Jale N. Erzen

DOĞU-BATI

Yuvarlak, küre dünyamızın doğu ve batısı kesin çizgilerle belirtilmemiş olsa da genellikle Avrupa ve Asyalı düşünürlerin çoğu için bu ayrım tutucu bir polemik için başvurulan başlıca ikilemlerden biridir. Denilebilir ki her iki coğrafyanın taraftarları bu ikilemi çoğu kez kendilerini yüceltmek ya da karşıdakini aşağılamak için kullanırlar. Ne var ki farklar kadar benzerliklerle tanımlanabilecek bu iki ‘kamp’, bugün, küre­selleşmenin ve bütün kültürlere egemen olma yolundaki ileri kapitalizmin etkisinde sivriliğini yitirmektedir.

Dünya küçüldükçe sanki farklılıklar azalıyor; ancak kültür ya da medeniyetle ilgi­li farklar yerine ekonominin belirlediği farklar kimlikleri, kültürel farkları ve medeni tercihleri belirlemekte. Bu da konunun artık değerlerden, yaklaşımlardan ziyade im­kânlarla ilgili olduğunu gösteriyor.

Kültürel farklar, toplumların dünyayı ve kendilerini nasıl gördükleri, bireylerinin ilişkileri ve üretim şekilleri, ırk ve kan özellikleri tarafindan belirlenmekten ziyade, coğrafi, politik ve toplumsal/kültürel tercihler ve unsurlar tarafindan belirlenir. Coğ­rafyanın önemli bir belirleyici olduğu söylenebilir, zira ekonomi, iş bölümü, üretim ve sosyal ilişkileri etkiler.

“Dünya küredir, doğusu batısı yoktur – Wei Wei[1]

Batı ve Doğu tanımlarının arkasında ne tür farklar ne tür saplantılar ne tür ön­yargılar yattığım sıralamak değil bu yazının amacı. Zira birçok isim ve tanım gibi bu polemik de derin kültürel şartlanmaların ürünüdür. Bir kültürün ya da ülkenin Batıda mı yoksa Doğuda mı olduğu her zaman kesin değil. Örneğin Gürcülerin bazdan kül­türlerini Batıya ait görüyorlar. Nedenini Hristiyan olmaya bağlıyorlar. Gürcistan’ın tanınmış sanat tarihçilerinden bir profesör, Gürcistan’ın Avrupa haritasında olduğu­nu iddia edecek kadar ısrarlı.[2]

Batı ya da Doğu olduğu haritaya göre değil kültüre göre kararlaştırılan bir başka ülke de Rusya. 1703’te Çar l.Peter B altık denizi kıyılarında bataklıkta S t. Petersburg kentini kurmaya karar verdiğinde Muscovy adıyla tanınan Rus kültürü Doğu Bi­zans’tan kalma bir orta çağ kültürü idi. Bir yüzyıl sonra Petersburg Avrupa’nın en şa­şaalı Barok kentlerinden biri olacaktı. Avrupalı sanatçdarın, yazarların hayran kaldığı» sarayında bütün büyük Avrupalı sanatçıların eserleri bulunan, kültür dili Fransızca olan bu kent Rusyanın da o tarihten itibaren bir Avrupa, yani Batı kültürünün bir parçası olarak benimsenmesinin bir nedeni olacaktı.Rusyanın ıssız bucaksız topraklarının en büyük kısmı Asya’da yanı Doğudadır. Sınırlar nasıl çiziliyor, Ban ve Doğu lakapları daha çok kültürle mi ilgili?

Bu sorulara yanıt bulmak için Batı ve Doğu kültürlerinin kökenlerini araştırmalı. Acaba Doğu ya da Batı derken gerçekten ne kastediyoruz ve neden bu anlamları coğ­rafyaya bağlıyoruz? Giderek Batı ya da Doğu demek ilişkilendirilen bütün anlamların ötesinde kaba bir yargıya mı referans oluyor?

Avrupa, kökenini eski Yunan medeniyetinin milattan önce iki bin yıllarında, Gi­rit’teki Minos halkının güney Ege’deki izlerinde, daha sonra Miken kültüründe ve nihayet milattan önce bin yıllarında Homeros’un destanlarında, Truva ve Atika’nın tarihinde görüyor. Truvalıların sembolize ettiği İyonya kültürü ve ürettiği doğa filo­zofları ve daha sonra Atina’nın kent yaşamı ve demokrasisi Avrupa’nın Rönesans’tan itibaren geliştirdiği bilimsel, sanatsal ve politik kültürün temeli olarak görülür. Konu­ya derinden bakarsak Milattan önce on ya da dokuzuncu yüzyılda Atinalıların yen­diği Truva gibi birçok İyonya şehri, örneğin Miletos, erken Yunan doğa felsefelerinin doğduğu Anadolu kentleriydi. Bu açıdan Klasik Yunan kültürünün doğduğu iddia edilen coğrafya Trakya sınırlarında, Avrupa’nın sınırında bitmiyordu. Dahası, klasik Yunan kültürünün, geometri, matematik ve armoni bilgilerinin Yunan kültürüne Mı­sır’dan geçtiği bilinmektedir. Yunan biliminin büyük alimlerinden Pisagor un uzun yıllar Mısır’da eğitim gördüğü bilinir.

Mısır’ın Yunan medeniyetinin temel taşı olduğu sonradan Yunan milliyetçiliğini rahatsız etmiştir. Ancak Milattan önce beş yüz yıllarında, yanı Antik Yunan kültü­rünün doruğa ulaştı dönemde Yunanlılar bunu kabul edebiliyorlardı. 1987 yılında yayımlanan ‘Black Athena’ (Siyah Atena) kitabında Martin Bernal3 Yunanistan ve Mısır ilişkilerini inceliyor. Kitap, milattan önce 2100 ve 1100 yıllan arasında Yuna­nistan’da Mısır’ın etkilerini açıklıyor. Bu yıllarda güçlenen Mısır’ın 11. Sülalesi Doğu Ege ve Akdeniz’e (Levant) ve bazen Yunanistan’a saldırıyor ve bu yıllarda yakın iliş­kiler kuruluyor. Girit sarayı bu yıllarda kurulmuş ve boğa kültü Girit’e Mısır’dan gel­miştir. Meşhur labirent efsanesinin ve Girit saraylarındaki boğa resimlerinin temeli Mısır’dan gelmiştir. Homeros’un sözünü ettiği eski bir efsaneye göre Thebes kentinin kurucusu Yakın Doğudan gelmiştir. Bernal’a göre Thebes’in, isfenks ve boğa burcu ile yakın ilişkileri olduğu eski efsanelerde anlatılmaktadır. Bazı eski öyküler de Atina’nın efsanevi kurucusu Kekrops’un Mısırlı Senworset olduğunu söyler. Milattan önce on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda Mısır Hiskos’lar tarafindan istila edilir ve aynı yüzyıl­larda Yunanistan da aynı kavim tarafindan istila edilir ve Yunanistan’ın efsanevi kah- ramanı Danaos’un bu yıllarda Yunanistan’da Argos’a geldiği birçok şekilde ispat edil­miştir. Eski Yunan efsaneleri Danaos’u sulama teknikleri, alfabe, kılıç gibi birçok icat de ilişkilendirmektedir. Yunanistan’ın birçok ritüel inançlarının kökenleri de Mısır ile ilişkilendirilmektedir. Yine Bernal’a göre Klasik Yunan’ın ve Helenistik dönemin Dorik kralları ecdatlarının Mısırlı olduğuna inanırlardı. Atina’da ve Thebes’de Mısır kolonileri olduğu birçok eski yazar tarafindan teyit edilmişti. Bernal, eski efsaneleri çok iyi bilen yazar Aeschylos’un ‘Yalvaranlar’ piyesinde, Mısır’dan gelen kavimin Yu­nan kentine kabul edilişinin öyküsü ile aslında Argos’un kurucusu Danaos’un Yuna­nistan’a gelişini anlattığını ileri sürer. Bernal, Platon’un Timaeus diyalogunda ise eski Yunanistan ve Mısır arasındaki kuruluş ilişkilerinden söz edildiğine değinir. Bernal’a göre Yunan inançlarının kökeninde Mısır tanrıları ve inançları vardı ve Milattan son­ra ikinci yüzyıla, Mısır inançlarının yok oluşuna kadar bu sürmüştü.4 Birçok Yunanlı filozof ve bilim adamı yüzyıllar boyunca Mısır’da eğitim görmeye gitmişlerdi.

Anlayacağımız gibi, Avrupa’nın kültür ve medeniyet kökeni olarak görüp Do­ğudan ayırdığı Yunan aslında kültürünü ve bilimini Doğu olarak bilinen Mısır’dan ve Anadolu’dan almıştı. Hristiyan kültürünün kökeni ise herkesin bildiği gibi yine önce Musa peygamber ve İsrailliler ile Mısır’dan başlar ve Kudüs’te Hristiyanlığın doğuşu ile batıya doğru yayılır. İlk Hristiyanlar önce Süryaniler olarak Anadolu’nun doğusunda yaşadılar daha sonra Batı’ya yayıldılar. İlk kez Hristiyanhğı kabul eden Konstantin ise başkenti Constantinople (İstanbul) olan Doğu Roma İmparatorlu­ğunu, yani Bizans’ı bir Hristiyan devlet olarak kurar. Bizans kültürü ve Ortodoks Hristiyanlık Doğuludur. Buna karşın eski Yunan Batı olarak yorumlanır ve Roma onun mirasçısıdır. Ancak, Orta Çağlara kadar Batı Uzak Doğuyu fazla bilmiyordu, Hindistan ve Pers İmparatorluğu bilinen en uzak yerlerdi. Buna karşın o çağlarda bugünkü gibi Batı ve Doğu karşıtlığı kavramı da yoktu. Pers İmparatoru Darius Yu­nanistan’a girdiğinde kültürünü Yunana karşıt olarak düşünmüyordu; Büyük İsken­der İran’a girdiğinde İran’ın kültürünü benimsemiş, Persliler gibi giyinmiş Pers bir eş almış ve iki kültürü birleştirmişti.

Batının kültürel kökenlerini ve kaynaşmalarını burada bırakıp Doğuya baka­lım. Asya’nın uçsuz bucaksız toprakları Kıtadaki kısa dönemli hareketlerin daha çok bu coğrafya içinde olmasını sağlamıştır. Buna karşın, Milattan sonra 450 yıllarında Asya’dan birçok kavim kuzey Asya steplerinin soğuması nedeni ile batıya göç etmiş ve Vizigotlar, Germenler, Godar, Ostrogodar, S aksonlar Avrupa kıtasının farklı coğ­rafyalarına yerleşerek burada yeni ulusların oluşmasına neden olmuşlardır. Bu hare- kederin sonucu Batı Roma imparatorluğu çökmüş, eski çağ sona ererek Orta Çağ başlamıştır. Değişik kaynaklardan bulunabilecek bu göçler tablosu Avrupa’nın, yani Batının karışık kökenli kavimlerin bileşeni olduğunu göstermektedir. İslam dininin güçlenmesiyle yedinci ve sekizinci yüzyıllarda Afrika üzerinden Cebelitarık geçilerek Emevi kavimler Batıdan Ispanya’ya yayılmışlardır.

Bugün yine dünyada açlığın, şiddetin ve soy kıyımlarının neden olduğu büyük göçler Avrupa kıtasına doğru yayılmaktadır. Henüz yirmi yılı geçmemiş olan bu yeni göçler, ekolojik ve politik sorunlardan dolayı bitecek gibi görünmemektedir. Buna göre yaklaşık yanın yüzyıl içinde Avrupa haritası yine büyük demografik değişimler gösterecektir.

Burada bir parantez açıp Doğu ve Batı arasındaki kültürel farklardan birine, Doğu için Japon kültürünü örnek alıp, çok sözü edilen bir kavramdan yaklaşmak is­tiyorum. Türkiye’de Japon estetiği uzmanı olan Soner Özdemir bir metninde, yaşlılık ve eskilik üzerine iki kültürün nasıl farklı yaklaştığını anlatıyor.5 Ona göre Japonya’da geçici olan, yaşlı ve solmuş olan (çiçek) yaşamın tekrar dönüp geleceğinin, ancak ölümden yaşamın tekrar vuku bulacağından dolayı güzeldir ve değerlidir. Her ne ka­dar hüzün verse de döngüsel zaman her şeyin yok olup tekrar belireceğinin temelidir. Batıda ise eski olan, yaşlanan yok olup gider, harabeye dönüşür, zira zaman ve mekân çizgisel ve tekrarlamayan bir yönde ilerler. Sembolik Japon sanatı ile bana bu geçi­ciliğin estetiğini anlatır, büyük bir özenle düzenlenen çiçekler solmadan atılmalıdır ve evin özel bir köşesinde, bir boşlukta sergilenirler. Batıda ise yaşlanıp, eskiyip yok olan ancak bir harabe olarak, geçmiş gitmiş bir yok oluşu hatırlatmak için önem taşır. Sanırım, eğer Japon estetiğini Doğu için bir örnek olarak alırsak, Özdemir’in metni Batı ve Doğu farkım çok iyi özetliyor.

Fakat, Batı ve Doğu olarak bilinen büyük kültür farklarının temelinde coğrafya ve iklim nedenleri kadar endüstriyel ve teknolojik gelişmeler yer almaktadır. Yine de bu gelişmelerin neden batıda başlayıp da sonradan doğuya yayıldığı sorusu kolay çözüle­cek bir sorun olmamakla birlikte, ırksal ve tarihsel bazı unsurlara dikkat çekmektedir.

Batı/Doğu polemikçileri doğuluların batıl inançlara bağlı ve öznel olduklarını, batılıların katı, duygusuz ve maddi olduklarını ileri sürerler. Bu tür karşılaştırmaların temelinde doğuda geleneklerin kolay yıkılamadığı ve insanların toplumsal normlara bağlılığı, batıda ise ampirik ve ussal düşüncenin ve bilimsel tercihlerin öncelikli ol­duğu görüşü vardır. Bu bir genelleme olsa da bu her zaman kanıtlanamaz farklılığın tarihsel temelleri olduğunu görüyoruz. Büyük dinlerin Doğuda doğmuş olduğu, eğer Çin’de milattan önce bazı bilimsel ve teknik uzmanlıkları kale almazsak, endüstri ve teknolojinin orta çağlardan sonra batıda gelişmiş olduğunu varsayabiliriz.

Orta çağların sonuna kadar Batı ve Doğu kültürlerinin genel olarak benzeştiğini ileri sürebiliriz. Doğu Roma İmparatorluğunun Romalılar tarafindan kurulmuş ol­ması ve genellikle eski Yunan milletlerinin uzantıları olduğu inkâr edilemez. Daha önce söylendiği gibi Batıya kayan dinler, Musevilik ve Hristiyanlık Doğuda belirmiş, İslam dinî ise doğuda olduğu kadar, on beşinci yüzyıla kadar Avrupa’nın batısında, Ispanya’da eserler vermiştir. Bu dönemde bilim alanında da büyük İslam âlimleri bi­yoloji, felsefe ve fizik konularında önemli buluşlar geliştirmişlerdir. Geometri, cebir ve matematiğin Arap yarımadasında filizlendiği doğru olmalıdır, zira bu alanlardaki birçok sözcük Batıya Arapçadan geçmiştir.

On beşinci yüzyılda, Iberik yarımadasında, İtalya ve Kuzey Avrupa’da büyük geli­şimler belirir. Öncelikle, bazı denizcilerin o güne kadar dinin korkuttuğu Okyanuslara açılması, Columbus ve Vespuci gibilerinin eski (muhtemelen Yunan öncesi, Yunan ve Mısır) eski kaynaklan incelemeleri ile ilgilidir. Aynı zamanda, İtalya’da Rönesans olarak bilinen kültürel sıçrama yine eski Yunan ve Roma kaynaklarının incelenme­si sonucu oluşmuştur. Bu kişilerin Okyanustan aşmaya cesaret etmesi, bunun için incelemeler yapmaları farklı bir ırk niteliği mi gösteriyordu? Bu soruyu yanıtlamak imkânsız. Doğu’da İbn Battuta gibi kişilerin merakla farklı kültürleri incelemek için yollara düşmesi ender bir olaydı. Acaba bu arayışlar altında birtakım ekonomik ge­reksinimler mi yatıyordu? Bu soruları daha ziyade tahminlerle yanıtlayabiliriz.

Ernst Cassirer, öncelikle içsel ve dışsal, öznel ve nesnel ifade şekillerinin ve dü­şünce farklarının dil içinde ne biçim aldığını irdeleyerek, kültürel farkları ana batla­rıyla çizgisel ve eğrisel hareket ve biçimler olarak kıyaslamıştır.[6] Eric Havelock ise dilin, yazdı olmadan önce kavramsal olmayan deneyimsel ve şiirsel bir ifade taşıdığını iddia etmiştir[7] Aslında bunu, söz ve yazı farkı ve batı ve doğu farkı kadar Ortaçağ ve modern kültürel fark olarak düşünmek gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi Or­taçağ kültürleri, Doğu ya da Batı olsun, büyük benzerlikler gösteriyorlardı. İslam’ın yedinci yüzyıldan itibaren gelişimi ve yayılımı giderek Hristiyanlığın yayddığı Batı kültürlerinden fark göstermeye başladı. Cassirer’in düz ve eğri olarak gördüğü kültür farkları, Avrupa’da Rönesans de çizgisel, derici bir kültürün gelişmesi ve Doğunun geleneksel biçimlere bağlı  kalması olarak yorumlanabilir. Bunun ilk önemli belirtisi çizgisel perspektif de kendini belli eder.

Çizgisel Perspektif, belirli bir noktadan görüleni iki boyutlu bir yüzey üzerine, bulunulan noktadan ufuk hattına kadar, oranlı şekilde azalan mesafelerle çizerek yer­leştirmek anlamına gelir ve bakan kişi gördüğünün dışındadır. Bunun anlamı ise, ki­şinin kendini baktığından soyutladığıdır. On beşinci yüzyılda gelişen ve hem mimari hem resim sanatım etkileyen bu yeni bakış ve yorum tekniği insanın kendini, gördüğü ve incelediğinden ayırarak nesnel’bir bakış kazandığının ifadesidir. On dört ve on be­şinci yüzyıllarda, hatta daha da sonra Osmanlı minyatürlerinde ve kitap resimlerinde ters perspektif ve bahçe gibi dış mekân çizimlerinde çizenin, manzarayı önünde ve ufka doğru ilerleyen bir mekân olarak değil, çocuk çizimlerinde olduğu gibi kendi etrafında dönen bir alan olarak gördüğü ifade edilir. Bu tür anlatımda çizen ya da bakan kişi baktığı alanın ortasındadır, ondan ayrılmamış, soyutlanmamış, çevresinden kopmamıştır.

Hünername Minyatürlerinden Saray Bahçesini temsil eden folyoda binalar dön­dürülerek resmedilmişlerdir. Bütün Osmanlı minyatürleri merkezî bir kompozisyona sahip olup binaların yan cepheleri öne doğru yönlenmiş olarak gösterilir. Bir başka şekilde anlatırsak, manzara kişinin çevresinde döner. Kişi çevreden ayrılmamıştır.

Çizgisel ve eğrisel hareket ve biçim tercihlerinin yalnızca kültürel bir ifade şekli olmayıp aynı zamanda kişinin ‘öteki’ ve kendi dışında olan ve de doğa ile kurduğu ilişkileri şartlandırdığını söyleyebiliriz.Çizgisel perspektif kişiyi sürekli olarak ufka doğru yönlendirmekle, yenip, bilmediğini bulmaya ittiği söylenebilir.

Zaman kavramı, kişinin mekân anlayışı ile ilişkilidir. Doğu toplumlarının çoğun­da zamanın döngüsel olduğu ve doğada olduğu gibi tekrarladığı ve ilerleyen tarihsel bir zaman anlapşı yerinde sürekli, geçmişte ideal olarak yaşanmış bir zamana dönme arzusunun bulunduğu söylenebilir. Batı ise, ileriye, ufka yönelik mekân, yani perspek­tif anlayışı ile sürekli yenilenen, geleceğe bakan bir zaman deneyimi içinde bulun­maktadır. Bunun en güzel örneği, Batıda zaman kaybedilmeyecek, çabuk geçilecek bir deneyim ise Doğuda zaman çabuk akan bir şey olarak yaşanmaz, beklemek, sabır, acele etmemek Doğu insanının, zaman anlayışım ifade eder. Kuşkusuz bu tanımlar genellemedir, ancak, Pakistan’da yaşanan bir gün ile New York’ta yaşanan bir gün arasında zamanın nasıl geçtiği kıyaslanırsa, çok da gerçekten uzak sayılmaz.

Kültürlerin zaman ve mekân ile ilişkileri birçok değeri ifade eder. Saate göre ya­şama, geleneksel pratiklere göre gününü planlamaya (örneğin günde beş vakit namaz, ya da belli zamanlarda belli şeyleri yiyip yememe gibi) kıyasla daha mekanik ve dışsal bir gereksinime göre yaşamayı ifade eder. Halbuki bedensel gereksinimlerine göre ya da duygusal durumuna göre yaşamak daha çok öznel ve değişken bir yaşam türü ifade eder; yazın farklı saatlerde yatıp kalkmak, mevsimlere göre yaşamak gibi.

İnsanları bu tür farklı pratiklere yönelten ne olabilir? Braudel in Akdeniz kültürleri ve coğrafyası üzerine yazdıklarını, ya da Hindistan ve güney Asya kültürlerinin pratiklerini düşünürsek, yaşamın daha kolay geçtiği, gıdanın daha kolay bulunabildiği yerlerde doğanın ritmine göre yaşandığım ve kuralların çok katı olmadıklarını görüyoruz. Akdeniz kültürleri içinde Batı ve Doğu kavramının az farklılaştığını görüyoruz. Zira bu yörelerde hayat daha kolay, beslenme daha gayretsizdir. Ancak dinî âdetler buralarda insanları toplumsal ilişkiler açısından farklılaştırır. Oysa, Kuzey ülkelerinde çalışma ilkeleri başta gelir ve toplumsal ilişkiler kabullenilmiş kurallara göre yürütülür. Bu da daha eşit toplumsal uygulamalar getirir.

Toplumsal farklar açısından dinî inançların büyük rol oynadığını görüyoruz. Doğu kültürlerinde genellikle tek bir başkanın egemenliği farklı seslere izin vermez. Bunun karşısında Batı toplumlarında genellikle iki, birbirine karşıt gücün söz konusu olduğunu görüyoruz. Ayrıca, her ne kadar Atina Demokrasisi bugünkü anlamda bir demokrasi değilse de, üst sınıf tarafindan seçilen temsilcilerin düşüncelerini sunabil­meleri ve diyalog imkânı, bugün demokrat olduğunu savunan birçok Doğu ülkesin­den, bireysel düşünceye daha çok imkân tanıyan bir sistemdi. Yunandan Roma ya ve nihayet Bizans yoluyla Avrupa’ya aktarılan politik ve ekonomik kavram ve yöntemler Bati ve Doğu arasında büyük fark yaratan sistemlere yol açtılar.

Hristiyanlığın yayılmasından başlayarak dinî ve politik otorite arasında sürekli karşıtlık ve rekabet vardı. Bu ise önemli bir özgürlük mesafesi yaratıyordu. Bu konuda prensliklerle kilise arasında ayrılıklar ve mücadele baş gösterirdi. Bizans’ta ikonok- last hareketinin en önemli nedenlerinden biri, imparatorların para üzerine portrele­rini bastırarak otoritelerini tanıtmaları karşısında kilisenin imgeleri yasak etmesi idi. Otoritelere bir sınır getiren bu ikili politik sistem İslam toplamlarında yoktur. Devlet başkanı, sultan, amir, khan, ya da çoğu kez halife olarak bilinen kişi toplumun başın­daki tek güç sahibidir ve otoritesi hiçbir kurum tarafından sorgulanamaz.”8 Bütün ku­rumlar onun kararlarına bağlıdır. Osmanlı toplumunda Sultan’ı kontrol eden Şeyh-ül İslam’ın aslında sultan üzerinde bir yaptırımı yoktu ve ancak bir danışmandı. Gücün tek bir odakta birleşmesi korkunç bir salahiyet yaratıyordu. Çin’de ve Japonya’da ve birçok Budist ülkede imparator ya da devletin başındaki kişi dinî otoriteden çok daha önemli bir pozisyona sahipti ve aslında tek merkezî güç oluşturuyordu. Zira Budizm, Şintoizm ve Hinduizm gibi ve Asya’da yaygın olan Şamanizm gibi dinler dünyevi ilgilerden çok ruhsal konularla ilgileniyorlar ve çoğu zaman, Hristiyan dindarların oluşturduğu gibi askerî birlikler (Haçlılar) kurmaya yeltenmiyorlardı. Bu nedenle, tek otorite baskısı bugün de birçok Müslüman toplumun ve birçok Doğu ülkesinin demokratikleşmesinde büyük engel oluşturmaktadır.

Ülkemiz doğu kültürleri kapsamında sayılabilirse, sanat hakkında eleştirel ve sis­tematik bir düşünce yazınının var olup olmadığı önemli bir sorudur. Estetik konu­sundaki söylemler bugün bütün düşünürleri ilgilendirmekte ve Batı’dan olduğu kadar Doğu ülkelerinden felsefeciler bir araya gelip bu konularda yeni savlar ortaya atmak­tadırlar. [9] Doğu düşünürleri genelde Doğu düşünce ve yaşam şeklinin temelindeki deneyimsel ve duyumsal özellikleri vurgulayarak Batı’dan ne denli farklı olduklarını vurgulamaktadırlar. Bunun gösterdiği şudur ki Doğu bugün kendi geleneksel yaşa­mının ve düşüncesinin üstünlüğünü göstererek Batı’nın felsefe alanındaki egemenli­ğine karşı koymaya çalışmaktadır.

Tanzimat’tan bu yana bu ikilem Türkiye’de, kimlik özelliklerini korumak adına epey yazma yol açmıştır. Sanayi devriminin bütün dünyada yaşam şekillerine Ba-tı’nın değerlerini ve pratiklerini sokmuş olması Batı dışında birçok ülkede kompleks yaratmıştır. Batı’da sanat anlayışında birbirine karşıt bakış açılarıyla karşılaşılırken Batı-dışı sanatlarda bunlar gibi, insanın yerini belirleyen ve sorgulayan bakışların çok çeşitli olmadığını söyleyebiliriz, insanın sanat yoluyla kendini sorgulaması Batıya ait bir nitelikse, bunun başlıca nedeni Aydınlanma düşüncesiyle birlikte insanın kendine dönük eleştirel tarzının gelişmiş olmasıdır.

İnsanın ön plana çıktığı düşünceleri Batı dışında görmüyoruz; ya tanrı ya da doğa ile düşünceler ön plandadır. Hatta vurgulanabilir ki Eski Yunanda tragedyalar ya da diyaloglar tanrıları da konu etse, yine odak insan üzerine olmuştur. Batılı dinî öğretilerin dışına çıkarak, gelenekleri yıkarak, dünyayı ne şekilde gördüğünü, bildiğini sorgulamışlar. Yunan ve Roma’dan itibaren Batı’da yazın en önemli değerlerden biri olmuştur. Bilimsel gelişmeler ise bu kaynaklara her zaman danışılmış olmasının bir so- nucudur. Öte yandan, Bati-dışı kültürlerde kişi hiçbir zaman kendi ve dünya hakkında bir kesinlik edinmemiştir; her şey yanılsama olabilir; düş ve gerçek yer değiştirebilir.

Batı yazını birçok kez kişiler arasında mektuplaşma ve tartışmalarla gelişmiştir. Her düşünür bir öncekinin savlarını eleştirel olarak ele almıştır; böylece söylemler gelişmiş, yaygınlaşmış, kültürel sınırları aşmış ve Batı dünyasında milliyetler ötesin­de ortak düşünceler ve eleştiriler gelişmiştir. Doğuda, özellikle Çinde resim ve şiir üstüne geniş bir söylem olduğunu ve bunun milattan birkaç bin yıl geçmişe gittiğini biliyoruz. Osmanlı, Arap ve Iran yazınına baktığımızda ise eleştirilerin ve yorumların yazdı analizler olmaktan çok nazire şeklinde oluştuğunu, bir şairin başka bir şiirle yanıtlandığını görüyoruz. Böylece gelenekler ve sanat biçimleri zaman içinde az fark­lılık gösterir. Bu Doğuda zihinsel ve analitik olmaktan ziyade deneyimsel pratiklerin geçerli olduğunu gösteriyor.

Kültür benzerlikleri ve farkları ötesinde kültürlerde öz kimliği oluşturan unsurun her şeyden önce dil olduğunu söyleyebiliriz. Dilin neye göre farklılaştığı dil araştır­malarının çeşitli faktörleri incelemesiyle bile belki kesin olarak bilinemeyecektir. Zira dilin nasıl ortaya çıktığı yüzbinlerle yıl ötesine gitmeyi gerektirir. Dil farklılığı ve bunun en çok nerde temellendiği sorusuna belki dilin bedenle ilişkisi açısından yak­laşabiliriz. Dili belirleyen önemli faktörlerin başında seslerin ağız ve gırtlaktan nasıl çıkarıldıkları, ard arda gelen sözcüklerin hangi yapısal ilkelerle ve ne tür ritimlerle sıralandıkları gelmektedir. Bu tür nitelikler ise kültürlerin hangi coğrafi koşullarda, bedensel olarak, yani seslerle, dokularla, ritimlerle nasıl etkileşmiş olduklarına bağ­lı olabilir. Bugün konuşulan dillerin birçoğu, örneğin Fransızca, İngilizce, Almanca gibi Batı dilleri zamanla, yazıyla, teknoloji ve endüstri de gelişmiş dillerdir ve bu dilleri konuşanların da zaman içinde farklılaştığının ifadeleridir. Çok eski, yazıdan önceki dillerin daha parataktik, yani sıralama ile sözcükleri kısa cümlelerde yan yana getirdikleri, yazı sonrası dillerde ise sentaks de birkaç farklı fikrin ifade edildigi söz konusudur. Bundan dolayı, toplumların doğa ile ilişkileri azaldıkça dilleri de daha kavramsal olmaya başlamıştır. Bu gelişmelerden itibaren artık dil farklılıklarının coğ­rafya de etkisi azalmış, farklı nedenler gündeme gelmiştir. Demek ki küresel bir kültür ortamında yaşadığımızdan dolayı artık kültür ve dil farklılıkları konusunda genelle­meler yapmamız imkânsız olmuştur.

Sonuçta, bu farkları polemik olarak görmekten çok günümüz global dünyasın­da birbirlerini tamamlayan, birçok kişi ve ülkeye zenginlik getiren çeşitlilikler ola­rak görmeliyiz. Kapitalizmin sınır tanımaz büyüme hırsı, üretim ve tüketim tutkusu Doğu ve Batı’dan çok bugün ekonomik anlamda Kuzey ve Güney farklarını vurgu­lamaktadır. Artık politik ve kültürel farklar ekonomik imkânlara göre belirmektedir Bu farkların kökeni de Batı’nın yayılmacı, sömürgeci politikasına dayanmıyor mu?

Hece Dergisi,Sanat Özel Sayısı,c.1,syf:87-95

Dipnotlar:

1.Wei Wei’in Floransa’da 2016 sergisinde sergilediği yazısı

2.2010 yıllarında Fatma Korkut ile birlikte Bloomsbury’nin Asya Tasarım Ansiklopedisi için Gürcistan’dan yazar aradık. Müracaat ettiğimiz herkes Gürcistan Batılı olduğu için bu Ansiklopedide yer alamayacakların1 iddia etti.

3.Bernal,Martin, Black Athena,Vitantage Books,London ,s.-17-25

4.Aynı eser,s.20-30

5.Özdemir,İ.Soner, Boşluk ve Çiçek, Japonyada Yaşlanmanın Estetiği,yayınlanmamış metin

6.Ernst Cassirer, La Philosopbie desforms symboliques, Les Editions de Minuit, Paris, 1972; Cilt 1 ve (Sembolik Formlar Felsefesi I, LU, Hece Y.)

7.Eric. A. Havelock, Prtface to Plato, New York, The Universal Library, 1967, s.36-60

[8]     Bu yargıya aykırı çok sayıda örnek vardır, özellikle ulema, resmî otoriteyi sorgulamış, hatta ona başkaldırmıştır,(Hece)

[9] Yirminci Yüzyılda her üç ya da dört yılda bir Dünya Estetik Kurumu’nun (International Association ° Aesthetics) birçok ülkeden gelen üyeleri Doğu ve Batı Estetik konusunda söylemler geliştirmektedirler. 0″ ya da Japon düşünürleri kültürlerinin geleneksel düşünce ve yargı şekillerini anlatırken, Batılı düşünürleri Batı estetiği diye bir konuya hiçbir zaman girmemeleri, ancak Batık felsefecilerin analizini yapmaları önemli bir fark ortaya koyar.

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce