Prof. Dr. Mehmet Ali BÜYÜKKARA
İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Irak-Şam İslam Devleti (DEAŞ) lideri Ebubekir el-Bağdadi’nin 2014 Ramazan’ında Musul’da hilafeti ilanının üzerinden tam üç yıl geçti. Kısa zamanda en az bir Ürdün ülkesi kadar toprağa ve nüfusa hükmeder hale gelen DEAŞ’in bölgede kalıcı olup olmayacağı, Suudi Arabistan’ın kuruluşunda olduğu gibi tedricen ılımlılaşarak yarı- madanın kuzeyindeki parçalanmış alanda Sünnileri temsil eden bir devlet haline gelip gelmeyeceği yorumların konusu oldu. Tabi böyle bir şey gerçekleşmedi. Tam aksine DEAŞ, yaptıklarıyla Ortadoğu’yu tam anlamıyla parçaladı. Daha doğru bir deyişle, operasyonlarıyla bölgenin bölüşülmesinin alt yapısını hazırladı. Bölüşüm ise ABD, Rusya, İran adına onların bölgedeki vekilleri tarafından yapıldı. En çok zarar gören kesim Sünniler oldu. Bunun iyi bilinen hikayesi bu yazının konusu değil. Burada DEAŞ sonrası yeni durumu mümkün olduğunca özetle izah etmeyi amaçlıyoruz.
Irak’taki Dengeler
İlk önce Irak’ın doğusundaki Enbar eyaletinde etkisizleştirilen DEAŞ, akabinde aslında bu örgütü bir devlet yapısına dönüş- türen Musul şehrinden ve stratejik öneme sahip Telafer’den uzaklaştırıldı. Bu zaferi sağlayan güç, Irak ordusu ve onunla koordineli çalışan paramiliter Haşdi Şa’bi kuvvetleriydi. Orduya destek ABD’den, Haşd birliklerine ise İran’dan geldi. Peşmerge de yer yer operasyonlara dahil oldu. Sivil kayıpların olması kaçınılmazdı. ABD’nin destek hava bombardımanı asker-sivil ayrımı yapmayan bir yoğunlukta cereyan etti. Musul’un geri alındığı 10 Temmuz’dan itibaren iki ay içinde bu şehirde sadece enkaz altından 2100 ceset çıkarıldı. En az 500 kadar cesedin daha toprak altında olduğu bildiriliyor. Resmi rakamlarda savaş boyunca kaydedilen sivil kayıplar 430 kadar gösterilse de, gerçek sayı bunun çok fazla üzerinde. DEAŞ’le savaşta en çok endişe edilen husus, ahalisi Sünni olan bu şehirlerde Şii askeri birliklerce yapılacak katliam ve kötü muameleydi. İntikam duygusu ve mezhepçiliğim körüklediği bu türden olaylar basına yansıdı. Fakat mesela Telafer için Türkiye’nin başlattığı uluslararası baskı, görünen o ki mezalimi asgari seviyede tuttu. Sistematik bir kırım yapıldığına dair henüz elimizde yeterli malumat yok. Haşdi Şa’bi bir İran projesiydi. İran’ın adamı Maliki’nin başbakanlığı sona ermiş olsa da Haşd milisleri üzerinden İran’ın, Irak’ın geleceğine ipotek koyması Sünnisi ve Şiisiyle Irak siyasetinin önemli bir kesimi tarafından ciddi bir risk olarak görülüyor. DEAŞ sonrasında Haşdi Şa’bi’nin misyonunun ne olacağı, en az 100-150 bin kişilik milis gücüne sahip bu oluşuma Irak’ın yeni Hizbullah’ı olma misyonu mu verileceği önemli sorular olarak önümüzde. DEAŞ’le mücadele gayesiyle Haşd’in çıkış fetvası 2014’de Necef’in büyük ayetullahı Sistani tarafından verilmişti. Ancak Sistani ve Necef havzası, Kum havzasının velâyet-i fakih anlayışına baştan beri karşıydı ve bu durum İran’ın Irak üzerinde kurmak istediği tehakkümün önünde en büyük engeldi. DEAŞ karşısındaki zaferi tebrik için İran dini lideri Hameney’i de temsilen Irak’a gelen Ayetullah Şahrudi’nin bu ziyareti İran diplomasisi için bir ba- şarısızlık hikayesi oldu. İran yanlısı politikacılardan başka muhatap bulamadı.
Necef’e geldiğinde ne Sistani’den ne de havzanın diğer büyük alimlerinden randevu alabildi. Aslen Necefli ve çifte vatandaşlığı bulunan Şahrudi’nin ismi hem İran’da Hamaney’in hem de Irak’ta Sistani’nin halefi olarak geçiyor. Mukteda es-Sadr’ın bile onunla görüşmek istememesi, Necef’in Şahrudi’nin şahsında İran’a ve rakibi olan Kum havzasına bir tavrı olarak değerlendiriliyor. Mukteda es-Sadr’ın Suudi Arabistan’a ve arkasından Birleşik Arab Emirlikleri’ne yaptığı ziyaret de aynı bağlamda ele alınmayı hak ediyor. DEAŞ’in artık bulunmayaca- ğı bir konjonktürde İran’a daha az ihtiyacı olan Irak, Trump yönetiminden de ümit edilen destekle birlikte yeni dönemde kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını arıyor. Bu süreçte önemli bir siyasi-dini figür olan Sadr’ın bu ziyaretleri, İran’dan bağımsız bir politika arayı- şına işaret ettiği gibi, tüm etnik ve mezhebi bileşenleriyle eskisi gibi büyük ve birleşik Irak ideali adına siyasette kendine daha geniş bir yer açmayı hedefliyor. Suudi Arabistan’ın ise, “destek vermekle” suçlandığı DEAŞ’in artık olmadığı bu yeni dönemde, bu suçlamanın sahiplerinden biri olan Irak’la ilişkilerini düzeltmek istemesi ve bu adımla İran karşısında “bir tık” da olsa avantaj elde etmesi anlaşılır bir politik hamle olarak gözüküyor. Uzun yıllardır kapalı olan sı- nır kapısının açılması, Necef’e konsolos gönderilmesi önemli gelişmeler sayılmalı. Suudi rejiminin Trump’la rahatlaması bu adımı atmasını kolaylaştırdı. Hatta İran’ın bölgesel izolasyonu adına muhtemelen teşvik bile gördü. Irak Şiası’nın ve siyasetinin Sadr’lar kadar önemli diğer bir grubu olan Hakim ailesinden Ammar el-Hakim’in İslam Yüksek Konseyi’nden aynı günlerde ayrılması ve kendi partisini kurduğunu açıklaması yine İran’dan bağımsız bir yeni Irak siyasetine özlemi ve talebi çağrıştırıyor. 1980’lerin başında İran himayesinde kurulan bu büyük Irak Şii partisinin, el-Hakim’in ayrılmasıyla çözülmeye doğru gideceği öngörü- lüyor. Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi tarafından 25 Eylül tarihinde yapılması beklenen bağımsızlık referandumu da konumuzu ilgilendiriyor. DEAŞ’le mücadelede bedel ödemek suretiyle ve bu süreçte Bağdat hükümetinin düşmüş olduğu acziyetten de yararlanarak hakimiyetini Kürtlerin yaşadıkları bölgelerin dışına taşımayı ba- şaran Barzani yönetimi, DEAŞ sonrasında Şii, Sünni ve Kürtlerin ayrı ve bağımsız şekilde “barış içinde” yaşayacakları üçe bölünmüş bir Irak tahayyül ediyor. “Yüzyılda bir gelen fırsatın kapıya dayandığı” kanaatindeki Barzani, Kerkük gibi tartışmalı yerlerin statüsünü de referanduma konu yapıyor. Kürtlerin diğer siyasi odakları bu adımın zamansız olduğu kanaatindeler. İran ve Türkiye en başından itibaren bu kararın milli güvenliklerine tehdit oluşturduğunu açıkladılar.
ABD ve Rusya ise kısık sesle de olsa bunun DEAŞ merkezli mevcut sorunları daha da karmaşık hale getireceğini belirttiler. İsrail ise tam tersine referandumu desteklediğini açıkladı. Siyonist yönetim hem Irak’ta hem de Suriye’de küçük devletçikler görmek istediğini hiç saklamadı. Kolay ittifak kuracağı Kürt siyasetini bağımsızlığa teşvik etmesi kimseyi şaşırtmadı. Bu yazı yazıldığında, referandumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği daha belli değildi. Ancak yapılsa bile, bunun ciddi bir siyasi sonucu en azından kısa vadede olmayacak. Tarih yaklaştıkça Kürdistan yönetimi üzerinde baskılar yoğunlaşıyor ve referandumun ertelenme ihtimali artıyor. Bağdat yönetiminin özellikle söz konusu zengin petrol bölgelerinde bir oldu-bittiye razı olmayacağı çok açık. Başbakan Abadi askeri müdahalenin seçenekler arasında olduğunu ilan etti. DEAŞ’le hesaplaşmasını büyük ölçüde tamamlamış Irak’ın bu defa Kürtlere yönelmesi ve bir Arap-Kürt savaşının gerçekleşmesi uzak bir ihtimal görünmüyor. Böyle bir krizin arifesinde “dost” İran’dan “bağımsızlaşmanın” en azından bazı Iraklı siyasiler için konuşursak hayli erken ve aceleyle belirlenmiş bir strateji olduğu gözlerden kaçmıyor.
Suriye’de Yeni Durum
PYD-YPG’nin operasyonlarıyla doğu cenahında, Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekatıyla batı cenahında Suriye-Türkiye sı- nırından güneye itilen DEAŞ, ABD-YPG koalisyonu karşısında başkenti Rakka’daki direnişinin son demlerini yaşıyor. Musul’da olduğu gibi, ABD’nin vurucu hava desteği sivil kayıpları en üst seviyelere taşıdı. Daha gü- neyde, Irak sınırına doğru uzanan Deyrizor koridorunda ise sanki bir yarış izleniyor. İran destekli rejim kuvvetleri batıdan, ABD destekli YPG-SDG kuvvetleri ise kuzeyden ilerleyerek DEAŞ’in Deyrizor kuşatmasını kırmaya ve şehre ulaş- maya çalışıyor. An itibarıyla rejim kuvvetleri bu yarışta daha önde gözükmekte. Amerika’nın vahşi batısındaki 19. yüzyıldaki petrol yarışını andırır şekilde, bu güçler Suriye’nin en zengin petrol yataklarını rakibinden önce DEAŞ’den alıp sahiplenmenin uğraşı içinde. Dünyanın büyük petrol şirketlerinin üst düzey yöneticilerinin de bölgede olduğu bildiriliyor. ABD’nin, Suriye – Irak sınırını YPG ile kapatmak istemesi, aynı zamanda İran-Irak-Suriye-Lübnan koridorunu kesmeye matuf. Şimdilik durduruldular. Sonrasında ne olur göreceğiz.
Sadece Deyrizor çevresinde yaşanmakta olanlar bile, Suriye savaşının niçin bu kadar uzadığını ve niye gittikçe çetrefilleştiğini bize anlatır nitelikte. Suriye – Lübnan sınırında aktif DEAŞ unsurları ise Hizbullah güçleri tarafından Ağustos sonunda etkisiz hale getirildi. Böylece DEAŞ, beklenildiği gibi İsrail’e bir taş dahi atmadan bölgeden çıkarılmış oldu. İsrailli yetkililer DEAŞ’i Hizbullah’a tercih edeceklerini söylüyorlardı. Suriye’deki savaşında Hizbullah, çok kayıp vermesine rağmen eşsiz tecrübeler kazandı. Bunun Lübnan’da ve İsrail’e dönük karşılığının ileride ne olacağını zaman gösterecek. Hizbullah’la anlaşmaya varan 308 kadar DEAŞ’linin silahları ve aileleriyle birlikte otobüslere bindirilerek Irak sı- nırına gönderilmesi, bu hadisenin en ilginç parçasıydı. Irak devleti bu tahliyeye sert tepki gösterdi. Militanların nereye gittikleri belli değil. “Benim ba- şımdan gitsin de nereye giderse gitsin” stratejisi Irak’ta da uygulandı. Bu nedenle sağ kalan binlerce DEAŞ’linin ne yaptıkları ve nereye gittikleri hususunda askeri ve siyasi otoriteler şimdilik suskun. Bu konu sonraki bir mesele olarak değerlendiriliyor. Deyrizor’da ABD’nin bazı DEAŞ’lileri helikopterlerle tahliye ettikleri şeklindeki Rusların iddiası ise epey yankı buldu. Libya’daki bir DEAŞ şer’îsinin İsrail ajanı çıkmasının hemen ardından ortaya atılan bu iddia, eğer doğruysa, DEAŞ adı altında kimlerin ne oyunlar çevirdiğine güçlü referanslar taşıyor. Kuzeyde neyin olup bittiğinin izini sürmek için ise Kobani ilk çıkış noktası olmalı. Kobani’nin kapısına gelen DEAŞ’i bir şekilde şehre sokmayan PYD-YPG, o günden sonra dünya kamuoyu gözünde yeni Suriye’nin “vazgeçilmez” meşru aktörü haline getirildi. Sonrasında ise Rajova denen geniş bölgeyi fazla direnmeden YPG’ye bırakan bir DEAŞ’i seyrettik. Fırat’ın doğusundan batısına geçerek, en batıda elinde tuttuğu Afrin’e kadar uzanan bir Kürt koridoru peşine düşen YPG’nin yürüyüşü, Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonuyla durdurulmuştu. Kuşak projesinin ABD patentli olduğu kimseye gizli kalmadı. YPG’yi Türkiye’ye karşı korumaya alan ABD, binlerce tırlık silah hibesiyle YPG şahsında sanki bir ordu yarattı. Askeri üsler kurarak bölgeye yerleşti. Daha sonra da bilindiği gibi YPG ile birlikte Rakka’ya yöneldi. Bu süreçte Türkiye, İran ve Rusya üçlü- sü Astana sürecini başlatarak ABD’ye karşı etkili bir inisiyatif kurmaya çalıştı. Bu inisiyatifin ateşkes konusunda başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Astana sonrası Suriye muhalefetinin en büyük kaybı, Hama-Humus kırsalı ile Halep şehrinin düşmesi oldu. Bu kayıpların ardından muhalif örgütler ana kuvvetlerini kuzeye, daha müstahkem olan İdlib’e çektiler. Astana’da karar verilen “çatışmazlık bölgeleri”nden en büyüğü olan İdlib, dört milyona yaklaşan nüfusuyla Suriye silahlı muhalefetinin elinde tuttuğu en geniş ve en kalabalık alan. Tabi bu süreçte silahlı örgütler arasındaki ihtilaflar, kanlı iç çatışmaları beraberinde getirdi. Türkiye ile beraber çalışmaya yatkın ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) ve İslamcı eğilimlere sahip Ahrârü’ş-Şâm dışında, kökleri el-Kaide’ye uzanan Tahrîrü’ş-Şâm en etkili çatı organizasyonlar. Tahrîr’in İdlib’te diğer yapıları sindirerek en etkili güç haline gelmesi, ABD ile Rusya’nın bunu tehdit addetmeleri ve müdahale sinyali vermeleri Türkiye’yi harekete geçirdi. ABD’nin bu bahaneyle İdlib’e girmesi ve sonrasında burayı YPG’ye bırakması, Kürt koridorunu ve büyük bir mülteci dalgasını yeniden doğuracağı için, bu ihtimale karşı Türkiye, İdlib meselesini 15 Eylül’deki son Astana toplantısının baş gündemi yaptı ve bu bölgenin emniyeti üzerinde diğer iki aktörle birlikte garantörlük hakkı elde etmeyi başardı. Türk Silahlı Kuvvetleri Reyhanlı’da her an müdahaleye hazır bekliyor. Bunun arkasından YPG’nin elindeki Afrin’e sınırlı bir müdahale de ihtimal dahilinde.
Muhtemel Sonuçlar
Bu minvalde savaşın sanki sonuna yaklaşıldığı söylenirken, DEAŞ sonrasında kazanan aktörün Esed rejimi olduğu açık- ça görülüyor. Silahlı muhalefeti kuzeyde İdlib’e ve birkaç küçük bölgeye sıkıştıran rejim, DEAŞ’le işi bittikten sonra YPG’nin elindeki toprakları geri almak için savaşacağını açıkladı. Bu, ABD-İsrail ve Batı’nın istedi- ği “parçalanmış çok devletli Suriye” tezinin eski kuvvetini kaybetmesi anlamına gelir. Artık Türkiye de Astana sürecinde, YPG faktörünün acil tehdit haline gelmesi dolayısıyla de facto Esed’le iş tutar hale geldi. Esed’li ve belki orta vadede “çeşitli formullerle” Esed’siz bir “birleşik Suriye”, daha olası bir geleceği ifade ediyor. Rusya, Esed’li bir yönetim konusunda İran kadar ısrarcı değil. Halihazırda özellikle Akdeniz’deki menfaatlerini garantilemiş durumda. Suriye’ye müdahalesi meyvesiz kalmadı. En azından meydanı ABD’ye bırakmadı. Bu savaşta ağır bir bedel ödeyen İran için ise aynı şeyi söylemek zor. Küçük bir Şii azınlığa sahip Suriye, kesinlikle bir Lübnan değil. Başında Esed de olsa, bu ülkeyi Irak kadar bile domine etmesi zor. Azla yetinmek zorunda. Türkiye ise Suriye’de yakın vadede arzu ettiği gibi bir yönetim göremeyecek. Eğer gerçekleşirse, Suriye’nin toprak bütünlüğü belki tek kârı olacak. PYD-YPG hesaba katıldığında, bunun “zarardan elde edilmiş bir kâr” olduğunu not etmek lazım. PYD-YPG’nin kaderi büyük ölçüde ABD’nin elinde. DEAŞ’in ardından yüzüstü bırakılması muhtemelen mukadder. Ancak “kimliksiz” Suriye Kürtlerinden “kimlikli” bir Suriye Kürt siyaseti ve silahlı hareketi ortaya çıktı. Bunun etkileri bölgede kalıcı olur ve bu kazanım tabii ki PKK’nın hanesine yazılır. YPG ve ABD şimdiye kadar birlikte kazandılar. DEAŞ sonrasında Suriye üzerindeki programını bu defa “cihatçıla- 15EKİM 2017 rı” bahane ederek sürdürmeyi deneyebilirler. ABD’nin Rusya ve rejimle kapışması, sahada değil muhtemelen masada ger- çekleşir. Devrimi başlatan ana aks üzerindeki Suriye Muhalefetine gelirsek, masada Türkiye, Rusya ve ABD himayesinde özgürlük, eşitlik ve demokrasi adına ne kadar bir dönüşümü garanti edebilecekler? Rejim de- ğişmedikçe, ödenen bedelin çok altında bir neticeyle karşılaşacaklarının sanırız farkındalar. Fakat bu altı yıllık çok yorucu badire sonrasında, ayakta kalsa bile Esed’in Suriye’ye bir hayır getirmeyeceğini tüm taraflar biliyor. Rejim bazı palyatif “gü- zelliklerle” donatılsa bile, güven vermekten çok uzakta olacak ve daima “alternatifler” üzerinde durulacak. “Cihatçılar” adı verilen ve önemli bir kısmını yabancı savaşçıların oluşturduğu el-Kaide ekseninde veya ona yakın ideolojideki yapılar aslında savaş tecrübeleri ve örgütlülükleriyle devrimin ilk yıllarında rejimin geriletilmesinde başat rol oynadılar. Fakat bu trendin, daima devrimin asıl sahibi olarak kendisini görmesi ve ideolojisini tek çözüm olarak diğer gruplara dayatmaya çalış- ması, Suriye silahlı muhalefeti için hiçbir zaman kabul edilir olmadı. Bilhassa iç ihtilaflarda yer yer “deaşvârî” yöntemleri uygulaması ciddi güven sorunu yarattı. Bu durum, altı yılın sonuna gelindiğinde onca güç ve ideolojik donanımlarına rağmen muhalefet içinde niçin kuşatıcı bir pozisyona gelemediklerini bizi açıklıyor. Bilakis bölücü bir faktör olarak işlev gördükleri anlaşılıyor. Çoğunluğu İdlib’te olan bu yapıların Astana sürecinde örgütsel yapılarını dağıtarak, kurulması tasarlanan ortak güvenlik gücüne ve sivil yönetime katılmaları en makul çözüm olarak değerlendiriliyor. Başta yabancılar olmak üzere bilhassa Tahrîrü’ş-Şâm bünyesindeki aşırı unsurların Suriye dışındaki başka alanlara el-Kaide bayrağı altında geçmeleri diğer bir seçenek olarak gözüküyor. Daha önce benzer intikaller dünyanın değişik yerlerinde yaşandı. Tekrarı mümkün görünüyor. Kalanlar ise belli bir süre direniş gösterebilir, Rusya, İran, ABD, YPG hatta Türk güçlerine zayiat verdirebilir. Ancak bu direnişin kalıcı olması çok zor, zira Suriye’nin, etnisite ve aşiret dinamiklerinden beslenmek suretiyle bu tür yapılara koruma sağlayan bir “Taliban’ı” bulunmuyor. İran, Rusya ve ABD’nin, söz konusu yapıların ve DEAŞ hücrelerinin tümüyle gözden kaybolmalarını istemeyecekleri, bu varlık bahanesiyle ülke ve rejim üzerinde vesayetlerini sürdürmeye çalışacakları da şimdiden öngörülebilir.
DEAŞ, meşruiyet kaynağı olarak dünyaya sunduğu “hilafet devleti”ni kaybetti. Bunun anlamı, merkezin kaybolması ve örgüte insan akışının durması demektir. Ancak “vilayetler” adını verdiği dünya üzerindeki çeşitli yerlerde mevcudiyetini sürdürüyor. Halkı müslüman ülkelerde kriz zamanlarında hortlayacak bir “joker” hareketi olma özelliği DEAŞ’in en görünür karakteri olacak. Örneğin bugün Libya’daki iç savaşta doğudaki Hafter hükümeti ile batıdaki Misrata hükümetinin tuttuğu yerlerin tam ortasındaki Sirte’de DEAŞ, her iki tarafın lazım olduğunda diğer tarafa saldırttığı bir oluşum hüviyetinde. Aynı zamanda bu yapı, üçüncü bir taraf olarak Kaddafici güçlere hem sığınak sağlıyor hem de gerektiğinde kullanabilecekleri bir silahlı unsur vazifesi görü- yor. DEAŞ’ın Irak ve Suriye’de “çöllere çekilmesi” sürdürülebilir bir durum değil. Irak ve Suriye’den çıkmayı başaran DEAŞ unsurları içinde, daha çok Batı’dan ve eski Demir Perde’den katılanlar arasında, pişmanlık duyup boşa çıkan önemli bir kesim mevcut. Bu kısmı ve tutuklanıp deport edilenleri hariç tutarsak, ya yakın DEAŞ yapılarına eklemlenmeleri ya da “bir nebze ılımlılaşıp” eski yuvaları el-Kaide’ye dönmeleri beklenebilir. Şunu da not etmek gerekir ki, el-Kaide’nin (ve tabii ki Taliban’ın) “etkisizleştiği”, “uzlaştığı” veya “iç ihtilaflara sü- rüklendiği” çatışma alanlarında daima yeni DEAŞ’lerin çıkma ihtimali bulunacaktır. Öte yandan en son Barselona’da görüldüğü gibi, kendini ifade etme ve ağır bir protesto biçimi olarak gerçekleştirilen sansasyonel “yalnız kurt” eylemlerini, dünyanın neresinde olursa olsun, DEAŞ kendi hanesine yazmaya devam edecektir. Örgütün kritik zorluğu, yeni bir merkez ve liderlik tesis edip edemeyeceğidir. Bunu başaramaması, misyonunu tamamladığı anlamına gelir. Hem Irak hem de Suriye’de maddi ve manevi büyük bir yıkım yaşandı. Mezhepsel, dini ve etnik aidiyetler birbirlerinden keskin biçimde ayrıldı.
DEAŞ sonrası sınırlar ve siyasi ve dengeler nasıl şekillenirse şekillensin, her halükarda on yıllar sürecek zorlu bir rehabilitasyon kaçınılmaz olacaktır. Medeniyetlerin beşiği olan bu bölgede toplumsal bir mutabakatın yokluğu, çok geniş bir coğrafyayı etkileyip rahatsız edecek ciddiyette bir sorundur.
sehir.academia.edu
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…