Öğrenmek yaşamayı öğrenmektir.

Öğrenmek nihayetinde yaşamayı öğrenmektir, kıylükal değil. Maddeden tamamen uzaklaşan metafizik felsefe çalışıyor olsanız dahi nihai maksat hakikati keşfedip o hakikate göre yaşamak ve bunu insanlara salık vermektir. Gerçekte öğrenmek özü itibariyle güzeldir. Yani hiçbir ek fayda veya sonuç getirmese dahi bilmek, bilmemeye nazaran güzel bir şey olurdu. Buna rağmen öğrenmek neredeyse her zaman pratik bir eylem ve sonuçtan da uzak değildir. Sadece öğrenmek için öğrenseniz dahi öğrendikten sonra artık aynı kişi değilsiniz. Hakikati keşfetmek ya da keşfettiğini düşünmek insanı kaçınılmaz olarak değiştirir. İnsan kendi bilgisine karşı direnemeyen bir varlıktır. Öğrenmek üzerine yazılan kitaplarda ve hatta eski eserlerde şunu görürüz “İlim öğrenmek için evlenmemek gerekir, bir eşle ilgilenmek, çocuklarla uğraşmak gibi meşguliyetler vakit kaybettiricidir.” Bu tarz sözleri eskiden okuduğumda keyfim kaçardı. Pek çok ilim talebesine de çoğu zaman bu his gelir. Aslında bu, amacından sapan bir öğrenme şeklidir. Ne hakikatin özünü aramak ne de yaşamayı öğrenmek kağıdı kutsamakta olmaz. Kitap ve kağıda yapılan şey, dünyadaki dağınık gözlem verilerini birilerinin düzenli hale getirip gözlerimizin önüne koymasıdır.1 Gerek hakikati sağlayacak tefekkür, gerekse yaşamayı öğrenmek dünyadaki gözlem verilerinden uzakta değildir. Bu anlamı ile hayatı deneyimlemek öğrenim açısından bir kayıp değildir. Bakmayı bilen bir göz baktığı her yerden bir şey öğrenir. Yaşama dair meşguliyetler, hayatı ciddiyetle gözlemleyenler için boşa giden vakitler değildir.

Öğrenmek nasıl bir faaliyettir~

Yukarıda anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere öğrenmek müşa hede ile iç içe geçmiş durumdadır. Bu tarz eserlerde maalesef müşahede fazlaca ihmal edilmiştir. Çoğunlukla zamanın üzerinde durulmuş ve nadiren de kitap seçiminden bahsedilmiştir. Müşahede ise neredeyse hiç ele alınmamıştır. İşin aslı öğrenmek, bilgiyi işleme sokabilmek ve kullanabilmektir. İnsanda bu faaliyetlere dair bir meleke oluşmasıdır. En teorik konularda dahi durum böyledir. Yani örneğin fıkıh usulü ya da bilim felsefesi öğrenmek, kelime ezberlemekten ya da sayfalarca okumaktan ibaret değildir. Bu ilmi, meselelerle karşılaştığında adeta bir “meleke” halinde kullanmak, usul/metot ihlal edildiğinde fark edebilmektir. Bunu sağlamayan bir öğrenme eskilerin kıylükal dedikleri “O onu dedi, bu bunu dedi.” faaliyetinden öteye gitmez. Bu ne bir ilim ne de bir öğrenmedir. Yine eskilerin güzel tabiri ile “malumatfuruşluk”tur. Malumat ise ilim değildir; dağınık ve bütünlük arz etmeyen, kişiyi değiştirmeyen bilgi kırıntılarıdır. Oysa bilmek, bilgi kırıntıları arasında bağlantılar kurabilmek, bu bağlantıları zenginleştirebilmek, güçlendirmek ve lazım olduğunda gösterebilmektir. Felsefi derinlik ya da tefakkuh ilk bakışta görünmeyen bağlantıları kuracak kadar konu üzerinde vakit geçirmeyi ve meleke kazanmayı gerektirir. Bu yüzden malumatfuruş, dağınık bilgiyi dinleyiciye boca eder ve kendisinin anlaşılmadığını iddia eder. Oysa bilen anlatır. Alim bilgisini kullanır. Kullanamadığın şey senin değildir. Gerçekten kolay anlatım, kafanın içinde işlediğin bilgiyi dünyada görebilmeyi gerektirir. Bu yüzden böylelerinin örnek kullanmakta zorlanmadıklarını ve örneklerin kolay anlatım sağladığını fark edersiniz. Sanki herkesin elini uzatsa kolaylıkla yakalayabileceği şeyleri veriyor gibidirler. Ama bunu herkes yapamaz. Birinin bir konuyu gerçekten bilip bilmediği en kolay yoluyla verdiği örneklerden anlaşılır. Çoğu insan, konuşmacının atıf yaptığı kaynaklara ya da suni bilgiç edalarına aldanmakta yanılır.

Bilgiyi İşlemek

Tüm bu anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere insan zihni girdiler alan ve çıktı oluşturan bir yapıdadır. Bu girdiler bazen kağıttaki sayfalar, bazen kulağa dökülen sözler ve bazen yaşanan deneyimlerdir. Tüm bu girdiler ancak derin bir tefekkürle yoğrulur. Nihayetinde içinden çıktığı zihnin yoğurduğu biçim özneldir. Herhangi bir girdi biçimini engellemek, tefekkürün kendisine malzeme kılacağı nesne miktarını azaltmaktır. Mütefekkir, usta bir aşçı dahi olsa malzeme (bilgi) eksikliği çekecektir. Bazen bol malzeme kötü aşçıya denk gelecektir. Bazen bol malzeme ve iyi aşçı olmasına rağmen aşçı tembel olacaktır vesaire. Her daim aşçılığı geliştirme çabası ise bu kitabın konusudur. Örneğin sık sorulan bir soru vardır: “Okuduğum bazı şeyleri hatırlıyorum fakat hangi kitapta okuduğumu bile anımsayamıyorum, neden?” Bu sorunun cevabını vermiş olduk. Okuduğun kitap bir veri kaynağıdır. İşlenmiş bilgi ise senin “ürünün” dür. Hangi kitaptan okuduğunu anımsamak öğrenimin maksadı değildir. Ya da şu şikayeti sıklıkla duyarız: “Kitap okuyorum fakat hiç aklımda kalmıyor:’ Burada da insanlar genellikle akıllarında kalanın ne olduğunu kitabı bitirip düşündüklerinde “Neyi hatırlıyorum?” sorusunaverdikleri cevapla ölçerler. İşin aslı bu sadece bir hafıza sınamasıdır. Oysa öğrenmek böyle değil, küçük bir çocuğun süt içmesi gibidir. Süt nereye gitti? Koluna mı gövdesine mi? Hangi süt damlası hangi eti oluşturdu? Bunları bilmek imkansızdır. Vakıada gözlenen şey, çocuğun büyüdüğüdür. Kitap okumak da yaklaşık bunun gibi bir şeydir.

Sakince Düşünmek/Analiz Etmek

Hayatımda müşahede ettiğim bir örneği söylemem gerekirse, benim Türkiye’ de tanınır olmaya başlamam muhtelif kişi ve grupların söylemlerine verdiğim cevap videoları sayesinde oldu. İşin aslı bu tarz videolarda yaptığım şey çoğunlukla “Ne diyor?” diye durup düşün mekten ibaret. Bu videoların neredeyse hiçbirinde muhtelif kaynaklar taradığım araştırmalar yapmadım. Oysa ders ve konu anlatımı yaptı ğım videolar için uzun emekler veririm. Tek hadisi inceleyip anlatım yapacağım bir video için 1 ay ciddi ciddi çalıştığım vakidir. Oysa çürütme videolarının toplamında dahi bu kadar emek vermemişimdir. Bunun sebebi bence şu: İnsanların büyük bir kısmının entelektüel faaliyetten anladığı, kulaklarından içeri dökülen sloganları papağan gibi tekrar etmekten ibarettir. Sloganlar ise dayanıksızdır. Ayette zikredilen örümceğin evini anımsatır. Ancak sloganlar bir akış oluşturur. Kendinizi bu akışa kaptırmazsanız ve durabilmeyi becerirseniz sloganın ne kadar boş olduğu çok kolayca fark edilir. Bu sebeple insanlar dönemin modasına kapı larak canları ve malları pahasına savundukları fikirlerinin çok saçma olduğunu modası geçince fark ederler. “Yahu biz o zamanlar nasıl kapılmışız buna” gibi bir ruh halinde olurlar.

İşte bu durum, akış ve dönemin modası ile alakalıdır. İyi bir tefekkür, durmayı gerektirir. Bir kere koşmanın tadını alan insan hep koşmak ister. Bu Müslümanların bir kısmında da var olan bir durumdur. Kişi koştuğunda görevini yaptığını ve gayret ettiğini hisseder. İşin aslı mutlu da olur. Zira insan mutluluğunun belası olan can sıkıntısından kurtulur ve koşmak insanı dinç tutar. İnsan adanmaya muhtaç bir varlıktır. Durgun su kokar, koşmamak insanda pek çok şeyi bozar. Ancak koşular arasında durup tefekkür etmek doğru bir yönün tayini için elzemdir. Koşan mutlu olur ama başı kesik tavuk gibi koşuşturan bir hedefe ulaşamaz. Dolayısı ile koşmak da gerekir durmak da. Koşmadan deneyimlenemez, durmadan tefekkür edilemez. Koşmak müşahedenin, durmak derinleşmenin kaynağıdır. Ne kadar koşup ne kadar durulacağında mizaç da etkilidir.

Konuşmanın Hazzı

Müşahede ile ilgili yazdıklarımıza bir örnek olarak konuşmak ve susmak denklemini anlatmak güzel olacaktır. Müşahede, susmayı gerektirir. Az önce koşmak ve durmaktan bahsetmiştik. Kişisel diyaloglarda müşahede ve tefekkür, susanın yaptığı iştir. Konuşurken müşahede edemezsin. Genellikle çok ve boş konuşan insanların müşahedesinin zayıf, karakter ve olay tahlillerinin sığ olmasının önemli sebeplerinden birisi budur. Aslında olan şudur: Böylesi kişiler çok konuştukça, tefekkürleri azalır ve konuşma içerikleri zayıflar. Boş konuştukları için de az dinlenirler. Az dinlendikçe daha çok konuşurlar. Bu böylece kendi kendini besleyen bir kısır döngüye dönüşür. Aslında boşboğazlık yapmayan insanlar bir konuyla ilgili konuş tuklarında daha dikkatli dinlenirler. Eğer ağızlarından güzel cümleler de dökülürse gördükleri ilgi daha fazla artar. Az konuşan ve konuştuğunda kıymetli şeyler söyleyen insanlar kanaatleri merak edilen ve görüşlerine başvurulan kişilerdir. Bir olay olduğunda onların konu hakkındaki yorumlarına ulaşılmak istenir. Onlardan yorum alabilenler bundan mutlu olur. İşin aslı dinlemeyi bilmeyene konuşmak da züldür. Ona herhangi bir şey öğretmek de imkansızdır. Zira bir insanın ilk olarak öğren mesi gereken şey dinlemektir. Yaptığımız söyleşilerde bazen bu gibi kimselerle karşılaşırız. Sahne şöyledir; kişi, soru sormak için mikrofonu alır ama aslında niyeti soru sormak değil konuşmaktır.

Oysa ondan başka kimse onun konuşmasını istemez. Uzun uzun kendi fikirlerini anlattıktan sonra pek de soru sayılmayacak bir şeyler söyleyerek bitirir. Eğer ona cevap verirseniz mimiklerinden sizi dinlemediğini,ilk kelimenizden itibaren kendi söyleyeceği şeye odaklandığını ve konuşma sırasının kendisine geçmesi için sabırsızlandığını hissedersiniz. Sorduğu soruya cevap alırkenki mimikleriyle kendini ele veren kişi lere “Şu anda beni dinlemediğini fark ediyorsun değil mi?” derim. Bu tepki ona yapılabilecek en büyük iyiliktir. Zira şu bilgiyi ya da bu bakış açısını öğrenmesinden daha önemli olan şey dinlemeyi öğrenmesi dir. Zira ilki öğrenmek, ikincisi ise öğrenmeyi öğrenmek ile ilişkilidir. Böyle kimseler üzerine tefekkür ettiğimde hep şaşırırım, gerçekten ilginç bir psikolojik durum olduğunu düşünürüm. Söz konusu kişi belli ki konuşmadan dinlemeye, kendi fikrini ifade etmeden başkasının fikrini anlamaya çalışmaya 1 saat bile tahammül edemeyecek durumdadır. Elbette bu nefsi bir durumdur ve nefsinin itkileri onu dinlemeye ya da susarak tefekkür etmeye tahammülsüz hale getirmektedir. Sanki içinde bir şey onu konuşması için dürtüyormuş gibi dayanamamaktadır. Oysa o anda uzun konuşmasından herkesin rahatsız olacağını bilir ancak çoğu zaman yine de dayanamaz. Dinlemeyi bilmeyen müşahedeyi ıskalar, konuşmaları yavanlaşır, zaman geçtikçe boşboğazlaşır. Eskiler “sözün şehveti” diye bir tabir kullanırlardı. Gerçekten konuşmanın hazzı, nefis terbiyesini hak eden şeylerden birisidir.

Kağıdı Kutsamak

Eğer kağıdı kutsamak gerçek hayatı ıskalamaya neden oluyorsa artık kağıt, öğrenmenin düşmanı olmuş demektir. Öğrenme sürecinde, içine düşülebilecek en tehlikeli tuzaklardan birisi budur. Hayata paralel bir simülasyon oluşması ve o simülasyon içerisinde kendini güvenli hisseden ilim talebesinin halinden mutlu bir şekilde yaşamasıdır. Sirenlerin şarkısı ile büyülenen Odysseus’un arkadaşları gibi keyifli ama gerçekten uzak bir evrende ömrü tüketmektir. Örneğin “İlim öğrenmek isteyen birisi için çocuk sahibi olmak dezavantaj gibi anlatılıyor:’ demiştik. Oysa benim ortaya koyacağım bakış açısında evli olmamak ve çocuk sahibi olmamak dezavantajdır. Zira normal bir insanın yaşantısının belki %50’sini bile hiç deneyimlememiş biri nasıl onun hayatı hakkında kanaat sahibi olabilir? Bir çocuğun büyümesini izlerken aslında insan denilen şeyin büyüme aşamalarına her anıyla tanıklık ediyorsunuz. Bir çocuğun mizacını hissetmek, duygularının gelişimini, algısının değişme biçimlerini günbegün müşahede etmek, onun hayat ve ölüme dair sorularına maruz kalmak az bir tecrübe midir?

Bu bilgiye sahip olmayan ile sahip olanın hayata bakışı aynı derinlikte olabilir mi? “Bir baba evladını nasıl sever?” Bunu nasıl bilebilirsiniz? Kötü bir ailede doğmak bir çocuk için neden kötüdür? Bir insanın nasıl şımaracağını, nasıl dengeli bir karakter oluşturacağını ya da neden korkacağını bir çocukta adım adım görmekten daha büyük bir gözlem var mıdır? Hangi psikiyatri kitabı size bu bilgiyi yakini olarak verecektir? Bunları 20 yıl gece gündüz bir çocuğu yetiştirmiş birisi ile yetiştirmemiş birisi sizce aynı düzeyde anlayabilir mi? Bir at yetiş tiricisi ile atlar üzerine yazılmış kitapları okuyan birisi attan aynı düzeyde anlayabilir mi? Elbette ikisi de bunu iddia eder. Ama birisi sloganik anlar, diğeri ise yakin ile bilir. İlki hatalı pek çok sloganı da kabul eder. Çünkü işin esası konuyu gerçek bir kavrayış ile öğrenmemiştir. Annesi ve babası yanında yaşlanmış birisi bir yaşlının kaygıla rını, duygularını, hayatını geçirdiği şeylerin onu getirdiği ahlaki durumu bizzat müşahede edecektir. Nihayetinde kendisi de yaşlanacaktır. Bunlar önemsiz bilgiler midir? Bu konuları düzgünce anlatabilen kaç tane kitap vardır? Öğrenimin ulaşamadığı yerlerde insanlar anlık kararlarla yaşarlar ve böylesi önemli konular genellikle kitaplardan okunmaz. Zira bunlara dair yazılmış dişe dokunur bir literatür bulmak zordur.

Aile ile ilgilenmek vakit kaybı mıdır~

Mizaçlar değişebilmekle beraber, kişinin çocuğu, eşi ya da anne babası ile ilgilenmesi ona zengin bir deneyim sunacağı gibi vakit açısından da zarar ettirmez. Zira kendisiyle ilgilenilmeyen bir ailenin ortaya çı karacağı problemler, toplamda onlarla ilgileneceğiniz süreden daha fazlası edecektir. Bir çocuk belki 15 dakika babası ya da annesiyle oynayıp mutlu olacak iken bu süreyi alamadığında huysuz olur, problemli davranışlar gösterir. Bu davranışlarla eninde sonunda siz uğraşacaksınız.

Ne kadar ötelerseniz ilerde daha büyük problemlerle karşı karşıya geleceksiniz. 20 yaşına kadar kendisi ile hiç ilgilenilmeyen bir çocuk büyük ihtimalle ya ailesinden kopacak ya da ailesinin başına daha uzun mesai alacak dertler açacaktır. Ayrıca kendimde de müşahede ettiğim bir diğer nokta, evlat sahibi olmanın insanı genç bir erkek olmaktan “baba” olmaya götürdüğü, böylece hayatındaki her şeyin değiştiği gerçeğidir. Bir baba, çoğu zaman bir gence nazaran nefsine daha hakimdir. Nefsini evladı için pek çok durumda dizginlemektedir. Artık gençliğine oranla havailiği azalmış tır. Bu nefis terbiyesi onun ilim öğrenmesine katkı sağlayacaktır. Nefis terbiyesinin ilim tahsilindeki öneminden ilerleyen sayfalarda genişçe bahsetmeye çalışacağız. Çoğu kişi anne baba olan kimselerden şu sözleri duymuştur: “Yahu bizim çocuğumuz yokken ne hakla yorulduğumuzu düşünüyormuşuz? Oysa şimdi çocukların erken uyuduğu, bizim uyumadığımız 1-2 saatlik kısa vakitler ganimet gibi geliyor.

Tüm bireysel işlerimizi bu aralıkta yapıyor ve dinleniyoruz:’ Artık daha yoğun bir tempoya alışmışlardır. Temsilen anlatacak olursak; bu anne babanın 25 yaşındayken 20 kilogram yükleri vardı. Ancak nefis terbiyeleri zayıf olduğundan 20 kilograma ancak güç yetirebiliyorlardı. Çocuk yetiştirmeye başladık larında ise yükleri belki 30 kilograma ulaşmış ancak zorunlu olarak yaptıkları nefis terbiyesi sayesinde 50 kilogramı omuzlayacak seviyeye gelmişlerdir. Bu yüzden ilk çocuktan ve onun getireceği tempodan deli gibi korkan bu genç ebeveynler, bir iki yıl sonra ikinci çocuğu düşü necekler ve çoğu zaman bu niyetlerini yerine getireceklerdir. Oysa ilk çocukları olduğunda başka çocuk istemediklerini söylüyor, bir taneyle bile baş edemediklerini düşünüyorlardı. Bu süreç, bir delikanlının babalığa, bir genç kızın ise anneliğe geçiş aşamasıdır. Doğru süreçler geliştiğinde anne ve baba olmak bir genç delikanlı ya da hanımefendi olmanın aslında üst sürümüdür. Çocuğun sorumlulukları gençten daha azdır. Ancak genç olan çocukluğu sadece romantik bir hayal olarak ister, gerçekte gençlik çocukluğa nazaran bir kazanımdır. Aslında anne ve babalık ile gençlik arasındaki fark da buna benzemektedir.

Çocuk Yetiştirmek

1. Şu üç soru bize sıkça sorulur: Çocuğumu ahlaken nasıl eğitmeliyim?

2. Çocuğumu dinen nasıl eğitmeliyim?

3. Çocuğumun teorik eğitim sürecini nasıl yönetmeliyim?

Üç soruya da benim standart cevabım her zaman bir tanedir: Kendini eğit. Sebebi şu ki; ben eğitimde müşahedeyi esas alırım. Eğitim çocuğa okutulmaya çalışılan sayfalar, söylenen sözler değil çocuğun müşa hede ettiği şeydir. Ahlaken bakalım … Bir gariban gördüğünde duran ve yardım eden, yeri geldiğinde maddi menfaati dahi ahlaki bulmadığı için reddetmiş bir baba profilini 5 yaşından 18 yaşına kadar izlemiş bir çocukla bunun tam zıddını izlemiş bir çocuk aynı olabilir mi? Bu çocukların böylesi durumlar karşısında hissettikleri haya duygusu dahi farklı olur. Zira bunun zıddını izleyen çocuk ister istemez bu davranışa alışır. Kötü ahlakı gösteren adam ağzıyla vaaz verse dahi bu söylemleri çocuğun nefretini celp eder. Aslında o kötü ahlakını çocuğuna karşı da çoğu zaman uygulayacaktır. Sonra bir de üstüne vaaz ettiğinde daha da nefret uyandıracaktır. Basitçe küfür konusunu düşünün. Çocuğunuzun küfür etmemesini istiyorsanız, yapmanız gereken şey küfür etmemektir. Çocuk küfür etmeyi sizden öğrenir. Muhtemelen siz de babanızdan öğrenirsiniz. Burada değiştirilemez bir durumdan söz etmiyoruz, çok uğraşırsanız babanız küfür etmesine rağmen siz etmeyebilirsiniz ancak eğitim avantaj kazandırmak için yapılır. Babanız bu konuda size iyi bir eğitim vermemiş ve siz kendinizi çokça zorlamak zorunda kalmış olursunuz. Her meselede çocuğunuzu sarp yokuşu tırmanmak zorunda bıraktığınızda aslında bu kötü bir eğitim aldığı anlamına gelir. Dinen bakalım. Namaz vakitleri konusunda aşırı hassas, namazlarında ve Efendimiz anıldığında gözleri yaşaran, samimiyetle dua eden bir anne ile bu özellikleri haiz olmayan fakat dinden laf açıldığı zaman konuşmak için fırsat kollayan bir anne aynı mıdır? Değildir. Bunların verdikleri eğitim de aynı olmaz. İlki gibi bir anneye sahip olan bir çocuğun ben İslam düşmanı olabildiğine hiç denk gelmedim. Gerçekten dindar bir anneye sahip olan ve annesini çok seven bir çocuğun kafası nın karıştığına ve ateist olduğuna çok denk geldim. Ama bu çocukların Allah’a küfür etmek, Muhammed aleyhisselam ile dalga geçmeye çalışmak gibi hareketlere tevessül ettiğine hiç rastlamadım.

İnsanların anne-babalarına olan sevgileri, onların değerlerine saygı duymasını sağ lar. Bundan daha iyi eğitim mi olur? Oysa şedit İslam ve Müslüman düşmanları içerisinde anne babasına olan nefretini onların dinine kusarak gösteren çoktur. İş yine “Siz iyi insan, iyi bir Müslüman olun; çocuğunuza verebileceğiniz en güzel eğitim budur.” demeye dönmüyor mu? Entelektüel/teorik açıdan bakalım. Büyük kitaplığın olduğu bir evde büyüyen, kitap okumayı keyifli bir iş olarak addetmeyi belki 1 yaşında gören, ev içi kullanılan kelime zenginliği normal bir ailenin on katı olan birisi ile bunun zıddı bir olabilir mi? İlki bu ev içerisinde hiçbir şey okumasa dahi en azından tanıştığı kelime sayısı dahi onun entelektüel donanımını etkileyecektir. Zira kitap okunan bir evde gündelik dilden daha zengin bir kelime dağar cığı kullanılır ve çocuk bunu istemese de öğrenir. Bu onun akranlarına nazaran öne geçmesi anlamına gelir. Kendisini geliştirmeyen ebeveyn doğru yönlendirme yapmak istese dahi buna ufku yetmeyecektir. Zaten çocuğuna kitap oku dese dahi kendisi okumuyordur.

Çocuk kitap okumanın zevkli bir şey olduğunu evde hiç tatmamıştır. Zevkli olan televizyon izlemek, dizi takip etmek ya da kahveye gitmektir. Böyle bir çocuk ile “Off harika, şu kitap basılmış!” diye eve sevinçle gelen bir babayla büyüyen çocuğun kazandığı kitap okuma sevgisi aynı olabilir mi? Birisi 6, diğeri 1 yaşındaki iki kızım da eve kitap kargosu geldiğinde sevinirler. Kargoyu açma ayinini onlar da istediği için hep beraber yaparız. Muhtemelen benim sevincimden dolayı kitap kargosu açma olayını zihinlerine sevinçli bir olay olarak kodladılar. Benim kitap okuduğum koltuğa benim gibi oturup ellerinde resimli kitapları ile durmaya çalışırlar. Bunu çok küçük yaşlarından beri yapıyorlar, ilk gördüğümdeçok şaşırmıştım. Aynen benim gibi oturmaya çalışıyorlar. Ben henüz çocuklarımı kitap okuma konusunda teşvik etmiş değilim. Hasılı kelam, çocuğunuza iyi bir ahlak vermek istiyorsanız ahlaklı olmak yönünde kendinizi eğitin, dindar olsunlar istiyorsanız dindar olun, entelektüel olsunlar istiyorsanız okuyun. Başkalarını değiştirmeye çalışmak kolaydır. Kolay olduğu için herkesin nefsi buna meyleder. Oysa ailenizi ve çevrenizi düzeltecek olan sizin yapacağınız işlerdir.

Büyük adam nasıl ortaya çıkar?

Deneyim alanını genişletmek, ilimden anlayanların vereceği ilk tavsiye olmalıdır. Bir defa araba alıp satmamış, bir ticaret yapmamış, işçi lik yapmamış, personel çalıştırmamış birisi nasıl ticaret hakkında gerçekten bilgi sahibi olabilir? İlim tüm bunları yapmakta olan insanların hayatları hakkında konuşmak değil midir? Örneğin benim hayatımda gördüğüm en iyi karakter uzmanları psikologlar değil, personel çalış tıran başarılı tüccarlardır. O personeli dikkatli seçmekle kendi menfaatini koruduğu için bu konuda neredeyse uzmanlaşmıştır. Bu sebeple İbn Haldun meşhur eseri Mukaddime’ de “İnsanlar içinde siyaseti en az bilenler alimlerdir:’ anlamına gelen bir bölüm açmıştır. Bunun sebebi olarak da alimlerin okudukları idealize edilmiş metinleri, müşahede ve koşulları göz ardı ederek salık vermelerini göstermiş tir. Elhak, İbn Haldun bu konuda haksız değildir. Bu söylemi büyük oranda bugünün akademisi, bilim adamları ve din alimleri için de halen geçerlidir. Elbette bunlar içerisinde hayatı deneyimleyen, deneyim bilgisine önem verenler de mevcuttur. Fakat çoğunluğun böyle olmadığını iddia etmek herhalde abartı olmaz. Aslında burada bilim adamlığı, filozofluk ya da alimlik güncel isimlendirmelere dayanmaktadır. Yani bugün kendisine alim ya da filozof denilen kişi hakkında konuşmaktayız. Peki bu kişi 500 yıl sonra adı hatırlanan bir alim ya da filozof olacak mıdır?

Bir sonraki bölümde neden klasik kitapların tercih edilmesi gerektiğini anlatırken buraya döneceğiz. Fakat şunu söylemek lazım: Okuduğum kadarı ile klasik eser telif edebilmiş ilim ve filozoflar genellikle çok güçlü müşahedeye sahiptir. Bunların tavsiyeleri ciddi gözlemler barındırdığını hissettirir. Örneğin Francis Bacon’un siyaset tavsiyeleri ya da Gazzili’nin insan psikolojisine dair gözlemleri gerçekten etkileyicidir. Oysa müşahedesi zayıf insanların genelde tavsiyeleri de çok sıradan ve basmakalıptır. Bu, klasik eserleri değerli kılan bir unsurdur. Zira tarihin eleği genellikle müşa hedesi zayıf kişilerin eserlerini elemektedir. Bazen şu noktanın ıskalandığını düşünüyorum. Gazzill elbette çok ders almış, çok okumuş, fazlasıyla zeki bir ilim. Ancak bu niteliklere sahip olan tek insan olmadığı açıktır. Hatta bu niteliklerin bazılarında ondan daha iyi olan ilimlerimiz de muhakkak vardır. Burada denklemin sadece bilgi, zaman, gayret üçgeninde kalması, bir ilimi “çok büyük bir ilim” yapan sebepleri iyi tahlil edemememize neden oluyor. Ben bu üçlüye bir dördüncü olarak “müşahede” kabiliyetini eklemek isterim. Eğer ekleyecek olsaydım beşinci bir etmen olarak da zeitgeist yani zamanın ruhunu yakalamayı eklerdim. Şunu da ifade etmek gerekir ki zamanın ruhunu yakalayabilmek yine güçlü bir gözlemci olmayı ve müşahede ile çağını kavramayı gerekli kılacağı için deneyim vurgumuzun dışarısında kalmazdı.

Pratik/ Ameli Bilgi

Hayat pratik ve ameli bir iştir. Doğal olarak ilim nerelerde gezerse gezsin sonunda ameli ve pratik bir şeyler söyleyecektir. Bir kişi muhteşem bir metafizik kuram kurup ölse ve ameli olan şeyler hakkında hiçbir şey söylemese dahi, ondan sonra gelen birisi onun kuramını pratik ve ameli sonuçlara götürecektir. Bu noktaya gelindiğinde müşahe deden kaçınmak imkansızdır. Bir gün Türkiye’nin en iyi tıp fakültelerinden birinde verdiğim konferans sırasında 250-300 civarındaki talebeye şu soruyu sordum: “Acildesiniz ve nabzı 180 olan bir hasta geldi. Ne yaparsınız?” Bu talebelerin bu sorunun cevabını bilmeme ihtimalleri yok. “Beta bloker veririz.” dedi salonun büyük bir kısmı. Zira gerçekten kağıtta öğretilen tedavi budur.

“Nasıl vereceksiniz? Ne kadar vereceksiniz? Bir ampulde ne kadar beta blokör var? Hemşire sizi bekliyor ve soruyor. Hocam kaç ampul? Nasıl göndereceğiz? İlacı serum içine mi koyacağız? Yoksa serumsuz olarak direkt ilacı mı vereceğiz (puşe)? Serum içinde gidecekse hızlı mı yavaş mı gidecek? Serum ne kadar sürede bitsin?” Bunlar zor sorular değil elbette ama pratiğe dayalı sorular ve talebeler cevap veremedi. Zira bunu müşahede etmediler. Büyük bir kısmı henüz sahada çalışacağı stajları yapmamış. Hepsi kağıttan okumuş. Bilgileri de doğru. Muhtemelen büyük bir kısmının konuya dair teorik bilgisi benim bayatlamış teorik bilgimden fazladır. Acilde çalıştık ları ilk birkaç ayda bunu kolayca öğrenecekler. Müşahede böyle bir bilgidir. Kağıtta eğitim ne kadar iyi planlanırsa planlansın muhakkak unutulan detaylar olur. Bu yüzden saha ve deneyim çok şey ifade eder. Mesela bu eseri yazarken bu konu ile ilgili daha önce yaptığım 30 civarında dersin kaydını yazılı döküm olarak aldım. Kronolojik olarak inceledim. Pek az istisna hariç, bir videoda aranacak özellikler açısından en eskisi en kötüsüydü. Daha eski videolarımda konuşma temposu, verdiğim örneklerin niteliği, kelime seçimlerim hep daha kötü göründü gözüme. Bu da oldukça doğal zira ilk video ile son video arasında belki 600 civarında ders videosu yapmıştım. Yazmak da böyledir. Bu açıdan eğitim vermek, müşahede ekseninde pratik yönden tamamlanır. Eski alimlerin eserlerini kronolojik olarak okumak da bu açıdan faydalıdır. Zira ilk eserleri genellikle daha hamdır. Daha fazla slogan barındırır. Son eserlerindeki o ağırlığa alıştığınızda bunu ilk eserlerinde bulamayabilirsiniz.

Müşahedeye Zıt Bilgi ile Karşılaşmak

Ben hayatımda müşahedeme zıt bir söylem nasıl sunulursa sunulsun kabul etmekte temkinli olmayı bir karakter haline getirdim. En büyük otoriteler, unvanlar ya da geniş kitlelerin kabulü altında sunulsa dahi herhangi birinin beni müşahedemin zıddına inandırması için iki şeyi yapması gerekir:

1. Müşahedemin neden yanılgı içerdiğini açıklamalı.

2. Yeni bir müşahede penceresi vermeli. (Yani bakış açımı değişti rerek farklı bir perspektiften müşahedeler sunmalı.)

Bu, bilim için dahi geçerlidir. Zira bilimsel bilginin temeli müşa hede ve gözlemdir. Herhangi doğru bir bilimsel teori kaba müşahede ile çelişebilir. Tarihte örnekleri vardır. Örneğin Badamyus kozmolojisi müşahede ile uyumluydu. Kopernik sonrasında müşahedenin neden yanılgı oluşturduğu açıklandı ve yeni müşahedelere kapı açacak şekilde farklı bir bakış açısı ortaya konuldu. Bu kabul edilesiydi. Ama Badamyus’un hakim olduğu daha eski dönemlerde bahsettiğim bu iki madde sağlanmadan Kopernik ile benzer sonuçları dile getirenlerin söylemleri kabul edilmedi. Bence bu da hatalı değildi. Zira o anki hali ile farazi ve hayalci kalmaktaydı. Bu bağlamda müşahede/ bilim arasındaki korelasyonun fark edilmesi pseudo-science (sahte-bilim) olan ama bir dönem popülerleştiği için halkın diline sakız olan teorilere aldanmanızı da engelleyecektir. Freud’un kuramı buna güzel bir örnektir. Bu kuram ilk gününden itibaren bilimsel yöntemi ihlal ediyordu. Hatta bilimsel yöntem namına ne varsa zıddı kullanılarak oluşturulmuştu. Gündelik müşa hede ve sağduyu ile de çelişmekteydi. Gerçekten tam bir sahte bilim (pseudo-science) olmasına rağmen 1980’li yıllara kadar inanılmaz bir medya desteği ve lobicilik ile kuram tutundu. İlk günden beri bahsettiğim sebeplerle tenkit ediliyor olmasına rağmen kültürün her noktasına sızmayı başardı. Daha sonrasında kuram tüm dünyada büyük oranda tıbbi uygulamadan kaldırıldı. Badamyus’un kozmolojisini Kopernik öncesi çağda yaşıyor olsaydım kabul ederdim ama Freud’un kuramını tüm popülerliğine rağmen kabul etmeyeceğimi zannediyorum. Bu tavrımda müşahede ve sağduyuya duyduğum güven ciddi bir etken olacaktı. Zira Freud’un kuramı Badamyus’un aksine müşahede ve sağ duyu ile de uyumlu değildi. Elbette bilimsel yönteme hiçbir şekilde uymuyor olması da bir diğer etken olurdu.

Deneyimden Uzaklaşmak ve Slogan

Tüm bu deneyim bilgisinden uzaklaştığımız her sahada sloganlar atarız. Bu sözlerimizin slogan olduğunu deneyimledikçe fark ederiz. Bence akıllı insanlar, attığı birkaç sloganın işe yaramadığını deneyimledikten sonra slogan atmamaya karar veren kişilerdir. Onlar gerçekten deneyimlemedikleri, meleke haline getirmedikleri bir söylemi dile getirmezler. Diğerleri ise dünyada asla karşılık görmeyecek söylemleri slogan olarak tekrar ederler. Bunlar iki çeşittir; birisi sloganı sınayacak imkan bulamaz, çünkü kapalı bir fanus içerisinde yaşamaktadır. Ömrünü haklı olduğunu zannederek tüketebilir. Diğeri ise fanustan her çıktığında sloganının işe yaramadığını görür. Ancak sloganı terk etmek yerine yaşamayı terk eder ve kendisini hayata kapatır. Hayatı deneyimlemekten kaçabileceği küçük bir fanusta, sloganları ile güvenli alanda ömrünü tamamlamayı tercih eder. Her ikisi de nihayetinde bir fanusa kapanarak hayatı deneyimlemekten vazgeçmek zorundadır, çünkü deneyim sloganı yıkacaktır.

Burada kişi psikolojik faktörlerle söylemini korumaya azmetmektedir. Konuyu genelden İslami ilimlere çekecek olursak fıkıh (lügat anlamı derin anlayış) ve tefakkuh, sloganın tam zıddıdır. Örneğin fetvada hükme mevzu olan konuyu bilmek, İslami hükmü bilmek kadar önemli görülmüştür. Diğer bir deyişle ticaret hakkında fetva verecek olanın sadece ayet ve hadisleri değil ticareti de bilmesi zaruri görülmüştür. Genel geçer fetvalar böyleyken ilmihalde bu durum daha da açığa çıkmaktadır. İlmihal basit çeviri ile “hal” in ilmidir. Bir hal üzerine odaklanmıştır. Örneğin domuz eti yemenin haram olduğu hükmü genel bir hükümdür. Açlıktan ölmek üzere olanın yiyecek başka bir şey bulamadığı durumda domuz eti yemesi farz olur. Zira canı korumak domuz eti yememekten daha önemli ve dinidir. Burada genel hükmü tersyüz eden şey ortaya çıkan “hal” dir. Eğer insanların halleri bilinmeden genel hüküm “her halde” onlara telkin edilecek olsaydı bu ilim değil, slogan dediğimiz şey olurdu. Sloganlaşan bir fıkıh oksimorondur.

Nitekim Ebu Davud Sünen’inde Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet etmiştir: “Bir yolculuğa çıktık. Bizden birine bir taş isabet etti ve başını yardı. Adam sonra ihtilam oldu (rüyalandı). Arkadaşlarına sordu, “Benim için teyemmüm ruhsatı bulabiliyor musunuz?” dedi. Onlar “Suya güç yetirdiğinden senin için bir ruhsat göremiyoruz.” dediler. Adam gusletti ve hastalanıp öldü. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelince bu hadise ona anlatıldı. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Adamı öldürdüler. Allah onları öldürsün! Bilmiyorlardıysa sorsalardı ya! Cehaletin ilacı sormaktır. Onun teyemmüm etmesi ve yarasının üzerine bez sarıp üzerine mesh etmesi, sonra bedeninin diğer kısmını yıkaması yeterliydi.” Burada genel gusül fetvasının “hal”i göz ardı ederek her duruma uygulanmasına verilen tepkiyi görmekteyiz. Normalde İslam’ da içtihatta yanılmak günah değildir. Yani fetvada isabet edemeseniz dahi bu bir günah sayılmaz zira insan hata etmekten kaçınamaz. Ama bu olayda soruyu soranın hali tamamen göz ardı edilmiş ve basmakalıp bir fetvadan dolayı soruyu soran açıkça zarar görmüştür. Muhammed aleyhisselamın bunu içtihat kapsamına almamasına ve beddua etmesine dikkat etmek gerekir. Bu lafız, hali ihmal ederek fetva vermenin haramlığına delil olur. Vallahi doğrusu da budur. Zira öyle cahil softalar var ki insanların hayatlarını cehenneme çeviriyorlar. Oradan buradan duydukları her fetvayı ne dünyanın halini ne de karşısındakinin halini bilmeksizin insanların üzerine fırlatıyorlar.

Onların bu yaptıkları yüzünden nice insan dünya ve ahiret namına zarara uğruyor. Bu zarara uğrayanların bir kısmı dinden, Allah’tan uzaklaşıyor. Bu gibi kimselerin dine verdiği zararı belki şedit İslam düşman ları dahi vermemiştir.

Altay Cem Meriç – Öğrenmeyi Öğrenmek,syf:21-37d

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Samiha Ayverdi’nin Kitaplarından Alıntılar

Çelebi'nin dudaklarından düşmeyen şu büyük sözü, çâresiz bir kabulle kendi kendime tekrarlıyorum: Emeline karşı ecelin…

3 gün önce

Samiha Ayverdi – Yusufcuk ”Alıntılar”

  "Rûhum, bir kalıbın esîri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyâreleri,…

3 gün önce

Bilimsel Ufkun Sınırı

“Her ilim sahibinin üzerinde daha iyi bilen biri vardır.” (Yû­suf, 76) “Size ilimden ancak az…

4 hafta önce

İnsan İnsandan Çekilince

  Sohbet konuşmaktan ibaret değil, konuşmanın öte­sinde insanın ruhunu saran ve onu tesir altına alan,…

1 ay önce

Acıyı Karşılamak

  Sevdiği bir şeyi kaybedenin ümidi ve kendine gü­veni azalır, dünyanın hâllerine tahammül eşiği düşer.…

1 ay önce

Güzel itibarını Ruhundan Alır

‘Güzelden ve güzellik’ten bahsederiz ama güzeli ve güzelliği çevreleyen, inşa eden aslî unsurları, kav­ranılan, erdemleri,…

1 ay önce