Vallahi Kur’an’dan öte bir zenginlik, Kur’ansızlıktan öte bir fakirlik yoktur.
Hasan el-Basrî
el-Musannefu İbn Ebû Şeybe, 7/156
Kur’an’ın kimliği ve mesajının içeriği
Kur’an esasında bir milletin inanç, irade ve düşünce özgürlüğü uğrunda vermiş olduğu mücadelenin destanıdır. Dolayısıyla onu ancak ayağa kalkanlar anlar. Kur’an pratikle tefsir edilir çünkü bir eylem kitabıdır. Masa başında ondan faydalanılmaz. Sözgelimi, dünyanın bir yerinde özgürlük, ahlak ve adalet için bir araya gelmiş ve bu değerler uğrunda hayatlarını vakfetmeye azmetmiş bir topluluğun dinî kaygıları ve amaçlan olmasa bile Kur’an’dan faydaları, bir entelektüelin masa başında elde ettiği faydadan çok fazla olacaktır. Kur’an metni, bir senaryonun ancak çekildiğinde anlamını gerçekleştirebilmesi gibi, hayata aktarıldıkça semeresini verecektir. Kur’an’ın bir eylem planı olduğunu gösteren en önemli delillerden biri, secde ayetleri okunduğunda, namazın içinde dahi okumayı yarıda kesip secde yapılmasıdır. Secde söz ve eylemin kesiştiği prizmadır.
Kur an olgunun önünde değil, arkasında yer almıştır daima. Önce bir hadise meydana gelmiş ve ardmdan Kur’an, münte- siplerinin o hadise karşısındaki duruşlarım belirlemiş, onlara rehberlik etmiştir. Anlıyoruz ki nüzul dönemi, ayetlerin belirli sorulara uygun cevapların verilmesi sürecidir. Sorulan olmayan cevaplar ne kadar anlamsız durursa, Kur’an’m indiği dönemin şartlarını; inişine direkt ya da dolaylı sebep olmuş olaylan bilmeden Kur’an’ı anlamaya çalışmak da o kadar imkânsız olacaktır. Bu açıdan indiği devrin şartlarım göz önünde bulundurarak Kur’an okumayı sadece o döneme hasretmek, sınırsız anlam dünyasını kelimelere mahkûm etmek ve en önemlisi modern dönem İslam dünyası mağlubiyetinin bir sonucu olarak kabul etmek konformist bir yaklaşımdır. Tefsir tarihi boyunca ayetlerin indiği şartları ve sebepleri göz önünde tutarak Kur’an’daki birçok ayetin nüzul dönemine münhasır olduğunu açık yüreklilikle söyleyen onlarca tefsir âlimine rağmen, bugün böyle bir okumaya karşı çıkmak, en hafif tabirle modern dönem kompleksinin bir gereği olsa gerektir.
Bu durum elbette Kur’an’ın zaman ve mekân üstü evrensel mesajlar içermesine mâni değildir. Kur “ani hitabın tarihselli- ği, hitap sahibi Allah’ın değil, muhatap olan insanm tarihselliğinden kaynaklanır. Hiçbir tarihsel varhk/muhatap tarihüstü bir sözü anlayamaz. Kur’an birçok yerde kendisinin o günkü Arapların lisanıyla indirildiğini vurgular. Kaldı ki lisan sadece sözlükteki kelimelerden ibaret değildir. O daha genelde bir toplumun zihin arşividir, kültürüdür. Bu, Kur’an’m belli bir toplumun zihin ve kültür realitesini muhatap aldığım hatta onu bir yere kadar referans kabul ettiğini gösterir. En açık örneği “Allah arşa istiva etti,” gibi teşbih ve tecsim yanılgısına düşürebilecek edebî metafor sfdedindeki naslardır.
Meselenin temeline inerseniz, evrensellik ve tarihsellik olgusunu zamansal ve mekânsal anlamda düşünmenin yeterli olmadığını fark edersiniz. Aynı zamanda, aynı şartlar altında yaşayan insanların eğitim, kültür, meslek, yaş vb. farklılıkları bile, aynı sözün muhatabı olmalarına rağmen tamamen başka anlayışlara sahip olmalarında etkilidir.
İlkesel olarak belirtelim ki Kur’an’m dili yerel, mesajı tarihüs- tüdür. Dili tarihsel olmak zorundadır çünkü dil bir toplumun kültür mahsulüdür. Bir toplumun dilini o toplumun tarihinden, kültürel yapısından hatta gündelik yaşam tarzından bağımsız düşünemeyiz. Toplumun yaşam tarzı dilini, dil de toplumun bilincini oluştur. Şu halde, Kur’an’m dilsel/sözlü ve dahi yazılı bir metin olduğunu hesaba katarsak, onun ancak bir dilde vücut bulabileceğini söylemekten başka çaremiz kalmaz.
Kur’an’ı anlamlandırmanın anlamı
Kritik soru şudur: Günümüzde Kur’an’m anlaşılması probleminden söz edebilir miyiz? Yoksa Kur’an doğru anlaşıldığı halde sorun başka yerde midir? Öncelikle bir anlama probleminin olduğu kesin fakat bu günümüze mahsus bir sorun değildir. Sahabeden yani Kur’an’m ilk muhataplarından sonra Kur’an’ı anlama probleminin ortaya çıktığı, indiği dönemin şartlarından uzaklaştıkça bu sorunun kademe kademe arttığı ve bir yerden sonra İslam toplumunun en büyük problemine dönüştüğü bir gerçektir.
Evet, her gün afaki biraz daha kararan ümmet-i Muhammed’in bugün içinde bulunduğu durumun en önemli sebeplerinden bir tanesinin, Kur’an’ı anlama problemi olduğunu söyleyebiliriz. Âcizane bugün Müslümanların Kur’an’m emir ve yasaklarına iman etme problemlerinin olduğunu düşünmüyorum. Ben Müslümanım diyen kişi, Kur’an’m emir ve yasaklarına amade, onun getirdiği yasalar çerçevesinde yaşayacağına ahd ü peyman eylemiş demektir. Bu gerçeği az çok teslim ederiz.
Asıl inançsal keskinlik, nüzul döneminin bir realitesiydi. Bugün ise daha karmaşık bir inanç adresiyle karşı karşıyayız.
Kur’anın ilk muhataplarının Kur’an’la ilişkisi sadece inanç üzerindendi. O gün Kur’an’a inanmak (iman) ya da inanmamak (küfür) veya inanıyor gibi görünmek (nifak) geçerliydi.
Günümüze geldiğimize, Kur’an’a inanma ya da inanmama değil, ayrıca neye inanıp neyi inkâr edeceğini bilme gibi bir problem zuhur etti. Âdeta ilk neslin imanı ilme, küfrü cehalete; sonrakilerin imanı ise bilmezliğe dayanıyor. İlk dönem muhataplar, anlama değil, inanma ve hayat edinmeyle yüz yüzeydiler. Onlarm tefsire ihtiyaçları yoktu. Vahiy, içinde yaşadıkları çağın sorunlarını yine o çağ insanının gündelik dil, deyim ve söylemleriyle açık bir şekilde kendilerine izah ediyordu. Belirtilen tabii kültürel donanım dışında teknik bir malumat elzem değildi.
Bu mevzuda, zayıf da olsa Hz. Aişe’den [r.anhâ], “Hz. Peygamber Cebrail’in bildirdiği birkaç ayetin dışmda Kur’an’dan hiçbir şeyi tefsir etmedi,” sözü Taberî tarafından nakledilir. Yine bu hususla alakalı İbn Mes’ûd’un talebelerinden Abide b. Kays, kendisine bir ayetle ilgili soru soran îbn Sîrîn’e ibretlik bir cevap verir: “Sana Allah’tan sakınmayı (takva) ve dilini tutmayı tavsiye ederim. Zira Kur’an’m indiği dönemin hadiselerinin şahitleri bu dünyadan göçüp gittiler.”[1]
Gözenin kaynağından uzaklaştıkça suyun berraklığı nasıl azalıyorsa, vahyin indiği ve yaşandığı çağdan uzaklaştıkça Kur’an’m anlaşılması bir problem halini almaya başlamıştır. Vahiyle muhatap arasındaki zaman uzadıkça vahyi anlamak, cevabı olduğu soru ve sorunları anlamaya bağlı oldu. Böylelikle ayetlerin inişine direkt ya da dolaylı yoldan sebep olmuş olaylara şahit olan sahabe ve özellikle îbn Abbas gibi Kur’an’la fazlaca meşgul olmuş bir sima tek otorite halini aldı. Ayetlerin tefsirindeki kritik rollerinden dolayı, ilk dönemlerde hadis uydurma faaliyetlerinden de daha fazla biçimde, sahabelere bazı ayetlerin tefsiri sadedinde rivayetler nispet edilmeye başlanmıştı. tmam Şafiî’nin “İbni Abbas’tan sadece yüz kadar ayet tefsiri nakledilmiştir,” sözünden de bu alandaki istismarın düzeyini anlayabiliyoruz.
Bütün bunları göz önünde bulundurunca, irtihal-i Nebi sonrası yaşanan kimi çekinceleri anlayabiliyoruz. Belki de Kur an’ın mushaflaşma sürecindeki tereddüt ve tepkilerin temelinde böyle sezgisel bir bilinçaltı korku vardı: sözün bağlam içinde kazandığı varlığın/anlamın yazıya dökülmesiyle buharlaşacağı korkusu. Gerçekten söz yazıya döküldüğünde zamandan kopar. Bir nesnenin fotoğrafının çekilmesi gibi, o nesne zaman içinde varlığını sürdürürken, sanki siz o nesnenin bir anını zamanm içinden o an çekip almış olursunuz. Böylelikle canlı olan nesne fotoğrafla cansızlaşır. Nihayetinde zaman “şey”in ruhudur. Sözün yazıya dönüşmesi de âdeta kelimelerin ruhunu yok eden, onları matlaştıran bir şeydir. Dolayısıyla söz ile zamanm çok derin bir ilişkisi vardır. Kelimelerin anlamları “şimdi” ile kaimdir çünkü anlam kelime bedenine sirayet eden ruh gibidir.
Metni anlamak için temel gereklilikler
Burada ilk önce, “metin” sözcüğünü “kitap” olarak külli bir manada anlamak gerekir. Bir kitabı anlamanın ilk şartı o kitabın dilini bilmektir. Lügavi açıdan ne dediğini anlamadığımız bir kitabı idrak edip hayata rehber edinmekten sorumlu olmamız düşünülemez. Bundan dolayı Kur’an, “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.”[2] buyurur.
Konuyla ilgili başka bir ayet şöyledir: “Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an yapsaydık onlar mutlaka, ‘Onun ayetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?’ derlerdi.”[3] Burada da Kur’an, onun kavminin dilinden başka bir lisanla gönderilmiş olması halinde, kavminin onu anlamama gibi bir mazereti ileri sürebileceklerini söylüyor ve bu mazereti yadırgamıyor. Böylelikle dilini anlamadıkları bir kitaptan sorumlu olamayacaklarını zımnen ifade etmiş oluyor.
Söz konusu ayetlerden hareketle vahyin ilk muhataplarının Kur’an’ı dil/lügat düzeyinde anlama problemi yaşamadıklarını çok açık biçimde görebiliyoruz. Az önce bu hususa kısmen değinmiştik. Bundan dolayı onlar Kur’an’ı tedebbür, (bir şeyin arkasını bilmek), tefekkür (derinlemesine bilmek) ve tefakkuh (maksadını bilme) etmeye davet edilmişlerdir. Yoksa teallüm ve tefehhüm düzeyinde anlama sorunları yoktu. Üstelik bu sadece Kur’an’m ilk muhataplarına mahsus bir durum değildir. Ayetin de mimlediği gibi vahye muhatap olmuş bütün topluluklar için geçerli sayılacak bir husustur. “Ey Şu’ayb! Dediklerinin çoğunu anlamıyoruz (fıkhedemiyoruz),”4 ayeti bu konuya güzel bir örnektir. Bu ayette kavini Şuayb’a, açıkça söylediklerinin ne anlama geldiğini dil/lügat açısından anladıklarını fakat neden bunları söylediğini idrak edemediklerini ifade eder.
Kur’an’m dilsel yönüne dair haksız bir ithama belki burada temas etmek gerekir. Kur’an’da bazı cümle düşüklükleri, anlatım bozukluğu olduğu yönünde kötü niyetli ve oryantalizm kaynaklı iddialar, ona dilsel bir hitap değil de yazılı bir kitap olarak bakmanın getirdiği bir problemdir. Kur’an bilgi aktarım amacıyla kaleme alınmış bir metin değildir. O muhataplarını bilgilendirmeyi değil, etkilemeyi ve yönlendirmeyi amaçlar. Kur’an’m masa başında yazılmış bir kitap olmayışı hatta öz itibarıyla bir kitap olmayışı sonraki nesiller tarafından göz ardı edilmiştir. Kur’an’m kitaplaşması, sonraki nesiller tarafından sıradan kitap olarak algılanmasına sebep olmuştur. Oysa o yirmi üç yıl gibi uzun bir zamanda ve peyderpey indirilmiş ve en önemlisi sonradan kitap halini almış bir metindir.
Ayetlerin bağlamını bilmek
Bir kitabı anlamanın ikinci şartı bağlama dair bilgidir. Dikkat edin» İslam tarihinde ilk ciddi vahyi anlama problemi» Kur an la araşma zamanın girmesiyle bağlamdan kopmuş olan yeni nesilde ortaya çıkmıştır. Bu yeni nesil, sahabe gibi Kuranın inişine sebep olan bir nesil olmadıklarından hatta sahabenin kendilerinin de bir parçası oldukları olay ve hadiseleri bilmediklerinden dolayı bazı ayetleri anlamakta zorluklar yaşamaya başladılar. Bakara suresinin 158. ayeti, sahabenin çocuklarının bağlamı bilmemekten kaynaklı anlama problemi yaşamaları açısından ilginç bir örnektir.
Ayetin meali şu şekildedir: “Şüphesiz, Safa ile Merve Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse bunda bir günah yoktur.”5 Bir hac esnasında Hz. Esma’mn oğlu, teyzesi Hz. Aişe’ye [r.anhâ] gelerek bu ayeti soruyor. Safa ile Merve arasmda sa’y yapmak haccın da umrenin de şartlarından biridir. Şu halde “bir beis yoktur” tarzındaki anlatımın sebebi nedir? Bu hadisede, Kur’an’ın anlaşılmasında bağlamın bilinmesinin ne denli önemli olduğu hatta anlamın tamamen bağlamla ilişkili olduğu çok net şekilde görülmektedir.
Gerçekte ayetin bağlamı şudur: Mekke fethedilmeden önce Kabe’de olduğu gibi hac menâsikinin icra edildiği bütün mekânlarda putlar vardı. Safa ve Merve de bunlardan biriydi. Kâbe ve Safı ile Merve’deki putlar yıkılınca sahabe bir an için tereddüt etti: “Acaba Safa ile Merve’yi putlardan dolayı mı tavaf etmiyoruz, yoksa bunlar şirk şiarı oluşturan şeyler midir?” O dönemin müminleri putlardan arınmış olsa da şirk dini için mukaddes sayılabilir düşüncesiyle Safa ve Merve noktasında bir tereddüt yaşadılar. Bunun üzerine inen ayet, Safa ve Merve’de sa’y yapmanm şirk uygulamalarıyla bir alakası olmadığını açıkladı. Şimdi ayetin söylemiş olduğu şeyi insan lügat açısından çok net anlamış olsa da bağlam bilinmeyince ayet anlamını yitiriyor. Aslında bugün Kur’anı anlamada en çok problem yaşadığımız yer, işte burasıdır. İndiği şartların bilinmemesi Kur’an metnini anlaşılmaz kıldığı gibi, yanlış anlaşılmasına dahi sebep olabiliyor.
İtiraf etmeliyiz ki, meselenin çok daha vahim tarihî tezahürleri var. Daha ilk neslin dünyayı terk etmesiyle Kur’an’ın tefsiri üzerinden baş gösteren ihtilaflar kan dökmeye varacak boyuta gelmişti. İlk dönemdeki mızrakların ucuna Kur’an takma hadisesi farklı format ve şekillerde her dönemde varlığını sürdürdü. Meşrepler mezhebe, mezhepler Arkaya, fırkalar hiziplere ve en nihayetinde birbirlerini heretik kabul eden ve birbirlerine düşman Kur’an cemaatlerine dönüştü.
Daha ilk devirlerde Mülk suresinin “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık!”6 şeklindeki 10. ayetini, “Eğer ashab-ı hadis veya ashab-ı rey mezhebi üzere olsaydık, o çılgın ateşe girenler içerisinde olmazdık,” diye tefsir etmekten hiç çekinmemişlerdir. Neredeyse her ayeti kendi mezheplerini bir şekilde destekleyecek, üzerinde oldukları yolu doğrulayacak şekilde yorumlama faaliyeti öyle bir hal aldı ki, artık bu durum her hizipçe muteber kabul edilen bir usule dönüştü.
Şu noktaya da İlmî sadakat adına temas etmek gerekir: Kur’an’dan, Kur’an’m indiği sosyolojiden bağımsız gelişmiş olan ve birçoğunun temelinde siyasi çekişmelerin yattığı fikhi ve kelami tartışmalarda maalesef ayetler nüzul ortamındaki karşılığı dikkate alınmaksızın tarafların anlamak istediklerine uygun bir vaziyette yorumlanmış, âdeta mezhebin inanç esasları Kur’an’a söylettiril- meye çalışılmıştır. Halbuki Kur’an bir kitap değil, hitaptır. Sonradan yazdı hale getirilmiş bir metindir. Diyalojik yapısı dikkate alınmadan elde edflen her anlam, anakronik bir okumayı netice verir ki bugünkü Kur’an’ı yorumlama problemlerinin temelinde yatan sorun kısmen buradan kaynaklanmaktadır.
Hatalı anlamaya çarpıcı bir örnek
Bizzat sahabenin yadırgadığını gördüğümüz bir rivayeti ele alalım dilerseniz. Tirmizî kaynaklı bir hadis-i şerif, Kur’an’ın bağlamından kopuk okunmasının -her defasında yanlış anlamaya sebebiyet vermese de- sahabe tarafından mahzurlu görüldüğünü gösterir. Eşlem b. İmrân anlatıyor:
Bizans ile savaş halindeyken Müslümanların saflarından biri tek başına düşman saflarına dalınca, bazı Müslüman- lar “Kendi kendinizi tehlikeye atmayın,”7 ayetini okuyarak bu davranışı yadırgarlar. Orada bulunan Eyyûb el-Ensârî onları şu şekilde düzeltiyor: “Siz bu ayeti yanlış bağlamda okuyorsunuz. Bu ayet biz ensarm İslam güçlendikten sonra, artık kendi dünyalık işlerimize bakabiliriz, minvalinde konuşmalar yaptığımızda nazil oldu. Ayet bizim için şöyle demiş oluyordu: ‘Cihattan geri durarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ Oysa siz burada farklı bir bağlamda okuyarak ayeti tahrif ediyorsunuz.”
Elbette en çok rastlanan okuma hatalarından birisi -belki buna hata değil, Kur’an’a ihanet demek daha doğru olur- ayetlerin içinde bulundukları pasajlardan çıkarılarak okunmasıdır. Bu anlamı yok eden hatta direkt ayeti tahrif eden bir okuma biçimidir. Örneğin, muarızları tarafindan reddedilen birinin Şûra suresinin 19. ayetini okuyarak iman elçisi olan Hz. Musa’nın Firavun’u imana davet ederken bile tekfire maruz kalışını öne sürmesi. Halbuki ayet-i kerimeyi biraz gerisinden okuyan, hemen oradaki “Ente minelkâfirîn/sen kâfirlerdensin,” sözünün nankörlükle suçlama anlamına geldiğini anlayacaktır.
Diğer örnekte, Sâffât suresinin “Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir,”8 şeklindeki 65. ayeti için, cehennem- deki ağaçların şeytana benzetildiği zannedilerek uzun uzun yorumlar yapılmıştır. Halbuki vahyin indiği sosyal çevreyi ve o bölgenin coğrafık durumunu bilen bir kimse, burada zikredilen “şeytanların başları” ifadesiyle, Mekke civarında yetişen ve görüntüsü oldukça çirkin bir ağacın kastedildiğini anlayacaktır. Keza Haricilerin “Hüküm ancak Allah’a aittir,”[9] ayetinden yola çıkarak bozgunculuk çıkarmaları, Kur’an’ı iç bütünlüğüne dikkat edilmeden, indiği dönemdeki metin dışı unsurlardan bağımsız olarak okumanın tarihteki en içler acısı örneğidir. Nitekim Hz. Ali bu hadise karşısında, “Hak sözle batıl anlam kastediliyor,” şeklinde mukabelede bulunmuştur.
Bir de son dönem tahrifine değinelim: Modern dönemde çokça rastlandığı şekliyle, bilimsel bir gerçeği ifade etmek ya da sosyolojik ve psikolojik bir esası zikretmek için, Kur’an’dan bu anlama yakın ya da bir şekilde lafız itibarıyla söz konusu maksatla kesişecek ortak yönleri ihtiva eden ayetlerle söze başlamanm ne gibi bir anlamı olabilir?
Sözgelimi demokrasinin faziletlerinden bahsederken, istişareyi emreden ayetlerle istişhat etmek veya astronomi ile ilgili bir hadiseyi uzun uzun dile getirmeden önce yerlerin ve göklerin yaratıcısının Allah olduğunu ifade eden ayetle söze başlamak ya da bu ayetlerdeki kelimelerin arasmdan söz hokkabazlığıyla maksada uygun anlamlar devşirmek ve bunları da “Nitekim Kur’an böyle buyuruyor,” gibi cümlelerle ayetlere payanda muamelesi yapmanın, en sonunda birbirleriyle hiçbir alakası olmayan binlerce yaşam tarzmın kendisini Kur’an’la referans etmeye sebep olmaktan başka neye faydası olmuştur?
Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali,syf:143-152
Dipnotlar:
[1] Tefslru İbn Kesîr.
[2] İbrâhîm, 14:4.
[3] Fussilet, 41:44.
4 – Hud:11:91
5-Bakara, 2:158
6-Mülk:67:10
7-Bakara, 2:195
8-Saffat,:37:65
[24] Yûsuf, 12:40.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…