Dil, Söz, Sözlük
Gözsüze el eyledim, sağır sözüm anladı Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü Yunus EMRE
Günümüzden yaklaşık 25-30 yıl önce dünyasını değişmiş bir yakınımızın, bir akşam gelip evimizde eşimizle, uzakta olan çocuklarımız üstüne geliştirdiğimiz konuşmalarımıza tanık olduğunu farzedelim. Konuşma cep telefonları üzerinden gelişmektedir:
— “Büyüğün cebi cevap vermiyor…”
— “Bulunduğum yerden çekmiyor.” diyordu.
— “Cebini kaybetmiş de olabilir!…”
Açık konuşmak gerekirse, meramımı daha iyi anlatabilmek için, cümleleri, bilerek, bir yere kadar konuşma dilinin kıvraklığını da yansıtacak ifadelerden seçtim. Böyle bir konuşmayı anlamakta biz bugün hiç zorluk çekmeyiz. Zaten günlük konuşma dilimiz çok büyük ölçüde icaza yaslanarak, ama içinde
* Dumlupınar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 7-9 Kasım 2013 tarihlerinde Kütahya da düzenlenen “Ahteri ve Dönemi” adlı Sempozyumunda sunulmuştur.
yaşadığımız gerçeklikle şu veya bu şekilde buluşan bir çizgide gelişir. İfadeleri anlamakta zorlandığımız yer ve durumlarda dil dışı” dediğimiz bağlam işimizi büyük ölçüde kolaylaştırır. Bu bakımdan, konuşma dilinde sıkça karşılaştığımız ima, işaret, mecaz, kinaye ve istiareye dayalı ifadeleri anlamakta, bu tür ifadelerle ne kasdedildiğini takipte büyük bir güçlük çekmeyiz. Konuşmanın içinde geçtiği ortam, konuşanın bizzat kendisi ve benzeri başka bileşenler bize bu konuda büyük destek sağlar. Kısaca, içinde bulunduğumuz durum ya da ortam iyi kavrandığında dildeki sözdizimi ve anlamla ilgili kayma ve kopmalar, yani semantik ve sentaktik kırılmalar pek büyük bir güçlük çıkarmayabilir. Nitekim telefonlu hayata iyice alışmış olan bizlerin yukarıda örnek olarak verdiğimiz konuşma cümlelerini anlama konusunda neredeyse hiç zorlanmadığımızı düşünüyorum.
Buna karşılık, hayalî örneğimizdeki, öte dünyadan gelen yakınımız, daha 20 yıl önce çok iyi tanıdığı insanların, yukarıda geçen cümlelerle neden söz ettiklerini, ne demek istediklerini anlamakta son derece zorlanacakları, hatta muhtemelen hiç anlamayacakları açıkça ortadadır. Onların “cep,” “cevap,” “çekmiyor” kelimelerinin anlamlarını zaten biliyor olmaları, konuşmaları/konuşulanları anlama konusunda yeterli değildir. Onların, konuşulanları gereği gibi anlayabilmeleri için dilin hayatla buluşan boyutu hakkında da bilgi sahibi olmaları gerekir. Zira dil sadece kelime ya da kavramlar arası ilişkiye oturan bir sistem, delalet ve göstergeler üzerinden çalışan bir aracı değil, aynı zamanda geniş bir çağrışım, ima, işaret ve içe- rimler yumağı oluşturan bir ortamdır. İşte bu yüzden, dilin en başta gelen kurucu unsuru olan sentaks, dildışı bağlamın ihmal edildiği bazı yer ve durumlarda anlamın yakalanması konusunda yetersiz kalabilmektedir.
Gerçekten, derin toplumsal dönüşümlerin yaşandığı, zihniyet farklılaşmalarının ortaya çıktığı yer ve durumlarda dil de eski ses ve gücünden bir şeyler kaybetmektedir. Dilin bir toplumdaki alışılmış sesi ve gücü ile o toplumun genel zihniyet yapısını oluşturan dünya görüşü arasında sıkı bir ilişki vardır. Dünya görüşündeki köklü kopuş ve kırılmalar; daha açık bir ifadeyle, değişen değer telakkileri, bilgi ve varlık anlayış- lan dilin eski gücünü zayıflatır. Bu tür köklü değişim dönemlerinde semantiğin, veya daha açık bir söyleyişle, kelimelerin anlam içeriklerinin kapsam ve derinliğine ilişkin tartışmaların daha bir önem ve öncelik kazandığını görüyoruz.
Bu noktada, kelimelerin eski sesi ve gücü ile yaşadığımız dünyanın, yani realitenin baskısı arasındaki gerilimden köklü semantik problemlerin doğduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten her tür ve düzeydeki ifadeler için sözkonusu olan semantik sorunlar gerilimin arttığı yer ve durumlarda çok daha önemli ve öncelikli bir konu/problem haline gelir. Batı dünyasında semantiğin, özellikle son bir-iki yüzyıldır önem kazanmasının alfanda, kanaatimce, böyle bir gerçek yatmaktadır. Açıkça ifade etmek gerekirse, Batı dünyasında bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler eski ya da geleneksel değer ve hakikat telakkilerinde çok derin sarsıntılar meydana getirmiş, netice olarak semantik, genel dil tartışmaları içinde daha ayrıcalıklı bir yere oturmuştur.
Konuya kendi dil ve kültürümüz açısından bakıldığında, durumun, yani geleneksel dil ve söylemimizle yaşadığımız gerçeklikler arasındaki gerilimin çok daha vahim boyutlarda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçekten, geleneksel değer telakkimizle, varlık tasavvurumuz ve hakikat anlayışımızla yaşadığımız gerçekliklerin/realitenin bize telkin ettiği şeyler arasında çok derin bir uçurum vardır. Her şeyden önce, görsel olanın dilsel ve işitsel olanı gölgede bırakması olgusuyla karşı karşıyayız. Böyle bir ortamda Fuzûlî’nin figanını, Şeyh Gâ- lib’in neşesini, Yunus’un buluş tecrübesinin terennümlerini duymakta zorlanıyoruz. Bu büyük düşünür şairlerin yaslandıkları hakikat tasavvuru ve idrakimize açtıkları şuur alanı ile bugün daha çok realiteden beslenen ve bireysel semantik alanın ağır bastığı algılarımız arasında neredeyse hiçbir ilişki yoktur. Bugün onların sesini duymakta bu yüzden güçlük çekiyoruz.
Dilimizin son yüzyılda atlattığı badireler sadece kelimelerin eski ses ve gücü ile tarihî, toplumsal, İktisadî vs. şartların baskısı arasmdaki gerimle de sınırlı değildir. Bu tür gerilimle- ri, bireysel ve toplumsal hayatımızın doğal/tarihî akışı içinde her yer ve dönemde karşılaşılan süreçler olarak değerlendirebiliriz. Hatta bu tür daralma ve açılmalar yaşadığımız tecrübelerin dışavurumu ve doğrudan bir ifade aracı olarak dilin daha da gelişmesi ve zenginleşmesi açısından bir imkân ve fırsat olarak bile değerlendirilebilir. Zaten dil tanık olduğumuz, tecrübe ettiğimiz, teemmül ve tefekkür süreçlerinde yaşadığımız; kısaca, farklı bir şey olarak temyiz ve tefrik ettiğimiz nesne, durum ve olayları adlandırma süreçlerine bağlı olarak gelişir. Bu tür süreçlerde yakaladığımız ifade imkânları dilimiz lehine, dolayısıyla kendi adımıza işleyen kazanımlanmızdır.
Ne var ki dilimiz, son yüzyılı içine alan sürede zaman zaman şiddeti daha da artan bir ölüm-kalım savaşı içinde olmuştur. Dilimizin bu süreçte yaşadığı sıkıntılar salt semantik alanla sınırlı kalmamış, bir yerde onun sentaktik yapışma da sirayet eden bir boyut kazanmıştır. Netice olarak, dilimizde çok geniş çaplı ve derin semantik ve sentaktik kırılmalar ortaya çıkmıştır. İdeolojik bir bakış açısından yola çıkılarak. Çok kapsamlı resmî bir program olarak uygulanan Türkçe’yi arındırma süreci ya da çalışmalarının, kimliğimizin son derece önemli bir kurucu unsuru olan dilimizin imkânlarını daha iyi kavramamız açısından birtakım olumlu katkıları olsa bile, özellikle semantik alandaki içerim ve uzantıları büyük ölçüde olumsuz olmuştur. Bu olumsuz gelişmelerde ideolojik yaklaşımların büyük payı vardır. Doğrusu, “yeni” ve “öz Türkçe” ile kasdedilen salt bir dil yeniliği, dil yalınlığı değildi. Mesela, “âlem” kelimesinin yerine “evren” kelimesini ikame etmek sadece bir kelime tercihi ile açıklanacak bir seçim değildir. Bu tür tercih ve kullanımların dilin bütün sentaktik yapısını, dolayısıyla semantik içerimlerini derinden etkileyecek sonuçları vardır. Sentaktik kırılmalar, semantik belirsizlikler bir kültürün, bir medeniyetin anahtar terimleri sözkonusu olduğunda çok daha geniş boyutlarda olmaktadır. Dilimizdeki bu tür oynamalarla, yeni kelime ikameleriyle, doğrusu, yeni bir dünya başka bir dünya görüşü önerilmekteydi: Yeni, yani modem kozmoloji anlayışı ve dünya görüşü.
*Bugün ülkemiz aydın, entelektüel ve araştırmacıları üzerinde büyük ölçüde etkili olan varlık ve kozmoloji anlayışı, bilgi ve değer telakkisi ile bu konulardaki geleneksel, dinî telakkilerimiz arasında neredeyse hiçbir örtüşme oktur. Her şeyden önce genel geleneksel anlayışımız organik âlem tasavvuruna yaslandığı halde, bugün yeni kuşakların kafasında mekanik evren anlayışı daha baskın görünmektedir. Bunun sonucu olarak, olgu-değer ayırımı gözetmeyen geleneksel, dinî bakış açımızın yerini eşyayı salt bir olgu olarak gören ve öyle değerlendiren bakış açısı almıştır. Netice olarak, eşyayı anlama, onun âlemdeki yer ve durumunu fizik ötesiyle de ilişkili bir şekilde kavrama, yerini, salt sebep-sonuç ilişkileri içinde açıklama tarzına bırakmıştır. Bu durum, dilde, muazzam boyutlarda sentaktik kırılmalara yol açmıştır. Dinî, kültürel, düşünsel dil ve söylemimizde karşı karşıya geldiğimiz sıkıntılar her şeyden önce bu farklı bakış açısından kaynaklanmaktadır.
Gerçekten, yeni varlık ve kozmoloji anlayışı, dolayısıyla yeni dünya görüşü ile geleneksel, tarihî dünya görüşümüzün ge nel atıf çerçeveleri arasında her şeyden önce bir kan uyuşmazlığı sözkonusudur. Dilimizin son yüzyılda yaşadığı semantik kırılma bu iki dünya görüşünün anlam haritaları arasındaki uyuşmazlığın bir sonucudur ve onu dile getirir. Sonunda dilimizin bir yerde sözdizimini de etkileyecek bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durum, uzun, tarihsel dil tecrübemiz açısından dilimizin semantik boyutunun hızla daralması, tıkanması, bazı yer ve durumlarda, başta geleneksel dünya görüşümüze karşı olmak üzere, neredeyse sonuna dek kapanmasına yol açtı. Dilimizin anlam içeriklerinin âdeta sabahtan akşama değiştiği bir durum yaşadık, yaşamaktayız. Dünyada anlam haritası böyle kısa bir sure içinde ve köklü bir şekilde değişen başka bir dil, öyle sanıyorum ki yoktur.
Gerçekten, geleneksel düşünce ve irfanımızda dilin söze delil olduğu anlayışı vardı. Başka bir ifade ile, lisan kalpteki kelama ancak delil olabilirdi. Keza, kelamın da varlığa açılan bir boyutu sözkonusu idi. Çevremizde gördüğümüz ağaçlar, çayırlar, taşlar birer kelime telakki edilirdi; her şey eninde sonunda bir işaret ve bir dildi. İşte bu yüzden dilimizle kalbimiz arasında, dolayısıyla algı ve anlayışımızla bütün varlık arasında dil üzerinden gelişen, âdeta göbek bağıyla bağlanmış bir ilişki sözkonusuydu. Yunus Emre, Fuzûlî, Şeyh Gâlib gibi ulu şairlerimizin ve genel olarak halk şiirimizin dilinin derin gramerini, bir ucuyla varlığa işaret eden bu kelam anlayışı oluştururdu. Yaşadığımız realitenin baskısına ilave olarak yeni dil ve dünya görüşü programlarıyla bu dil, gönül ve dünya/kâi- nat ilişkisi çok derin bir yara aldı. Dilimizle dünya görüşümüz arasında ortaya çıkan kırılmadan semantik sorunlar doğdu. Şimdi dilimizin, Türkçenin yaşadığı en büyük sıkıntı içinde yaşadığımız realitenin baskısından kurtularak kelimelerin eski ses ve gücü ile nasıl ve hangi düzeyde buluşacağı meselesidir. Tarihsel birikimimizi, kültürel mirasımızı anlama, algılama ve anlamlandırmanın, onu yeniden yorumlamanın yolu böyle bir buluşmadan geçer çünkü.’
Çok iyi bilindiği gibi, kelimelerin anlam ve duygu yükü katıldıkları bütün içinde, yani cümlede ortaya çıkar. Kelimeleri başlı başma aldığımızda onların büyük ölçüde çağrışımlarıyla başbaşa kalırız. Daha açık bir söyleyişle, anlam meselesi daha çok cümleyle ilgili, cümlenin bizi buluşturduğu yön, durum, ortam ya da dünya ile ilgili bir konudur. Bizi dünya ile, kainatımızla kelimeler değil, nihaî anlamda cümleler buluşturur. Dil asıl görevini bireysel semantik alanla ortak semantik alanın buluşma noktasında icra eder. Kelimelerin duygu yükü böyle bir süreç içinde yakalanır ve hissedilir. Çevremizde olup bitenlerle, kısaca, varlıkla bu duygu ve anlam yükü üzerinden ilişki kurarız; hakikate bu yoldan erişiriz. Dolayısıyla, kelimelerin salt anlam yüküyle yetinmek, bir yerde idrak alanımızı daraltmak ve göstergelerle başbaşa kalmak anlamına gelebilir.
İşte tam bu noktada sözlüklerin ne işe yaradığını sorabiliriz. Bilindiği gibi, sözlükler ağırlıklı olarak kelimelerin temel anlamlarından yola çıkan tanımlardan oluşur. Başka bir ifade ile, herhangi bir sözlükteki kelimeler verilen tanımların kısaltılmış karşılıklarıdır. Bu durumlarıyla da, en başarılı olanlarında bile, bir yerde tümel ve zorunlu olanı dile getirir sözlükler. Bu güçlüğün üstesinden gelebilmek için, kanaatime göre, sözlük yazımında en başta gözetilmesi gereken husus, sözlükte yer alan kelimelerin pratikte yer aldıkları dilin kullanım kurallarını yöneten derin grameri ve bu gramerin yaslandığı dünya görüşünü dikkate almaktır. Bu bakımdan, bu duyarlılıkla yazılmış misalli sözlüklere büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum; çünkü bu tür sözlüklerde yer alan örneklerden o dilin yaslandığı dünya görüşüne yapılan göndermeleri yakalamak nisbeten daha kolay olacaktır.
Burada cümleye yapılan vurgudan kelimelerin hakkının yendiği neticesi çıkarılabilir. Kelimeler, isterseniz sözcükler diyelim, son derece önemlidir. Onlar yaşanmış tecrübelere tekabül eder ve bu özellikleriyle de dünyamızı kuran yapı taşları olma özelliği taşır(lar). Bu bakımdan, kelimelerin büyük bir sembolik değeri vardır. “Sembol”den söz edilen yerde de, ister istemez bir dünya görüşüne açılıyoruz demektir. Biz hem birbirimizle, hem de dünya görüşümüzle kelimelerle, yani dille ilişki kurarız. Kelimelerin görevlerini hakkıyla icra etmelerinin yolu, onların yer aldıkları cümlede delalet ettikleri nesne, durum, olay ve en sonu dünya görüşü ile kurdukları ilişkiden geçer. Bu da, çok iyi bilindiği üzere, bir yerde bir cümle ya da ibarede geçen kelimelerin birbiriyle tanışıklığını şart koşar. Cümle kelimelerin elbirliği ile ortaya çıkar. Netice olarak, kelimeleri iyi tanımak ve sevmek durumundayız.
Kelimeler maksadı ifadede aciz kaldıkları yer ve durumlarda görevlerini başka kelimelere devredebilir. Hayatin ola- ğan akışı içinde bu yadırganacak bir durum da değildir. Yadırganacak olan şey dilin kullanım kurallarım yöneten derin gramerine yapılan müdahalelerdir. Çünkü bu tür müdahaleler aynı zamanda bir dünya görüşüne yönelik müdahalelerdir]
Dilimizin bugün yaşadığı semantik sorunlar onun realite ile olan ilişkisinin yön ve düzeyinden kaynaklandığı kadar, aynı zamanda ve daha çok maruz kaldığı kasıtlı müdahalelerden] ileri gelmektedir. Bu müdahalelerle dilimize çok eziyet edildiğini düşünüyorum. Mesele salt bir kelime meselesi değildir. Dilimizin eski kelimeleri de, yeni kelimeleri de bizimdir, ve yeri geldiğinde hepsi de işimizi görecektir.
Kısaca ifade etmeye çalıştığım bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda, bugün burada toplanmamıza vesile olan Ahter-i Kebîr’in, dil ve sözlük kültürümüzde büyük bir yeri olduğuna inanıyorum. Gerçekten, bu sözlük, örnek cümle ve ibarelere yaslanan açıklama ve tanımlarıyla yaklaşık 500 yıl öncesine uzanan dil ve kültürümüzü yansıtmak bakımından son derece müstesna bir yerde durmaktadır. Biz bugün bu ve benzeri sözlüklerden, İslam kültür ve medeniyetinin ve bu medeniyetin Osmanlı versiyonunun dil, tecrübe ve dünyası hakkında daha isabetli atıflar, yorumlar ve yaklaşımlar yakalayabiliyoruz. Bu kitabın, günümüzde yazılan sözlüklerden farklı olarak, dil ve kültürümüzdeki çağdaş semantik kırılmaların sözkonusu olmadığı bir dünyayı bize tanıtmış olması başlı başına bir değerdir. Sözlükler bir yerde yaşanmış tecrübelere tekabül eden şahitleri getirirler bize. Bu sözlükteki kelimeler de eslafımızın yaşadığı tecrübenin tarakları, şahitleridir. O yüzden önemlidir Ahter-i Kebîr, ve benzeri sözlükler, yazılmayı bekleyen sözlükler.
Turan Koç – Zamanın Gözleri,syf.103-111