Dilin Kabuğu
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının ilk cümlesi meşhurdur: “Kelâm, başlangıçta var idi”…
Kelâm’ın önceliği, nefs-i natıka sahibi insanın, dil vasıtasıyla hakikat ağacının yemişlerine uzanabilmesi ve kendini bir dil içinde idrak edebilmesi anlamlarına da geliyor, öyle ya, dil’in olmadığı yerde İnsanî keyfiyetin oluşabilmc imkânı da yoktur. Ve insan, her ne kadar kelime üstü bir seziş ve “his şemmesi”yle şey’lerin özüne sıçrama kabiliyeti olsa da, merkezinde olduğu bir kainatın gerçeklerine, kendinden önce mevcut bir dil’in imkânları ile vakıf olabilmekte…
Şüphesiz böyle bir kabûl doğrudur; ancak, belki bütün doğruların, yanlışa bir kapı açabilme tehlikesini içermesi gibi, dil’in, insan zihninin temellerini oluşturan kavramları vasıtasıyla gerçekliği kavramanın bir vasıtası olarak görülmesinde de bir tehlike saklıdır.
Bizler genellikle, “düşünüşün ve dolayısıyla ortaya anten problemlerin tabiî temeli olduğu için, dilin, yani kelimeler ve kavramların bizatihi kendisini bir problem olarak göremeyiz”… Dolayısıyle problemlerin gerçek tabiatına yabancı kalır, dil’in kabuğuyla örtülen bir zihin ile yüzeysel yaklaşımlarda bulunmaktan kurtulamayız. Daha da önemlisi, temeli Antikiteye kadar uzanan ve batı kültürüne ait hastalıklı bir tutum olan, herhangi bir meselede, içinde yaşadığımız zamanın sorularından hareketle çözüme gitme alışkanlığından vazgeçemeyiz. Yani, çevrelendiğimiz kavramların ve diyalektiğin çelmesine takılırız…
öyleyse, evleviyetle yapılması gereken ilk şey, genellikle farkında olmaksızın içinde nefes aldığımız dil’de münde- miş dünya görüşüyle oluşturduğu zihniyetlerimizin özgürleştirilmesi, daha doğru bir ifadeyle de kritik edilmesidir. Yani, tabiî olarak dahil olduğumuz dilin kabuğunu kırmak; ve içinde yaşadığımız dönemin fikrî ve kültürel atmosferini karakterize eden kavramları, oldukları gibi benimsemekten kendimizi kurtarabilmek lâzımdır. Uyanık bir şuur, kendisini problem olarak sunan çeşitli meseleler karşısında, içinde yaşadığı dönemin hakim literatürünü ihtiyatla kullanır.
içinde yaşadığımız dönemi temsil eder görünen demokrasi, modernizm, post-modernizm, tradisyonalizm, kültürel çoğulculuk, laiklik, çok hukukluluk v.s. gibi, bağlamları itibariyle kritik edilmemiş ama nerdeyse bütün zihinsel akti- vitelerin merkezine oturmuş bulunan kavramlar, gerçekte popüler kültürün dil kabuklarıdır. Zihinlerimizi örten ve bizleri dilsizleştiren bu kavramlar, birşeyleri izah etmekten ziyade empoze etmekte ve insanın temel meselelerini muh- tevasız bırakmaktadır.
“Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz…” sözünü, “laf ile peynir gemisi yürümez” deyişi ile yanyana koyduğunuzda “yapmak”, yani “eylem” ile “laf”, yani “söz”ün ayrı gerçeklik katagorilerine sahip olduğunu düşünebilirsiniz. Üstelik bunu, günümüz modern hayatı içinde son derece karmaşık hale gelmiş ilişkiler zincirindeki hayret verici kopmaları sözkonusu ederek, destekleme imkânı da bulabilirsiniz.
Söz ile eylem arasında, altını çizdiğimiz bu kopukluk, bu birbirini tutmayış, söz’ün “önemsizliğinden” kaynaklanmıyor şüphesiz. Aksine, sözün varoluşa ilişkin, İnsanî özü yansıtan gerçekliğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla, söz ün gerçekleşme imkânından mahrum, yalama bir hale gelmesi, nutk sahibi insanın özünde bir parçalanma-deformasyon olduğu anlamına geliyor.
Herhangi bir şekilde ciddiye alınmayacak laf, yalan olan, yani gerçekliği olmayan söz’dür… Aynı şekilde bir “eylem” niteliği göstermeyen de aynı laf tır. Çünkü gerçekliğini kaybetmiş söz, söyleyenin gerçek dışı kimliğine bir işarettir.
Söz, hem bir “yapma”, hem de eylem ile fail arasında gerçekliğin vurgulandığı bir ayna -yansıtma aracı-dır. Varoluş söz’de, söz ise eylemde kendini açığa çıkarır.
Söz’ün insan özünün bir yansıması olduğunu vurgulayan nice Hadîs-i Şerif vardır. Bir defasında, bir müslüman içki içer mi, zina yapar mı, bir başkasının malını çalar mı? gibi sorulara sükut ile karşılık veren Efendimiz, yalan söyler mi? sualine, şiddetle “Hayır” diyerek mukabelede bulunmuştur.
Söz’ün gerçekliliğinin kaybolduğu yerde, her yapma bir şaibe altındadır. Dahası öze ilişkin bir eylem tutarlılığı, her an, beklenmedik sapmalarla tahrip olma ihtimali altındadır.
Günümüzde, kendi özüne yabancılaşma sancıları ile kıvranan ve insanlık-dışı bir konuma düşmüş bulunan insan, her şeyden önce söz’ü kaybetmiştir. Söz’ün karşılıksız kaldığı her yerde de bir boşluktan başka bir şey ifade edememektedir.
20.yüzyılın yenilikçi yazarlarından Samuell Beckett, romanlarında, düştüğü çamurla özdeşleşen bir varlık olarak gösterir insanı. Anlamını kaybetmiş insan… Dış dünyadan ise sadece “gürültüler” gelmekte, bu karışık ve anlamsız şeylere karşı da insan, sürekli birtakım laflar gevelemektedir. Artık söz, varoluşun anlamını kaybetmiş insan için, dışarıdaki gevşek gürültü içinde, birbiri ardına patlayan hava kabarcıklarıdır. Ve insan bu hava kabarcıklarından ibarettir. Çünkü söz, anlamını yitirmiştir ve insanın, içinde varolma imkânı olmayan boşluğunu çoğaltmaktadır.
Nihayet, dönüp-dolaşarak “söz” denilen şeyin, hayatın ortasında takındığımız “tavır” ile nasıl bir münasebet içinde bulunduğunu yeniden anlama ve irdeleme mecburiyetine düşmüş bulunuyoruz.
Çünkü, belki daha önceki zamanlarda hiç olmadığı kabar mebzul miktarda sözün üretilmek zorunda olduğu bir çağda yaşamak gibi bir rahatsızlık içindeyiz. Hatta yaşamak dediğimiz şeyin söz imal etmekten gayrı bir mânası kalmadığını dahi iddia edebiliriz; ki, bu düpedüz bir manasızlık, bir çürüme, bir dekadans durumudur.
Kısa, özlü ve mânayı kelimelere boğdurmadan vazıh biçimde ortaya koyan eskilerin sözlerindeki yalınlık, onların, hayat karşısında takındıkları tavrın her türlü sahtelik ve nümayişten tiksinen sadeliğinden ve her halükârda içiyle dışının arasında her hangi bir inhirafa müsaade etmeyen doğruluk titizliğinden neşet ediyor olsa gerektir. Dolayısıyla onlar, şahsiyet dediğimiz, bir insanın bütün “hüviyet-i asliyesi”nin söz’de göründüğü şuuruna sımsıkı bağlıdır ve söz ile hakikati tahrif ve tağyirin aslında kişinin ruhî parçalanmasına delalet ettiğinin pek ciddiyetle farkındadırlar. Zaten hayatın, ruhî birlik ve bütünlüğü muhafaza etmek olduğunu bilenler için ancak, sözün bir kıymeti, asliyeti ve hakikati vardır.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu gibi, bir müslümanın, müslüman olma şartları içinde, diğer müs- lümanların onun elinden (eylemlerinden) ve dilinden (sözlerinden) emin olma şartı vardır. Bir cemiyet içinde, insanların birbirlerine olan güvenlerinin yegane temeli, elin söze, sözün de kalbe bağlı olmasının bir neticesi halinde, kalbî müştereklik noktasıdır. Öyleyse, söz bütün kıymetini kalb ile olan rabıtasında bulmakta ve sözün rengi kalbe ait olmaktadır.
Şöyle diyebiliriz; söz insanın gerçekleştiği yerdir, yani bi-zatihi hayata karşı bir tavır alıştır.
Peki ya, söz deki bu yalama oluş da neyin nesi?
Buna mazeret bulabilir, felsefi bir çözümleme ile çağın karakteristiği haline gelmiş gerçeklik parçalanmasından kendimizi beri tutamayacağımız neticesine çıkabilir miyiz acaba? Diyelim ki çıktık; ama o vakit, bu mazeret teşkil etmez de, çürüyüşün ve asliyeti kaybedişin bir ikrarı olmaz mı?.. Zaten çağın bu parçalanmış durumudur ki, “söz” ve “tavır” arasında mevcut münasebet üzerine her zamankinden daha fazla eğilmemizi icab ettiriyor ya…
Elbette kabul ediyorum; bugün her türlü tezadın bin bir yönlü ilişkiler yumağı içinde ve kelimelerin daha ağzımızdan çıkarken mantarlaşıvermesi, geçersizleşmesi ve gerçeklik dediğimiz şeyle aramızda hiçbir tavassut imkânına sahip bulunmaması karşısında, her yönüyle tahkim edilmiş, sarsılmaz ve bulanıklaşmaz bir halet-i ruhiyenin berraklığı ile yalın bir “tavır” takınabilmek imkansıza yakın bir şeydir ve elbette hiç de “menfaat” sağlayıcı değildir. Olsa olsa “acı” verir insana.
Günümüz insanı iki vaziyet arasında bir seçim yapmak durumunda: Ya söz’ü acıya bağlayacak, asla inhiraf etmesine müsaade etmemenin bütün meşakkatine göğüs gererek soylu bir yaşamı derin acılar üstüne bina edecek, söz ile katlanacak ve “sözü söz” olacak; yahut sözü menfaatlerinin hizmetçisi kılacak ve günü kurtarmanın açık gözlülüğü ile “yalan”da teselli bulacaktır.
20.yüzyıl bir acılar ve kopukluklar çağı olarak geçti tarihe. Bireysel çözülmelerin ve insani yozlaşmaların son kertesine varıldığı bir “Parçalanmış Gerçeklik” yüzyılı…
Manes Spcrber, kendi deyişiyle “İnsanın insana en çok kıydığı bir çağda yaşamış” Avrupa düşüncesinin önemli temsilcilerinden biri hüviyetinde, insanı insan yapan değerlerden oluşma bir insanlık ideali taşımış hayatı boyunca.
Bugün her zamankinden daha fazla ve daha yakından kendimizi tanımak, İnsanî gerçeğimizin özünü kavramak için daha fazla “iç yolculuk”lara çıkmak durumundayız. Yaşadığımız çağ, öldürmenin soğukkanlı yöntemleri ile kana bulanmış, kalbi kırık bir dünya bırakmakta geriye.
Sperber’in yazılarında irdelediği temel sorun, insanın eylemleri ile özü arasında açılan uçurumun, meydana gelen kırılmanın nasıl sıhhate kavuşturulacağı, öz – söz ve eylem bütünlüğünde kendini doğru biçimde gerçekleştirebilecek insana, bu hakikatin hangi yöntemlerle hatırlatılabileceği- dir. Aynasını bu çağın insanı üzerine tutanlar bir yabancı- laşma-alienation görür. Yani bir ruh hastalığı.
İnsan özünün en açık bir biçimde eylemlerinde yansıdığım ve “kişinin ayinesinin iş” olduğunu söyleyen Sperber, sağlıklı insanın, öz ve eylemin mutabakatında yansıması gerektiğini düşünür. Ne var ki bugün, daha ziyade polisiye romanların çıkış noktası olan, öz-eylem uyumunun gizliden parçalanması, çağın insanının bariz karakteri haline gelmiştir. Kierkegaard’ın “Korku ve Titremeline yazdığı önsözde, J.de Silentio şöyle diyordu: “O, söylediklerini yaptı ve yaptıklarını söyledi. Ah ne yazık ki bu tavır zamanımızda oldukça ender görülür”…
Yüzyılımızda insanların akıl almaz kötülükleri yapmayı nasıl olup da sürdürebildiklerini ve üstelik tüm kötülüklere rağmen nasıl olup da normal bir insanmış gibi hareket edebildiklerini görüyor olmamız anlaşılmaz gibi gelse de pek şaşırmamak gerekiyor, Çünkü karşımızda “insanlığın çarpıtılmış bir yansıması durmaktadır,”
Kimdir bu, yaşamı boyunca çevresinde şahit olduğu hata, kusur ye cümle suçları kendinden emin bir savcı eda- siyle ortaya çıkarmak; üstelik faillerini mutlaka takbih etmenin zevkini yaşamak için anlaşılmaz bir hırs edasiyle boy gösterenler?
Asıl suçlular bunlar mı yoksa?
Bu suali unutmadan; ama şimdilik olduğu yerde bırakarak, şahıslardaki ahlâk kaygısını, İçtimaî benlik ile ferdî benlik arasında mevcut münasebet dengesinin yıkılmasından ibaret gören Bergson’un, bir caninin yakalandığı vicdan azabı duygusu tahliline bir göz atalım:
Bir cani, işlemiş olduğu kötü fiille, herşeyden önce cemiyetin nazarında yabancılaşmış bir adamdır. Onu korkuya sevkeden şey, işlediği kötü fiilin, geriye bırakılmış bir iz, bir emâre sebebiyle ortaya çıkarılacağı ve cezaya çarptırılacağı endişesi gibi görünmektedir. Lâkin biraz daha yakından incelendiğinde, bir caniyi kuşkuya düşürenin ceza endişesinden ziyade, kendi suçunu ortadan kaldırmak çabasının onu cemiyet içinde yalnız bırakmış olmasıdır. Cani, suçunun izlerini silerek cemiyette eski mevkii ve itibarını muhafaza etmeye çabalar; ancak cemiyetin itibar ettiği adam değildir artık o… Gerçek kimliğini sadece kendisi bilir ve bu bilgi onu cemiyetin ortasında vahşi bir yalnızlığa iter. Caninin içine düştüğü bu yalnızlık halinin kendini sürüklediği vicdan azabı o denli ağırlaşır ki, nihayet önünde tek bir yol kalır: Suçunu itiraf etmek ve yeniden cemiyetin, suçlu da olsa bir üyesi haline gelmek,.. Çünkü itiraf etmek, rahatlamaktır.
Bergson’un bu tahlilinin, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli meşhur romanındaki Raskolnikof tipi gözönünde tutularak yapılmış olduğunu söylemek zor değil… Suçlu psikolojisine dâir yapılmış başkaca tahliller ve edebiyatta bu mevzu etrafında yazılmış nice eser bulunabilir ve belki sonuçta mevzu getirilip şu cümleyle bağlanabilir.
Dostoyevski, Karamozof Kardeşler de der ki:
“Çoğu zaman insanlar, hatta caniler bile haklarında verdiğimiz hükümlerden çok daha saf, temiz ruhlu olurlar.”
Mevzuyu, bu noktasından itibaren, Hıristiyanlığın meşhur “İtiraf” uygulamasına dökmek tehlikesi vardır ve zaten Bergson da, Dostoyevski de başka birşey yapmamışlar, nefsi azizleştirmek yoluna sapmaktan kurtulamamışlardır.
Tersine tecelli…
Halbuki gerçek suç, kişinin nefsine olan imtiyazlı bakışında başlar ve fertlerin ayrı ayrı kendi nefslerini imtiyazlı gördükleri bir cemiyette korkunç bir suistimal ve suç zemini açılır. Böyle cemiyetlerde, elbette işlenen her suç ve ahlâksızlığın ayrı ayrı bir faili vardır ama her suçtan, o suça en uzakta duran ve kendine en ufak bir suç kabahati yüklemeyen kişiler de mesuldür.
Takbih ettiğimiz her cani bizim bir parçamız ve karanlık psikolojimizin kendini ele veren bir tezahürüdür.
Suat Ak – Gerçeğin Canevinden,syf: