İbnü’l-Arabî
çev. Ercan Alkan
Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) İslam entelektüel tarihinin dikkat çekici isimlerinden biridir. Çocukluk ve gençlik yıllarım Endülüs’te geçirdikten sonra yaşamım doğu İslam dünyasında sürdüren İbnü’l-Arabî Şam’da vefat etmiştir. Sûfî bakış açısının eşliğinde, dinî ve felsefî sorunlara dair üretken bir kimlikle -kimi zaman tartışmalara da konu olacak türde- metinler kaleme almıştır. Onun başyapıtı 627/1230 yılında Şam’da yazdığı Fusûsu’l-hikem isimli eseridir. Fususu’l-hikemi de İbnü’l-Arabî, tasavvuf geleneğinin bilgi ve varlık öğretisine dair ana prensiplere yer vermektedir. Eser yirmi yedi bölümden (fas; ç. fusûs) oluşmaktadır. Bölüm başlıklarında Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile son bulan yirmi yedi peygamberin ismine nispet edilen bir “kelime” ile o kelimenin ya da peygamberin sahip olduğu “hikmet”in muhtevası üzerinden varlık ve bilgi bağlamında Tanrı ve insana ilişkin temel meseleler tartışılmıştır. Bu doğrultuda İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-hikem’in “Yakup Fassı”n- da dinin ne olduğu ve dinin şekillenmesinde peygamberin ve peygamberliğin bir rolü olup olmadığı sorularını Tann-insan ilişkileri bağlamım dikkate alarak cevaplamayı denemektedir. Kaynağı bakımından dinin türleri ve anlamı üzerinde duran Îbnü’l-Arabî’ye göre din tasnifleri iki kategori temel alınarak değerlendirilebilir: Esasları Tann (vahiy) tarafından belirlenen din, yasaları insanlar (akıl) tarafından konulan din. İlk kategorinin ikinci kategori üzerinde hiyerarşik bir üstünlüğü bulunmakla birlikte gerçeklik ve geçerlilik yönüyle her iki kategori de muteber kabul edilir. İbnü’l-Arabi “din” kelimesinin boyun eğme, karşılık ve âdet olmak üzere birbiriyle irtibatlı üç farklı anlamım vurgulamaktadır. Öncelikle, din mutlak olarak kişinin Tann’ya itaat edip boyun eğmesidir. Bu anlamda “din” kelimesi “İslam” ile eş anlamlıdır; dolayısıyla “İslam” aslında bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin de adıdır. Dinin “karşılık” şeklindeki anlamı bireylerin kendi eylemlerinden kaynaklı olarak hem bu dünya hem de öte dünyada mutlu veya mutsuz oluşlarında ortaya çıkar. Din burada kişinin eylemleri neticesinde görünür olan bireysel bir inşa sürecine tekabül eder. Dinin emirlerine boyun eğen insan Tann’nm kendisine vereceği karşılığı da belirlemiş olur, dolayısıyla eylemlerinin karşılığı olumlu veya olumsuz bir biçimde kişiye döner. Böylelikle dinin “âdet” şeklindeki anlamı ortaya çıkmaktadır. îbnü’l-Arabi hem Hakk’ın emrini yerine getirmesi hem de mükellefin mutluluğunu temin etmesi bakımından peygamberin dindeki rolünü, doktorun tabiatın yardımıyla mizacı dengede tutarak hastayı sağlığına kavuşturmasına benzetir.
Dinin iki türü vardır: Birincisi Allah katında, Hakk’ın bildirdiği kimse [yani peygamber] katında ve Hakk’ın bildirdiği kimsenin bildirdiği [yani peygambere vâris] kimse katında olan dindir. İkincisi insanlar katında olan dindir ve Allah dinin bu türünü de muteber saymıştır.
Allah’ın katındaki din, Allah’ın seçtiği ve insanların dininin üzerinde yüce bir mertebe verdiği dindir. Nitekim Hak Teâlâ “Bu dini İbrahim de Yakup da oğullarına vasiyet etti: Ey oğullarım Allah sizin için bu dini seçti. Öyleyse sizler de bu dünyadan Müslümanlar olarak âhirete göçünüz” (Bakara 2:132) buyurmuştur. Âyette geçen “Müslümanlar (müslimûn)” kelimesi “itaat edip boyun eğenler {münkâdûnT anlamındadır. Yine âyette “din” kelimesi, tarif ve ahd için olan belirlilik takısı elif-lâm ile ed-dîn şeklinde gelmiştir. O herkes tarafindan bilinen ve tanınan bir dindir. Nitekim bir başka âyette “Allah katında din islamdır” (Âl- i İmrân 3:19) buyurulmuştur. Âyetteki “İslam” kelimesi inkıyâd yani itaat edip boyun eğmek anlamındadır. Dolayısıyla din, senin bütünüyle Hakk’a itaat edip boyun eğmenden ibarettir. Allah’ın nezdinde olan din, senin itaat edip boyun eğdiğin şeriattır. Öyleyse din boyun eğmedir (inkıyâd). “Nâmûs” ise Allah’ın kanun olarak vaz ettiği şeriattır. Allah’ın kanun olarak vaz ettiği şeye itaat edip boyun eğmekle vasıflanan kişi, din ile kâim olan, [onunla yaşayan/gerçekleşen] ve dini ikâme eden, [onu yaşatan/gerçekleştiren] kimsedir. Namazı ikâme ediyor ifadesinde geçtiği üzere “ikâme” kelimesi burada dini inşa eden anlamındadır. Şu halde kul dini inşa eden, Hak ise hükümleri vaz edendir.
Boyun eğme senin fiilindir, dolayısıyla din senin Şilindendir. Bu itibarla sen ancak senden olan şey ile mesut oldun, senin fiilin olan şey nasıl senin için mutluluğu (saadet) temin etti ise İlâhî isimleri de aynı şekilde ancak O’nun fiilleri açığa çıkardı. O’nun fiilleri sensin ve fiiller sonradan meydana gelmiş şeylerdir (muhdesât). Eserleri vasıtasıyla O, “ilâh” olarak isimlendirildi, sen de eserlerinle “sad” [yani mutlu] olarak isimlendirildin. Dini ikâme eylediğin ve senin için şeriat kıldığı şeye boyun eğdiğin vakit Allah Teâlâ sana kendi mertebesini ihsan eyler, [seni kemale erdirir]. Allah Teâlâ’mn muteber saydığı “insanların katındaki din”i izahtan sonra [genel olarak “din” konusuna ilişkin] faydalı olacak bilgileri de Allah’ın izniyle açıklayacağım.
Din [gerek Allah katmda, gerekse insanlar katında olsun] bütünüyle Allah a mahsustur ve din bütünüyle şendendir, O’ndan değildir; ancak kaynağı bakımından Allah’tandır. Allah Teâlâ “Ruhbanlığı kendileri ortaya çıkardılar (Ha- dîd 57:27) buyurdu. Bunlar, insanlar tarafından bilinen bir peygamberin, örfte bilinen, [peyga mherl i k iddiasını ispat maksadıyla mucize gösterme gibi] özel bir yöntem ile Allah’ın katından getirmediği hikemî yasalardır (en-nevâmîsü l-hi- kemiyye). Yasalarda tezahür eden hikmet ve maslahat, İlâhî kanunun konulu- şundaki amaç hususunda, İlâhî hükme uygun düştüğü vakit, Allah tıpkı kendi nezdinde koyduğu kanunu (şer’) muteber saydığı gibi, o yasayı da muteber saydı; [âyette belirtildiği üzere] her ne kadar Allah, o yasayı, onlar üzerine farz kılmamış olsa da.[II] (…)
Allah, farkında olmadıkları bir tarzda, kendisi ile hikemî yasalar koyanların kalpleri arasında inayet ve rahmet kapısını açtığında, vaz ettikleri kanunlara saygı ve hürmet hissini onların kalplerinde uyandırdı. Bu suretle onlar İlâhî bildirme ile bilinen nebevî yöntemin dışında Allah’ın nzasmı talep ederler. Bu hükümleri yasa yapanlar ve kendilerinden bu yasaya tâbi olmaları beklenenler “ona [yani hikemî yasalara] gereği gibi uymadılar” (Hadîd 57:27), “ancak onlar Allah’ın rızasını talep maksadıyla bu yasaları icat ettiler” (Hadîd 57:27) ve bu se- beple de [Allah’ın nzasmı talep için o yasalara] itikat ettiler. [Allah Teâlâ şöyle buyurur:] “İçlerinden [yasalara] iman edenlere karşılıklarını verdik” ve fakat bu ibadet ile mükellef olanların “çoğunluğu fâsıktırlar” (Hadîd 57:27), yani yasalara boyun eğmekten ve onlara hakkını vererek yerine getirmekten uzak kimselerdir. Her kim ki bu yasalara boyun eğip uymazsa onlan yasa haline getirene [Hakk’a] O’nu razı edecek bir şey ile O’na boyun eğmemiş {münkâd) demektir.
Ancak [İlâhî] emir [yani varlıktaki durum veya oluş] boyun eğmeyi gerektirir; bunun açıklaması şudur: Mükellef ya emre uygun davranmak suretiyle boyun eğer veya emre muhalefet eder. Emre uygun davranan ve itaatkâr olanın durumunun açıklığı dolayısıyla hakkında fazla söze gerek yoktur. Muhalife gelince, o kendisi üzerinde hâkim olan muhalefeti sebebiyle Allah’tan iki emrin [durumun] birini ister: ya bağışlanma ve af ve yahut cezalandırılma. İkisinden birisi zorunludur, çünkü emir kendi özünde haktır. Her hal üzere, kulun fiillerinden ve halinden ötürü Hakk’m kula boyun eğmesi gerçek oldu. Zira [kulun] hali etki edicidir {müessir).
Burada din [kulun fiillerinden olması bakımından] karşılık {ceza) anlamında olmaktadır. Yani [kulu] mutlu eden veya etmeyen şey ile karşılık verme anlamındadır. Kulu mutlu eden şey ile karşılık verme “Allah onlardan razı oldu; onlar da O’ndan razı oldular” (Mâide 5:119) âyetidir. İşte bu mutlu edecek bir karşılıktır. “Sizden zulmeden kimseye de büyük bir azabı tattırırız” (Furkân 25:19) ise mutlu etmeyecek bir karşılıktır. “Onların günahlarını affederiz” (Ah- kâf 46:16); bu da [mutlak anlamda] bir karşılıktır. Böylece dinin “karşılık {ceza)” anlamı sabit oldu. İşte bu, [yani dinin “karşılık” olması ve Hakk’m kuluna boyun eğmesi anlamına gelmesi] konu hakkındaki zâhir lisanıdır.
[Dinin ya da lisanın] sırrına ve bâtımna gelince, kul Hakk’m varlık {vücûd) aynasındaki bir tecellidir. Hak’tan mümkünler üzerine dönen şey, hallerinde zâtlarının Hakk’a verdiği şeydir, [çünkü Hak mümkünlere onunla tecelli eder]. Zira mümkünlerin her halde bir sureti vardır ve hallerindeki çeşitlilik dolayısıyla suretleri de çeşitlilik gösterir; böylece hallerindeki çeşitlilik dolayısıyla [Hak’tan mümkünler üzerine gelen] tecelli de çeşitlilik gösterir. Tecellinin eseri kulun üzerinde var olduğu hale [yani ayn-ı sâbiteye] göre ortaya çıkar.
Kula iyiliği {hayır) kendisinden başkası vermediği gibi iyiliğin zıddını {şer) da kendisinden başkası vermemiştir. Bilakis o kendi zâtım nimetlendiren ve cezalandırandır. Dolayısıyla kul yalnızca kendisini yermeli ve kendisini övmelidir. Onlar hakkındaki bilgisinde “Allah için apaçık bir hüccet vardır” (En‘âm 6:149), zira bilgi bilinene tâbidir.
Bundan sonra bu meselede [yukarıda zikrettiğimiz] sırdan daha üstün bir sır vardır: Mümkünler yokluktan {adem) [ibaret] olan aslı üzere sabittir ve mümkünlerin kendiliklerinde {nefs) ve özlerinde (ayn), üzerinde bulundukları hallerin suretlerinde açığa çıkan Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur. Artık sen haz alanın ya da acı duyanın kim olduğunu, hallerden bir hali “takip” edenin ne olduğunu bildin. Ayrıca [ceza ve mükâfatın] “ukûbet” ve “ikâb” olarak niçin isimlendirildiğini de öğrendin, [halin peşi sıra gelen olduğu için cezaya “ukûbet” ve “ikâb” denildi]. Ukûbet/ikâb [sözlükteki karşılığı ile] hem iyilik hem de kötülük [durumları] için kullanılabilir. Ne var ki örfte iyilik, [yani iyiliğin peşi sıra gelen karşılık] için sevap, kötülük, [yani kötülüğün peşi sıra gelen karşılık] için ise “ikâb” [azap] kullanılmıştır. Bu yüzden din “âdet” [kelime anlamıyla dönen, insanlar arasında devridaim edip alışkanlık ve töre haline gelen] olarak isimlendirildi ve yorumlandı. Zira halinin gerektirdiği ve istediği şey kulun üzerine dönmüş oldu. Dolayısıyla din âdettir. Şair [İmriülkays bu anlamda] şöyle demiştir: “Ümmül-Hüveyris’ten önce senin dinin olduğu üzere.” Şiirde kullanılan “din” kelimesi “âdet” anlamına gelmektedir. “Âdet” denildiğinde aklen kastedilen anlam, bir işin kendisi olarak (ayn) kendi haline dönmesidir. Hâlbuki bir işin kendisi olarak kendi haline dönmesi mümkün değildir. Zira [buradaki yoruma göre] “âdet” tekrar demektir, [varlıkta ise tekrar yoktur].
Ancak âdet akledilir bir hakikattir ve [bireysel] suretlerde [tekrar değil],benzerlik mevcuttur. Biz biliriz ki insanlık hakikati bakımından Zeyd, Amr’ın aynıdır. Hâlbuki insanlık hakikati bulunduğu hale geri dönmedi, yanı tekrar etmedi, dönseydi çoğalmış olacaktı. İnsanlık tek bir hakikattir, bir ise kendi özünde asla çoğalmaz– Yine biz biliriz ki kişilik bakımından Zeyd, Amr’ın aynı değildir. Ancak her ikisinde de şahsiyetin varlığı, şahsiyet olması bakımından gerçekleşmekle birlikte Zeyd’in şahsı Amr’ın şahsı değildir. Bununla beraber benzerlikten ötürü biz duyu itibariyle “insanlık tekrar (âdet) etti” [çünkü tek bir hakikat olan insanlığın, şahısların suretinde benzerliği mevcuttur], gerçek hükümde ise “tekrar etmedi” [çünkü insanlık tek bir hakikattir ve şahısların çokluğu ile çoğalmaz, çoğalan insanlık hakikatinin suretleridir] deriz. Böyle olunca bir yönüyle âdet [yani tekrar] yoktur, bir yönüyle de âdet [yani tekrar] vardır. Benzer şekilde bir yönüyle ceza [karşılık] vardır, bir yönüyle yoktur. Çünkü ceza mümkünde mümküne özgü bir haldir. Bu, konu ile ilgilenen bilginlerin ihmal ettikleri, daha doğrusu gereğince izah etme konusunda ihmale düştükleri bir meseledir. Yoksa onlar mesele hakkında hepten bilgisiz değillerdir. Ashnda söz konusu mesele, insanlar üzerinde hüküm süren kader sırrının bir parçasıdır.
Bil ki doktor hakkında “tabiatın hizmetkârı” denildiği gibi peygamberler ile vârisleri hakkında da mutlak anlamda “İlâhî emrin hizmetkârı” denilir. Hâlbuki onlar ashnda mümkünlerin hallerinin hizmetkârıdırlar. Onların hizmetleri, hakikatlerinin (ayri) [Tanrı nın bilgisindeki] sübutu halinde, mümkünlerin üzerin- de bulundukları hallere göredir. Dikkatle bak! Ne şaşılacak bir iştir bu!
Ancak burada arzulanan hizmetkâr, hizmet ettiği kişinin emrine (mersûm), hali ya da sözüyle uyan kimsedir. Zira doktor için “tabiatın hizmetkârı” denilmesi, tabiata yardımcı olması şartı ile mümkün olabilir. Çünkü tabiat, hastanın bedenine özel bir mizaç verir ve bu mizaç sebebiyle kişi “hasta” diye isimlendirilir. Eğer doktor tabiata [her halükârda] hizmet ederek yardımda bulunsaydı, hastalığın oranım artırırdı. Hâlbuki doktor sağlığı istemekle, bir mizaca aykırı olan, başka bir mizacı inşa etmek suretiyle doğayı hastalıktan engeller. Sağlık da aslında tabiatın bir parçasıdır. Bu durumda doktor [mutlak anlamda] tabiatın hizmetkârı değildir. Doktor ancak tabiatın yardımıyla hastamn bedenini sağlığına kavuşturmak ve mizacı da değiştirmek suretiyle tabiatm hizmetkârı olur. Dolayısıyla doktor genelin dışında özel bir vecihle tabiat için çaba içerisinde olur, çünkü bu gibi meselelerde genel vecih geçerli değildir. Şu halde doktor [bir yönüyle] tabiatm hizmetkârıdır; [bir yönüyle de] tabiatın hizmetkârı değildir.
Hakk’ın hizmetinde bulunan peygamberler ile vârisleri için de benzer durum geçerlidir. Hak, mükelleflerin halleri konusunda hüküm vermede iki vecih üzeredir: Kuldan emir, Hakk’ın iradesinin gerektirdiği duruma göre ortaya çıkar. Hakk’ın iradesi, Hakk’ın bilgisinin gerektirdiği duruma göre ona ilişir. Hakk’ın bilgisi ise bilinenin kendi zâtından Hakk’a verdiği duruma göre ona ilişir. Zira o ancak kendi suretiyle zâhir olur. Peygamber ve vârisi, irade ile İlâhî emrin hizmetkârıdır, [sadece İlâhî] iradenin hizmetkârı değildir. Peygamber, mükellefin mutluluğunu [ve kemalini] gözettiği için, onu [kendisine zarar vereceği açık olan İlâhî emirden] alıkoymaya [çalışır]. Eğer [peygamber sadece] İlâhî iradeye hizmet ediyor olsaydı, nasihatte bulunmaz [ve mükelleften kötü bir fiil ortaya çıkmasına engel olmaya çalışmazdı]. Bununla beraber peygamber İlâhî irade ile nasihatte bulundu.
Peygamber ile vâris, nefsler için uhrevî doktordur; Allah [nefsleri ıslah etmeyi] emrettiği zaman onun emrine boyun eğerler (münkâd). O’nun emrine ve iradesine bakar. O’nu görür, yani Hakk’ı iradesine muhalif bir şey ile ona emrettiğini görür. Aslında yalnızca O’nun irade ettiği olur. îşte bu yüzden o, emir oldu ve Allah emri irade etti, emir de [emredilen kul vasıtasıyla] gerçekleşti. Emredilene [yani kula] emrettiğinin kendisinde gerçekleşmesini irade etmediği şey, emredilende gerçekleşmedi. [Emre nispetle] bu durum “muhalefet” ve “masiyet” diye isimlendirildi. Hz. Peygamber ise [İlâhî emrin hizmetkârı olması sebebiyle mutlak anlamda] tebliğ edicidir. Bundan dolayı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 11:112) âyetini içerdiği için [Hûd sûresi hakkında] “Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı”[3] buyurdu. Onu [âyetin] “emrolunduğun gibi” kısmı ihtiyarlattı. Zira Hz. Peygamber şunu bilmiyordu: Kendisi iradeye uygun düşen bir şey ile mi emrolundu, ta ki o şey gerçekleşsin; yoksa iradeye aykırı olan bir şey ile mi emrolundu, ta ki o şey gerçekleşmesin. Hiçbir kimse iradenin hükmünü [önceden] bilemez, fakat muradın gerçekleşmesinden sonra bilir. Bunu yalnızca Allah’ın basiret gözünü açtığı (keşf) kimse bilir. O kimse, mümkünlerin ayrılarını, sübutlan halinde [Tann’nm ilminde bulunuşlarına göre], olduğu hal üzere idrak eder. Böylece de gördüğü üzere hüküm verir. Bu [keşif], -her zaman değil— bazı vakitlerde bazı insanlar [yani peygamberler ve velîlerin kamilleri] için mümkün olabilir. Nitekim Allah [Hz. Peygamber’e hitaben] “[De ki: Ben peygamberler içinden bir türedi değilim] benim ve sizin başınıza neler geleceğini bilemem” (Ahkâf 46:9) buyurdu. Buna göre arada bir perdenin var olduğunu açıkladı. [Allah’ın kulu muttali kıldığı keşif ile] kastedilen, başkaca değil, yalnızca bazı özel durumlarda kulun ona muttali olmasıdır. (…)
[*] Kaynak metin: İbnü’l-Arabî, Fûsûsu’l-hikem, nşr. Ebrâr Ahmed Şâhî & Abdülazîz Sultân el- Mansûb, Kahire: Şirketül-Kuds, 2016, s. 99-103. Metin hazırlanırken aynca şu şerh ve çeviriler göz önünde bulundurulmuştur: Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı & Selçuk Eraydın v.dğr., İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2017, c. I, s. 523-577; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, çev. & şrh. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı, 2017, s. 97-103, 360-376.
Editör:RahimAcar,Hümeyra Özturan – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.1,syf:139-145
[II] İbnü’l-Arabî, Hadîd 57:27’ye atıfta bulunmaktadır.
[3] Tirmizî, “Tefsir”, 56.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…