Dil,kavrayış ve Davranış
Kur’ân beş vecih üzere indirildi: Helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal; helali yapın, haramdan kaçının, muhkeme ittiba edin, müteşabihe inanın, emsali anlayın (fe’tebiru’l-emsâl).(1)
Giriş
Yüce Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed (a.s.)’a vahyetmesi, Hz. Peygamber’in buna göre davranışı (beyân ve tebliğ) ve bunun neticesinde bir İslâm toplumunun ortaya çıkışı, belirli bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiş tarihî bir olgudur. Burada netice bir toplumun ortaya çıkması olduğu gibi, bunun vasıtası Peygamber’in vahye göre davranması, başlangıç noktası (temel sâik) ve dolayısıyla anahtar kavram, Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e vahyetmesidir. Üç unsurlu bir ilişkiyi (vahyeden-vahiy-kendisine vahyedilen) ifade eden “vahyetmek”, kendinde Allah ile Peygamber arasında gerçekleşen çok özel bir süreç olduğu için, bunun mahiyetini tespit etmemiz, -benzer bir tecrübeyi yaşamadığımız için-, mümkün olmayacaktır. Ancak bu durum bizim “vahiy” hakkında konuşmamızı imkân dışına çıkarmaz. Çünkü vahiy, peygamber dışındaki insanlara ulaştığı haliyle, şekli ve muhtevası muayyen bir bütün teşkil etmektedir. Bu haliyle vahye isteyen her insan ulaşabilir ve onun hakkında, başkaları tarafından doğruluğu tahkik edilebilir görüşler beyan edebilir. Çünkü vahyetme, Peygamber dışındaki insanlar açısından, netice itibariyle ne olduğu belli bir hitabın kendilerine ulaşmasından ibarettir. Bu hitab, şekli ve muhtevası ile hemen her hitabda olduğu gibi, olup bitene bir müdaheledir. Buna göre vahiy, Yüce Allah’ın Peygamber’in şahsında ve onun vasıtasıyla olup bitene yaptığı lisanî bir müdaheledir.(2)
Bizim için burada söz konusu olan, Peygamber dışındaki vahyin ilk muhatapları gibi, vahyetme süreci neticesinde insanlara ulaşan Allah Kelâmı’nın (=Kur’ân) bir toplumun ortaya çıkmasında nasıl etkin olabildiğinin İnsanî idrak sınırlan içinde anlaşılabilir bir açıklamasının yapılmasına doğru, geliştirilebilir bazı esaslan tespit ederek, bir taraftan ilk Islâm Toplumunun nasıl ortaya çıktığının açıklanması yönünde bir adım atmak, diğer taraftan (dolaylı olarak) bugün Kur’ânın anlaşılması gayretlerine metodolojik bir katkıda bulunmaktır. Bu meselenin tam anlamıyla halli, oldukça geniş bir alanın teferruatlı bir tahlilini gerektirdiği için, bizim katkımız ister istemez ileriye yönelik bir araştırma programının hazırlık çalışması (yani mukaddimesi) olarak kalmak zorundadır.
1.2.Kur’ân, Yüce Allah’ın, insanların içinde bulunarak katıldıkları gidişata, onların kullandığı bir dilde (Arapça) lisanî bir müdahale olması, O’nun kelâmının (kelâm-ı nefsî anlamında) kendinde ne olduğu sorusunu söz konusu etmeksizin, bu kelâmın insanlara ulaşmış olduğu hali esas alarak, meseleyi insan idrak ve tecrübesi sınırlan içinde ele almayı mümkün kılmaktadır.(3) Çünkü, tekrar vurgulamakta fayda var, Peygamber’in etrafındaki insanlara vahiy, yaşadıkları hayata Yüce Allah’ın onların kullandığı bir dilde, lisânî bir müdâhalesi (kelâm) olarak ulaşmıştır;(4) ve bu müdahale netice itibariyle bir toplumun ortaya çıkmasını sağlamıştır.
1.3.Bu tebliğde, lisânî bir müdahalenin (kelâm, hitâb) nasıl olup da “yeni bir toplumun” ortaya çıkmasını sağlayabildiğinin tahlilinin hangi esaslardan hareketle yapılabileceği sorusuna bir cevap aranacaktır.(5) “Bir toplumun ortaya çıkması” ifadesi, burada kullanıldığı haliyle, yok iken var edilmesi (yaratık ması) anlamında değil, mevcudun bir dönüşümü neticesinde, “mahiyet olarak” farklı bir toplumun oluşması anlamına gelmektedir. Toplum, netice itibariyle onu oluşturan insanlar arasındaki bir ilişki düzeninden ibarettir. İlişkilerin düzeninin esasını, ilişkilere iştirak edenler tarafından benimsenerek uyulan ortak değerler sağlamaktadır. Değerler ise, kendinde varlığı olmayan (veyâ nisbî bir varlığı olan), insan ile eşya arasındaki ilişkinin bir boyutundan (nispet ilişkisi) ibarettirler. Yani yeni bir toplumun ortaya çıkması, mevcut insanların kendilerini ve çevrelerini yeniden tarif ederek, aralarında bu tarifin öngördüğü bir ilişki düzeninin geçerli olmasının ötesinde başka bir şeyi ifade etmez.
Mezkur yeni toplumun ortaya çıkmasının sâiki ise, Yüce Allah’ın Rasûlü vasıtasiyle yaptığı lisânî müdahale olmakla, mesele bir anlamda dilin bu gücü nereden aldığı, lisanî bir müdahalenin nasıl olup da fiziki bir zorlama olmaksızın insanların kendilerini, etrafındaki diğer insanları ve mevcudatı daha farklı kavramalarını sağladığı, nasıl olup da insanlar arasında yeni bir ilişki düzenini ortaya çıkarabildiği soruları ile ilgilidir. Buna güre dilin kullanım şekilleri üzerinde durduktan sonra (2), dilin Kur’anda nasıl kullanıldığını (şekil ve muhteva açısından) gözden geçirerek (3) bununla yeni bir rupininim ortaya çıkması arasındaki alakayı kurmaya çalışacağız (4).
Dilin Kullanım Şekilleri
‘2.1. Kur’ân, Allah Kelâmıdır. Kelâm dilin anlamlı en küçük biriminin ifadesi olarak, kelime ile aynı kökten (—kelm) gelmekte olduğu için, bu kökün anlamı ile, kelime ve kelâm’ın ifade ettiği arasında bir alaka vardır. Kelm kelimesi, yaralamak (cerh) anlamına geldiği için olsa gerektir ki, söylenen anlamlı söze “kelâm” denilmiştir. Aşağıda kısaca üzerinde durulacağı gibi, dilin anlamlı en küçük birimi kelâm veya “cümle müfîde” olduğu için, kelimelerin kendinde bir anlamı olmamakla birlikte, cümle içinde fark edilebilir ve diğerlerinde tefrik edilebilir birimler olarak, yani cümlenin mütemmim cüzleri olarak söz konusu olabilmektedirler. Benzer bir durum harflerle kelimeler arasında da mevcuttur. Yani anlamlı olan ve anlamlı olmasıyla tesir icra eden söze, “kelâm” denilmektedir.(6) Bu bir anlamda, sözün bir gücü olduğunu ifade ettiği için, Kur’ân’ın Allah Kelâmı olması ile, Islâm Toplumunun ortaya çıkması, onun anlamlı olması ve anlamıyla doğrudan alakalı bir durum ifade etmektedir.(7)
2.2.Kelam,kelime adı verilen cüzlerden oluşmaktadır; dolayısıyla onun anlamı ile cüzlerinin “anlamı” arasında bir alaka mevcuttur. Ancak kelâm’ın anlamı, cüzlerinin anlamından daha farklı bir seviyeye tekabül ettiği için, cüzlerinin anlamına irca edilemez; belki cüzler anlamlarını kelâm içinde her kullanışta yeniden kazanırlar. Bu noktada kelimeler varlıklarının devamını kelam için de kullanılmalarına borçludurlar.
Kelâm’ın diğer adı ise, fukahanın bir kısmının kullandığı gibi, nazımdır. Nazım, daha sonra ondan hareketle oluşturulan “nizâm” kavramından da anlaşılacağı gibi, bir düzene, bir forma işaret eder.“ Bir anlamda kelâm belirli bir düzeni (şekli veya formu) olan sözdür. Buradan hareketle, sözün düzeni ile onun anlamlı olması arasında bir alaka olduğu ortaya çıkar.(9)
2.3.Kelam, bir anlamda mukteza-yı hâle uygun bir şekilde kasdın ifadesi ile bir maksadın gerçekleşmesinin en önemli vasıtasıdır. Kelâm’ın sözün en küçük anlamlı birimi olması, kelamın sadece en küçük anlamlı birimden ibaret olması anlamına gelmez. Kelâm, en küçük anlamlı birimlerin oluşturduğu daha büyük anlam alanları için de kullanılır ki, “Mushaf’ın bütününe ve anlamlı olan her bir kısmına Kur’ân (=Allah Kelâmı) denilmesinin esası burada bulunmaktadır. Başka bir ifade ile kelam, dilin iletişim süreci içinde kullanılmasından (=beyân) ibarettir ve iletişim sürecinde gerçekleşir. İletişim sürecinde sözün yüklendiği vazife, anlamı anlaşılabilir kılmaktır. Anlaşılan anlam ise, mevcudiyetini ortaya çıkardığı eseri, yani tesiri ile gösterir.
Anlamın anlaşılması ile ortaya çıkan tesire, geleneğimizde “mûceb” denilmektedir(10) ki, yerinde kullanılmış olan bir sözün duruma göre olması gerekeni veya olanı ifade ettiği kabul edildiği zaman “hüküm”, ona göre davranıldığı zaman da buna ittibâ denilmektedir. Dilin kullanımı ile anlam, anlamın anlaşılması ile sözün mucebi, mucebin tespiti ve kabul edilmesiyle hüküm ve hüküm ile ittiba arasında bir alaka vardır ve bu alakanın ortaya konmasıyla, kelâm ile toplumsallaşma arasındaki alâka tespit olunabilecektir.
2.4.Mûceb, söylenen söz ile ortaya çıkan iddiayı ifade eder. (Mûceb, sözün kendisi ile ortaya konan iddiayı ifade eder.) Bu anlamda bir sözde dile gelen iddia açısından kelâm bir tasnife tabi tutulacak olursa, bunların netice itibariyle, iki ana kısma ayrıldıktan görülür. Bunlardan birincisi ihbârdır ki, mûcebi, yani onun söylenmesi ile ortaya çıkması beklenen tesir, muhatabın sözü tasdik etmesi, yani doğru olduğunu kabul etmesidir. Diğeri ise “inşâ”dır ki, mûcebi, gereğinin yapılmasıdır.(11) Bir habere ittiba, onun mûcebinin yerine getirilmesi, yani ona inanma olduğu gibi, inşâî bir ifadeye ittibâ da, onun mûcebinin yerine getirilmesi, yani gereğinin yapılması ile gerçekleşir.
2.4.1. Buna göre söylenmiş olan bir söz, ya bir inşâdır veya bir ihbârdır; eğer inşâ ise, onun mûcebi, ‘konuşan ile muhatab arasındaki ilişkiye bağlı olarak, geçerli ise,- gereğinin yapılmasıdır. İnşâî ifadelerin emir, nehiy, soru, dua, meydan okuma gibi birçok formu vardır. İnşâî bir ifade, ancak gereği yapıldığında tahakkuk etmiş olur. Mesela emir sigasında söylenmiş olan bir söz, eğer emretme yetkisine sahip olan biri tarafından, mütekellimin bu yetkisini bilen ve kabul etmiş olan birisine yönelik olarak söylenmişse, bunun tahakkuku, ne emredilmişse (me’mûrun bih) onun muhatap tarafından yapılması ile, anlamını tamamlar veya gerçekleşir veya tahakkuk eder.
2.4.2. Eğer ihbâr veya haber ise, onun mûcebi, sözü söyleyen ile muhatap arasındaki ilişkiye bağlı olarak, haberin doğru olduğunun kabul edilmesidir. İhbâr duruma göre geçmiş zamanda olmuş olan bir olayın ifadesi olabileceği gibi, şimdiki zamanda olmakta olan bir olayın nakledilmesi şeklinde de gerçekleşmektedir. Bazen ihbar, mütekellimin konumuna göre, gelecek zaman ile ilgili, yani olacak olan hakkında da olabilir. Bir ihbârın amacının tahakkuku, söz konusu olan haberin hakkında olduğu şeyin (muhber ‘anh), yani olayın veya olgunun, olduğuna, olmakta olduğuna veya olacağına muhatabın inanmasıyla gerçekleşir.
2.5.Toplumsal hayat, insanlar arasındaki ilişkilerin, inşâ ve ihbâr ifade eden ifadeler vasıtası ile toplumu oluşturan insanların davranışlarını koordine etmesiyle sürer. Dilin temel fonksiyonu, insanlar arasında davranışların koordinesi noktasında ortaya çıkar ki, bu husus hem terbiyenin, hem siyasî ve iktisâdî hayatın hem de insanlar arasındaki ikili ve çok taraflı ilişkilerin düzenlenmesinin esasını teşkil eder.
2.5.1.Dilin kullanımının en önemli amaçlarından birisi, birinin bildiği bir şeyi, bilmeyen birisine anlatmasıdır (ihbâr). İhbârın ayırıcı özelliği, doğru ve yanlış olabilmesidir. Bir haberin doğru olduğunun kabul edilmesi halinde, onun ifade ettiği olgunun gerçek olduğu ve olayın gerçekleştiği tasdik edilmiş olur. Dilin bu amaca matuf olarak kullanılmasının neticesinde insanlar arasında bilgi ve tecrübe alış-verişi mümkün olabildiği gibi, ilim, gelenek vs. gibi toplumsal başarılar da bu sayede mümkün olabilmektedir.(12) İhbar daha çok insanların kasıtlarını ifade etmeleriyle alakalıdır ve bunun dildeki sigası, isim cümlesi ile fiil dümlesinin emir ve nehiy dışındaki formlarıdır.
2.5.2.Dilin kullanımının en önemli amaçlarından İkincisi ise, insanlar arasında davranışların birbirine uyarlanmasıdır (davranış koordinasyonu). Davranışların koordinasyonu, ihbar ifade eden sigalarla yapılabileceği gibi, asıl olarak inşa sigalarıyla (emir, nehiy, soru vb. gibi) tahakkuk etmektedir. İnşa sigaları, kendileri vasıtasıyla bir fiilin gerçekleştiği ifade şekilleri oldukları için, fiillerle iki noktada alakalıdırlar: Bizzat kendileriyle fiiller (emretme, yasaklama, soru sorma vs.) gerçekleştiği gibi, muhatabların da bazı fiilleri gerçekleştirmelerini gerektirirler.(13)
Emir—gereğini yapma (=ittibâ)
Emir—gereğini yapmama (=isyân)
Soru—gereğini yapma (=cevap verme) gibi.
İnşâî bir ifade her hâlükarda muhataptan fiilî bir tavır göstermesini gerektirdiği için, meselâ meşrûiyeti müsellem bir emir karşısında muhatabın önünde iki alternatif vardır: ittibâ veya isyan. Hem ittiba hem de isyan kendi başına bir fiil olduğu için emretme insan ilişkileri açısından mutlaka bilfiil bir neticesi olan bir fiildir.
İnşâ sigaları insanların maksadlarıyla örtüşürler ve buna getre normal şartlarda bir maksadını gerçekleştirmek isteyen birisi inşa sigasını (veya ihbar sigasinı mecâzen inşâî olarak) kullanır. İnşâ sigası ile söylenen söz, aynı zamanda bir davranış olduğu için, dil ile toplumsallaşma arasındaki en önemli kesişme noktasını teşkil eder; Kur’ânın bir İslâm Toplumu’nun inşasındaki yerini araştırmak demek, bir anlamda Kur’ân’daki inşâî ifadelerin nasıl tahakkuk ettiğini araştırmak demektir.
Burada bu hususu geniş bir şekilde ele almak mümkün olmadığı için kısaca şuna işaret ederek, oldukça önemli olan bu noktanın neyi ifade ettiğini söyleyebiliriz. İnşâ sigalarının en önemlisi, emir’dir. Emir sigasını kullanarak bir söz söyleyen birisi, bu sözü söylemekle, “emretme” fiilini gerçekleştirmiş olur; emretme fiili, emretme yetkisi müsellem olan birisi ile, bu yetkiyi kabul etmiş olan ikinci birisi arasında gerçekleşebildiği için, emre muhatap olanın önünde iki alternatif bulunmaktadır: ittibâ veya isyan. Ittibâ da isyân da bir fiildir. Buradan kabaca şu neticeye ulaşabiliriz: İnşâî ifadeler, mahiyetleri gereği, bir fiil olarak gerçekleşirler ve muhataplarını fiile zorlarlar. İnşâî bir ifadeye verilen müspet cevap, muhataplar arasında, onların irâdesini gerektirmeyen müşterek bir zemin teşkil eder ki, bu zemin aynı zamanda toplumsallaşma anlamına gelir.
Kur’ân’da Dilin Kullanımı
3.1. Kur’ân’ın Arapça olması, hitâbın Arap dilinin kurallarına uygun bir şekilde gerçekleştiğini ifade eder.(14) Bunun anlamı, Arapçada gerçekleşen her ifade gibi, Kur’ân’daki ifadelerin de inşâî veya ihbârî olduğudur. İhbar ile bilgilendirme, inşâ ile de davranış arasında doğrudan bir alaka olduğuna göre, Kur’ân’da dilin kullanımı, netice itibariyle iki noktada düğümlenmektedir: İnsanlara bilmediklerinin öğretilmesi ve onların bazı davranışları gerçekleştirmelerini (ve bazılarından uzak durmalarını) sağlamaktır. Bu iki hususu biz kısaca kavrama ve davranma olarak isimlendireceğiz.
Kavramanın konusu, fiziki varlıklar söz konusu olduğunda dört boyutlu (maddenin hususiyeti olan üç boyuta ek olarak değer boyutu), olaylar söz konusu olduğunda üç boyutlu (geçmiş, hâzır-şimdiki zaman ve gelecek) olarak karşımıza çıkmakta, davranma ise sürekli hâzıra yönelik olmakla birlikte, istikbâli de içine almaktadır. Davranma, istikbal söz konusu olduğunda, sürekli bir usûl, davranış yolu (sünnet) olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü hâzır sürekli tek boyutlu (an) yaşanmakta, ancak bu tekil bir tümelin gerçekleşme formu olarak karşımıza çıktığı için de, tümelin tecessüm etmesinden ibaret olmaktadır.(15)
3.1.1. Kavrama söz konusu olduğunda, bu durum, kavramanın konusuna göre idrak veya anlama şeklinde gerçekleşmekte: idrak eşyanın kendisini bize takdim etmesi ile ortaya çıkarken, mevcudun varoluşu ve olayların oluş düzeni anlamanın konusu olmaktadır. Eşya insan davranışı ile alakalı olduğu andan itibaren, bir değer kazanmakta (faydalı-zararlı gibi) ve buna bağlı olarak insan davranışlarının sahip olduğu konumun içinde “değerlenmekte”dir. Bu noktadan bakıldığında fiziki anlamıyla eşya sadece maddî olanın özellikleri olan üç boyutluluğun ötesinde bir de değer boyutu kazanmaktadır; işte kavrama sadece idrakle sınırlı kalmayarak, aynı zamanda eşyanın değer boyutu ile anlaşılması şekline dönüşmektedir (domuz kendinde iyi veya kötü olmamakla birlikte, domuz etinin yenilmesinin haram olması gibi).
3.1.1.1.Geçmiş bize doğrudan verilmediği için, hiçbir zaman idrakin konusu olamaz, doğrudan anlamanın konusudur. Geçmişin anlaşılması, daha önce olmuş ve bitmiş olanın oluş düzeni içinde tasavvur edilerek tespiti olarak gerçekleşmektedir. Kur’ân’da, daha nazil olan ilk âyetlerden itibaren, insan ve insanın şahsî tarihi diyebileceğimiz “hayat hikayesi”nin verilmesi, bu noktadan oldukça önemlidir.
Hepimizin bildiği gibi, hiçbir insan belirli bir yaşının ötesindeki hayatını hatırlamaz. Meselâ altı aylık bebek iken neler yaptığımızı veya neler “düşündüğümüzü” hatırlamayız. Biz o zamanlar neler yaptığımızı bize anlatılanlardan biliriz. Ne ne yaptığımız, ne de ne olduğumuz hakkında bir bilgimiz vardır. İşte Yüce Allah vahyettiği ilk âyetlerde (Alak Sûresi’nin ilk âyetleri) insanı tarif ederek, ona, ne olduğunu, hangi konumda bulunduğunu söylediği gibi, ona nasıl bir tavır içinde bulunması gerektiğini de göstermektedir. Bu âyetleri (Alak Sûresi 1-8) kısaca hatırlamakta fayda var:
“Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan yarattı. Oku! Senin Rabbin çok kerem sahibidir, ki o kalemle (yazmayı?) öğretti. O, insana bilmediğini öğretti. İnsan kesinlikle (bütün bunlara rağmen) tugyâna düşer, kendisini müstağni görerek. Halbuki dönüş Rabbinedir.”
Bu âyetlerde, “oku” ifadesinin, yazılı bir metni okuma veya okuma yazma ile yakından bir alakası yoktur; burada okuma, bir şifrenin okunması gibi, insanın etrafında olup biteni, Rabbinin bir mahluku olarak görmesi, ve onları oldukları şey olarak, yani mahluk olarak kavraması ve onların düzeni ile Yaratıcının kudreti arasındaki alakayı kurarak anlaması anlamına gelmektedir. Yani kâinâtın sırrı ve düzeni, onun mahluk olmasından ibarettir; onun sırrını çözerek anlamak istiyorsan, onun Rabbin ile alakasını kurarak ona bak ve incele! Sana gelince, sen bir insansın ve her insan gibi seni de Rabbin bir alaktan yarattı. Sen de kendi mahiyetini kavramak istiyorsan, mahluk olduğunu bil ve kendini yaratanın ile ilgili bir varlık olarak, onun bir yaratığı olarak bil ve yaratanın karşısında bir yaratık olarak bulunduğunu unutma, seni yaratan Rabbin çok da kerem sahibidir; senin yaşaman için gerekli olan her şeyi hazırlayan da O’dur.
Ayrıca O, yaratıp, yaratıklarının hayatiyetini sürdürebilmeleri için gerekli şartları hazırlamakla kalmamış, bunun da ötesinde ona mesela kalemle (yazmayı da) öğretmiştir. Yani insana bir şeyler öğretme işi O’nun sadece şimdi yaptığı bir şey olmayıp, insanın bildiği şeylerin esası, O’nun bildirdiklerine dayanmaktadır. Çünkü O, bilmediği, kendi başına ulaşamayacağı şeyleri öğretmiştir ve öğretmeye devam etmektedir, şu anda yaptığı şey de bundan başka bir şey değildir. Ama bunun farkında olmayan insan, kendisini müstağni görerek tuğyana düşer. İnsanın müstağni olmadığının en büyük delili ise, insanın gelişi gibi birde dönüşünün olmasıdır; gelişinin kökeni belli olduğu gibi, gideceği yer de bellidir; geliş O’ndan olduğu gibi gidiş de O’nadır.
Görüldüğü gibi, daha başından itibaren insana kendisi, insan cinsinin kökeni ve geleceği hakkında bilgi verilmektedir. Dikkat edilecek olursa, ilk âyet emir siygasındadır ve bu siyga ile Yüce Allah muhatabına daha işin başında mahluku olarak hitap etmekte ve bu hitap hiç de tesadüfi olmayan bir şekilde emir siygasıyla başlamaktadır. Daha sonraki âyet bir ihbârdır ve bir olguyu ifade ermektedir; ikinci âyeti tasdik de edebilirsiniz tekzip de. Ancak ilk âyeti tasdik veya tekzip edemezsiniz; yapabileceğiniz şey, ya bu hitâbı geçersiz saymak ya da bu sözü söyleyenin Allah olduğunu ve konuşanın da aynı zamanda Yaratanla bir ve aynı olduğunu tasdik etmiş olarak, kendinize hitap edildiğini kabul etmektir. Yani ilk âyet sizi bir fiile “zorlamaktadır” ve siz her halükarda bu âyete karşı bilfiil bir tavır almak zorunda kalırsınız. Daha sonra zikredilen âyetler, bir anlamda ilk âyetlerde söz konusu edilen tavrın daha da muhteva kazanmasını sağlamakta ve bu konuda insanlar yine kendilerini ve çevrelerini tanıma noktasında bir bakış noktasına doğru götürülmekte, daha başka bir ifade ile insana bir bakış noktası (mevkii) verilmektedir.
Daha sonra nazil olan âyetlerde, ki bunların teferruatı şu anda bizi doğrudan ilgilendirmiyor, aynı zamanda insan cinsinin ve kâinatın tarihi ile ilgili bilgiler de verilmektedir.
Bunların yanında muhtelif peygamberlerin tebliğleri ve yaşadıkları da anlatılmakta, böylece muhataba mevcudu kavrarken istifade edebileceği “modeller” (emsâl) verilmektedir.(16) Zannediyorum Kur’ânın en az anlaşılan kısımlarından birisi, kıssalar konusudur ki, bu nokta üzerinde ciddiyetle durulması gereken konulardan birisidir. Bu konuda misal olarak Bakara Suresi’nde (âyet 75- 82) zikredilen bir konu verilebilir:
Söz konusu âyetlerde bir süreç anlatılmaktadır. Bu âyetlerde mezkur sürece dahil olan üç unsurdan söz edilmektedir: bunlar, Kitâb’ı bilmekle birlikte, bile bile tahrif edenler (âyet 75-76, 79), kendilerini Kitâb’a nispet etmekle birlikte Kitap hakkında doğrudan bilgileri olmayanlar (ümmiler) (âyet 78) ve nihâyet bu iki insan tipinin ortaya çıktığı toplumda yaygın hale gelmiş olan bir kabul: inananların sınırlı bir süre Cehenneme uğradıktan sonra orada kalmayarak Cennet’e gidecekleri inancı (âyet 80). Böyle bir süreç neticesinde bazı insanların kendi elleriyle yazdıklarını Allah’a nispet ederek, bunun üzerinden bir çıkar sağlamaları imkânı ortaya çıkmaktadır. Söz konusu âyetler bir anlamda bir bölgede veya bir dönemde Kitap hakkında bilginin ortadan kalkmasının, insanların bazı şeylere inanmaları ile Cennete gidebileceklerine inanmaları ile doğrudan alakalı olduğu; yani Kitâp’ta olanı bilmeye dayalı bir inancın eksikliğinin, daha başka ve ikinci bir inanma şeklinin ortaya çıkması ile doğrudan alakalı olduğunun ve bunun ise kendi sözlerini Allah’a nispet ederek, bunun üzerinden çıkar sağlayan insanlar tarafından mezkur tavırlarını sergilemek için kullanılmasını kolaylaştırdığının vurgulandığı anlaşılır.
Kıssanın bu bölümünde zikredilen bu hususlar, meselâ belirli dönemlerle ilgili tarih araştırmaları açısından önemli bir çerçeve takdim ettiği gibi, stratejik açıdan neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğine de işaret etmektedir. Yani olmuş olan nakledilirken, sadece bir tespit gerçekleşmiyor, bunun da ötesinde olup bitenin kavranılması konusunda bazı kıssalarda verildiği gibi, olması gerekene de işaret ediliyor.(17) Kıssaların bu hususiyeti, bu konuda bazı çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, henüz yeterince anlaşılmış sayılmaz zannediyorum.
3.1.1.2.Hâzır, bize doğrudan doğruya verilen veya kendi kendini izhar eden oluş (kevn) olarak, idrakin konusudur. Ancak idrak kendi başına bazı intihalardan veya duyumlardan ibaret olduğu için, hâzırın oluş düzeni idrakin değil, anlamanın konusunu teşkil eder. Olup bitmekte olanın kavranması, onun tümellerle alakasının tespiti sayesinde mümkün olmaktadır. Tümeller,(18) mevcudiyetleri (veya bulunuş şekli) itibariyle, idrakin konusu değildir.(19) Onların zihinde bir manevi varlığından söz edilebilir ki, bu onların mânâlardan ibaret olarak (yani “manevi varlıklar’’ olarak), insanın içinde bulunduğu manevî gerçekliğin bir parçası oldukları anlamına gelir. Manevî gerçeklik ise, anlaşılıp benimsenmesiyle varlık kazanarak benimseyen yer üzerinde doğrudan, bunlar vasıtasıyla da dolaylı olarak başkaları (meselâ çocuklar) üzerinde tesirli olur.
3.1.1.3. Geleceğin hâzırda kavranması, geçmişten hareketle ve hâzırın kavranmasıyla mümkün olur ki, (bu bir anlamda mümkünün mümkün olarak bilinmesi demek olur), bu imkânın gerçekleşebilirliğini fark edebilmek için, mümkünün mahiyetinin fark edilmiş olması ve bunun kavranması gerekmektedir.
Kavrama netice itibariyle mevcutla bizim aramızdaki alakanın nasıl kurulacağını kendisine konu edindiği için, insan merkezli bir bakış şekliyle, onun varlığının nedeni (sebeb-i vücûdu) ve varlık şartlarının tarifi (tanınarak tanımlanması) anlamına gelmektedir.
3.1.2. Olup bitene farkında olarak müdahale etme veya etmeme şeklinde tarif edilecek davranma (fiil),(20) sınırsız alternatiflerden birini tercih etme anlamına gelir. İnsan bu haliyle, Gazâlî’nin dediği gibi, “ihtiyâra mecburdur”;(21) İhtiyara mecburiyet epeyce paradoksal bir ifade olsa da, insanın varlık şartlarını en iyi anlatan bir ifadedir. Alternatiflerden birini tercih edebilmek için, öncelikle alternatiflerin tespit edilmiş olması gerekmektedir. Alternatiflerin tespit edilmesi, geçmişin ve hâzırın kavranmış olmasına (veya kavranma şekline) bağlı olduğu gibi, bunun neticeleri, yani istikbalde ne gibi sonuçlar doğuracağı konusunda da bir tasavvurun bulunması gerekir. Bunun yanında bu kavrayışın genişliği ve derinliği de, mümkünün tespit edilerek bunlar arasında bir tercih söz konu- su olduğundan müessir bir konumdadır. Bunların mercii, kavrayışta tespit ederek kısaca işaret ettiğimiz değer (hüsün-kubuh) meselesidir. Değerler ise, netice itibariyle dil kullanımının, -kitabı anlamanın önemli boyutlarından biri olarak- bir neticesidir.(22) Allah Kelâmı’nın ihbârî ve inşâî ifadeler vasıtasıyla insanlara ulaşması, insan davranışlarının gerçekleşmesinin zorunlu şartı olan tercihlerini oluştururken üç boyutlu olarak düşünebilmesini ve böylece geniş bir mev- kıften bakmasına imkân sağlamaktadır.
3.1.3. Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur’ân insana kendisini, içinde bulunduğu gerçekliğin (fiziki, manevî ve gaybî gerçeklik alanlarının) bir tarifini vererek, geçmişi, geleceği ve hâzırı nasıl görmesi (nasıl kavraması) gerektiğini ifade ederek, böylece kavranmış olan “gerçeklikte” nasıl davranması (neleri yapması ve nelerden uzak durması) gerektiğini söyler. Bunların hepsinin adı, Kur an lisânında “hidâyet”tir. Bu hidâyet, muhatabın kendisini hitâba mazhar olarak kabul etmesiyle kelâm olarak, onda tesir icra eder ki, bu tesir, kelamın muhtevasına da bağlı olarak, bir cemâatleşmeyi intaç eder.
3.2. Bazı âyetlerin nüzûlü ile onların nazil oldukları ortam arasındaki alaka genellikle “nüzûl sebepleri” olarak nakledilen olaylar veya sorular üzerinden kurulmaktadır.(23) Bu konudaki rivâyetlerin sıhhati ile ilgili meseleler(24) bir tarafa bırakılacak olursa, olaylar ile nazil olan âyetler arasında nasıl bir alaka kurmak gerektiği, yani olayların veya soruların âyetlerin öyle olmasındaki dahlinin tayini (âyetlerin öyle olması ile bu olay veya sorular arasında kozal bir ilişkinin olup olmadığı), belki doğrudan İslâm toplumunun ortaya çıkmasıyla alakalı görülmese de, âyetlerin geçerlilikleri (konumları) açısından oldukça önemli neticeleri içinde saklamaktadır.
Bundan dolayı vahiy, Hz. Peygamber’in davranışları (tebliğ ve beyân) ve nazil olan âyetler arasındaki mevcut alaka, oldukça hassas bir şekilde tespit edilmelidir. Buradaki hassasiyet, bir taraftan âyetlerin nüzûlü ile, nüzûlün içinde gerçekleştiği şartlar açısından olduğu gibi, diğer taraftan Hz. Peygamber’in ye ilk Müslümanların davranışları ile na/il olan âyethu arasındaki alaka açısından görülmek zorundadır, Mesele büyük ölçüde ayetlerin nüzul sebepleri denilen olaylarla alakasının ne anlamda kurulması gerektiği ile Hz. Peygamber’in fiilleri ile nazil olan âyetler anısındaki alakanın keyfiyeti noktasında ortaya çıkmakta, buna ek olarak Hz, Peygamber dışındaki Müslümanların kavrayış ve davranışları arasındaki alakanın da tespit edilerek, bunun üzerinden vahiy-toplumsallaşma arasındaki ilgi tespit olunmalıdır.Bu noktada ortaya çıkan sorular, “nüzul sebepleri” olarak nakledilen olayların vahyin muhtevasi ile alakası noktasında düğümlenerek, bu alakanın olaylar ve soruların gerçekten sebep olarak mı yoksa vesile olarak mı görülmesi gerekliği sorusuna verilecek cevaba bağlı olarak anlaşılabileceği ortaya çıkmaktadır
3.2.1.Bazı âyetlerin nüzul sebebi olarak nakledilen olayları, âyetlerin nazil olmalarının sorunlu şartları (veya sebeb-i vücûdları varlık nedenleri) olarak kabul edenlerin bu iddiası, o âyetlerin ancak o olaylara bağlı olarak geçerli olabileceğinin kabul edilmesi neticesini de birlikte getirmektedir, bu durum son zamanlarda ortaya çıkan bir tavırdır ki, en önde gelen savunucularından biri Haşan Hanefi’dir.(25) Bu tavrı benimseyenlere göre, mesela Kur’ânın Arapça olması ile ilk muhataplarının Arapça konuşuyor olmaları arasındaki alaka, vahyin muhtevâsı için de kurulmalıdır ve başka konular söz konusu olduğunda da, o konuların öyle olması, o dönemde yaşayan ve vahyin ilk muhatapları olan toplumun içinde yaşadığı şartlarla alakalıdır, Eğer şartlar başka olsaydı (mesela o insanlar Arapça konuşuyor olmasalardı, Kur’ân Arapça olmayacaktı, eğer müşrik olmasalardı, tevhid ya hiç zikredilmeyecekti veya bu kadar vurgulanmayacaktı, eğer evlilik konusunda bazı problemler olmasaydı evlilikle ilgili âyetler nazil olmayacaktı, eğer içki içilmeseydi veya içki konusunda mutedil davranılsaydı içkinin içilmesi haram olmayacaktı, eğer domuz etini koruma imkânı bulunsaydı, yenilmesi haram kılınmayacaktı vs.) bugün elimizde başka bir “Kur’ân” bulunacaktı.
Bu bakış şekli, âyetlerin bir kısmı ile ilgili olarak zikredilen nüzûl sebeplerini Kurânın bütününe teşmil etmekle, Kur’ân’ın, bugün geçerli olana uymayan muhtevasının “zaten geçersiz” olduğunu söylemeyi intaç etmektedir ki, bu temelde iki hatayı ihtiva etmektedir: Bunlardan birincisi Kur’ân’da bulunan bu âyetlerin büyük bir kısmının herhangi bir sebebe binâen vahyedilmiş olmamasının gözardı edilmesidir. İkincisi bugün geçerli olanın, olması gereken olduğu konusunda, hiç kimsenin herhangi bir delile dayanmadığıdır. Daha doğrusu, olanın olması gereken olduğunu söylemek ve bunu temellendirmek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her yerde az veya çok adaletsizlikler, zulümler, haksızlıklar bulunmaktadır ve bunlar “olanın” tartışmasız bir şekilde bir parçasıdır.
Olanın olması gerektiğini söyleyen, gerekçe olarak ya dünyada zulüm, haksızlık, adaletsizlik bulunmadığını söyleyecektir ki, -bu tavra nihilizm denilmektedir, bu tavrı benimseyenin Kur’ân ile herhangi bir irtibatı olamaz-, veya bir şekilde adalet, zulüm, haksızlığın kötü olduğunu kabul edecek ve buna dayanarak, olan arasından bir kısmını seçerek, sadece bunu olması gereken olarak takdim edecektir. Burada ortaya çıkan soru, olması gerekeni nasıl tayin ettiği, yani bunun kriterini nereden aldığı sorusu olacaktır. Zaten bu ikinci imkân, bir bütün olarak olanı olması gereken olarak takdim edemeyeceği için, muhtemelen tercihini “hâkim olan” veya “geçerli olan” lehine kullanacaktır. Bu gerekçe, ise sadece geçerli olanın bir kısmını meşrulaştırmaktan öteye gidemez. Bu bakış şekli netice itibariyle bugün geçerli olana dayanarak, Kur’ân’ın en azından bir kısmını terk etmek anlamına gelmektedir. Bu ise vahye sahip olmanın anlamını kaybetmeye eş bir tavırdır.
3.2.2.Ayetlerin nüzul sebepleri olarak nakledilen olayları, ilgili âyetlerin nazil olmalarının değil de anlaşılmalarının vesilesi (=anlaşılabilirliğin dayanağı) olarak kabul edilmesi durumunda,(26) âyetlerin mevcudiyeti ile o olaylar arasında sadece o dönemde yaşayan insanlar açısından bulunan bir ilgiye işaret edilerek, daha sonra yaşayacak olan insanlar açısından söz konusu olayların sadece yardımcı olaylar oldukları, bir anlamda “öğrenildikten sonra unutulması gereken vesileler” olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Bu bakış şekli, genel olarak gelenekte kabul gören bir bakış şekli olarak, Kur andaki bazı âyetlerin anlaşılması açısından önemli bulunmuş ancak, Kur’ân’ın bütününe tatbik edilmeyerek, sınırlı sayıda âyet açısından bir tefsir (veya anlama) ilkesi olarak görülmüştür.(27) Bu ilke, yani âyetlerin nüzûl vesileleri, âyetlerde ifade edilen bükümlerin genel geçerliliği açısından değil, geçerliliğinin keyfiyeti (umûm-husûs vs. gibi) açısından önemli bulunmuş ve buna bağlı olarak da bu konular üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
3.2.2.1.Ayetlerin büyük bir kısmının herhangi bir olay olmaksızın nazil olmuş olmaları, onların olaylar tarafından değil, olayların onlar tarafından tayin edildiği anlamına gelmektedir ki, bu durum vahyin mevcud (yani geçerli olan) karşısındaki aktif konumunu ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum, vahyin bizzat kendisinin kendisine bir geçerlilik alanı hazırladığı anlamına gelmektedir ki, bunun keyfiyeti üzerinde aşağıda biraz daha teferruatlı bir şekilde durulacaktır.
3.2.2.2. Diğer taraftan bazı soruların olması ve bazı âyetlerin o sorulara cevap olarak denk düşmesi ve doğrudan o sorunun cevabı gibi gözükmesi, cevabın, “sadece o sorunun cevabı” olduğu anlamına gelmez; misal olarak gerçeği saklamak isteyen birisine söylenen veya yalan söyleme eğilimi görülen birisine veya yalan söylemenin hükmünü öğrenmek isteyen birisine söylenen “yalan söyleme, çünkü yalan kötüdür” ifadesi, her ne kadar bir vesileyle söylenmiş olsa bile, genel geçer bir doğruyu ifade etmektedir. Kaldı ki Kur’ân, aşağıda üzerinde durulacağı gibi, bir dönemde yaşayan sınırlan belli bir insan grubunun mevcut meselelerim halletmek amacıyla gönderilmiş bir vahiy değildir, insan cinsine (kâffeten li’n-nâsi) gönderilmiş ve gönderilmesiyle de insanlara sadece çözümler değil, meseleler de yüklemiş, yani onlara “teklif” getirmiştir.
Dil Kullanımı ve Cemaatleşme
4.1. Kur’ânın cemaatleşme sürecindeki yerini tespit edebilmek için, onun (formu ve muhtevasıyla, veya nazmı ve mânâsıyla) bir taraftan muhataplarla alakasını, diğer taraftan hitabın içinde gerçekleştiği şartların yanısıra bu şartlardaki dönüşümün Kur’ân ile alakasının tespit edilmesi gerekmektedir. Birinci husus, vahyin formu ve muhtevasının —yani o ne söylüyor ve nasıl söylüyor?-muhatabı ne noktadan ilgilendirdiğini tespit etmeyi hedeflemektedir. İkinci husus o ifadelerin nüzul şartlarında neye tekabül ettiğini, yani o ifadelerden o şartlarda ne anlaşıldığını tespit etmeyi hedeflemektedir. Üçüncü husus vahye muhatap olmayı kabul edenlerin kendi aralarında ve onlar dışındakilerle ilişkileri arasında ortaya çıkan ilişki düzenindeki dönüşümü tespiti hedeflemektedir. Yukarıda kısaca işaret edildiği gibi, Kur’ânın cüzleri olan sınırlı sayıdaki âyetlerin nüzûlü ile olaylar arasındaki alaka, nüzul sebepleri üzerinden kısmen kurulabilirse de, meseleyi buna irca etmek bu vahyi yeterince anlamamış olmak anlamına gelir. Çünkü vahiy her ne kadar insanların konuştuğu bir dilde ve onların anlayabileceği vasıtalarla (ve bir kısmı onların da bildiği vesilelerle) onlara ulaşmış olsa bile, söz konusu vasıtanın kendinde “işaretlerden” oluşması, ona olayların üstünde bir konum vermiştir.
Misal olarak bir vesileyle birisine, “eğer Y şartları gerçekleşmişse X fiilini yapmak bir vazifedir” denilmişse, bu sözden, “ne zaman Y şartlan gerçekleşirse, X fiilini yapmak bir vazifedir” genel hükmü çıkar. Y şartlarının “aynen” gerçekleşmesi muhal olduğu için, bu söz normal konuşma şartlan altında, benzer şartlan ifade eder ki, bu lisanî ifadelerin kendinde taşıdığı bir imkândır. (Vazife yükleyenin velâyetinin kabul edilip edilmemesi, muhatabın hitâbı üstüne alması veya almaması, veya hitâbın kendisi için geçerli olduğunu kabul edip etmemesi ile alakalıdır ki, bu -şu anda bizi doğrudan ilgilendirmeyen- tamamen farklı soruları ortaya çıkarır.)
Yukarıda davranışın içinde gerçekleştiği şartların kavranması ile ilgili hususlara ana hatları ile temas edildiği için, bu kısımda davranışlar ve davranışların koordinasyonu ile ilgili hususlar ana hatlarıyla ele alınacaktır.
4.2.Öncelikle vurgulanması gereken hususlardan birisi, Kur’ânın Müslümanların meselelerini tayin ettiği gibi, tarif ettiği meselelere, meseleleri ortaya koymasıyla, bir çözüm de getirdiğidir. Daha başka bir ifade ile, Kur’ân sadece var olan ve bilinen meselelere çözüm getirmiyor; bunun ötesinde insanların o güne kadar bilmedikleri ve farkında olmadıkları “yeni” meseleler “icad” ediyor. Bu tip meseleleri icâd etmesi, Kur’ânın ayırıcı hususiyetlerinden birisidir. Özellikle bundan dolayı Kur’ân, mevcut olan bazı olumsuzluklara karşı bir reaksiyon değil, (yani münfail bir konumda değil), bir aksiyondur (yâni faildir) ve aksiyon olarak kendisinin “teklif” olarak getirdiği, ittibâ edildiğinde ortaya çıkan, yani muhataplarının iradelerini ilâhî irâdeye raptetmeleri halinde “gerçek” olan bir alan oluşturarak, müdahil olduğu gidişâtı, oluşturduğu alanın kendisine sağladığı imkânla kendine has bir dille tarif ederek,(28) tarif edilen gidişattaki meseleleri ortaya koyar.
Yani vahiy asıl olarak Müslümanların önüne, o güne kadar bilmedikleri veya farkına varmadıkları yepyeni problemler koyuyordu. Allah’ın birliğine inanmak (tevhîd) zorunlu olarak şirkin reddini gerektiriyordu ki, müşriklerin Müslümanları mesele olarak görmeleri ve onlara düşmanlık göstermeleri, bir anlamda vahiyde öngörülen tevhidin zorunlu neticesiydi. Böylece vahiy, sadece bilinen ve sıkıntı veren problemleri çözmüyor, bundan daha önemlisi yepyeni problemler ortaya çıkararak, bunlara yine kendisi hal yolları gösteriyordu. Vahyin bu hususiyeti, genel olarak dikkatten kaçan bir noktadır.(29)
4.2.1.Kur’ân başından itibaren muhatabım (ona ne olduğunu ve ne olmadığını söyleyerek) tarif ederken, (Alak sûresinde gördüğümüz gibi), ona başkalarında bulunmayan ve sadece ona has bir alan açarak, bu alan içinde onu oluşturmuş ve bu oluş esnasında onun önüne bir dizi mesele (teklif) getirmiştir. Yani ortaya çıkan birçok mesele ve onların halli, Kur’an olmadan düşünülemez. Teferruatını burada ele alamayacağımız sayısız mesele ona kendisini muhatap olarak kabul edip, bu hitâba müspet cevap verenlerin (=Müslüman olanların), bu cevaplarıyla birlikte ortaya çıkmış, Müslüman olanlar Müslüman olmaları ile birlikte diğerlerinden, kendilerini, içinde yaşadıkları gerçekliği (geçmiş, hazır ve gelecek boyutlarıyla) kavrayış şekilleriyle ve üstlendikleri “mükellefiyetler” ile ortaya çıkan meseleleri açısından, başkalaşmalardır. Bu başkalaşım, onlara sadece onların bildiği ve başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan açmıştır ki, bu alan sayesinde Müslüman olmak,kendine özgü bir hayat tarzı olarak ortaya çıkabilmiştir.
4.2.2.Cahiliyye dönemi insanı için hiçbir anlamı olmayan birçok davranış şekli (meselâ namaz kılmak)(30) Müslüman olanlarda gün yüzüne çıkarken, onlar için Müslümanlar anlamı olmayan fiiller yapan insanlar olarak gözükmüşlerdir. Onlar Müslümanları kendi zihnî kategorilerinden birine yerleştirmek için, yani onları anlamak için gayret saffetmişler ve onlara yükledikleri vasılla alakalı bir tavrı benimsemişlerdir.
4.2.3.Diğer taraftan, onların iyi ve doğru olarak kabul ettikleri birçok husus, kötü ve yanlış olarak yeniden tarif edilmiş (insanlar arasında soy sop, neseb esasına dayalı üstünlük iddiası gibi), bunun neticesinde Müslümanlar bir anlamda içinden çıktıkları toplumla yabancılaşma sürecini, onlarla ortak bir zeminde yaşamışlardır. Bu hususu özellikle müşriklerin Hz.Peygamber’e ve ilk Müslümanlara bakış şeklinde görmek mümkündür.
4.3. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, İslam Toplumu, vahye göre Hz. Peygamber’in davranması (tebliğ ve beyân) neticesinde ortaya çıkmıştır. Buna göre İslâm Toplumunun inşa edici ilkesi, Hz. Peygamber’i tasdik ve bu tasdikin gereğinin yapılmasıdır ki,(31) bu husus iki noktada ortaya konulmaktadır: Birincisi onun bildirdiğini doğru olarak kabul etmek ve ona itaat etmek.
Bu noktada Hz. Peygamber’in neyi tebliğ ettiğini tespit etmek gerekmektedir. Çünkü Hz. Peygamber vahyi tebliğ etmekle, hem kendi davranışlarının nedenini ortaya koymakta ve böylece kendi dışındaki insanlara davranışları ile o davranışların nedenleri (veya ilkeleri) arasındaki alakayı kurarak kendi davranışlarının doğruluğunun tahkiki konusunda objektif kıstaslar vermekte,diğer taraftan o insanlara söz konusu vahyin neye tekabül esnanı göstermekteydi. Böylece ikinci husus da, yani esas olanın vahye ıttiba etmek olduğunu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber kendisinin de tabi olduğu vahve baskalarının da ittiba etmesini istiyordu ki, bu husus hem Hz Peygamberin konumu açısından, hem de insanların esas olarak neye tabi olmaları gerektiği açısından önem arzetmektedir
Vahyin ilk muhatabı bizzat Hz. Peygamber’dır. Muhatabın hıtabdakı kasdı anlaması konusunda bir meselenin olması da söz konusu olamaz; aksi takdirde vahyetmede bir eksiklik olurdu. Bu noktada hitabın muhtevasının gereği, eğer bazı şeylerin öğrenilmesi ise öğrenilmesi,bazı davranışların gerçekleştirilmesi ise, gerçekleştirilmesinin eksiksiz yapılmasını gerektirmektedir Bu noktadan bakıldığında Hz. Peygamber’in fiillerinin ya hitabın mûcebinin fiil haline gelmiş olanlarından ibaret olması veya onlara uygun olması (en azından onlara muhalif olmaması) söz konusudur. Kısaca ifade edilecek olursa,Hz. Peygamber’in fiilen zorunlu olarak, nüzul şartlarında tecessüm etmiş Kur’andır
Hz. Peygamber’in bu vasfıyla, yani Peygamber olarak, kabul edilmiş olması, sadece bir söz olarak onun peygamber olduğuna şehadet anlamına gelmez. Onun Yüce Allah tarafından gönderildiğinin tasdiki, onu tasdik edenler açısından, onun en önemli merci olarak kabul edilmesi anlamına da gelmektedir. Her şeyin doğrusunu ve iyisini o bilmektedir ve onun davranışları, Yüce Allah’ın hitabının tecessüm etmiş halidir Bu durumda, iyi ve doğrunun bir tane ölçüsü vardır, o da Hz. Peygamber’in izhar ettikleridir Hz. Peygamber’in izhar ettiği şeyler ise, onun günlük hayatından, muhtelif şartlarla alakalı olarak (meselâ savaş şartlarında veya barış konuşmaları yapılırken) yaptıkları ve söylediklerinin bütününe tekabül etmektedir
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, davranışlarla, bir toplumun ortaya çıkması söz konusu olduğunda bu davranışların oynadığı rolün birbirinden iyi tefrik edilmesi gerektiğidir. Çünkü bazı davranışlar (hatta her bir davranış) bir defa gerçekleştirilebilir Mesela mürekkep (yani birden fazla unsuru olan) bir davranış olarak kabul edilebilecek Uhud gazvesi hem Hz. Peygamber’in hayatında hem de insanlık tarihinde bir defa gerçekleşmiştir; belki benzer savaşların olması mümkündür ama, aynı savaşı bir daha tekrar etmek muhaldir.O halde ortaya çıkmakta olan bir toplumun kendisini örnek alarak oluşacağı davranışlar, en azından bazı hususiyetleri yönünden, tekerrür edebilir veya benzerlerinin yapılabilir olmaları gerekmektedir.
Yukarıda kısaca işaret etmekle birlikle üzerinde fazlaca durmadığımız bir noktaya tekrar dönmek istiyoruz: Tümellerle tikeller arasındaki alaka. Yukarıda işaret ettiğimiz nokta kısaca şu idi: hâzır sürekli tekil boyutta yaşanmakta, ancak bu tekil, bir tümelin gerçekleşme formu olarak karşımıza çıktığı için de, tümelin tecessüm etmesinden ibaret olmaktadır.Hz. Peygamber’in fiilleri ile oluşma sürecindeki İslâm Toplumu arasındaki alaka, bu noktadan kurulabilir. Şöyle ki: Hz. Peygamber’in fiilleri, hitâbın belirli şartlar içinde gerçekleşmiş, yani gerçek haline gelerek, tecessüm etmiş olan halinden ibarettir. Bu fiiller mesela tümel olan bir emre itaatin ne kadar karmaşık olursa olsun, bilfiil hale gelmesinden ibarettir.
Kur’ân’da mütekellim Yüce Allah olduğu için, hep aynı kalmakta, buna karşılık muhatap (önce Hz. Peygamber, daha sonra da bütün Müslümanlar olarak) değişmekte, konular, yani yapılması istenen fiiller, ifade olarak aynı kalmakla birlikte, onların tekabül ettiği şeyler değişebilmektedir. Lisanın mahiyeti gereği, isim ve müsemma arasında bir alaka olmakla birlikte, birbirlerinin aynı olmayabilmekte, mesela bir isme muhtelif zaman ve mekânlarda farklı müsemmalar denk düşebilmektedirler (bu konu özellikle mesela “Firavun” gibi cins isimlerde daha açık bir şekilde tebarüz etmektedir.).
İşte bu hususiyet her âyette bir tümelin ifade edildiğinin fark edilmesini mümkün kılmaktadır ki, bu tümelin nüzûl dönemindeki tekil karşılıkları Hz. Peygamber’in fiillerinde (tikeller olarak) ortaya çıkmaktadır. Bu âyetler Hz. Peygamber’den sonraki dönemlerde de muhataplarının kendi şartlarında gerçekleştirmeleri gereken emirler olarak genel geçerdirler. Hz. Peygamber’in fiilleri bu noktada emir ile fiil arasında nasıl bir alaka olduğu, daha doğrusu emrin mucebinin nasıl gerçekleştirileceği ve onu bilfiil anlamanın belirli şartlar içerisinde ne olduğunu göstermesi açısından. oldukça önemlidir.
Ayrıca Hz. Peygamber’in fiilleri de, vahiyle bağlantılı olarak, diğer insanlar açısından bir tümellik hususiyeti göstermektedir ki bu hususiyetler onun gerçekleştirdiği her fiilin, fukahanın tabiriyle,(32) sıfatının tespiti ile ortaya çıkmaktadır. İşte bu husus, Hz. Peygamber’in fiillerini sadece kendi yaşadığı dönem açımdan değil, daha sonraki dönemler açısından da normatif bir esas olarak görmeyi mümkün kılmıştır.
4.4.Emir siygasından gerçekleşen “emretme” fiili ile onun mûcebini yerine getiren -mûcebi ile amel eden- şahsın fiili arasında ne gibi bir alâka vardır? Bu soru başlı başına bir mesele olmakla birlikte, Hz. Peygamber’in ve vahye ittiba eden bir ferdin fiilleri ile ilâhî emirler arasındaki alâkanın keyfiyeti açısından önemli olduğu için kısaca temas edilmesi gerekecektir.
Velâyet hakkı müsellem birisinin bir emrini gerçekleştiren birisi her ne kadar kendisi bir fiil işlemiş ise de, bu fiil kaynak itibariyle sadece ona ait değildir; bu noktadan bakıldığında da Hz. Peygamber’in ve vahye ittiba eden insanların fiilleri, ilâhî iradenin fiil haline gelmiş şekli olarak, Yüce Allah’ın olup-bitene vahye ittiba edenler üzerinden müdahale etmesi anlamına gelmektedir. Bu müdahale, hitâba kendisini muhatap olarak kabul edip, davete icabet edenler olduğu sürece gerçekleşmeye devam edecektir.
İslâm Toplumunu teşkil eden ilişkiler düzeni, ferdin hayatını —yani hayatı- bütünlüğü içinde yeniden inşa ederek gerçekleştirirken, tecessüm ettirdiği vahyin muhtevası gereği ferdin toplumsallaşmasını zorunlu kılar. Bu hususiyeti ile vahiy, insanın mahluk olduğunu gerçekten fark etmesinde mündemiç olan ve muhtevası vahyin muhtevası ile taayyün eden bir toplumsallaşma sürecini ortaya çıkarıp mevcut (geçerli olan) karşısında insanın temel dayanağı olarak zaman ve mekân üstü objektif bir isnad çerçevesi (referans çerçevesi) sunar.
Böylece ferde, mezkur isnad çerçevesine istinad eden davranış koordinasyonlarını ve kendisine ve çevresine olan şuurunu tekrar tekrar gözden geçirme imkânı sağlandığı gibi; kendi dışındaki insanlara bilgi ve davranışlarının doğruluğunu da tahkik etme imkânı -yani konuşma, muhakeme, tahkik ve istidlal- sağlanarak, aralarında belirli ilişkilerin gerçekleştiği insanlar arasında, kendi kendisine müstenid, insicamlı bir toplumsal düzen gün yüzüne çıkar. Fert olarak müslümanın onu kuşatan çevresiyle (fizikî, manevî ve gaybî) ilişkisinden başlayarak, Müslümanlar arasındaki muhtelif seviyelerdeki ilişkilerden, onların Müslüman olmayanlarla ilişkilerinin keyfiyetini kapsayan bu isnad çerçevesinin teferruatı, bir tebliğde ele alınamayacak kadar geniş olduğu için, şimdilik bu hususlara işaretle iktifa edilecektir.
5.Sonuç
Kur’ânın vahyedilmesi ile Islâm Toplumunun ortaya çıkması arasındaki alâka, vahiyde neyin nasıl söylendiği ve bunun mübelliğ ve mübeyyini tarafından nasıl gerçekleştirildiği incelenip, onun tebliğ ve beyanının diğer insanlar tarafından nasıl algılandıkları tahlil edilerek kurulabilir. Bu alakanın kurulması için gerekli kavramsal ve fikrî esaslan gelenek (özellikle nahiv, beyân, me’ânî, fıkıh usûlü gibi ilimler) ihtivâ etmektedir; mesele geleneğin anlaşılarak hem Kur’ânın nüzul döneminde hem de daha sonraki dönemlerde vahiy ile toplumsallaşma arasında kurulan alakaya dayanarak, bugün böyle bir şeyin keyfiyeti üzerinde yoğunlaşmaktır. Bunun da bir ön şartı vardır ki, bu son asırlarda başımıza ne geldiği sorusunu, Kur’ânın bize verdiği imkânla, mevcudu (=geçerli olan) kavrayıp, onunla alakamızı yeniden kurarken cevaplamamızdır.
Tahsin Görgün-İlahi Sözün Gücü,syf:65-91
Dipnotlar:
(1)_Celaleddin es-Suyûti bu hadisi Beyhakî’den naklediyor, el Itkân fi Ulûmul Kur’ân, Dârü’b Ma’rife, t.y., c. II, s. 167
(2)-Bununla biz, Peygamber’in şuuruna yapılmış olması muhakkak olan ve onun herhangi bir dahli bulunmadan gerçekleşmiş olan müdahale ile, muhtelif zaman ve mekânlarda Yüce Allah’ın yaptığı en azından insan nokta-i nazarından adetlere uymayan, kevnî müdahaleleri söz konusu etmeyeceğimizi de ifade etmiş oluyoruz.
(3)-Bak.Abdülaziz el Buhari,Keşfü’l-Esrar,(nşr.Muhammed el-Mu’tasım Billah el-Bağdadi),Beyrut 1994, (4 cilt), c. I, s. 70
(4)-Bu durum bizim için de aynen geçerlidir.
(5)-Bu noktada bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Kur’ân, nâzil olduğu dönemde insanlara lisanî ve sözlü bir hitâb olarak ulaşıyordu; bugün bize bir kitâb, yani yazılı bir metin olarak ulaşmaktadır. Onlara da bize de ulaşan aynı şey olsa da, ulaşma şeklinin farklılığı ile alâkalı olarak bazı önemli farklar ortaya çıkmaktadır. Bunların en önemlileri, onların rnuhatab oldukları hitabın doğrudan referanslarını bilmelerine karşılık, bizim bu referansları kurmamız gerektiğinin yaranda, onların âyetlerin nüzûluyla birlikte sonunun nereye varacağım bilmedikleri bir sürece dahil olmalarına karşılık, bizim elimizde tamamlanmış bir “Din”in ifadesi olarak Kur’ân’ın bulunmasıdır. Muhatap olmanın şeklinde ortaya çıkan bu iki fark, biraz daha yakından incelendiğinde, bugün Kur’ân’ın bize ne ifade ettiği ve ne dedigi konusunda önemli bir diri hususa dikkat çekecek ve önemli bir diri neticeyi de ortaya çıkaracaktır. Unutulmaması gereken temel husus, onlar kadar bizim de Kur’ân’a muhatap olduğumuzdan muhatap oluşumuzun seklindeki farklılık mahiyetinde de farklı olması anlamına gelmez.
(6)-Abdülaziz el-Buhari “dinde tefakkuh’un en büyük cihad” olduğunu, “hüccetle gerçekleşen cidâlin kılıçla gerçekleşen cihâddan daha tesirli olduğunu” ifade ederek temellendirmektedir. Keşfü’l’Esrâr, I, s. 53
(7)- Yunus Emre’nin sözün gücünü ifade eden beyitleri meşhurdur:
“Söz ola kese savaşı, Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.”
(8). Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l’Esrâr I, s. 7
(9). Bu durum bir taraftan beyân ve me’ânî ilimlerinde, diğer taraftan bunların da esasını teşkil eden nahivde vurgulandığı gibi, bu ilimlerde ulaşılan neticelerden hareketle Kur’ân’ın îcâzı hakkında yazılan eserlerde de vurgulanır.
(10). Teftazânî, Şerhut-Telvih, ‘ale’t-Tavdih, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, t.y., c. 1, s. 152
(11)-Suyûtî, kendisinden önce yapılan birçok tasnifi naklettikten sonra, bunların netice itibariyle ikiye (haber-inşâ) irca edilebileceğini ifade eder. (El-İtkân, II, s. 97-107; a. Mlf., İ’câzul- Kur’ân, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Kahire 1970, c. I, s. 420-449). İfadelerin genel olarak bu iki kısımdan oluştuğu, yaygın kabul görmüştür. Meselâ bak: es-Sekkâkî, Miftâhul-ulûm, Beyrut 1983; Teftazânî, el-Mutavvel, Dersa’âdet 1310, s. 37; a.mlf., Şerhu’t-Telvîh ‘ale’t-Tavdih, c. I, s. 149
(12). İlk dönemde aralarındaki bu irtibata istinaden ilmin neredeyse haberle eş anlamlı olarak kullanılması, bu noktadan oldukça manidardır.
(13). Bu hususa Kadı Abdülcebbar da işaret etmektedir. Bütün iyiler, Yüce Allah’ın emrinin bir neticesi olduğu için, O na izafe edilirler; buna karşılık kötülükler, onun emrine muhaletet olduğu için, O na izafe edilemez. Bu husus burada ayrıca locution, illocution ve perlocution kavramları ile de açıklanabilir.
(14). Bu durum başından itibaren bilinen bir husus olmakla birlikte, en açık ifadesini İmam Şâfi’î’nin et’Risâle isimli eserinde bulmaktadır. Bak: Muhammed b. İdrîs eş-Şâfı’î, er-Risâle, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Beyrut t.y., s. 51 vd. Serahsî bunu açıkça dile getirir. Bak. Serahsî, Usûlü’s’Serahsî, Beyrut 1973, c. I, s. 141
(15)-Peygamber in fiillerinin, o davranışları gerçekleştirdikten sonra (o hayatta iken veya daha sonra rivâyetlere istinaden) yaygınlaşarak sünnete dönüşmesinin esasını burada aramak gerekmektedir.
(16)-Yazının başında zikredilen rivâyet de buna işâret ediyor.
Bunun yanında kıssaların başka özelliklerinden de söz edilebilir; ancak burada bunun üzerinde daha fazla durmak bizi konumuzdan uzaklaştıracağı için, başka bir vesileye tehir etmek durumundayız.
Biz burada tümel kavramını klasik mantığın kullandığından daha geniş bir anlamda kullanıyoruz.
Bak: Muhyiddîn Kâfıyeci, “Ebhâsün ft Misli Zeydün Kâ’imün”, Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezdi fi’n~Nahv, thk. Abdullah Sâlim Mükerrem, Beyrut 1985, c. VIII, s. 262-282.
(20.)Hz. Peygamber’in sünnetini, sözleri, fiilleri ve takrirleri olarak tasnif eden ulemanın, bu tasnife esas teşkil eden davranış tariflerinin, biraz daha yakından incelendiği zaman yukarıda zikredildiği gibi olduğu söylenebilir. Çünkü sözler, sadece ağızdan çıkan anlamsız sözler olarak değil, anlamlı ifadeler olarak farkında olarak söylediği ve söylerken de bir davranışı (emretme, açıklama, uyarma vs.) gerçekleştirdiği inşâî ifadelerdir ve bu vasıflarıyla da onun davranışları arasında zikredilirler. Aynı şekilde bilfiil yaptıkları ve bilerek ve farkında olarak müdahale etme imkânı ve yetkisi olmasına rağmen, müdahale etmemesi anlamında takrirleri ve onun fiilleri arasında kabul edilmeleri de benzer bir tarife istinad ettiklerini doğrular.
(21)-“hüve mecbûrun‘ale’l-ihtiyâri”, EbûHâmidel-Gazâlî, İhyâ’u ‘Ulûmi’d-Din, Kahire 1967. IV .317.
(22). Bak: Serahsî, LJsûl I, s. 60 vd.; meselenin bir tartışması için bak Teftazânî, Şerhut’Telvîh I, s. 172 vd. ve Abdülaziz el-Buhârî, Keşful’Esrâr I, s. 393 vd.
(23). Bak mes. Ebü’l-hasan b. Muhammed el-Vâhîdî en-Neysâbûrî, Esbâbü’n-Nüzûl, Kahire t.y., s4 vd.; Suyûtî, elİtkân I, s. 38
(24). Vâhidî, Esbâbü’n ‘Nüzûl, aynı yer; Suyûtî, el-İtkan, s. 41 vd.
(25)-fe’l vahyu tegayyeta tibkan li haziri’l vakti ve’t teşri’u yetegayyaru tıbkan li tegayyurati’l-‘asri’,Hasan Hanefi,et-Turas ve’t Tecdid,Beyrut,1981,s.48
(26). Suyûtî’nin sorduğu, “âyetlerin anlaşılmasında nüzûl sebebi mi, yoksa lafzın delâleti mi esastır” sorusu bu konuyla alakalıdır. Bak. Suyûtî, el-îtkân 1, s, 39
(27).Suyûtî, el-ıtkân I, s. 38
(28). Bu konuda özellikle İzutsu’nun çalışması, kavramlara hasredilmiş olsa da, epeyce bir fikir vermektedir. Bak. Izutsu, Kur’ânda Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara t.y.
(29). Başka bir ifadeyle Allah Kelâmı, müdahil olduğu şartlar öyle olduğu için böyle değildir; o her halde böyle olmakla birlikte, ifade edildiği dil Arapça olması hasebiyle, nazil olduğu şartlarla kolayca alakası kurulabilecek bir hususiyete sahiptir. Bundan dolayı Kur’ânı bugün, yeni nazil olmuş gibi okumak mümkündür ve ancak bu şekilde gereği gibi anlaşılacakttr. Ancak kendisi vasıtasıyla tebliğ ve beyan edilen Hz. Peygamber’in, sözlü ve bilfiil gerçekleştirdiği beyânı, vahyin müdahil olduğu şartlardaki tam karşılıkları, yani “üsve hasene” olarak her dönemde ve her mekânda her insan topluluğunun başvurmak zorunda olduğu önemli bir imkândır.
(30)-Taberinin naklettiği bir dizi rivayet namaz kılmanın cahiliyye dönemimle anlamlı bir fiil olmadığına işaret ediyor. Bak. Taberî, Tarîh, nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim, Kahire, t.y.c. II, s. 311-312
(31)-Burada vurgulanması gereken en önemli husus,Hz. Peygamber’i tasdik ve hu tasdikin gereğinin yapılmasının, hiçbir şekilde Hz. Peygamber’in zorlaması söz konusu olmaksızın gerçekleşmiş olmasıdır. Daha doğru ifade etmek gerekirse, bunun tam aksi gerçekleşmiştir: Onu tasdik etmek, kendisi ile birlikte bir dizi zorluğu tasdik edenlerin karşısına çıkardığı için, maddi ve toplumsal açıdan kötü bir duruma düşmeyi göze almak anlamına geliyordu. Yani Hz Peygamber’in rısâletine şehâdet, bu şehadeti gerçekleştirenlerin, davetin ve davetçınin doğruluğuna kanî olmalarına dayanıyordu. Bu konuda Pascal’ın sözü oldukça açıklayıcıdır.
(32)- Serahsî, Usûl II, s. 80 vd.