Çözüm Aldatmacası
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz, her tür soruna mutlaka bir “çözüm” bulunabileceğine dâir, insanın kendisine duyduğu aşırı güven hissidir. Her sorunu çözeceğine inanmak, doğrusu bir güven hissi gibi görünüyorsa da, onda pek de makul olmayan bir aşırılık, haddi aş- mışlık ve ağır bir nefs enaniyeti kokusu var. İnsanların her sorunu çözeceklerine olan inançları, aslında pek de farkında olmadıkları vahim bir aldanışa dönmüş vaziyette. Nitekim, hergün bir yenisi ve hatta yüzlercesi ortaya çıkan can sıkıcı sorunlar karşısında, çoğu bilimsel formüllerle temellendirilmiş idarî, İktisadî, İçtimaî, şahsî ve cinsî nitelikte çözümlerin, aslında yeni ve farklı dertlerin böceklenmesine sebep teşkil ettiğini görmek zor değil. Bir an için çözülmüş far- zedilen sorunların, biraz sonra daha komplike, ağır ve derine işlemiş olarak yeni uçlar veriyor olması dikkat çekici.
Öyle ama, insanların çoğunluğu tarafından, arızî olduğu daha başından belli her tür çözüm, teselli bulmak için yeterli kabul edilebiliyor; yahut çözüm olarak sunulan öneri ve çarelerin ne denil sathî olduğu farkedilemiyor…
Acaba günümüz insanı, niçin böylesine ucuz ve bir o kadar vehamet arz eder bir çözüm aldatmacasına kaptırmış yakasını da, her tür sözde çözümle, gerçek bir çözümsüzlüğe doğru gittiğini fark etmiyor?
Bu soruya cevap aramadan önce, hayatımızın bir çözümsüzlüğe doğru kaydığının farkına varmamız gerekiyor. Belki böylece öncelikle olmakta olanı kavramaya yönelik bir şuur beslenebilir, dünyamızın bugünkü şartları ile içinden çıkması mümkün olamayacak gerçek bir çözümsüzlüğe doğru yuvarlandığını görmek imkânı doğabilir.
Bugünkü dünyada her “çözüm”ün, insanın daha iyi, konforlu ve rahat yaşamasının önündeki bir engeli bertaraf etmek için üretiliyor olması başlı başına bir sorundur ve netice itibariyle de daha iyi yaşamak uğruna sunulan her imkân yaşamın bir müşkülü olup çıkmaktadır.
İyi yaşamak… Yaşamın önündeki bu “iyi” kavramı, yeniden üretilmediği ve aslî anlamına iade edilemediği müddetçe (ki insanlar artık, iyi-güzel ve doğru kavramlarına gerçek anlamlarını veren dinin vecibelerini yerine getirebilmenin bile, sınırını asla belirleyemedikleri maddi imkanlara sahip olmakla mümkün bulunduğuna kendilerini inandırmış vaziyetteler) yaşamak, çözülemeyen sorunlarla dolu olacaktır. Ve bu anlamdaki iyi nin, yani ölçütü maddileşmiş bir kıymet olarak iyi nin sınırsızlığıdır ki, bir taraftan her sorunu bir biçimde çözen çağdaş imkânlar sunumu ile insanı geçici olarak teselli ediyor, diğer yandan farkına varılamayan aslî bir çözümsüzlüğü, üstüne atılan her düğümle sağlamlaştırıyor.
Çünkü…
Bütünün taşıdığı “anlam” kaybedilmiş ve yerine cüz’i gerçekliğin “fayda”sı ikame edilmiş ve böylece insan, hayatta, parçaların toplamından fazla bir şey olduğunu göremez olmuş; ruhî hakikatlere değil bedene, mânaya değil fonksiyonel olana bağlanmış bir vaziyette. Bulunduğu söylenilen her çözüm de, her neyi çözüyor olursa olsun, aslında inşa- nin kendi özüyle arasındaki münasebet bağını koparıyor.
Cehalet iyidir! Çünkü bilenlerin daha fazla yanıldığı^ bir çağda yaşıyoruz. Bu belki, daha önceki yüzyıllarda da böyleydi ve Sokrates’in gerçek bilgiyi “bilmediğini bilmek” olarak savunmuş olmasının, zamanenin sofistleri karşısında sahtelikleri ortaya dökücü anlamının ötesinde, zorunlu bir usul şartı vardı. Sokrates, “Kendini bilme’nin İnsanî varoluşun nihaî noktası olduğunu söylüyor, bilgiye bu amaç dışında başka fonksiyonlar yükleyenleri ise mugalatacılıkla vasıflandırıyordu.
Mugalata, bir yalanın sahte deliller üzerine bina edilip gerçek ve doğruymuş gibi ileri sürülerek insanların yanıltıl- ması, hakikatin tahrif edilmesidir. Lâkin yine de bir mantığa bağlıdır; hem de kuvvetli bir mantığa… Onun için mugalatacılarla herhangi bir meselenin etrafında konuşurken, öncelikle onların mantık düzlemine düşmekten korunmak lâzımdır. Onların mantığı, kelimeleri, cümle kuruluşları ve böylece ileri sürdükleri delilleri kendi kapalı sistemleri içinde gayet tutarlı ve teshir edicidir.
Mugalata da bir bilgiye dayandığı içindir ki, hakikat araştırıcıları ilkönce bilgiden şüphe etmişler ve bütün dikkatlerini, içinde doğdukları dünyanın kendilerine empoze ettiği her türlü bilgi üzerine sevketmişlerdir. Böylesi bir dikkat şuuru sayesinde, çok defa içinde yaşadıkları cemiyetle karşı karşıya gelmişler, belki sonu feci bir akibetle noktalanacak bir mücadele içinde türlü eziyetlere maruz bırakılmışlardır. Ama onlar bir kere farkına varmışlardır ki, “kendini bilmek” amacı, insan için mugalataya düşmemenin tek çözüm yolunu içinde barındırır.
Bilenlerin daha fazla yanıldığı zamanlarda, mugalatacı cemiyetler ortaya çıkar. Herşeyin kendi içinde bir mantığı, tutarlılığı ve cazibesi var; ama gerçeklik ve amacı yoktur. Bu tür cemiyetlerde insanlar, aşırı bir duygusallık, aşırı bir rasyonellik, aşırı bir heva ve zevkperestlik içinde şahsiyet bütünlükleri parçalanmış olarak yaşar, bencilleşir ve izahı güç davranışlar gösterirler. Psikiyatrik vakıalar öylesine artar ki, bu vakıaları tesbit, bütün bir cemiyetin hasta olarak ilanı demek olacağı için, kişilerin aslî ilkelere bağlı davranış modelleri anormal olarak nitelendirilir. Bu sebeple mugalatanın hakikati örttüğü cemiyetlerde, yahut bilmenin mugalatayı arttırdığı zamanlarda cehaletin faziletine sığınmak gerekir.
Bir kişiye, kırk kişi kırk gün durmadan “deli” dese, o bir kişi gerçekten kırkbirinci gün deli olarak mı kalkar yatağından? Yoksa, kendisinin deli olmadığını bildiği müddetçe, kendisine deli diyenlerin nazarında “anormal” olarak görülen yaşayış normlarının herşeye rağmen muhafazası için, yürürlükteki, normal telâkki edilen davranış biçimlerine her türlü muhalefetini bir kat daha arttırır mı?
Bu iki sorunun cevabını vermek pek o kadar kolay değil…
Delilik, bir anormallik hali olduğuna göre, önce normal ne demektir, tesbiti için elimizde ne türden ölçütler bulunmalıdır ve bu ölçütlerin meşruiyetinin temeli konusunda başvurabileceğimiz ilkelerin sıhhatinden nasıl emin olabiliriz vs. konularında yığınla faraziye üretilebilir. Bir kere bu yola sapıklığında ise delilikten, yani anormal olandan önce, normalin gayet müşkülatlı bir problem teşkil ettiği görülecektir.
Fizik ilmindeki iç-bükey ve dış-bükey aynalar bahsi, A. France tarafından, kişisel görüşlerin – sübjektifliğin, gerçekliği algılama ve yansıtmada meydana gelen sapmaların kaynağına misal olarak verilir. Bilindiği gibi yansıtıcı yüzeyi düz olmayan aynalar, iç bükey ve dış bükeylik durumlarına göre karşılarında durdukları gerçekliği ezip – bükerek ve kü- çültüp-büyüterek yansıtırlar. Bu sebeple gerçekliğin tahrif edilmemiş bir yansıması için ayna yüzeyinin oldukça mü- cella ve düz bir satıh belirtmesi gerekmektedir…
İyi ama, insan bilinci düz bir aynaya benzemez ki’…
Şimdi gelelim kırk kişi karşısındaki bir kişinin vaziyetine: Eğer kırk kişi, kalabalığı teşkil ediyor olmanın ötesinde kendi şahsî değer ölçülerini aşan bir “normal” görüşüne sahip değiller ve sadece kendileri gibi olmadığı için bir kişiye deli diyorlarsa, o bir kişi de kendisi gibi 39 kişiyle birleşerek, o kırk kişiden her birini ayrı ayrı “deli” diye vasıflandırabi- lir… Dolayısıyla kırk gün bekleyip deli hükmüyle yaftalan- masına gerek yoktur. Bu takdirde ise, mesele bir çoğunluk hükmü olarak kalmaya mahkumdur…
O zaman şöyle soralım:
-Normal ve anormal, çoğunluk hükmünden ibaret bir durum mudur?
Bu soruya da hem evet, hem hayır demek mümkün olduğuna göre, öyleyse yapılacak ilk iş, normal’in ne olduğunu, çoğunluğun hükmüne başvurmadan önce ilke düzeyinde tesbit edebilmek ve normal’in ilkelerinin tayinindeki referans noktalarını doğru tercih edebilmektir.
Mevzuya burada bir parantez açalım ve Eflatunun Kri- ton diyaloğuna kısa bir göz atalım:
Düşmanlarının elinden kaçmak imkanı varken, kaçıp ölümden kurtulmadığı için ve dostlarının kendisini kurtarmadığı için kalabalığın kendilerini ayıplayacağını şöyliyen Kriton a karşı Sokrates:
Kalabalığın bizim için ne diyeceğini bu kadar tasa et- miyelim de doğru ile eğriyi bilen tek kişinin ve hakikatin ne diyeceğine bakalım,,.”
Der ve dostu Kriton’a şu nasihatta bulunur:
Çokluğun (kalabalıkların) işi hep rastgeledir…”
Bir defa, bir şeyi izah etmeye yeltendiyseniz, peşinen kabul etmeniz gerekir ki, aslında çıkmaz bir sokağa sapmışsınız demektir. Çıkmaz bir sokaktan çıkmak için ise, bulunduğunuz eski noktaya avdetten gayri başvurulacak başka bir imkan yoktur… Öyleyse yapılması gereken doğru iş, izah edilerek anlaşılmak istenen şeyi, bizatihi kendisiyle anlamaya çalışmak, anlar gibi olmanın sırrını ele geçirebilmektir. Çünkü» bir şeyin izahı, o şeyin kendisidir.
Şöyle diyelim: İzah, bir açma, vuzuha kavuşturma ve bir ifşa olduğuna göre; ve meselâ, çiçeğin en doğru izahı, onun vakti geldiğinde dallar üstünde açması, kendi aslî renklerini ifşa etmesi ve kokusunu yaymasıdır… Bizlerin, dışarıdan bütün bu hususiyetlerine bakarak çiçeği izaha yeltenmemiz ise her daim nakıs kalmaya mahkumdur…
Bilmediğimiz bir kelimeyle karşılaştığımızda ilk yaptığımız şeylerden biri hemen mükellef bir lügate sarılmak ve o kelimenin bizdeki kapalılığını, karşılık gelen başka kelimelerle açmaya çabalamaktır. Fakat bu ameliye, titiz ve dakik mizaçları ne dereceye kadar tatmin edecektir ki? Tatmin etmez. Ve zaten her kelimenin anlamı, cümle içindeki hayatiyetiyle anlaşılacağı için, nihayet, tabii olarak bizler, ilk olarak kelimeyi konuştuğumuz lisanın ruhundan süzer ve ruhumuza yerleştiririz. İnsanın konuştuğu lisana (ana dili) denilmesinin sebebi de, o lisanın izaha hacet duyulmaksı- zın özümsenmiş olmasıyla alâkalıdır.
İmdi: Her şeyin izahı, o şeyin kendisi, yani varlık hakikatidir; lâkin kâinatta hiçbir şey bizatihi müstakil ve kendisi kalamadığına göre, herbir şey, en mükemmel izahını kendisini aşan ve izaha muhtaç olmayan hakikatle olan bağından ve nisbetinden alır. Bizler de, şeylerin hakikatle olan nisbetlerini kavradığımız ölçüde anlarız ki, kâinattaki her şeyin kendi suretindeki görünüşü, yani bizatihi kendini açması, aslında hakikatle olan nisbetin ifşa ve tezahürüdür.
Çiçek misaline dönersek, diyebiliriz ki, çiçeğin en mükemmel izahı, yapraklarını açması, aslî renkleriyle görün- mesi ve kokusuyla yaydmasındadır; ancak biliriz ki çiçek _muştakılen var olmak kudretine ve imkânına sahip değildir.
O ancak kendini aşan bir âlemde gizli bir mânanın tezahüründen ibarettir.
Şimdi de, daha önceki mevzumuza dönerek şöyle soralım:
-Normal nedir?
Cevap bulmak için felsefe kitaplarına yahut sıradan bir lügate başvurmaya ihtiyacımız olmasa gerektir… Meccanen biliriz ki, şu kadar senelik ömrümüz içinde gerek tabiatımız icabı ve gerekse çevremizin tesiriyle edindiğimiz alışkanlıklarımız, bizi, davranışlarımızın normal olduğuna, dolayısıyla, cemiyet dışına çıkmayan fiil ve düşüncelerimizi normal kabul etmemiz gerektiğine şartlandırmıştır. Demek ki normal, insanın her bakımdan şartlanmışlıklarının adıdır.
Fakat gerçekten öyle mi ve bâlâdaki tespit, gerçekten “normal ”in izahı mıdır?
Evet; normali bir şekilde ve alışkanlıkları olarak bildiğini ve tanıdığını zannedenler, hiç gecikmeden “anormal”! de tespit ediverirler ve derler ki, anormal, alışkanlıklarımız, arzu ve hevesimizle kurduğumuz düzenin çarkı haline gelemiyen şeydir. Biz bu düzeni kırk kişiyle kurduğumuza göre, düşünceleri ve tavırlarıyla farklı olan kırkbi- rinci kişi anormaldir.
Bu tanımlama ve etiketlemenin bir izah olmadığını bütün kırkbirinci kişiler bilir; ama onlar cemiyet nazarında anormal olarak yaşarlar.
Suat Ak – Gerçeğin Canevinden,syf: