Dil: Gönül-ve-Lisan ve Özne, Dil, Hakikat
Hakikatin tezahür mahalli dildir (kelam/logos) ve dil öznenin en âlâ imkânıdır, dahası dil özneliğe ortamdır, işaret etmeden geçemeyeceğiz: Türkçede “dil” denince ilkin iki şey anlaşılır. Bir, lisan anlamında dil ki Eski Türkçe “til’den gelir; iki, gönül anlamında dil ki Farsça “dil” den gelir. Bu kökenleri farklı ama bugünkü Türkçede aynı yazılıp fonetik olarak da aynı okunan iki kelimeyi iki-anlamlı tek bir kelime, dahası her iki anlamı birbirini bütünlemen tek bir kelime farz edip birlikli bir biçimde şöyle yorumsayabiliriz: Lisan (i. dil) gönl’ün (ii. dil) lisanı olduğu, ona ayna olduğu ölçüde hakikatlidir, hakikidir. Yani lisan gö- nül’den neşet ettiği ölçüde hakikatlidir, hakikidir.
Sonuçta, farklı kökenlere ve görünüşteki ayrı anlamlara rağmen sesteş iki kelimenin (i. dil ve ii. dil) Türkçede aynı anlam alanına (Lisanın hakikati olarak «gönül lisanı») dâhil olarak iç içe geçmesi, bu örtüşme, bu tevafuk, adeta bu meze («Dil: gönül-ve-lisan»), el verdiği semantik genişleme ve zenginliğin yanı sıra tefekkürde derinlik sağlaması bakımından Türkçede meknuz hakikatli güzelliğin bir örneğini oluşturmaktadır. Lisanın kaynağı olarak gönül!Giderek lisan olarak gönül!
Evet, yinelersek, dil bir vasıta değildir yalnızca, ama esasta bir vasattır! İçinde yaşadığımız, ikamet ettiğimiz, olduğumuz, dahası olgu ulaştığımız bir vasat. Dolayısıyla yaşama, kend’olma maceramızda Hakikati aradığımız, arayıp araştırdığımız ve ola ki bulduğumuz bir vasat. Ama aynı zamanda da hakikiliğini hakikate vasat olmaklığından alan bir vasıta! Yanlış anlamaların önünü almak üzere hemen ilave edelim: Vakıa, lisan gönlün aynası değildir kâhir ekseriyette. Bununla birlikte, lisan (gönle tercüman olan lisan), lisanımızın yakınsadığı ve bu ölçüde kendi hakikatini gerçekleştirebildiği ideal nokta olarak alınabilir, her ne kadar bu mecazda tüketilemese de. içtenlik ve dolaysızlık idealidir bu. Lisanımız bu ideale yakınsadığı ölçüde «gönlün lisanı» olup hakikatli olacak ve aynı ölçüde Kelam’ın hakikatinden pay alacaktır.
Böylece hakikatli öznelik, Gönle yakınsayan, giderek onunla örtüşen lisan’da kendini ve kendi hakikatini bulacak ve/veya kuracaktır. Gönl’ün dolaysızlığında ve içtenliğinde temellenen, temellenmesi beklenen lisan! Bu Örnek bizim neden ratiodan değil de daha ziyade dilden hareket etmeyi, rationun gösterdiğine değil de daha ziyade dilin söylediğine kulak vermeyi yeğlemiş olduğumuzu açıklıyor gibi.
Hakikatli öznenin ideali içi (gönül) dışı (lisan) bir öznedir ki hâli konuştu mu gönül lisanıyla konuşmak ve eyledi mi doğruluk ve içtenlik üzere eylemektir. Ehl-i hakikat deriz ona ki özneliğin hakikatini temsil ve temessül eden bir tür kutuptur o. Arayış ehline düşense kutup yıldızına bakarak yol almaktır.
8. Özne, Dil, Hak-ikat
Şimdi bir kavram olarak hakikatin ve onun bazı önemli değişkelerinin öznelik ya da yaşantı nokta-i nazarından dilde nasıl bir anlam ağı arz ettiklerine şöyle bir göz atalım, aynı zamanda da bu semantik bağlantıların metafizik düzeydeki yansımalarını kısmen de olsa göstermeye çalışalım.
Önce «hak» kelimesinin Râğıb el-İsfehani’nin Müfredat’ında, bu meşhur Kur’an kavramları sözlüğünde geçtiği yerlere bir göz atmakta fayda var. Değil mi ki Kur’an Arapçayı yeniden kurmuştur, Kur’an dili olarak Arapça da 13. asır itibarıyla Türkçenin mayalandığı bir nevi matris yani rahim işlevi görmüştür, şu halde böyle bir başlangıç kendini haklılaştırmaktadır.
İsfehani en başta hak sözcüğünün temelde «mutabakat ve muvafakat yani uygunluk» anlamına geldiğini söyledikten sonra «Doğru/uygun bir şekilde açılıp kapanması için kapı ayağının yuvasına mutabık/uygun olması» örneğini verir.
El- İsfehanı sonra Kur’an’da hak kelimesinin kullanıldığı dört an- lam-alam ayırt eder.
1. Bir şeyi «nasıl gerekiyorsa öyle / hikmet üzere» yapana Hak denir. Bundan dolayı Allah’a «O, hakkın ta kendisidir / hüvel hakku» (Lokman, 31/30) denmiştir. Bir başka örnek: «İşte O Allah, sizin hak rabbinizdir / Fe-zâlikümullahu rabbi- küm’ül-hakku» (Yunus, 10/32).
2. «Hikmetin/uygunluğun» gerektirdiği şekilde yapılmış olana hak denir: «Yeniden-diriliş haktır / El-ba’sü hakkun» cümlesinde olduğu gibi. Bir başka örnek: «Allah bunu ancak hak ile/hikmet ile/olması gerektiği gibi yarattı / Halakallahu zâli- ke illa bil-hakkı» (Yunus, 10/5).
3. Doğru/olması gerektiği gibi olan inanca/itikada hak denir. Örneğin « Filancanın yeniden diriliş ile ilgili itikadı haktır/doğrudur». Bir başka örnek : «Bunun üzerine Allah, kendi izniyle mü’minleri üzerinde ayrılığa düştükleri hakka/doğruya iletti. / Fe-hedallahüllezine âmenü limaftelefu fîhi minel- hakki bi-iznih» (Bakara, 2/213)
4. Gerek sözün, gerekse amelin zaman, şartlar ve miktar bakımından nasıl gerekiyorsa öyle olmasına/yapılmasına hak denir: «Bu sözün haktır /kavluke hakku »ifadesinde olduğu gibi. Keza hak şu ayette bu anlamdadır: «Rabbinin kelimesi böylece hak oldu. / Kezalike hakkat kelimetu rabbike» (Yunus, 10/33).(12)
Yine bu çerçevede, Kur’an’da ehkaktü (Enfal, 8/8) ifadesi geçer ki “hak olduğunu ispat ettim / ortaya koydum”, başka bir ifadeyle “hakkı hak kıldım / tahkik ettim” anlamına gelir. Bu da iki şekilde olur:
1. Delilleri ve işaretleri ortaya koyarak,
2. Şeriatı bütünüyle tamamlayarak. Türkçede kullanılan ihkak-ı hak deyişi şu anlama gelir: «Bir hakkı usulü dairesinde yerine getirme, bir hakkı mürâfaa ve muhakeme neticesinde ispat ve izhâr etme» (Devellioğlu Sözlüğü).
Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere hakkın yerli-yerindelik ile, hikmet ile, boş ve faydasız olmama ile, vücubiyet, doğruluk ve sübut ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu maddelerden başka zikredilecek birkaç husus daha var. İlk olarak muhakaka “karşılıklı hak iddia etmek” anlamına gelir. Sonra, yapılan işin hak olması, duruma göre vacip/gerekli ve caiz olmasını gerektirir. «Müminlere yardım etmek üzerimize haktır» (Rum, 30/47) ayetinde vacip/gerekli anlamı açıktır.
Hak-ikat, uygunluğu, yerindeliği, sübutu ve gerçeği olan şey için kullanılır. Hz. Peygamber Harise’ye «Her hakkın bir hakikati vardır; senin imanının hakikati nedir? » diye sorduğunda, «İmanını neyle ortaya koyuyorsun, imanının delili nedir?» demek istemiştir.(13)
Hakikat aynı zamanda amel ve söz için de kullanılır ki bu durumda yapılan işte veya söylenen sözde gösteriş/riya olmadığı kastedilir. Hakikatli amel, ihlâslı ameldir. İçten öznelik, sahiciliğe, giderek sahihliğe yani hakikatliliğe delalettir.
Dahası, Hak(ikat), bâtılın karşısında, kalıcılığı ifade eder, şu ayette veciz bir biçimde ifade edildiği üzere: «Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçülerinde çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklendi. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah hak ile bâtılı böyle bir benzetmeyle anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle meseller verir» (Rad, 13/17).
Hakikatte tek kalıcı/bâki olan Hak’tır. Tam da öyle olduğu için biz ona Hak diyoruz. Onun dışında her şey yok olmaya mahkumdur: «Onun vechinden başka her şey helak olucudur.» Nitekim, ünlü mısraında Lebid «Allah’tan başka ne varsa bâtıldır» derken, Allah ı hak olarak, onun dışında her şeyi de batıl yani gelip-geçici, yok olucu, hükümsüz olarak nitelemiştir.
Evet, hakkın zıddı bâtıldır. Be-Ta-Le (boşa gitmek, hükümsüz olmak, yok olmak) fiilinden gelen bâtıl, el-İsfehani’ye göre(14) «araştırıldığında sübütu olmadığı ortaya çıkan» şeydir. Dolayısıyla bu kelime «boş, hükümsüz, yok olucu» mânâlarına gelir ki bunların tersi «kalıcı, hikmetli/yerli-yerinde ve geçerli» (hak) olmaktadır.
Bâtıl, yapılsa ve meydanda olsa da hiç bir geçerliliği ve hakikati olmayan şeyler için de kullanılır. Söz gelimi şeriatın izin vermediği bir şeyi yapıyor olabilirsiniz, bu gerçektir, vâkidir, ama meşru olmadığından hak değildir. Şu halde Türkçe kullanımda muhtemel bir karışıklığa meydan vermememiz gerekiyor: Bir şey gerçek diye, vâkıa olarak mevcut diye, sırf bu nedenle hak olmak zorunda olmadığı gibi, hak olanın da her halükarda vakıada bir karşılığı olması gerekmez. Gerçek (reel/ vâki) olan hakka muvafık da olabilir, bütünüyle bâtıl da. Gerçi biz «Bana gerçeği söyle!» örneğinde olduğu gibi bazen gerçeği hak-ikatin yerine kullansak da, netice itibarıyla gerçek ile hak anlamca örtüşmez her zaman, örtüşmek zorunda da değildir. Kur’ân merkezli bu kısa malumattan sonra Hak/ikat kavramının ve değişkelerinin Türkçede ne anlam ifade ettiklerine ve nasıl bir anlam ağı oluşturduklarına geçebiliriz.
Türkçede hakikat ilkin ve öncelikle Hak (Tanrı) ile bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Türkçe hakikatin hakikat olmaklığım başka yerden değil bir tek Hak’tan aldığını ikrar ediyor. Hak Teâlâ ve Cenab-ı Hak ifadelerinin Türkiye’de Tanrı’ya dair adlandırmalar içerisinde en ziyade başvurulan iki ifade olması ilginçtir ayrıca. Hak, Varlığın şu Yüce Varedeni’dir. O, âlemi ve insanı hak üzere / bir hikmete binaen / yerli yerince yaratmıştır. Rahman, Rahim, Hakîm, Alîm-i Mutlak ve Kâdir-i Mutlak olan Hak, Cenab-ı Hak, insana/bireye/özneye ve topluma/ toplumsallığa hiç bir surette kayıtısız olmayıp, tam manasıyla müdâhildir. Türk dili bu kayıtsız olmayışın, bu müdâhilliğin sıkı bir şahididir. Neticede Türkçe içinden baktığımızda Hak-ikat’in gerek kendi düzeyinde gerekse toplum düzeyin- de doğrudan veya dolaylı tesirlerini (Hakk’ın/Hakikat’in tesirî varlığını) keşfederiz, hissederiz.
Şimdi bu düzeylerin ilkinden başlayarak hak-ikatin dilimizdeki, dolayısıyla (ortak) öznesel yaşantımızdaki serenca- mına göz atalım.
İlk olarak, «hak-lılık» (kendi düzeyi). Öznelikle doğrudan bağlantılı bir kavramdır bu. Gündelik hayatta çok kullandığımız bir kavram. Haklı olmak, bir şeyde hakkı, meşru alacağı olan kimsenin durumunu ifade ediyor genel olarak. Hakikate/ hakkaniyete muvafık bir durum söz konusu burada, tersinde de (hak-sızlık) muhalif. Haklılık gibi bir durumda, haklı olan hakkını aramak ve almak ya da almaya çalışmakla haktan, hakikatten yanadır, en azından hakka, hakikate karşı değildir. Kısacası haklılıkta bir meşruiyet, bir kabul edilebilirlik, hatta bir masumiyet söz konusudur. Ama daha temel anlamda haklı, davranışında ya da düşüncesinde bir mesnede, bir gerekçeye, bir temele sahip kimse demektir. Demek ki hakikat (hakkın ve haklının misdakı hakikat!) bizi yani düşünce ve davranışımızı mesnetlendiren, gerekçelendiren, temellendiren bir şey.
Bunu yapabildiğine göre bizim fevkimizde, bize aşkın, bizden üstün ya da bize göre daha asıl bir şey olmalı. Önünde saygı ve kaygı duyulabilir/duyulması gereken bir şey demek ki Hak-ikat.Belki de burada en önemli nokta Hak-ikat’in, istinat noktasının, temelin ya da misdakın kendi olması hususu. Haklıyım ben, ama haklılığımı «nere» den alıyorum? Bu «nere», bu elimle tutamadığım, gözümle göremediğim, zihnen ihata edemediğim kısaca beni aşan ve belki de gerçek anlamda var olmayan bu «nere» hakikatin alanına ait olup hak-lılık meselesi üzerinden hayatımıza kuvvetle tesir eden bir şey.
Hakikat kavramı ve buna bağlı olarak haklılık meselesi hayatımızda dallanıp budaklanarak müşahhas tesirler/etkiler yaratıyor demek ki. İmdi haklı haklılığını biliyorsa, bu haklılığı Hak-ikat’ten aldığını da biliyor olmalı. Yoksa neye göre haklı? Sözgelimi kendine göre haklı değil, öznel bir haklılık söz konusu değil burada. Haklı olduğunu nere den ve n’asıl biliyor peki? Kendini hakikatten dolayı ve hakikate istinaden haklı biliyor, hakikati misdak/referans alarak haklılığını öne sürüyor; haklılığını hakikatte temellendiriyor, mesnetlendiriyor demek ki.
Şaşırtıcıdır ama benzer bir durum haksız için de geçerli sayılmalıdır bir bakıma: Haksızsın, demek ki hakikat nezdinde bir mesnedin yok ve fakat haksızsan da şimdi veya sonra haklı (haktan yana) olabilirsin, eğer haksız olduğunu biliyor ve kabul ediyorsan. Evet, haksız olduğunu biliyor ve kabul ediyorsan, en azından hakikat diye bir şeyin belli bir anlamda var olduğunu, var olması gerektiğini ve onun kalıcılık ve sübut arz edişiyle tam da temeli ve/veya misdakı teşkil ettiğini daha baştan tasdik ediyorsun demektir. Şu halde sen de haklı olan gibi hakikatli bir özneliğe sahip olabilirsin, en azından bil-kuvve.
Hakikatsiz olan kimdir peki, yukarıdaki haksız kimse de değilse kim? Hakikatsiz olan o kimsedir ki ne zihninde/kalbinde hangi türden olursa olsun hakikat gibi, haklılık gibi bir mefhum/duygu taşır, ne de daha önemlisi fiiliyatta haklı-hak- sız ayrımına riayet eder. Haksızlık eder ama kendim haksız bilmez o, belki kendini en haklı, hep haklı ilan eder. Reel politik’in güdümünden hiç çıkmaz o, Durum’un dışına ya da fevkine kafa yormaz, kafa yorsa da fiiliyatta aymazca kayıtsızlığım sürdürür. Realite dinine inanmıştır bir kere, hakikatten bahsetse bile bu realitenin erimini geçmeyen bir şey olarak kalır hep. Özneliğin hakikatine eremediğinden hakiki bir öznelik değildir onunkisi. Terimlerde çelişki olmasın ama hakikatsiz “öznelik”tir onun durumu.
İkinci olarak, «hakkaniyet ve hukuk» (toplum düzeyi). Yukarıda hakikat kavramının değişkesi olarak haklılıktan ve onun eksikli kipi haksızlıktan söz ettik. Bu kavramlar söz konusu olduğunda bireysel alandaydık ilk planda. Hakikatin başka bir grup değişkesi vesilesiyle öznelerarasılık da diyeceğimiz öz- nesel ortak alana geçebiliriz şimdi.
Özne kavramı bir yana, öznesellik ve/veya öznelik kavramlarının öznelerarasılığı zımnında barındırdığına işaret edelim geçerken. Belirtmeli ki öznelerarasılık ayrıca ve hususen ele alınması gereken çetrefil bir konu. Burada birleşik temel hususa, o da, hakikat ve öznesellik ilişkisi açısından işaret etmekle yetinmek durumundayız.
Geldiğimiz bu noktada karşımıza çıkan temel kavramlar hakkaniyet ve hukuk. Hakkaniyet, öncelikle haktanırlık ve hakperestlik kavramlarıyla, hukuk ise öncelikle adalet, yasa ve düzen kavramlarıyla alakalı görünüyor. Kuşkusuz bunlar arasında özsel bağlantılar da var. Hakkaniyet insaflılıktır bir bakıma; bir ilke, bir tavır ya da ilkesel bir tavırdır. Kendi çıkarını başkasının çıkarıyla eşit düzeyde değerlendirmek (adalet), hatta bazen başkasının çıkarını kendininkinden üstün bilmektir (fazilet). Her halükarda hakkı (yerli yerinde ve hikmet üzeredir o) üstün tutma dirayeti ve titizliğidir hakkaniyet. Bir haktanırlık ve hakperestlik olarak hakkaniyet her halükarda tatbikî bir yönü de olan hukuka ruh ve mânâ veren şeydir. Hakkaniyetli bir bireyden söz edilebildiği gibi, hakkaniyetli bir toplumdan da genel manada söz edilebilir. Hukuk ise haklara ve ödevlere dair bir teori ve bir uygulamadır. Hukuk meşruiyetini hakkaniyetli/adil olmasından alır.
Hakkaniyetsiz/adaletsiz bir hukuk boş bir söylem ve esasta da meşruiyetten uzak ve ruhsuz bir uygulama olacaktır. Hukukun anlamı ve amacı basitçe haklıya hakkını vermek ve haksızı da cezalandırmak olarak tespit edilebilir (yerli-yerindelik), giderek hukukun sebeb-i vücûdu adaletin vaz’ı ve tesisi olarak ortaya konabilir. Hukuk (le droit) ve adalet (justice) kendilerine hakkaniyeti/insafı (equite) esas ve hakikati (dolayısıyla hikmeti / yerli-yerinde hükmü) mısdak olarak almak durumundadırlar, aksi takdirde ilki acımasız ve anlamsız bir mekanizmaya dönüşür, İkincisi de tefessüh edip tersine inkılâp eder.
Üçüncü olarak, «Hak» (Tanrı’yla ilişki düzeyi). Hakk’ın kendisini/mâhiyetini araştırmıyoruz burada, ama onunla ilişkinin tarzını ve bu ilişkinin öznesel yaşantıdaki karşılıklarını araştırı-yoruz. Hak olan Tanrı ile ilişkinin temel tarzını «arayış» olarak koyuyoruz. Arada-olmaya-bırakılmış öznenin Hakk’ı ara-yı- şını, bu arayışın öznenin yaşantısındaki karşılıklarını araştırıyoruz, daha doğrusu araştırma konusu olarak öneriyoruz.
Hakk’a doğru, Hak uğruna hakiki-hakikatli bir arayışın temel niteliklerini de burada içtenlik, doğruluk ve sebat olarak belirliyoruz. Arayan, arayışında kendini aralayan ve o aradan olgunluğa eren, ermeyi uman hak-perest öznenin olmazsa olmaz vasıflarıdır bunlar. Özne, hakiki-hakikatli özne, Hak-ikat arayışı yoluyla/yolunda kend’olur kend’olursa.
Toparlarsak, Kendi, Hak-ikate doğru olduğu, hakikatli olduğu ölçüde hakiki bir kendiliğe sahiptir. Toplum’unsa hakikati hukuk ve hakkaniyettir, daha doğrusu hakkaniyet temelli hukuktur, dolayısıyla da adalettir (yerli-yerinde hüküm); ve nihayet, gerek Kendi olarak öznenin gerekse ortak öznesel alan olarak Toplum’un Hakîm ismi üzerinden nihai temellendiricisi ve esinleyicisi olan Tanrı, O, «hakkın ta kendisidir / mutlak hakikattir / …huve-l’hakku… [Lokman, 31/30]»). Hak, hak-ikat, hak-lılık, hakiki-lik, hakikatli-lik, hakk-aniyet, hukuk, hak-perestlik…
İmdi, Hakikat kavramıyla değişkeleri arasında semantik ve metafizik anlamda nasıl ve ne türden bir ilişkisellik bulunduğunu ana çizgileriyle göstermeyi arzu ediyoruz. Başka bir ifadeyle, Kendi (haklılık-hakikilik-hakikatlilik), Toplum (hakka- niyet-hukuk) ve nihayet Tanrı (Hak) olarak ayrımsanabilecek bu üç aslî temanın/düzeyin hakikat itibarıyla ve birbirleriyle ilişkileri içerisinde ne mânâ ifade ettiklerini ortaya koymak, keza bu maksatla bunlar arasındaki içsel-zorunlu bağlantıları etimolojik-semantik ve metafizik düzeyde birlikli ve bütünlüklü bir şekilde yorumlamak ve göstermek istiyoruz. Evet, burada ana çizgileriyle yalnızca bir ön taslak oluşturmaya çalışıyoruz ve böylece bu işin tamamını değilse de imkânını göstermeyi umuyoruz. Ama, burada durmayalım. Bu şekilde, geçici de olsa bir zemin sağladıktan sonra, Hakikat’in bizde çağrıştırdık- larına (dilde tezahürlerine) bir kaç hususu daha ilave edelim.Böylece öntaslağımızı, bir iki fırça darbesiyle, hızlıca tamamlamaya çalışalım.
1. «Hakikat», gerçeklikten/vakıadan (realite) farklı olanı ve çoğu durumda da ona nazaran «ideal olan»ı ifade eder. Hakikat burada «gerçek-olmayan»dan veya «imkânsız»dan ziyade, «Olası 0lan»a yani -bu iki anlama da çekilebilecek kelimeden anlaşılabileceği üzere- «olması hem arzulanır olana (desirable), hem de muhtemel olana (;probable), daha doğrusu olması arzulanır olduğu için muhtemel olana» işaret eder ki bu durumda «hakikat diye bir şey kesinkes yoktur» demenin bir anlamı yoktur; zira (yukarıda tasvirî varlık bahsinde ele alındığı üzere) hakikat haricen var olmasa dahi en azından tesirî anlamda yani etkileri itibarıyla gerçektir: Hakikat, etkilerinde tahakkuk eden bir şeydir.
Doğrusu şu ki hakikatin gerçekliğinkine benzemeyen bîr tarzda, kendine mahsus bir «olma tarzı» vardır. Olası Olan («arzulanır olan» ve/veya «muhtemel olan») olarak Hakikat, bizzat olmasa bile, bu «olmayan-varlığı» ile Olmakta Olan’a bir şekilde tesir edip onu dönüşüme uğratır, uğratabilir. Nitekim biz gerçekliği hakikate göre ölçebilir ve onu hakikate istinaden sorgulayabiliriz ki bunlar gerçekliğin veya mevcut durumun dönüşümünün koşuludurlar. «Gerçek bu, ama hakikat başka!» derken gerçeklik ile hakikat arasındaki farka ve muhtemelen de İkincinin birinciye üstünlüğüne işaret etmiş oluruz, dahası gerçekliği hakikatten hareketle muaheze etmiş de olabiliriz bu sözle. Öte yandan, «Nerede bu hakikat!» derken hakikatin «olası» yani «olması arzulanan» giderek de «olması gereken» varlığına gönderme yapmış oluruz. Hak-ikat her şeyden önce bir «gerekliliktir». Ontolojik anlamda mı? Burada söz konusu olan, ahlaki-metafizik bir «gereklilik»tir en azından.
2. «Hak/haketme» kavramı/değişkesi akla geliyor ki bu kavram/bu değişke öznenin liyakatine ve/veya cezai ehliyetine, dolayısıyla da kâh işlenen bir iyiliğin ödülüne, kâh da işlenen bir kötülüğün cezasına tekabül etmesiyle («Hak/adalet yerini buldu!» deriz sözgelimi) hukuki-ahlaki bir kavram olarak bir yandan öznelik düzlemine, diğer yandan toplumsallık (öznelerarasılık) düzlemine aittir.
3. «Hakikat» kavramı «Özneliğin hakikati ne-dir?» ifadesinde olduğu gibi, bir şeyin «öz»üne, «künh»üne ya da «mâhiyet»ine göndermede bulunur ki bu da hakiki-hakikatli özneliğin önemli bir niteliği olan nazari dikkat ile bağlantılıdır. Mâhiyet meselesinden yukarıda söz açmıştık.
4. «Hakikat» sadece mantıkî değil, aynı zamanda ahlakî anlamda «doğruluğa» göndermede bulunur ki klasik felsefenin bu kavramı daha ziyade mantıkî doğruluğa daraltarak öner- mesel bir şekilde anlamasına mukabil, Heidegger a-letheia’ya dair ontolojik temelli yorumu sayesinde bu dar ve darlık veren anlayışı sarsmış ve bir ölçüde de aşmıştır.(15)
Sonuçta, artık teslim edilecektir ki ne L. Veritas, Fr. Verite, İng. Truth, Alm.Wahrheit kelimeleri, hatta ne de Gr. Aletheia kelimesi Hakikati layık-ı veçhile karşılayamaz, zira bunlar bizim hakikatimiz ile tam manasıyla örtüşmez: Ne aynı anlam yükü söz konusudur, ne aynı çağrışım ağı, ne de -daha önemlisi- hakikati aynı tarzda yaşantılama.
Özetle, Hak-ikat’in bir yandan ve nihaî kertede Hak ile (ontolojik veya trans-ontolojik ilke), diğer yandan Hakk-an-iyet ve Hukuk ile (Toplumsal’ın ilkesi) etimolojik bağlantısı vardır; ama daha da önemlisi bu iki kavram arasında, etimolojinin ve epistemolojinin ötesinde, dolaysız ve aslî semantik-metafizik bağlantılar vardır: Yalnızca bir iki örnekle yetinirsek, mazlumdan/ mağdurdan/masumdan yana olmak ve onlar uğrunda çaba göstermek zorunlu olarak ve sırf bu nedenle Hak’tan/Hakikat’ten yana olmak anlamına geldiği gibi; “bir boynu kurtarmak”, yoksula, yetime, yolda kalmışa… infak etmek, muhtaç biri söz konusu olduğunda karz-ı hasende bulunmak vs. de Hak ve Hakikat uğruna olmak anlamına gelmektedir. (Mâide, 5/89 vd.; Zâriyat, 51/19, Bakara 2/215 vd.; Bakara, 2/245 vd.);
Kendiliğe, Özneliğe gelince, tam da yukarıda geçen cümlelerden anlaşılacağı gibi, onun hakikatini hakkıyla tahakkuk ettirmesi Hak-ikat uğrunda ve/veya Hakk-aniyet çerçevesinde mümkün olabilmektedir ancak. Keza, Hak-ikat (dolayısıyla da hakk-aniyet) hakikatli özneliğin ilkesi ya da özneliğin hakiki misdakı olmaktadır.
Öznelik dediğimiz şey, bir kerede ve en başta verilmiş tözsü bir zatiyet (entite) değildir: Hak’tan gelir gelmesine ve fakat tutulan hakikatli yolda gösterilen içtenlik, doğruluk ve sebatla, keza bu uğurda yapılan iyiliklerle bir anlamda hakedilen bir şeydir, son tahlilde liyakat meselesidir. Bu söylenenler, özneliğin temel metafizik-ahlakî anlamım açık kılmaya yöneliktir.
Bu izahattan da anlaşılacağı üzere hakikat, gerçeklikle örtüşmese de ondan bağımsız değildir hiçbir biçimde. Salt soyut, tümüyle teorik ve hayattan uzak, uçuk bir kavram ya da hâdise değildir hakikat. Nitekim, hakikat kaygısı (ve/veya saygısı) dediğimiz şey de esasen özneliğe ilişkin -yukarıda işaret ettiğimiz- metafizik-ahlakî temelde başlar ve gelişir. Hakikat derdiyle meşbu olma, salt zihinsel bir faaliyet olmanın çok ötesine geçerek benliğimizin derinliklerine iner ve oradan hayatımızın bütününe yayılır, ama aynı zamanda bizi mevcut durum’dan memnuniyetsizliğe sevk edip olası olan’a uyandırır: Olası olan’a yani olabilir olan’a hem de olması umulan’a, giderek de olması gereken’e…..
Özkan Gözel – Öznenin Hakikat Kaygısı,syf:95-106
Dipnotlar:
12-Rağıb el İsfehani,Müfredat.Kur’an Kavramları, Sözlüğü, (çev. Y. Türker, İstanbul. Pınar, 2007), «Hak» Maddesi.
13 İbn Mübarek ez-Zühd’de mürsel olarak, El-Bezzâr ve Taberânî ise mu’dal (senedinde en az iki ravi atlanmış) bir hadis olarak aktarmıştır.
14 Rağıb el-İsfehani, Müfredât. Kur’an Kavramları Sözlüğü, «Bâtıl» maddesi.
15-Heidegger,M.,The Essence of Truth.On Plato’s Cave Allegory and Theatetus,(trans. T. Sadler, London/New York: Continuum, 2002).