-1839 yılları arasında meyus, serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye başladı. Ber­lin’e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözü­ne hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını sak­layacak yerler arıyordu. Hattâ silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kitliyor ve ber­berin usturasından korkarak kendi kendini traş etmek zorunda kalıyordu.

1831 yılında kolera yüzünden Hegel gibi Berlin’den kaçtı, Frankfurt’a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aley­hinde şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ai­lenin yanında iki odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan uzak yaşadı. Büyüye ve spiritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant’ı taklid ediyordu.

En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel’e ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiri­yor; teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka bir şey olmadığını iddia ediyordu.

1851’de “Meze ve Artıklar” adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı yetmişi bul­muştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi hakkındaki en küçük haberleri bile gönderme­lerini rica etmeye başladı.

Schopenhauer, aşktan, aile ve hattâ vatan sevgisinden mah­rum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve hesabını pek iyi bilen bir hasisti. “İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki dost saymam; o bir borç isteyendir sadece” diye düşünen ve “İnsanın bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına” inanan bu kötümser insan, aynı zamanda herşeyden şüphelenen bir paranoiddi. Bu durumdan ölünceye kadar kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir şahsiyete sahipti.

Ona göre, kâinatı idare eden şey, kör ve akıldışı bir ira­deydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmi bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme yoktu, halk tiksinilecek bir yı­ğındı. Diyordu ki: Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise boştur. O halde hayat sefalettir… Aynı, kendi hayatı gibi.[320]

 

3. Frıedrıch Hegel (1770 1831)

 

Alman filozofu… Onun düşüncesinde, idealizmle mater­yalizm birbirini yalanlayarak çelişip dururlar. Hegel’in şah­siyetinin teşekkülünde birçok ikilikler vardır ve bunlar düşünce­sine yansımıştır. Stuttgart’ta bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti. Hegel 18 yaşındayken ilahiyat fakültesine girmiş ve 5 yıl okumuştur. Bu eğitimin şe­killendirdiği mistik yapı, bir süre sonra zıttına dönüşmüş, başta Hristiyanlık olmak üzere her türlü inancı inkâr eden bir tanrıtanımazlığa varmıştır. Hegel daha sonra, maddeciliğin de yetersiz olduğunu görerek, yeniden (ama daha yüksek se­viyede) idealizme ulaşırken, gerçekte akıldışı olan herşeyi çürütmek ve dünyadaki akıl denilen insanî melekeyi hâkim kılmak istemiştir.

İnceleyin:  1/b Otoriter Yorum ya da Otoritelerin Yorumu

Hegel’e göre fikirde üç hareket vardır: Tez, antitez, sentez… Dünya fikir hayatında kurduğu diyalektiği, komünistler ay­nen benimsemişlerdir. Ama onun maddeden ruha geçiş yo­lunu tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak… Hegel materyalisttir, her şeyi maddede bulur, ama maddeyi tahkik ede ede, bundan bir üst inanışa yol bırakır. Arar, bulur ve tasdik eder. Bulamadığı zaman ise yolu oraya kıvırır ve orada bırakır.

Hegel felsefesini Alman devleti himaye etmiş ve bu felsefe­yi aykırı düşünmeye engel olacak kadar resmî bir görüş saydırmıştır. Zaten Hegel, daima kuvvet ve düzenin dostu olmuş, gerçekçi ve dış hayattan çekingen, oldukça soğuk ve sert biri olarak, içten kuvvetli bir hayal gücüyle düşünmüştür.

Zamanında ve ölümünden bir süre sonra Almanya’nın resmî ideolojisi halindeydi. Öyle ki, üniversite hocalarının çoğu onun görüşlerini savunuyordu. Fakat daha sonra dünyayı aldatan diğer kişilerin akıbetine uğradı ve “Hegel felsefesi” yıkıldı. Bunda, kendi felsefesinde bıraktığı açık noktalar yanında; mü­şahede ve tecrübeye dayalı ilimlerin Hegel ekolüne karşı koyu­şunu ve tabiat ilimlerinin gelişmesini, bir de tarih araştırmaları­nın neticelerini gösterebiliriz.[321]

 

4. John Stuart Mıll (1806-1873)

 

İngiliz filozofudur. Tarihçi, iktisatçı ve psikolog olan James Mill’in oğludur. Babası, kendisine fikir arkadaşı yapmak ve doktrinlerini onun şahsında sürdürmek amacıyla daha pek kü­çük yaşta düşünmeye ve öğrenmeye alıştırmıştı. Çocuğun his­lerini körletip sadece zihnini geliştirme gayesi güden bu eği­tim tarzı, onu düşünen bir robot haline getirmişti. Mill, daha 3 yaşındayken birçok Yunanca kelime ve matematik öğrenmiş ve 7 yaşına kadar hemen hemen bütün eski Roma ve Yunan sa­nat eserlerini okumuştu.

Mill’in sıhhat durumu pek bozuktu. A. Comte’a yazdığı mek­tuplarda, daima yorgunluğundan söz ederdi. Bir ara ağır bir buhran geçirdi.

Mill, hiçbir okul ve üniversiteye gitmeden yalnız babasının öncülüğü sayesinde yetişmişti. Çocukluğunda hiçbir dini eğitim almadığını söylüyordu. Aşırı çalışmakla geçen kuru ve hisden uzak hayatı yüzünden, 20 yaşında bir zihin yorgunluğuna tutuldu.

Mill’e göre, insan, ancak vak’aları idrak edebilir, onun ötesine geçemez ve kendiliğinden bir şeyi bilemezdi. İdrakin dışında hiçbir objektif hakikatin olmadığını iddia ederdi.

Yani maddî dünyanın şuurumuzun bir faraziyesi olduğunu, ob­jektif hakikatin biz onu idrak ettiğimiz için mevcut bulunduğu­nu söylerdi.

Mili, hürriyetin sadece yetenekleri gelişmiş insanlar için olduğunu, halk yığınlarının buna layık olmadığını belirti­yordu. Ona göre en üstün iyi, faydadır. İyiyi kötüden ayıra­cak ölçü, fayda ölçüsüdür.

Mili, yaşadığı yıllarda birçok düşünürü peşine taktı ise de, bugün taraftarı kalmamıştır.[322]

 

5. Herbert Spencer (1820-1903)

 

İngiliz filozofudur. Babası, imansız ve dinsiz denilecek ka­dar inançsız bir insandı. Oğluna da dinsizliği aşılamaya gayret etti.

Spencer, Darwinciliğin tesirinde kaldı. Sosyal Darwinizme geçişi temsil eder. O, toplumların sunî kurulmuş, birlikler olmayıp, kendiliklerinden var olduklarını savunur.

Spencer’in felsefe tarihinde evrimcilik (evolüsyonizm) adını alan bütün bu görüşleri, son çağda pek çok hücuma uğramış ve birçok tartışmalara yol açmıştır. Eserleri, Avrupa dillerinin he­men hepsine çevrilmiş ve birçok defa da basılmış olan Spencer, ihtiyarlık yıllarında şöhret peşinde koşmaktansa, hayatın kolay elde edilir nimetlerinden faydalanmaya çalışmadığı için üzüntü duymuş ve emeklerinin boşa gittiğini düşünmüştü.

Necip Fazıl’a göre; Spencer’in evrimciliği; ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını vermekten müs­tağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usulü­ne dayanır; ve artık hiçbir şeyi halledemez durumda çırpınan metafizik arayış cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehaya kavuşması şeklinde tecelli eder.[323]

 

Kaynaklar

 

  1. Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena (4 cilt)
  2. Felsefe Ansiklopedisi. Düşünürler Bölümü. Orhan Hançerlioğlu (2 cilt)
  3. Çağdaş Felsefe. Prof. Bedia Akarsu.
  4. Sosyoloji Tarihi. Prof. N.Ş. Kösemihal.
  5. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.
  6. Dünyayı Değiştiren Kitaplar. Robert B. Downs.
  7. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. Necip Fazıl Kısakürek.
  8. Filozofların Özellikleri. Prof. Dr. Nihat Keklik.[

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir